Loading

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Psikoterapi ve Tinsellik - 4

Merhamet ve Metanet, sf 213-241.
Edith Zundel'in Ken Wilber ile yaptığı "Psikoterapi ve Tinsellik" konulu röportaj..

Kısım 1  -  Kısım 2  -  Kısım 3  -  Kısım 4  -   Kısım 5  -  Şekil


...
Edith, gülümseyip kibarca sorularını sormaya devam ediyordu. "Mistizm bir geri dönüştür" kavrayışına dair duyduğum öfkenin, ortaya çıkıp çıkmadığını merak ediyordum.

EZ: Pekala, şimdi asıl konumuza geri dönebiliriz. Çocuk, mistik olmadığını kabul edebileceğimiz birinci safhadadır yani duyu-algısal seviyededir. Ya gelişimin bu safhasında bir şeyler ters giderse?

KW: Bu seviye primitif olduğundan ötürü, bu seviyedeki rahatsızlıklar oldukça vahimdir. Eğer çocuk kendisini çevresinden ayırt etmeyi başaramazsa, o zaman çocuğun ego bağları, tamamen geçişken ve dağınık kalmaya devam eder. Bu durumda çocuk, bedeninin nerede bitip sandalyenin nerede başladığını söyleyemez. Burada, iç ve dış dünya, düş ve gerçek arasındaki bağlara dair halüsinatif bir bulanıklaşma söz konusudur. Bu elbette, psikozun karakteristik belirtilerinden biri olan adüalizmdir. Bu, maddesel özün, varoluşun en primitif ve en temel seviyesini etkisi altına alan ciddi bir hastalıktır. Bu rahatsızlık, çocukluk döneminde otizme ve ortak yaşamsal psikoza yol açar, büyüme çağında da artarak devam ederse depresif psikoza dönüşür ve yetişkinlikte ise, şizofreniye yol açar. İşe yarayacak tedavi yöntemleri, maalesef sadece farmolojik ya da nezaret gerektiren yöntemler olduğu için, bu durum karşısında tedavi modeli olarak "psikoloik pasifizasyon"u sundum.

EZ: Pekiyi bir sonraki yani ikinci seviye ortaya çıkınca?

KW: Duygusal-fantezik seviye ortaya çıktığında, özellikle de ilk üç sene içerisinde, öz, kendini materyal dünyadan ayırmalı ve bunun yerine kendini, kendi ayrık ve hissedebilen bedenini biyolojik dünyasıyla tanımlamalı ve daha sonra da fiziksel dünyayı kendi algısına dahil etmelidir. Başka bir deyişle, öz kendine ait kimliğini materyal özden ve materyal dünyadan ayırmalı ve ayrık ve belirgin bir varoluş olarak kendi bedeniyle daha yüksek düzende bir kimlik oluşturmalıdır. Bu, Margaret Mahler gibi araştırmacıların, gelişimin "ayrılma, bireyselleşme" safhası diye tanımladıkları, ikinci eklem noktasıdır. Bedenî öz, anneden ve fiziksel dünyadan ayrılmalı ve bireyleşmelidir.

EZ: Ve bu safhada bazı sorunlar yaşandığında?

KW: O zaman özün bağları belirsiz, bulanık ve karmaşık kalmaya devam eder. Dünya "duygusal olarak taşkın" bir öz gibidir, öz oldukça kaygan ve değişkendir. Bu yüzden buna sınırdurum sendromu adı verilir. "Sınırdurum"dur çünkü bu, bir önceki seviyenin psikozu ile bundan sonraki seviyenin nevrozu arasındaki sınırdurumdur. Buna bağlı olarak, ama biraz daha primitif bir şekilde narsistik rahatsızlıklar ortaya çıkar, burada öz kendini dış dünyadan tam olarak ayıramadığı için, sanki dünya onun kabuğu ve diğer insanlar da onun birer uzvuymuş gibi davranır. Başka bir deyişle, dünya ve öz aynı olduğu için, tamamen kendine odaklanmıştır.

EZ: Bu rahatsızlıklara karşı sunulan tedavi yöntemleri nelerdir?

KW: Eskiden, bu rahatsızlıklar primitif olduğu için, bunların tedavi edilemez olduğu düşünülüyordu. Ama son zamanlarda, Mahler, Rahut, Kernberg ve diğerlerinin çalışmalarıyla desteklenen bir tedavi serisi geliştirildi; "yapı inşa teknikleri". Bunlar oldukça iyi sonuç veriyorlar. Sınırdurum bozukluklarda temel problem, öz bağlarının henüz tam olarak sağlamlaşmamış olması olduğu için, yapı inşa teknikleri tam da bunu yapıyor, yani bağlar inşa ediyorlar; ego bağları. Kişiye, temelde öteki ile özün birebir bağıl olmadığını açıklayıp, gösterecek, öz ve ötekini birbirinden ayırması konusunda yardımcı oluyorlar. Annene bir konuda katılmayabilirsin mesela, bu seni öldürmez. Bu ifade, henüz ayrışma - bireyselleşmesini tamamlamamış biri için, bu kadar da açık olmayabilir.

     Şimdi, şunu fark etmek önemli ki, bu sınırdurum sendromlarda psikoterapi bilinçaltındaki bir şeyleri yüzeye çıkarmaya çalışmaz. Bu, bir sonraki üçüncü seviyeye kadar geçerli değildir. Sınırdurum vakalarda sorun, güçlü bir ego bariyerinin bir duyguyu ya da kalkışımı bastırması değil; burada güçlü bir ego bariyerinin ya da güçlü bir bağın olmamasıdır. Bu yüzden, burada dinamik bir bilinçaltı ve dolayısıyla kurcalanıp yüzeye çıkartılacak bir şey de yoktur. Aslında yapı-inşa tekniklerinin amacı kişiyi bastırma eylemini gerçekleştirebileceği bir üst seviyeye çıkarmaktır! Basitçe, bu seviyede öz, henüz birşeyleri bastırabilecek kadar güçlü değildir.

EZ; Yani, o zaman bu, üçüncü seviyede gerçekleşmeye başlıyor.

KW: Evet. Bu doğru. Üçüncü seviye ya da temsilî akıl iki yaş civarında ortaya çıkar ve hemen hemen yedi yaşa kadar uyanıklık baskın bir rol oynar. Semboller, konseptler ve dilin kendisi ortaya çıkar. Ve bu çocuğun, kendisini saltık bedensel temelli bir özle kurulan kimlikten ayırıp, zihinsel ya da egoik bir öze ulaşmasına olanak tanır. Çocuk artık, sadece anlık duygu ve dürtülerle yönlendirilen bir bedenden ibaret değildir, ayrıca bir ada, bir kimliğe ve zaman içerisinde çoğalan istek ve beklentilere sahip zihinsel bir özdür. Zaman dil vasıtasıyla olasıdır; çocuğun dün üzerine düşünüp yarını hayal etmesini ve böylece geçmişini reddedip kendini suçlu hissetmesini ve geleceği düşünüp kaygılanmasını sağlayan şey, dilin kendisidir.

     Bundan ötürü, suçluluk ve anksiyete bu safhada ortaya çıkar ve eğer anksiyetenin dozu çok yüksekse, o zaman öz, anksiyeteye yol açan düşünce ya da duygulanımları bastıracaktır. İşte bu bastırılmış düşünce ve duygulanımlar, özellikle de cinsellik, saldırganlık ve güç duygusu, dinamik olarak bastırılmış bilinçaltını oluşturur; ben buna (Jung'dan sonra) gölge adını veriyorum. Eğer bu gölgelerin dozu çok artarsa, buna çok yüklenilirse o zaman psikonevroz ya da kısaca nevroz olarak bilinen semptomlar serisine yol açarak infilak eder.

     Böylece üçüncü seviyede, dilin yardımı ile, zihinsel-egoik öz ortaya çıkar ve kendini, bedeninden nasıl ayrı algılayacağını öğrenir. Ama bu ayrıştırma gereğinden fazla sürerse bu, kişilik bölünmesine, bastırmaya yol açar. Bu durumda ego bedeni aşmaz, sadece ondan yabancılaşır, onu devre dışı bırakır. Ama bedenin sureti ve istekleri, nevrotik çelişki formunda egoyu ciddi bir şekilde sabote eden gölge olarak varlığını korumaya devam eder.

EZ: Yani, nevroz için sunulan tedavi, gölgeyle temasa geçip, onu tekrar bütünlemek anlamına geliyor.

KW; Evet, bu doğru. Bu tedavi yöntemlerine "açığa çıkarma teknikleri" denir, çünkü bunlar gölgeyi açığa, yüzeye çıkarmaya ve senin de söylediğin gibi, tekrar bütünlemeye çalışırlar. Bunun başarılması için, dil tarafından yaratılan ve anksiyete ve suçluluk hissi ile desteklenen, bastırma bariyerinin ortadan kaldırılması veya seyreltilmesi gerekir. Kişi, örneğin, aklına ne gelirse gelsin bir sansüre girişmeden, bunu olduğu gibi söylemesi yönünde cesaretlendirilebilir. Ama kullanılan teknik her ne olursa olsun, amaç temelde aynıdır; gölgeyle barışıp, ona tekrar sahip ol.

EZ: Pekiyi, bir sonraki safha?

KW: Dördüncü seviye olan, kural/rol aklı, tipik olarak 7 ila 11 yaş arasında etkindir; bu, bilinçlilikteki bazı derin değişimlere işaret eder. Eğer üçüncü seviyedeki -preoperasyonel düşünüş- bir çocuğu karşınıza alıp, bir tarafı yeşile ve diğer tarafı kırmızıya boyanmış bir topu gösterip, daha sonra yeşil taraf kendinize, kırmızı taraf çocuğa gelecek şekilde topu tutup, çocuğa sizin hangi renge bakmakta olduğunuzu sorarsanız, çocuk "kırmızı" diye cevap verecektir. Başka bir deyişle çocuk, sizin görüşünüzü yakalayamamakta, "öteki" rolüne bürünememektedir. Konsantre operasyonel düşünüş ortaya çıktığında ise çocuk, sizin bu sorunuza "yeşil" diye cevap verecektir. Yani "öteki" rolüne bürünebilecektir. Ayrıca, bu safhada çocuk, sınıf ayrımı, çarpma, hiyerarşizasyon gibi kural belirlenimli operasyonlara muvaffak olmaya başlayabilir.

     Çocuk, başka bir deyişle, gittikçe bir roller ve kurallar dünyası içerisine yerleşmeye başlar. Davranışları yazılı metinler, davranışı ve kuralları belirleyen dilbilimsel kurallar tarafından yönlendirilir. Bununla özellikle de, çocuğun "ahlâkî algı"sında karşılaşıyoruz ki Piaget, Kohlberg ve Carol Gilligan da bunun altını çizmiştir. Daha önceki safhalarda, yani bir ila üçüncü safhalar arasında, çocuğun ahlâkî algısı prekonveksiyonel olarak tanımlanır, çünkü bu, zihinsel ya da sosyal kurallara değil, sadece bedensel ödüllendirme ve cezalandırmaya, haz ve acıya dayanır -burada çocuk, öz-merkezcil ya da narsistiktir. Ama kural/rol aklının ortaya çıkmasıyla beraber, çocuğun ahlâkî algısı prekonveksiyonelden, konveksiyonel modlara, öz-merkezcilden, sosyo-merkezcil olana geçer.

     Ve şu çok önemli bir nokta; konveksiyonel ya da kural/rol aklı, henüz herhangi bir güç derecesinde tahlil etme yetisine sahip değildir, çocuğun öğrendiği bütün kural ve roller somut amaçlara yöneliktir. Çocuk, kural ve rolleri sorgulamaksızın kabul eder -araştırmacılar buna konformist safha diyor. Tahlil yoksunluğu nedeniyle çocuk, bağımsız bir şekilde yargılayamaz ve bundan ötürü sadece takip eder.

     Şimdi, bu kural ve rollerin birçoğu, en azından bu safhada gerekli ve yararlıdır ama bunlardan bazıları yanlış ya da uygunsuz yahut yanlış yönlendirici olabilir. Bizim bağlı olduğumuz yazılı metinler, ailemizden, içinde yaşadığımız toplumdan ya da herneyse ondan devraldığımız yazılı metinlerin bir çoğu, basitçe mitlerdir. Bunlar doğru olmaktan öte, yanlış yönlendirici şeylerdir. Ama bu safhadaki bir çocuk bunu yargılayamaz! Bu safhadaki bir çocuk birçok şeyi elemeksizin, doğrudan bir şekilde alır ve bu yanlış inançlar yetişkinlikte de devam ederse o zaman "yazınsal" hastalığa yakalanırsınız. Ve kendinize, kötü biri olduğunuzu, köken olarak çürümüş biri olduğunuzu, kötü şeyler düşünmenizden ötürü Tanrı’nın sizi cezalandıracağını, sevilmeye değer biri olmadığınızı, zavallı bir günahkâr olduğunuzu... v.b. söyleyebilirsiniz.

     Buradaki tedavi de -özellikle kognitif terapi olarak bilinen yöntem- bu mitleri köklerinden söküp, onları akıl ve kanıt ışığı altında açımlama çabasından ibarettir. Buna "yeniden yazılım" deniliyor ve bu özellikle de depresyon ve düşük öz-saygının baskın olduğu durumlarda çok güçlü ve çok etkili bir terapidir.

EZ: Sanırım, bu oldukça açık. Ya beşinci seviye?

KW: Formal operasyonel düşünüşün ortaya çıkmasıyla birlikte -bu genellikle 11 ila 15 yaş arasında olur- oldukça belirgin bir dönüşüm daha yaşanır. Formel operasyonel düşünüşle beraber birey, toplumun normları ve kurallarının kusurlarını fark etmeye ve böylece de bunların değerliliği üzerinde kişisel bir yargıya varmaya başlayabilir. Bu Kohlberg ve Eiligan'ın postkonvensiyonel ahlâk dediği şeyi önceler. Bu artık konformist sosyal normlara, bir gruba, bir kabileye ya da belli bir topluluğa bağlı değildir; artık yargılar, daha evrensel standartlara dayanmaktadır -sadece benim içinde bulunduğum grup için değil, birebir kişiler için doğru olan, âdil olan nedir? Elbette bu anlamlı bir şeydir, çünkü daha yükseğe doğru atılan her adım, her zaman daha yüksek ve daha evrensel bütünleşme olasılığını içinde barındırır -bu durumda öz-merkezcilden sosyo-merkezcile, dünya merkezcile doğru bir geçiş söz konusudur. Ben buna bir de teo-merkezcili ekliyorum.

     Kişi, bu safhada da güçlü ve sürekli bir tahlil kapasitesi geliştirir. "Ben kimim?" ilk kez burada yakıcı bir soruya dönüşür. Artık bir önceki safhanın konfor ve güvenlilik sağlayan, konformist kural ve rollerinin dışına çıkmış olan bireyler, kendi kimliklerini kendileri oluşturmak zorundadırlar. Eğer bu safhada bir sorun yaşanırsa, kişi Erikson'un kimlik krizi diye tanımladığı şeyle yüzleşir. Ve bunun için kullanılabilecek tek tedavi, daha fazla tahlilde bulunmaktadır. Terapist, burada adeta bir felsefeciye dönüşür ve karşısındakinin ilgisini Sokratik bir diyalogla çeker, bu...

EZ: Bu onlara, kim olduklarını, kim olmak istediklerini, ne çeşit bir insan olabileceklerini araştırmaları konusunda yardımcı oluyor.

KW: Evet, bu doğru. Bu, bu noktada mistik bir sorgulama değildir. Burada aranan şey, bütün insanlarda tek ve aynı olan transandantal Öz değildir. Burada aranan şey uygun bir özdür, mutlak Öz değildir. Bu, çavdar tarlasındaki yakalayıcı[Catcher in the Rye]dır.

EZ: Varoluşsal seviye?

KW: John Broughton, Jane Loevinger ve diğer birçok araştırmacı, eğer psikolojik gelişim devam ederse, insanların bütünleşmiş bir öz geliştirebileceklerini belirtmişlerdir, Loevinger şöyle demiştir, "hem aklın, hem de bedenin, ikisinin de bütünleşmiş bir özün deneyimleri olması". Ben bu beden-akıl bütünleşmesine centaur diyorum. Bu seviyedeki sorunlar, varoluşsal sorunlardır; sorunlar, manifest varoluşun kendisinde gizlidir -faniliğin, ölümlülüğün, bütünselliğin, sahihliğin, anlamlılığın hayatta gizli olması gibi. Bu, bütün bunların diğer safhalarda ortaya çıkmadığı anlamına gelmiyor, sadece şu ki, bunlar burada öne çıkarlar, burada baskındırlar. Ve buna yönelik terapiler hümanistik ve varoluşsal terapilerdir, bunlara Üçüncü Güç denir. (Psikoanalizin Birinci Gücü ve davranışçılığın ikinci Gücü'nden sonra gelir.)

EZ: Pekala, şimdi gelişimin daha yüksek seviyelerine ulaştık; bunlar ruhsal seviye ile başlıyor.

KW: Evet. Siz gelişmeye ve transpersonal seviyelere doğru cvrilmeye devam ettilçe -yedinci seviyeden, dokuzuncu seviye kadar- sizin kimliğinizde, ilk önce ayrık akıl vücudun ötesine geçip varoluşun tinsel ve transandantal boyutlarına ulaşarak genişlemeye devam eder; sonuçta, olası en geniş kimliğe ulaşılır -ulu kimlik. Bu sizin kendi uyanıklığınızın ve evrenin -sadece fiziksel değil ama çok boyutlu, kutsal teo-merkezcil bir evren-kimliğidir. Ruhsal seviye, basitçe bu sürecin, transandantal safhaların başlangıç noktasıdır. Burada kozmik-bilinçlilik denilen şeye dair ani patlamalar yaşayabilirsiniz, belirgin ruhsal kapasiteler geliştirebilirsiniz, çok yoğun ve keskin bir sezgi gücüne muvaffak olabilirsiniz. Ama en çok da, uyanıklığınızın bireysel vücutakıla hapsedilmemiş olduğunu farkedersiniz. Kendi uyanıklığınızın bir şekilde, bireysel organizmanın ötesine geçtiğini farkedersiniz. Bireysel vücutakıl etrafında dönen olayları sadece ve sadece gözlemleyebilme yetisine sahip olursunuz, çünkü artık, onlara birebir bağlı değilsinizdir ve böylece bir sükunet çemberi sizi çevreler. Transandantal ruhunuzla, Tanıkla temasa geçmeye ya da onu sezinlemeye başlarsınız ki bu, nedensel seviyede, Tin'le doğrudan bir özdeşleşmeye yol açar.

EZ: Bu seviyeye ait tekniklere yogilerin yolu adını vermişsiniz.

KW: Evet. Da Free John'u takip ederek, mistik gelenekleri üç sınıfa ayırdım, şöyle; yogiler, azizler ve bilgeler. Bunlar sırasıyla, ruhsal, gizli ve nedensel seviyelere işaret ederler. Yogi, bireysel vücutakılın enerjilerini, vücutakılın ötesine geçmek için kontrol altına alır. Diğer istek-dışı süreçleri de içeren vücutakıl, sıkı bir kontrol altına alınır, ilgi vücutakılın kendisinden bağımsızlaştırıiır ve böylece ilgi, transpersonal temele doğru yönelir.

EZ: Bu süreç, sanırım, gizli seviyeye ulaşarak devam ediyor.

KW: Evet, ilgi, dışsal çevreye ait dış dünyadan ve vücutakılın iç dünyasından bağımsızlaştığı için, uyanıklık özne-nesne düalizminin tümünü aşmaya başlar. Yanılsamalı düalite dünyası, gerçek görüngüsüne yani Tin'in kendi görüngüsüne bürünmeye başlar. Dış dünya kutsallaşmaya başlar, iç dünya kutsallaşmaya başlar. Yani, bilinçliligin kendisi ışık dolu, huşu uyandıran bir şeye dönüşmeye ve Kutsallıkla doğrudan temasa geçmeye ve hatta onunla bir olmaya başlar.

     Bu, azizlerin yoludur. Doğu'da ve Batı'da azizlerin genellikle başlarını sarmalayan bir ışık halesiyle resmedildiklerini fark ettiniz mi? Bu, aydınlanmış ve sezgisel olan aklın içsel ışığını temsil eden bir semboldür. Ruhsal seviyede, Kutsallık'la ya da Tinsellik'le ilişkiye geçmeye başlarsınız. Ama gizli seviyede, Tin'le bir olursunuz; 'unio mystica'. Sadece ilişki kurmak değil, bir olmak.

EZ: Ve nedensel seviyede?

KW: Süreç tamamlanır, ruh ya da saltık Tanıklık kendi kaynağında çözülür ve Tanrı ile bir olmak, tüm varoluşun görünmez Esas'ı ile özdeşleşmenizi sağlar. Bu elbette, Sufilerin 'Ulu Kimlik' dediği şeydir. Bütün durumları kapsayan Durum'la ve bütün oluşları kapsayan Oluş'la ve bütün doğaları kapsayan Doğa'yla bir olan kimliğinizin ayırdma varırsınız. Tin bütün herşeyi kapsadığı için, herşeyle kusursuz bir uyum içerisindedir. Ve bu kişilerde özel bir yön bile yoktur. Odun kırarlar, su taşırlar... Bu sebepten ötürü, bu safhaya ulaşmış olan insanlar, genellikle sıradan insanlar olarak resmedilirler; onlarda özel bir yön yoktur. Bu bilgelerin yoludur ve bu kişiler öylesine bilgelerdir ki, onları tanıyamazsınız bile. Gayet olağan gözükürler ve kendi işlerine devam ederler. Aydınlanmaya giden yoldaki safhaların resmedildiği Ten Zen OxHerding Pictures adlı yapıtın en son resminde, bir dükkana giren sıradan bir kişi vardır. Bu resmin başlığı şöyledir: Onlar, dükkana açık ellerle girerler. Hepsi bu kadar.

EZ: Büyüleyici bir şey. Ve bu üç yüksek safhanın herbirinde de olası hastalıklar mevcuttur.

KW: Evet, bu doğru. Çok uzun bir konu olduğu için, hepsini tek tek açıklamayacağım. Sadece şunu söylemekle yetineceğim: Her safhada kişi bu safhanın deneyimlerine bağlanmış bir şekilde olduğu yerde sabitlenebilir -diğer safhalarda da olabileceği gibi- ve bu, bu seviyede çeşitli gelişimsel duraksamalara ve hastalıklara yol açar. Ve elbette, bunların herbiri için, spesifik tedavi yöntemleri vardır. Bütün bunları Transformations'ta açıklamaya çalıştım.

EZ: Yani bir anlamda, psikoterapi ve meditasyon arasındaki ilişkiye dair sorumu cevaplamış oldunuz. Tüm bilinçlilik tayfını açımlayarak, sonuçta herbirini kendi rolüne göre konumlamış oldunuz.

KW: Bir anlamda, evet. Buna birkaç önemli nokta daha eklememe izin verin. Birincisi; meditasyon, psikanaliz gibi bir açığa çıkarma tekniği değildir. Meditasyonun asıl amacı, bastırma bariyerini ortadan kaldırmak ve gölgenin yüzeye çıkmasını sağlamak değildir. Şimdi, açıklayacağım şey olabilir ama önemli olan nokta şu ki, böyle bir şey olmayabilir de. Meditasyonun asıl amacı, zihinsel, egoik aktiviteyi genel anlamda duraksatmak ve böylece transegoik ve transpersonal uyanıklığın gelişmesine imkan tanımaktadır, bu da nihayetinde, Tanığın ya da Öz'ün keşfine giden yolu açar. Başka bir deyişle, meditasyon ve psikoterapi, genel anlamda ruhun birbirinden oldukça farklı seviyelerine yönelirler. Zen, psikonevrozu devre dışı bırakır diye bir kaide yoktur. Dahası, oldukça güçlü bir Tanıklık hissiyatına muvaffak olduğunuzda da nevrotik olabilirsiniz. Meditasyon size sadece nevrozunuza tanıklık etmeyi ve nevrozunuzla barışık yaşamayı öğretir ama bu, nevrozun kendisini ortadan kaldırmaz. Bir kemiğiniz kırıldığında, Zen buna bir çare sunmaz; duygusal bir çöküntü içerisindeyseniz, Zen buna da tam olarak bir çözüm sunmaz. Yani bunu yapmak zorunda değildir. Daha çok sıkıntılı geçmiş olan kendi deneyimime dayanarak şunu söyleyebilirim ki, Zen benim nevrozumla yaşayabilmemi sağladı ama nevrozumdan kurtulmam anlamında, Zen'in çok da bir faydası olmadı.

EZ: Bu, açığa çıkarma tekniklerinin yapacağı bir şey.

KW: Kesinlikle. Dünyadaki tüm mistik ve tefekkürî literatürde dinamik bilinçdışı ya da bastırılmış bilinçdışı hakkında tek bir bilgiye bile rastlayamazsınız. Bu daha çok, modern Avrupa'nın kendine özgü bir keşfi ve katkısıdır.

EZ: Ama meditasyon esnasında bazen bastırılmış şeyler açığa çıkabiliyor.

KW: Elbette. Daha önce de söylediğim gibi, böyle bir şey olabilir ama önemli olan nokta şu ki, böyle birşey olmayabilir de. Bence, şöyle düşünmeliyiz; nedensel seviyeye, saltık Tanık seviyesine (ki bu da nihayetinde, düalile ötesi bir Tin'de çözülür) yönelmiş bir meditasyon uygulamalıyız: Buna örnek olarak Zen'i, visappanayı ya da öz-sorguyu ("Ben kimim" ya da "İlişki kurmaktan uzak mı duruyorum?" formunda) gösterebiliriz. Ciddi bir depresyondan mustaripken Zen meditasyonuna başlarsanız, karşılaşacağınız şey şu olur: Egoik akıl ve onun içerikleriyle özdeşleşmek, onlar tarafından sarmalanmak ve onlar tarafından sürüklenmek yerine, sadece egoik akıl ve onun içeriklerine tanıklık etmeye başladığınızda, ego düzeninin fırtınası yavaş yavaş dinmeye ve ego da gevşemeye başlar. Yeteri kadar gevşediğinde ise birdenbire "yok olur"; birdenbire egonun ötesindeki Tanık olarak özgürleşirsiniz -ya da her koşulda, onunla gözgöze gelirsiniz. Şimdi, bunun olabilmesi için, egonun her anlamda gevşemiş olması gerekir. Egoya dair sıkı kavrayışınızı ta ki Tanık ortaya çıkıp parıldayana kadar gevşetmelisiniz. Şimdi, bastırma bariyeri de burada gevşeyip yok olan şeyler arasında olabilir, eğer böyle olursa bastırdığınız gölge elementlerle yüzleşirsiniz ve bu durumda öfke, uyanıklık içerisinde, daha çok dramatik bir biçimde ortaya çıkar. Bu, oldukça sık karşılaşılan bir durumdur. Ama bazen de, böyle bir şey söz konusu bile olmaz. Bastırma bariyeri, basitçe es geçilir, öylece bırakılır. Egoya dair sıkı kavrayışınızı, egoyu geçici olarak yok edecek kadar gevşetirsiniz ama bunu, örneğin bastırma bariyeri gibi, egonun tüm uzanımlarını ortadan kaldıracak kadar, sürdürmezsiniz. Ve bastırma bariyeri genellikle es geçildiği ve geçilebileceği için, gerçek Zen mekanizmi saltık bir açığa çıkarma tekniği olarak tanımlanmamalıdır. Bu tamamen rastlantısal ya da zorunluluktan muaf bir durumdur.

     Benzer bir şekilde, açığa çıkarma tekniklerini istediğiniz kadar çok kullanın, yine de aydınlanmaya, Ulu Kimliğe ulaşamazsınız. Freud Buda değildi, Buda da Freud değildir. Bana güvenin.

EZ: [Gülerek] Anlıyorum. Yani sizin tavsiyeniz, insanların psikoterapi ve meditasyonu birbirlerini tamamlayıcı bir şekilde kullanması ve bunların herbirinin kendine özgü yöntemlerini kullanmasına izin vermeleri yönünde, öyle değil mi?

KW: Evet, kesinlikle böyle. Bunların ikisi de, temelde bilinçlilik tayfının birbirinden farklı seviyelerine yönelmiş, güçlü ve etkili tekniklerdir. Ama bu, bu ikisinin hiçbir kesişim noktasına sahip olmadığı, bazı ortak şeyleri paylaşmadığı anlamına gelmiyor. Psikanaliz, bir dereceye kadar, tanıklık kapasitesinin gelişmesine hizmet eder, çünkü "ilgiyi tarafsız bir şekilde yoğunlaştırmak" özgür birliğin ön koşuludur. Ama bu benzerliğin ötesine geçildiğinde, iki teknik birbirinden hızlı bir şekilde ayrılıp, uyanıklığın birbirinden çok farklı boyutlarına yönelirler. Meditasyon, bilinçliliği gözlemleme yolunu inşa etme anlamında, psikoterapiye yardımcı olabilir ve bazı sorunların giderilmesinde de bazı faydaları olabilir. Psikoterapide, bilinci, daha düşük seviyelerinden, bastırma mekanizmasından ve karmaşalarından kurtardığı için, meditasyona bir anlamda yardımcı olur. Ama bunun ötesinde, hedefler, amaçlar, metotlar ve dinamikler dramatik bir şekilde birbirinden ayrılır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder