Loading

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Ne de güzeldir

Hz. İsa beraberinde havariler olduğu halde bir köpek leşinin yanından geçti. Havariler 'Bu köpeğin kokusu amma da fena' dediler. İsa 'Onun dişinin parlaklığı ne de güzeldir' diye karşılık verdi.

Melodilerden Yükselen Sağlık

Müzikle Tedavi

İnsanoğlu, yüzlerce yıldır hastalıklarla baş edebilmek için çeşitli yol ve yöntemler denemiş; çeşitli otlardan, hayvanlardan, deniz ürünlerinden şifa bulmaya çalışmıştır. Bu şifa arayışlarının içinde en ilginç olanlardan birisi de “müzikle tedavi”dir. 

Müzik, aslı Yunanca olan bir kelimedir ve dünyanın her yerinde aynı anlamı taşımaktadır. Türkçede “musiki” kelimesi de kullanılmaktadır. “Musica” eski Yunanca “mousike” ve “Mouse” kelimesinden alınmıştır. 
Müzikle tedavi, insandaki işitme melekelerini geliştiren, bunları kullanan ve kişinin tedavi edilmesine vesile olan bir yöntemdir. Batı’da “müzik terapi” veya “müzikoterapi” adıyla da anılmaktadır. Ancak tedaviyi her yönüyle olumlu etkilediği müziğin içinde olduğu tedavi anlamında “müzikle tedavi” tabiri olayı ifade edecek en iyi tanımlamadır. 

9. yüzyıldan 18. Yüzyıla kadar, Türk hekimleri müzikle tedaviyi etkin bir şekilde kullanmışlardır. İlk psikiyatri hastanesinin Türkler tarafından Kahire’de açılmış olduğu da tarihi bir gerçektir. Tarih boyunca psikiyatri alanındaki gelişmelerin temelinde Türk imzası olduğunu söylemek abartılı değildir. Batı’da akıl hastaları ancak 18. yüzyılda zincirlerden kurtulabildiler. Hâlbuki Türkler dokuz asırdır akıl hastalarını insanca tedavi ediyor, hastanelerde bir dediklerini iki etmiyorlardı. 

Avrupa 19. Yüzyılda bile, akıl hastalarına gereken önemi verememişti. Esquirol, 1818’de Fransa’da akıl hastalarının hayvanlardan ve canilerden bile daha kötü muamele gördüklerinden bahseder. Hâlbuki aynı tarihlerde İstanbul’da yaşanmış olan şu hadise, Türklerin akıl hastalarına nasıl baktıklarını gözler önüne serer. 

23 Ocak 1802 tarihinde Binbaşı Abdullah Ağa adında bir zat, Ayasofya Camii’nde namaz kıldıktan sonra kılıcını çekmiş ve cemaatten birini yaralamış. Zabıta memurları Abdullah Ağa’yı hemen tutuklamışlar ve Babıâli’ye getirmişler. Yapılan muayene sonunda, Abdullah Ağa’nın bilincinin bozulduğu kararına varılmış ve tedavi görmesi için Süleymaniye Darüşşifası’na (akıl hastanesi) gönderilmiş. Bu olay, hem akıl hastalarına yaklaşım hem de akıl hastalarının adlî durumları adına önemli bir tarihi vesikadır. 
İslâm medeniyetinde müzikle tedavi İslâm tarihinde, özellikle tasavvuf ekolü mensupları (sufîler) müzikle uğraşmışlar ve insanın ruhî (nefsî) hastalıklardan kurtulup olgunlaşmasına katkıda bulunduklarını savunmuşlardır. 

Hem hekim hem de müzikolog kimlikleriyle İslâm tarihinin önemli kilometre taşlarından olan Zekeriya er-Razî (854–932), Farabî (870–950) ve İbni Sina (980–1037) müziğin tedavi edici etkisini incelemişlerdir. O zamandan başlayan “müzikle tedavi” geleneği, Selçuklu ve Osmanlı şifahanelerinde devam etmiştir. 
Dünyaca ünlü Türk bilgini Ebu Nasr Farabî (870–950), müziğin insan bedenine ve ruhuna etkilerini incelemiştir. Farabî’nin en büyük özelliklerinden biri “kanun” sazını icat etmiş olmasıdır. Esrarengiz bir kişilik olarak tarihe geçen Farabî, bir gün bir müzik meclisinde bulunur. Meclisteki kimse onu tanımaz. Farabî, torbanın içinden bir çalgı çıkarır; aleti kurup çalar. Meclistekiler gülmeye başlarlar. Ardından aleti söküp başka bir tarzda çalar. Bu sefer kapıcıya varıncaya kadar, mecliste bulunan herkes uykuya dalar. Hatta denilir ki, Farabî meclistekileri uykuda bırakıp oradan ayrılır. 

Türk İslâm tarihinin büyük isimlerinden biri olan İbni Sina da (980–1037) , musikinin insan bedenine etkisini incelemiştir. Tedavinin etkili olması, hastanın aklî ve ruhî dengesini artırmak için çevresini sevimli hale getirilmesi gerektiğini keşfetmiş, bunun için de musiki dinletmenin en etkili yollardan olacağını savunmuştur. 
Araştırmalarında kaynak olarak sık sık Farabi’ye başvuran İbni Sina, müzik notalarının insanın ruh hallerindeki iniş çıkışları temsil ettiğini tespit etmiştir. Ona göre müziği bize hoş gösteren, işitme gücümüz değil; o besteden çeşitli telkinler çıkaran idrak yeteneğimizdir. Yani, müziğin bizde uyandırdığı duygulardır. 
Razî, Farabî, İbni Sina gibi Türk bilginlerinin ilk adımını attığı, psikolojik sebeplerle başlayan bedensel hastalıklarda (psikosomatik hastalıklar) ilaç, meşguliyet ve müzikle tedavi yöntemi, Selçuklu ve Osmanlı bilginleri tarafından geliştirilmiş ve 18. Yüzyıla kadar başarıyla uygulanmıştır. 


Avrupa yeni keşfetti 

20. Yüzyılın sonları, ilaç tedavisindeki büyük gelişmelerin yanında psikoterapilerin de geliştirildiği bir dönem olmuştur. Bilişçi, davranışsal, destekleyici, dinamik psikoterapiler daha etkin hale gelmiş ve tedavide daha sık kullanılmaya başlanmıştır. İlaç tedavisine ilaveten psikoterapilerin uygulanması tedavideki başarı oranını daha da arttırmıştır. 

Son 50–60 yıl içerisinde kapsayıcı tedavi anlayışının geçerli olmaya başlaması psikiyatri dünyasında yeni arayışları gündeme getirmiş ve kapsayıcı yaklaşımların en ideali olarak “müzikle tedavi” kabul edilmiştir. İlk olarak II. Dünya Savaşı’ndan yaralı çıkmış askerlerin kaldığı hastanelerde müzik kullanımın başlaması sonrasında bu uzmanlık dalının farkına varılmış ve 1960’lı yıllarda sayısı çok az olan müzikle tedavi uzmanlarının arttırılması ve kapsayıcı anlayışına uygun bir eğitim almaları için çalışmalar başlatılmıştır. 

Müzikle tedaviden elbette ki sadece “müziğin kullanıldığı tedavi” anlaşılmamalıdır. Müzikle tedavi, “müziğin içinde bulunduğu tedavi” anlamına gelmektedir. Müzik, tek başına hiçbir fiziksel hastalık etkenini ortadan kaldıramaz, ancak her türlü hastalığın tedavisinde kullanılabilir. Mesela, depresyonlu kişilere müzikle tedavi uygulaması, içinde bulundukları mutsuz durumdan alıkoyup mutlu olmalarını sağlayabilir ama fiziksel ve duygusal fonksiyonlarında, anlamlı ve sürekli bir düzelme sağlayamaz. Bunun olması ancak, biyolojik tedavi yöntemlerinin ve psikoterapilerin birlikte kullanılmasıyla mümkündür.

Dr. Adnan Çoban

Yansımalar - Ercan Irmak - Sabâ Peşrevi

Özgürlük

‎Bir kez özgür kaldınız mı, kendinize kim olduğunuzu sormak zorundasınız..

Jean Baudrillard


Bilgisizlik

Kimse bile bile kötü değildir, her kötülük bilgi sanılan bir bilgisizlikten gelir.
Socrates


Osmanlı'da Veresiye Defteri

Osmanlı'da Ramazan günlerinde tebdil-i kıyâfet ile, pek çok zengin, hiç tanımadıkları mıntıkalardaki bakkal, manav dükkânlarına gider, onlardan Zimem Defteri 'ni (veresiye defteri) çıkarmalarını isterlerdi.

Baştan, sondan ve ortadan rastgele sahifelerin toplamını yaptırıp, miktarını ödedikten sonra; "Bu borçları silin! Allah kabul etsin!" der, kendilerini tanıtmadan çeker giderlerdi. Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu; borcu sildiren, borçtan kimi kurtardığını bilmezdi...

Gizli verilen nâfile sadakanın, açıktan verilen nâfile sadakadan yetmiş kat daha sevap olduğunu bilen zevât, yardımlarını mümkün olduğunca gizliden yapmaya gayret ederdi. Ecdadımız sağ ile verdiğini, sol elinden bile gizler, yaptıkları iyilikleri unutur giderlerdi.



Dünya!

Belki de dünya sizin için yapılmıştır!

Avcı ile Kuş

Kuşun biri, hile ve tuzakla yakalanmıştı. Kuş, kendini yakalayana dedi ki:
“ Ey efendi! Sen hayatında birçok sığır ve koyun yemişsindir; birçok deve de kur­ban etmişsindir! Sen onların etleriyle dahî doymadın, benim bedenimle mi doyacaksın?! Beni serbest bırak da, sana üç öğüt vereyim. Vereyim de, bil bakalım akıllı mıyım, aptal mıyım? O üç öğüdümün birincisini senin elinde vereyim, ikinci öğüdümü sa­manla karışık balçıktan yapılmış damının üstünde vereyim. Üçüncüsünü de ağacın üstüne konunca söylerim. Sen, bu üç öğüt yüzünden mes’ûd olursun! Elinde iken vereceğim öğüt şudur:
Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin, inanma!

Kuş o değerli olan ilk öğüdü söyleyince, kendini yakalamış olan el gevşedi, âzâd oldu, uçtu ve duvarın üstüne kondu. Orada ikinci öğüdünü söyledi:
Bir de geçmiş gitmiş şeye gam çekme! Bir şey senden geçip gittikten sonra, onun hasretini çekme!

Ondan sonra dedi ki:
“ A efendi, içimde on dirhem ağırlığında çok kıymetli, eşi bulunmaz bir inci vardır! O inci, seni de, çocuklarını da devlete ve saadete kavuştururdu! Fakat, kısmetin değilmiş; dünyada eşi bulunmayan o inciyi kaçırdın!”

Bunun üzerine avcı feryâd-ı figân etmeye koyuldu. Kuş, avcının bu hareketi üzerine:
“-Sakın «Geçmiş bir şeye gam çekme!» demedim mi!?” dedi. “Mâdem ki inci elinden gitti, neden gam çekiyorsun? Sonra, bir de sana, «Olmayacak şeye sakın aldanma!» demedim mi!?” dedi.
Ve devamla:
“ A aslanım; benim kendim üç dirhem gelmez bir serçe kuşu iken, içimde on dirhemlik inci nasıl bulunabilir?”

Adam kendine geldi de:
“ Pekiyi!” dedi. “Haydi, o üçüncü öğüdü de söyle!”
“ Evet!” dedi kuş. “Öbür öğütleri tuttun da, üçüncüsünü sana bedâva söyleyeyim, öyle mi?"


24 Temmuz 2011 Pazar

Bölünmüş Beyin

Serebrumun iki serebral yarımküreden oluştuğunu ve sol yarımkürenin bedenin sağ tarafını, sağ yarımkürenin ise sol tarafını kontrol ettiğini daha önce ifade etmiştik. Normal insanlarda yarımkürelerden birindeki bilgi anında diğerine aktarılır. Bu aktarım CORPUS CALLOSUM adı verilen geniş bir sinir lifleri bağlantısıyla yapılır. Bu bağ kesildiğinde, ki buna bölünmüş beyin denir, neler olduğuna bakmadan önce beynin bir bütün olarak nasıl işlediğine bakalım. 

Sol yarımküre bedenin sağ tarafını, sağ yarımküre ise bedenin sol tarafını kontrol eder. Sol yarımkürede konuşma merkezi yer alır. Gözler doğrudan ileriye sabitleştiğinde, bu sabitleşmenin solundaki görüntü hayali her iki gözden beynin sağ tarafına gider, sabitleşmenin sağındakiler ise sol tarafına gider. Böylece her iki yarımküre yazı yazan elin normal işleyişini gösteren görsel sahanın yarı görüntüsüne sahiptir. Normal bir beyinde bir yarımküreye giden uyaran diğer yarımküreye corpus callosum tarafından çok hızlı bir şekilde iletilir, dolayısıyla beynimiz tek bir birim gibi iş görür.

Roger Sperry ikiye ayrılmış beyin üzerine yaptığı araştırmasıyla 1981'de Nobel ödülünü kazanmıştır. Kurduğu test düzeneklerinde birinde Sperry, beyin-ayırma ameliyatı geçirmiş bir erkek deneğin ellerini deneğin göremeyeceği şekilde gizlemiş ve bir perde önüne oturtmuştur [-> şekil]. Deneğin bakışları perdenin ortasında yer alan bir noktaya sabitleştirilmiş ve perdenin sol tarafına saniyenin 1/10'i kadar bir süre fındık kelimesi yansıtılmıştır. Bu görsel imajın bedenin sol tarafını kontrol eden beynin sağ tarafına gittiğini unutmayın. Denek sol eli ile görüntüden gizlenen nesnelerden fındığı alabilir fakat denek deneyciye perdede gözüken kelimenin ne olduğunu söyleyemez çünkü konuşma sol yarımküreye bağlıdır ve fındığın görsel hayali bu sol tarafa aktarılmamıştır. Fakat görüntü imajının saniyenin onda biri için yansıtıldığını unutmayın, eğer daha uzun süre için yansıtılırsa bu beyin ameliyatı geçirmiş denek gözlerini oynatabilme imkanı bulacağından "fındık" kelimesi sol yarımküreye de yansıtılmış olacaktır yani bilgi her iki yarımküreye de gidecektir. İşte bu sebeple corpus callosum'un kesilmesi sonucu ortaya çıkan bu eksiklik deneğin günlük hayatındaki faaliyetlerini etkilemez.


(Resimde gösterilen deney anında sağ beyne gitmiş bilgi "fındık" değil de "anahtar"..)

Kaynak: Psikoloji, Zihin Süreçleri Bilimi. Sibel Ayşen ARKONAÇ


~

...
Yetmezmiş gibi, kendi kendimize anlattığımız hikâyelerin pek çoğu da, kafamızda gerçekten olup bitenleri ifade etmekten uzaktır. Beyin hasarlı hastalar üzerinde yapılmış meşhur araştırmalardan biri, bu durumu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Hastalar ağır epilepsi yüzünden tedavi görmüş ve beyin kortekslerinin sağ ve sol yarıları, nöbetlerin bir taraftan diğerine yayılmasına engel olmak için cerrahi müdahaleyle birbirlerinden ayrılmıştır. Bu da, beynin sol ve sağ yanlarının, diğer tarafın ne yaptığından tamamen habersiz olması demektir.

Bir deneyde, bilimciler hastanın beyninin konuşmayla ilgili merkezlerin yer aldığı sol tarafına bir tavuk ayağının fotoğrafını ve konuşma üretme yetisine sahip olmayan sağ tarafına da karlı bir manzara fotoğrafı gösterirler. Başka bir dizi fotoğraf arasından, daha önce gördükleriyle ilgili bir fotoğraf seçmesi istendiğinde, hasta doğru tercihte bulunup, beynin sağ yarısı tarafından kontrol edilen sol eliyle bir kürek ve beynin sol yarısı tarafından kontrol edilen sağ eliyle de bir tavuk resmi seçer. Neden bu fotoğrafları tercih ettiğini açıklaması istenildiğinde, hasta: "Oo, çok kolay" der; "tavuk ayağı ve tavuk birbirlerini tamamlar ve kümesi temizlemek için de bir kürek gerekir." Bu deney sonucunda, bilimciler beynin sol yarısının, o an tam olarak neler olduğunu kavrayamıyor olmasına rağmen, dünyada olup bitenleri anlamlandırmakla görevli bir "yorumlayıcı" barındırdığı sonucuna vardı.
...

  
Beyninize Hoş Geldiniz adlı kitaptan..

Bölünmüş Beyin Hastası 'Joe'

Split-brain patient 'Joe' being tested with stimuli presented in different visual fields
Split-brain patient 'Joe' being tested by Michael Gazzaniga who worked with Roger Sperry

Bölünmüş Beyin Deneyleri

...
Nörobilim dünyasına büyük katkılar sağlamakla birlikte, Sperry'e Nobel ödülünü kazandıran çalışmalar bunlar değildi.
Sperry ve öğrencileri eğer beynin iki yarımküresi, corpus callosum (iki yarımküreyi birbirine bağlayan büyük sinir bandı) kesilmek suretiyle birbirininden ayrılırsa, yarımküreler arasındaki bilgi iletiminin sona erdiğini ve aynı bireyde, işlevsel olarak birbirinden bağımsız iki ayrı beynin varlığının söz konusu olduğunu gösterdiler.

Bu bulgular, corpus callosumun kesilmesinin belirgin hiçbir davranışsal etki yaratmadığı yönünde olan (ve yine birtakım bulguların yanlış yorumlanması sonucu ortaya çıkan) genel inanışı çürüttü.

Olası açıklama, iki yarımkürenin her ne kadar birbirlerinden ayrılmış olsalar da, genel olarak ortak bir karar içinde olmaları ve bu sayede de açık seçik bir anlaşmazlığın ortaya çıkmaması.

Bununla birlikte Sperry ve grubu, yaptıkları dahiyane testlerle, bölünmüş beyin operasyonunu takiben davranış farklılıklarının gösterilebileceğini kanıtladılar.

Sperry araştırmalarına kedi ve maymunlarla başladı fakat daha sonra, epilepsiyi kontrol altına alabilmek için beyin yarımküreleri cerrahi müdahale ile birbirinden ayrılarak tedavi edilmiş hastalarla çalışmalarına devam etti. Her iki yarımkürede bilinçli birer zihnin varolduğunu bu hastalarla gösterdi. Konuşma ile ilgili işlevleri yürüttüğü bilinen sol beyin, dil, aritmetik ve analizi içeren her türlü etkinlikte baskındır. Sağ beyin ise "sessiz" ve sadece basit toplamaları yapabilme yetisine sahip olduğu halde, mekansal algılama - haritaların anlaşılması gibi- ya da insanların yüzlerini tanıma gibi konularda sol beyine baskındır. Söz konusu hastalar incelenene kadar, sağ yarımkürenin bilinçli olduğundan bile şüphe ediliyordu.

Sperry, sağ lob ile iletişim kurmayı sağlayan yollar tasarlayarak, sağ yarımkürenin düşünülenin aksine kendi içinde bilinçli, düşünen, algılayan, hatırlayan, sorgulayan, isteyen, hisseden bir sistem olduğunu ve hem sağ hem de sol yarımkürelerin aynı anda bilinçli olabileceğini gösterdi.

Çifte bilincin keşfini sağlayan bu bölünmüş beyin deneyleri, beyin araştırmalarında, yeni yeni alanların açılmasına ve günümüzde bu konuların biyologlar ve elbette filozoflar tarafından çalışılmasına olanak sağladı.


Roger Sperry (1913-1994)

Görünenler ve Okunanlar

Yaşayan varlıkların hepsi; zayıf, güçlü, uzun, kısa, büyük, orta veya küçük görünen, görünmeyen; doğmuş olan veya doğmakta olan, hepsi mutlu olsun! Kimse kimseyi aldatmasın, kimse kimseyi küçümsemesin, kimse kimseye öfke ile darılma ile zarar vermek istemesin. 

Öfkeyi sevgiyle, kötülüğü iyilikle yen. Açgözlülüğü cömertlikle, yalanı gerçekle yen.

Hınca hınçla cevap verilirse, hınç ortadan kalkar mı?

Bir derdin varsa, derman bulmaya çalış; bulamıyorsan da, onu dert etme. 

Bırakmayı öğren. Mutluluğun anahtarı budur. 

Buddha



Ben demiş olsam bile

Bir şeye sırf kulaktan duydunuz diye körü körüne inanmayın, birkaç kuşaktan beri itibar görüyorlar diye, geleneklerin de doğru olduğuna inanmayın. Sırf hocalarınızın ya da rahiplerin otoritesine dayanıyor diye hiçbir şeye inanmayın. Ancak bizzat hissettiğiniz, denediğiniz ve doğru olarak kabul ettiğiniz, kendinizin ve başkalarının hayrına olan şeylere inanın ve tutumunuzu onlara uydurun. 


Nedensellikler, zerreler, en küçük şeyler, madde, fiziksellikler hepsi gerçekte zihinde oluşan, zihnin oluşturduğu şeylerdir.

İnsan isimlere, formlara ve maddesel dünyaya bağlanır ve onların zihnin bir yanılsaması olduğunu, zihinde oluştuğunu unutur ve hata yapar, böylece zihnin özgürlüğü engellenmiş olur.


Bizim olan her şey düşüncelerimiz sonucundadır. Düşüncelerimizde kurulur, düşüncelerimizde oluşur. Eğer bir kimse kötü düşünceyle konuşur ya da davranırsa onu tıpkı tekerleğin kağnı çeken bir öküzü izlemesi gibi, acı izler.

Aklınla ve sağlıklı zihninle uzlaşmıyorsa hiçbir şeye inanma, onu ben demiş olsam bile. 

Siddharta Gautama Buddha




23 Temmuz 2011 Cumartesi

Poyraz ile Güneş


Poyraz ile güneş, bir gün başlamışlar cenkleşmeye. Biri dermiş: « Ben kuvvetliyim! » ; öteki dermiş: « Yok, ben daha kuvvetliyim. » En sonunda: « Şu yolcunun sırtından elbiselerini hangimiz çıkarırsak en kuvvetlimiz odur » demişler.

Önce işe poyraz girişmiş: bir esmiş, bir esmiş... Bakmış ki yolcu üşüyüp elbiselerine daha sıkıca sarınıyor, esmesini bir kat daha artırmış. Ama adamcağız soğuktan büsbütün rahatsız olup arkasına bir şey daha almış. Poyraz o işi beceremediğini görünce güneşe bırakmış. 

Güneş önce yavaştan almış; yolcunun arkasına sonradan giydiği elbiseyi çıkardığını görünce ısısını artırmış, başlamış yakmaya. En sonunda yolcu, ısıya dayanamamış, üstünde nesi var nesi yoksa hepsini çıkarıp ırmağa çimmeye girmiş. 

Bu masal da gösteriyor: zorlamak para etmez, tatlılıkla davranmalı..


Ezop Masalları'ndan..

22 Temmuz 2011 Cuma

Ben ne sordum, sen ne anladın

Timurlenk Akşehir'de bulunurken bu şehre yabancı diyarlardan derin bilgiye sahip bir adam gelmiş. Timurlenk'le sohbet etmiş. Bu sırada tercüman aracılığı ile Timurlenk'e:
— Birkaç sorum var. Eğer sizin uzağı görür ve bilim sahasında tam anlamiyle yetişmiş adamlarınız varsa onlarla imtihan olayım! demiş.

Bunun üzerine Timur şehrin ileri gelen büyüklerini huzuruna çağırtıp onlara:
— Şehrimize uzak diyarlardan yabancı bir bilgin geldi. Tabiat ilimlerinden ve maddî fenlerden imtihan olmak istiyor. Bunlar gezegen kişilerdir. Eğer biz bu bilginin karşısına ona cevap verebilecek bir bilgini çıkaramazsak bizim oturmakta olduğumuz bu diyar-ı Rum da ilim sınıfının yıkılmış olduğunu, bilgi yönünden çok yoksun bulunduğunu, dolaştığı her yerde ilân eder, bu da Türklüğe yakışmaz, sizin bütün devletlerce kültür bakımından çok düşük seviyede olduğunuz ortaya çıkar. Mevkiiniz sarsılır, haysiyetiniz kırılır, der.

Şehrin ileri gelenleri bunun üzerine bir odada toplanırlar ve aralarında konuşurlar, şehirlerinde bu yabancıya cevap verebilecek bir bilgin kişinin yokluğuna esef ederler. Sonra da bir karara varırlar:
— Böyle boş sözlerle vakit geçirmeğe değmez. Bir çare düşünelim de bu vartayı başımızdan savalım!
diyerek bir hayli konuşurlar ve ilim adamları ile tanınmış Konya'dan, Kayseri'den, yabancı bilginin sorularını cevaplandırabilecek yetkide ilim adamları getirtmeyi kararlaştırırlar.
Nihayet içlerinden biri:
— İl dışından, şehir dışından ilim adamları getirtmek hem zaman alır, hem de büyük masraflara mal olur. Bundan vaz geçelim. Bu şehir namına utanç doğuracak bir harekettir. Dışardan bilgin çağırırsak hem Emir Timur'a karşı hakaret etmiş olur, hem de şehir halkı yanında küçük düşeriz. Atalarımız (deliden uslu haber) derler: Biz ilk önce bizim hazırcevap Nasrettin Hoca'mıza danışalım, onun fikrini alalım. Belki onun alacağı garip tedbirlerle bu bilgin yabancıyı mat eder, atlatırız!
demiş. Toplananların hepsi de bu fikri çok beğenmiş.

İkinci toplantıya Hoca'yı da çağırmışlar. Meseleyi ona anlatmışlar. Hoca, meclisin şehir namına üzüntülerini anlamış. Şehrin ileri gelenlerine:
— Merak etmeyin. Siz o işi bana bırakın. Eğer onun sorularına uygun cevaplar verebilir de yabancıyı susturabilirsem ne âlâ! Eğer başaramazsam (O, deli tabiatlı ermiş bir hocadır. Biz çağırmadan meclisimize geldi. O sayılmaz. Sizin karşınıza cevap verebilecek değerli bir bilginimizi çıkaracağız!..) der, başka insan ararsınız. Yok eğer onun sorularına cevap vermeyi başarırsam hepinizden ayrı ayrı emeğimin karşılığını isterim. Tabii ki Emir Timur'un ihsanı da ayrı olur! demiş. Şehrin salonunda toplanmış olan ileri gelenler:
— Aman Hocam!.. Sen bizim yüzümüzü yabancıya karşı ağart da her ne dilersen Allah kerim!..
demişler.

Nihayet Timurlenk'le yabancı arasında kararlaştırılan karşılaşma günü gelmiş. O gün şehrin meydanında çadırlar kurulmuş. Meydanda kurulan tahtına Timurlenk gelerek yerleşmiş. Bilgin yabancı da, kendisine mahsus yaptırılan kürsüye çıkarak oturmuş. Herkes Hoca'nın gelişini beklemeye başlamış. Nihayet Hoca başında kocaman beyaz sarığı, sırtında geniş kollu binişiyle karşıdan görünmüş. Ardında öğrencisi Hammad'la, bir iki öğrencisi daha varmış. Timurlenk'in yakınında, kendisine ayrılan yere oturmuş, etrafını da Hammad ve diğer öğrencileri sarmış. Sohbet edilmiş, şerbetler içilmiş, nihayet imtihan sırası gelmiş. Yabancı bilgin orta yere gelerek büyük bir dikkatle toprağa geniş bir daire çizmiş. Buna ne cevap verecek diye Hoca'nın yüzüne gözlerini dikmiş. Hoca hemen eline asasını alarak yerinden kalkmış, asası ile dairenin tam ortasından bir çizgi çekip daireyi ikiye böldükten sonra yabancı bilginin yüzüne bakmış. Sonra yine elindeki asâ ile bir çizgi daha çekip daireyi dörde bölmüş. Sonra eliyle işaret ederek dairenin 3 bölüğünü kendine doğru çeker gibi yapıp bir bölüğünü yabancı bilgine doğru elinin tersiyle iter gibi yapmış. Bundan sonra tekrar yabancı bilginin yüzüne bakmış. Yabancı bilgin Hoca'mn bu hareketini çok beğenmiş. Eliyle işaret ederek ve gülümseyerek onun bilgisini takdir ettiğini anlatmak istemiş. Bakışları ile onu ödüllendirmiş.

Ondan sonra yabancı bilgin ikinci sorusuna geçmiş. Bu sefer de açılmış bir lâle gibi elinin üstünü yere doğru, parmaklarını da açık ve toplu olarak havaya doğru bir vaziyette tutup birkaç kere yukarı doğru sallar. Hoca da onun tersine elinin üstü havada, parmakları aşağıda olmak üzere bir işaret yapar. Bunun üzerine yabancı bilgin takdir dolu bakışlarla Hoca'nın yüzüne bakar ve bu bakışlariyle ikinci sorusunun cevabını da vermiş olduğunu Hoca'ya hissettirir.

Bundan sonra yabancı bilgin üçüncü ve sonuncu sorusuna geçer. Kendisini eliyle gösterip parmaklariyle yerde hayvan yürümesini taklid edip, sonra karnını işaret edip bir şey çıkar gibi işaret yapar. Bu işaret üzerine Hoca cebinden bir tavuk yumurtası çıkararak yabancıya gösterir. Hemen arkasından da iki kollarını sallayarak uçar gibi yapar. Yabancı bilginin yüzünde sevinç belirmiştir. Hoca, kendisinin son sorusuna da cevap vermiştir.

Bunun üzerine yabancı bilgin Hoca'ya yaklaşır. Onun önünde eğilerek iki elini birden öper. Böyle derin bir bilgiye sahip bir adam yetiştirdiğinden dolayı hem Timur'u hem de şehrin ileri gelenlerini tebrik eder. Toplantıda hazır bulunan şehrin ileri gelenleri de Timur gibi fazlasiyle memnun olurlar. Memleketin yüzünü ağarttığı için Hoca'yı tebrik eder, daha evvelden ihtiyat olarak hazırladıktan para keselerini Hoca'ya mükâfat olarak verirler. Emir Timur da büyük bir kese altınla Hoca'nın gönlünü eder. Herkes dağılır, evine gider.

Halk dağıldıktan sonra Timur ve adamları bu işe şaştıklarından yabancıyı yanlarına çağırırlar. Ona tercüman vasıtasiyle:
— Biz sizin Hoca ile işaretleşmenizden bir şey anlayamadık. Siz ne dediniz, Hoca ne yolda cevap verdi ki cevabın uygun olduğuna inandınız?

Bunun üzerine yabancı bilgin Emir Timur'u ve etrafındakileri Hoca'ya sorduğu sorular hakkında aydınlatır:
— Dünyanın yaradılışı hakkında Yunan bilginleri ile İsrail evlatlarının düşünceleri ayrıdır. Bu hususta İslâm ilim adamlarının ne düşündükleri bence bilinmediğinden, onların ne düşündüklerini öğrenmek istedim: İlk sorumda dünyanın yuvarlak olduğunu işaretledim. Hoca efendi bu yuvarlaklığı tasdik ettikten başka sonradan çektiği hatlar ile evvela denklem hattını belirtti. Böylelikle kuzey yarım küresi ile güney yarım küresini ayırdı. Sonra bir hat daha çekerek üçünü kendine ve birini de bana doğru işaret etmekle dünyanın üç kısmının deniz, bir kısmının da kara olduğunu belirtti. İkinci sualimde bütün yaratıklan ve bu yaradılışın sırlarını meydana çkarmak için parmaklarımı havaya doğru sallayarak topraktan bitkiler, ağaçlar, sular ve madenlerin nasıl meydana geldiğini sordum. Hocafendi buna da cevap olarak, ellerini yukarıdan aşağıya sallamak suretiyle, gökten yağmur yağdığını, güneş ışığının bitkilere ve madenlere hayat verdiğini, diğer gök olaylarının bütün mevcudatı meydana getirdiğini dünya bilginlerinin en son inceleme ve görgülerine uygun bir şekilde bana anlatmış oldu. Son soru olarak da kendimi gösterip ve elimle yer yüzünde doğmuş ve üremiş bulunan yaratıkların birbirinden ayrılarak çoğaldıklarını işaret ettim. Benden üstün bilgiye sahip olan Hocafendi benim yaratıklardan büyük bir kısmını ihmal ettiğimi sezerek hemen cebinden bir tavuk yumurtası çıkardı. Bunu bana gösterdi ve uçar gibi işaretler yaparak havada uçan kuşları unuttuğumu bana hissettirdi. Bu suretle değerli bilgininiz benim bütün sorularıma çok iyi cevaplar verdi. Anladım ki sizin bilgininiz bütün yer ve gök ilimlerine temamiyle vakıf bir dahi, misline az rastlanır bir ilim ve fen adamıdır. Bu yüzden siz hemşehrileri onunla ne kadar iftihar etseniz yeridir.

Timur, yabancı bilginden bu cevabı aldıktan sonra onu uğurlamış, bu sefer de Hoca'nın onun derin ve etraflı sorularına ne yolda cevap verdiğini öğrenmek istemiş. Onu huzuruna çağırtmış, etrafını da adamları sarmış. Hoca'ya bilginin sorularına ne şekilde cevap verdiğini kendilerine anlatmalarını söylemişler. Hoca da:
— A canım; bu adam hapazan, aç gözlü, köpek gibi açlık illetine uğramış bir hasta kişidir. Halbuki siz bana kendisini «bu dünyaca ün yapmış bir bilgindir!» diye tanıttınız. Boş yere telaşa düşmüşsünüz. Vaktaki huzurunuza geldim. Sizin de gördüğünüz gibi orta yere eliyle bir daire çizdi. «Ah, bir tepsi börek olsa!» dedi. Ben bu tepsi böreği evvela ikiye böldüm. Kardeş payı yaptım. Baktım ki aldırış ettiği yok. Bu sefer börek tepsisini dörde böldüm, üçünü kendime aldım, birini ona verdim, zavallı razı oldu. Başını salladı. Sanki gözleriyle bana «benim için o kadarı da yeteri» demek istedi. Meğerse daha isteği varmış. Sonra bana işaretle «Bir tencere pilâv kaynatılsa da, tabaklara doldurup yesek» demek istedi. Ben de işaretle «Tuz, biber de ekilmek, üzüm ve fıstık da konmak lazımdır!» dedim. O mesele de hal oldu. Sonra eliyle kendisini ve karnını işaret edip ve eliyle yürümek işaretini yapıp uzak yoldan geldiğini, epey zamandan beri aç olduğunu, iyice karnını doyurmanın imkanını bulamadığını, yemeğe hasret olduğunu belirtti. Ben de ona işaretle «Ben senden daha çok açım. Karnımın boşluğundan o kadar hafifim ki kuş gibi uçacak bir haldeyim. Sabahleyin kalktım. Karım katık olmak üzere topu topu bir yumurta verdi. Siz beni acele çağırınca onu da yemeğe vakit bulamadım. İhtiyat olarak yumurtayı cebime koydum, hemen koşarak size geldim. Mesele bundan ibarettir, der.

Bunun üzerine gerek Emir Timur, gerekse etrafındakiler «Ben ne sordum, sen ne anladın? Bu acaip bir efsanedir!» mantıkınca düşünceye dalarak bu soru ve cevabın her iki tarafı da memnun etmesine hayran kalmış ve Hoca'yı tekrar tekrar tebrik ve takdir etmişler.


Görme Algımızın Güvenilirliği

BBC'nin Brain Story adlı belgeselinden alınmış bir kesit, ve Türkçe altyazılı hali...
Kesit yukarıdaki videonun ikinci yarısında, altyazılı hal ise aşağıdaki adreste bulunabilir.


Çeviri: AylinER
Hazırlayan: Hakan Çakmak

Sizi ağırlamak adına sunacağım hiçbir şeyim yok
der yavaşça Hactar,
 ama sunacak olsam tek sunacağım şey de ışığın aldatmacaları olur. 
Işığın aldatmacaları ile rahatlama imkânı da vardır, aslında. 
Eğer tüm sahip olduğunuz o ise...
Hayat, Evren ve Her şey
Douglas Adams


Araştırmalar artarak göstermekte ki; beynimiz sürekli gördüğünü çarpıtıp değiştirmekte. Beynimiz hayal ederek cesurca kestirmeden gitmekte. Her seferinde elde ettiğimiz görüntüyü, yeni baştan değerlendirmeye alacağımız yere... Dışımızda neler olduğunu, geçmiş deneyimlerimizden yola çıkarak tahmin ediyoruz. 

Gözlerimizi her açtığımız an, beynimiz çok yoğun oranda ek bilgiyle dolmakta. Beyin, dışarıda ne olduğunu görmemize izin vermez, çoğunlukla uydurur durur. On yıldan  fazla zamandır nörobilimciler kendi özel dünyamızı nasıl yarattığımızı yavaş yavaş anlamaya başladılar.

 Eğer etrafınıza bakarsanız dünya oldukça yüksek çözünürlüklü,neredeyse fotografik olarak net ve tam gibi gözükmekte. Aslında bu resmin oldukça küçük bir kısmını elde ediyorsunuz. Gerçekte gördüğünüz ya da gördüğünüzü düşündüğünüz pek çok şey ile  hafızanızı dolduruyorsunuz. Kendi dünyanızda, geçmişte yaşadığınız deneyimlerinizi ve elde ettiğiniz bilgileri kullanarak... 

Görsel beynin, gözden ulaşan bilgilerden çok, hafızaya dayalı değerlendirme yaptığı anatomik çalışmalarla ortaya çıkmıştır. Geçmişte gördüğümüz herşeyin bilgisini kullanıyoruz  gerçekte dışarıda ne olduğunu hayal edebilmek için.

En dikkat çekici olay beyinde bilindik 32 adet görsel alan olduğu. Hepsi başka alana sinyal  yolluyor ve o alandan geri sinyaller alıyor ve o geri alınan sinyaller ön taraftan gelenlerle benzer ölçülerde, dolayısıyla inanılmaz derecede geriye dönüşlü bilgi akışı var. 

Bu bilgi akış yollarının keşfi, görsel beyni anlamada tamamen devrim yapmıştır. Görsel beyni artık dış dünyadan gelen bilginin içeriye doğru aktığı tek gidişli cadde gibi düşünemeyiz. Onun yerine, beynin derinliklerinden gelen ve geri beynin derinliğine dönen yoğun miktardaki depolanmış bilgi, çift yönlü bir cadde gibi gözükmekte. Dolayısıyla dünyayı algılamamız, gözümüzün önünde durandan değil görmeyi umduklarımızdan etkilenmekte. 

Bu oda normal gözükmekte ama aslında çok büyük ölçüde şekli bozulmuş. Kızlar tıpa tıp aynı ölçüde ama beyniniz onları o şekilde görmenize izin vermiyor. Odanın sağ tarafının sol tarafa göre daha büyük olduğunu söyleyemezsiniz. Sol köşeye doğru eğimli olan zeminde mobilyalar, beyninizi aldatmak için özel olarak tasarlanmıştır. Tüm bunlar, kızın odanın bir ucundan diğerine doğru yürürken ölçüsünün değiştiği illüzyonunu yaratmakta.

Beyniniz, basit anlamda, size odayı olduğu şekli ile görmenize izin vermiyor, onun yerine sizde kayıtlı olan hafızayı kullanarak kestirmeden gidiyor. Bu odanın bir görüntüsünü yaratmak diğer tüm odaları nasıl görmeyi umduğunuza bağlı.   

Bu, görsel hafızamızın, hayallerimizin gözümüzün önünde duranı algılamamızı nasıl etkilediğine şaşırtıcı bir örnek.

Dans Eden Bayan


The Right Brain vs Left Brain test... 
Do you see the dancer turning clockwise or anti-clockwise?

If clockwise, then you use more of the right side of the brain and vice versa.

Most of us would see the dancer turning anti-clockwise though you can try to focus and change the direction; see if you can do it.