Loading

26 Ekim 2014 Pazar

Üç Temel Unsur

İslâm'ın Metafizik Boyutları isimli kitaptan bir bölüm
~

İman, İslâm, İhsan

İslâm dini ya da daha açıkçası müslümanın niteliği üç unsur ya da üç temel durum içerir: Birincisi, “İman”; İmanın bulunduğu yer kalbdir. İkincisi, “İslâm”; yani tam olarak kendini İlâhî İrade’ye terketmek, O’na boyun eğmek, teslim olmaktır. Bu tutum bireyin her yönünü kuşatan bir tutumdur, cismanî sınırı ve özellikle duyu yetenekleri, hisleri ve ameli, işi buna dahildir.1 Üçüncüsü, “İhsan”. (İhsan, hem iyilik yapmak gibi bir “eylem” anlamına hem de “güzellik” anlamına gelen Arapça bir kelimedir.) Bu kavram, ilk iki unsurun daha ileri bir uzantısı olan bir nitelikten ibarettir. Bu kavramlar, her şeyden önce ve normal bir yoruma göre, Şeriat alanına aittir. Şeriat ise, Yol, yani Zâhirî Yasa anlamındadır. “İhsan” kavramına gelince, sufîlerin dilinde, ihsan bizzat “tasavvurla özdeşleşir, şöyle ki: Bu, sanki nüfuz ettiği ve derinleştirdiği öteki ilk iki durumun hayatı, canı gibi bir şeydir; fakat o zaman onlar zâhirî alana ait2 olmayan bir tarzda ele alınmış olurlar, çünkü zâhirî alanın imkânları bireysel düzenle sınırlıdır. Zâhircilik (exotérisme) “İman” ve “İslâm” üzerinde büyük bir ısrarla durur. İman ve İslâm zâhirciliğin hem temelidir hem de muhtevasıdır. İhsan”a da yine zâhirî bir tanım3 getirir ve gerçek mahiyetini açıklamayı bilemez. İşte tam bu noktada sufilik devreye girmektedir: Metafiziksel öğreti, teori ve manevi metod olma özelliği bir yana, sufilik,ihsan” ilmidir.İhsan” böylece herkese ait din ile bunu gerçekleştirici hikmet arasında bir birleşme noktası olmaktadır.

23 Ekim 2014 Perşembe

Doğru Olduğuna İnanmak

Kabalcı Yayınları, İstanbul 1999 1. baskısıyla, Jeffrey Burton Russell isimli yazarın Şeytan isimli kitabının önsözü:

~



Önsöz

Bu kitap bir teoloji çalışması değil, bir tarih çalışmasıdır. Metafizik bir konu üzerine bir yapıt değil, insan zihninde var olan bir kavramın gelişimi üzerine bir incelemedir. Tarih bilimi, Şeytan’ın var olup olmadığını nesnel olarak belirleyemez. Bununla birlikle tarihçi, insanların Şeytan gerçekten varmış gibi davrandığını öne sürebilir. Kötülük -yani, hissedebilir varlıklara acı vernıek- insanoğlunun en süreğen ve en ciddi sorunlarından biridir. Sık sık ve çoğu kültürde kötülüğe kişilik özellikleri atfedilmiştir. Bu kitap, benim konuya bir açıklık kazandırmak için “Şeytan” adını verdiğim, kötülüğe atfedilen kişilik özelliklerinin bir tarihçesini sunmaktadır.

Ben bir ortaçağ tarihçisiyim, ancak yıllar önce, onbirinci ve onikinci yüzyıllardaki Şeytan kavramı üzerine çalışmaya başladığımda, tarihsel öncülleri temelinde ele almadan ortaçağ Şeytan’ını kavrayamayacağımı gördüm. Daha da önemlisi Şeytan’ı, kötülük sorunu bağlamında ele almadan asla anlayamayacağımın farkına vardım. Kötülük sorunuyla, hem bir tarihçi hem de bir insan olarak dolaysız bir biçimde yüzleşmeliydim. Kötülüğün ve ona atfedilen kişiliğin öyküsü çok eskilere dayanır; ben de bu cildi, Yeni Ahit döneminin sonuyla bitirmek zorunda olduğumu hissediyorum. Bunu, Ortaçağ'da Şeytan konusunu irdeleyen ikinci cilt izleyecektir.

Bu kitap bir sentezdir ve geniş bir zaman süresi içinde, birbirinden farklı çok sayıda kültürde kötülüğün kişileştirilmesinin içerdiği geniş kapsamlı sorunu ele almaktadır. Tarih biliminin bugünkü eğilimi sentezden çok analize yöneliktir. Ancak dengeli bir bakış, her ikisine de gereksinim duyulduğunu kabul edecektir. Ayrıntılı çalışmalara gereksinim duymaktayız; ama aynı zamanda, ayrıntıları ait oldukları bağlama oturtabilen ve insan yaşamı ve deneyimine ait tarihsel kanıtları bir bütünlük içinde aktarabilen çalışmalara da gereksinim duymaktayız.

Tarihçi, sürekli değişim içinde bulunan bir değerler tarihiyle karşılaştığında özellikle zor bir durumda kalır ve bu zorluk, değerlere ilişkin terimlerin bir dilden ve bir kültürel bağlamdan bir diğerine aktarılmasını gerektiren kültürler arası bir çalışmada daha da yoğunlaşır. Bununla birlikle, hataların ve tartışmaya açık yorumların kaçınılmazlığı, bir yazarı, gerek tüm insanlık gerekse kendisi için merkezî bir önem taşıdığına inandığı bir sorunun üzerine gitmekten alıkoymamalıdır. Bilimsel bir çalışma salt bir alıştırmadan öte bir anlam taşımalıdır. Yazma süreci içinde yazarın kendisi de değişebilmeli; ve okurunun da yapıtı okuduğunda aynı değişimi geçirmesini umabilmelidir.

Büyücülük tarihi üzerine çalışmamda zaman zaman yanlış anlaşılan bir noktanın bu kitapta tamamen açıklığa kavuşmasını arzu ediyorum. Tarihsel kanıtlar hiçbir zaman gerçekten ne olup bittiğini (wie es eigentlich gewesen) bilebilmemizi sağlayacak ölçüde açık olamaz; ancak insanların neler olup bittiğine inandıklarına ilişkin kanıt göreceli olarak açıktır. Kavram —insanların ne olup bittiğine ilişkin inandıkları— gerçekte olup bitenlerden daha önemlidir, çünkü insanlar doğru olduğuna inandıkları şeylere göre hareket ederler.

Böylesine geniş kapsamlı bir çalışmada, zorunlu olarak çok sayıda meslektaşımın, öğrencimin, dostumun ve yakınlarımın yardımlarından yararlandım. Bu kişilerin tümüne tek tek teşekkür etmek isterim. Kitaptaki olası yanlışlardan hiçbiri sorumlu değildir; ayrıca bu, çalışmadaki yorumların bu kişilerin düşüncelerini yansıttığı anlamına gelmez. Katkılarından dolayı, Carl T. Berkhout, Joseph R. Blenkinsopp, Edmund Brehm, Helen E. Conrad, Frank Cook, Clara Dean, Edwin S. Gaustad, Norman Girardot, Barbara Hambly, Bernhard Kendler, Helen Logue, Donald M. Lowe, Eileen MacKrell, Leon McCrillis, Ralph McInerny, Francis J. Marcolongo, William Mathews, June O’Connor, Douglas Parrott, Johnnie Ann Ralph, Diana Russell, Jennifer Russell, Kay Scheuer ve Mark W. Wyndham’a teşekkür ederim. Ayrıca, sağladıkları malî destekler ve diğer yardımlardan dolayı da, aşağıda sözü edilen kuruluşlara duyduğum minneti burada belirtmek isterim: The Research Committee of the University of California, Riverside, The Michael P. Grace Chair of Medieval Studies at the University of Notre Dame, The Index of Christian Art, The National Endowment for the Humanities ve The Warburg Institute.

Bölüm 1’in daha erken bir versiyonu için bkz. Listening/Journal of Religion and Culture, cilt 9, no. 3 (1974), 71-83. Bölüm 2’nin daha erken bir versiyonu için bkz. Indiana Social Science Quarterly, cilt 2 (Kış 1975/76), 24-37. Sözü edilen yayınların editörlerine, söz konusu bölümlerin gözden geçirilmiş biçimleriyle bu kitapta yayımlanmasına izin verdiklerinden dolayı teşekkür ederim.

Jeffrey Burton Russell
Notre Dame, Indiana

Daha Fazla Almaz

Bir üniversite profesörü Zen hakkında bir şeyler öğrenmek için Zen ustası Nan-in'i ziyaret eder. Fakat akademisyen ustayı dinlemek yerine durmaksızın kendi fikirlerinden söz eder.

Nan-in bir süre dinledikten sonra misafirine çay ikram eder. Misafirinin fincanını ağzına kadar doldurduktan sonra doldurmaya devam eder. Çay kaptan taşar, çay tabağını doldurur, adamın pantolonuna ve yere dökülür.

"Fincan doldu, görmüyor musun?" diye haykırır profesör dayanamayarak. "Daha fazla almaz."

"Doğrudur," diye yanıtlar Nan-in sakince. "Ve tıpkı bu fincan gibi siz de kendi fikir ve görüşlerinizle dolusunuz. Kabınızı boşaltmadan, nasıl Zen öğretebilirim size?"


~

Kaynak: Ne #@%! Biliyoruz Ki!? 
Ne Biliyoruz Ki?, William Arntz, Betsy Chasse, Mark Vicente. İnkılâp Kitabevi, 2008. 288 sf. İng.'den çeviren Murat Sağlam. Orijinal ismi: What The Bleep Do We Know?



~
Kitabın ilk sayfalarından bir diğer kısım:

Saniyede İşlemden geçirdiğimiz
400 MİLYON
enformasyon biriminden yalnızca
2000
birimin bilincinde olduğumuz düşünülürse
yeni bilgiye karşı çıkarken
ne kadar bilinçliyiz? 
Bilmediğimiz şeyler hakkındaki her şeyi nasıl bilebiliriz?

19 Ekim 2014 Pazar

İman, İslâm ve İhsan

Aşağıdaki metin, Frithjof Schuon'un İslâm'ın Metafizik Boyutları (İz Yayıncılık, İstanbul 1996, çeviren: Mahmut Kanık) isimli kitabının 123.-142. sayfaları arasında yer alan bölüm. 

***

Kitaba dair iç kapakta yer alan bilgilendirme paragrafı: 
"İslâm'ın Metafizik Boyutları, Dimensions of Islam, L'Oeil du Coeur, Forme et Substance dans les Religions, Logique et Transcendance ve Perspectives Spirituelles et Faits Humains adlı kitaplarından seçilen bölümlerin çevirisidir."


Frithjof Schuon (1907-1998)

~
~

Frithjof Schuon 9 yaşında iken (1916)
~


Hz. Muhammed Olgusu Üzerine Toplu Bakışlar


Tıpkı Hıristiyanlık gibi, İslâm da Hz. İsa’nın insanî bir babası olmadığını, Hz. İsa’nın “Allah’ın kelimesi” olduğunu ve bir Bakire’den, yani Meryem’den doğduğunu, ayrıca Hz. İsa’nın ve Meryem’in kendilerine doğum esnasında “şeytan tarafından dokunulmamışlık” biricik imtiyazına sahip olduklarını belirtir, ki bu durum Hz. Meryem’in lekesiz ve tertemiz olduğunu (Conception Immaculée) göstermektedir. Şimdi bir müslümanın bakış açısıyla bile bütün bu benzersiz imtiyazların sadece tâlî, yani ikinci dereceden bir anlamı olması ve bu imtiyazların “geçerken rastgele” ve hiçbir kararlı iz bırakmaksızın ortaya çıkması imkânsız olduğuna göre, hıristiyanlar kendi kendilerine “nasıl oluyor da müslümanlar bu yüceliği daha sonra gelen bir Peygambere imanla hiçbir çatışma olmaksızın bağdaştırabiliyorlar?” diye soracaklardır. Bunu anlamak için, –metafiziksel her delil bir yana bırakılarak– şu hususu hesaba katmak gerekir: Tam Tektanrıcılık birbirinden kesin farklı olan iki çizgi içerir: Biri İsrailî; diğeri İsmailîdir. Buna göre, –Sina dağındaki Vahiy, Tektanrıcılığın bir ikinci başlangıcı olduğundan– İsrailî çizgide Hz. İbrahim âdeta Hz. Musa tarafından yenilenirken ya da Hz. Musa onun yerine geçerken, İsmail’in oğulları için Hz. İbrahim daima ilk ve biricik peygamber olarak kalmaya devam eder. Sina dağındaki mucize Mesih’in ya da İsa’nın mucizesini çağırıyordu, şöyle ki: Belli bir bakış açısından, mozaik çizgiyi kapatan ve Kitab-ı Mukaddes’i (la Bible) görkemli bir şekilde ve kesin olarak bitiren Hz. İsa’dır. Fakat Musa’dan İsa'ya kadar, ya da Sina’dan Hz. İsa’nın göğe çıkarılışına (L'ascension) kadar uzanan bu çevrim kesinlikle bütün Tektanrıcılığı kapsamaz, şöyle ki: İsmailî çizgi ve tabiî daima İbrahimî çizgi, bu çevrimin dışında bulunuyordu ve âdeta serbest bir halde kalıyordu. Bu çizgi kendi seyrinde görkemli bir bitişi çağırıyordu; bu çizgi ne Sina dağına ait Musevî ne de Hıristiyanlığa ait İsevî bir özellik taşıyordu, fakat İbrahimî ve Muhammedî bir özellik ve bir anlamda "çöl"e ve “vaha”ya ait bir özellik arzediyordu.

Hz. İbrahim Hz. Musa’dan önce geldi. Hz. Muhammed de Hz. İsa’dan sonra gelmek zorunda kaldı. Sina’dan Hz. İsa'ya kadar uzanan bu “Mucizeli çevrim” –eğer zamansal olarak konuşacak olursak– ona paralel olan ve fakat ondan çok farklı bir özellikte olan başka bir çevrim tarafından çevrelenmiş olarak bulunur, yani bu sonuncu çevrim daha çok bizzat mahiyeti gereği mutlak ve kurtarıcı özellik olarak içermiş olduğu her şeyde ve tektanrıcı tek Hakikat tarafından belirlenmiş ve kadim sadeliğe ve “platoncu” aşkınlığa tutulmuş vaziyettedir. İbrahimîlik de (Hz. İbrahim'in getirdiği din), İslâm da temel olarak daha önce bir tarihi, bir geçmişi olmayan ve her zaman mevcut olan ve daima ebedî olan ilâhî bir Güneş tarafından kavrulan göçebelerin dinleridir. Bu Güneş’in önünde insan bir hiçtir, şöyle ki: Halife Hz. Ömer'in eski dünyanın belli bir kısmını fethetmesi ya da Hz. Peygamber'in kendi keçisinden süt sağması, hemen hemen aynı kapıya çıkar. Bu demektir ki, dindışı ve devlere özgü anlamda “insanî büyüklük” yoktur, dolayısıyla boş şöhretlerin körükleyicisi olan bir hümanizma da yoktur. Kabul edilen ve sürekli olan tek büyüklük kutsallıktır ve bu kutsallık Allah’a aittir.

Kitab-ı Mukaddes dünyasını günümüze kadar İslâm sürdürmüştür. Bir kez Avrupalılaşınca bu dünyayı artık Hıristiyanlık temsil edemezdi. İslâm olmasaydı, Katoliklik bütün Orta Doğu’yu çabucak istilâ ederdi. Bu durum, Ortodoksluğun ve öteki Doğu Kiliselerinin ve ayrıca tâ Hindistan uçlarına kadar dünyamızın Romalılaşmasının –dolayısıyla Avrupalılaşmasının– ortadan kalkması anlamına gelirdi; Kitab-ı Mukaddes dünyası ölü olurdu. Diyebiliriz ki, İslâm, yerkürenin Kitab-ı Mukaddes’e ait kısmında zamanı durdurma –dolayısıyla Avrupa’yı saf dışı etme– harika görevini üstlenmiştir. Ayrıca, Hz. İbrahim’in dünyasını, ki bu dünya aynı zamanda Hz. İsa’nın dünyasıdır da, tamamen evrenselleştirerek onu dengede tutma görevini de üstlenmiştir. Yahudilik göç etmek ve dağılmak durumunda kaldığından; Hıristiyanlık ise, Romalılaştığından, Yunanlaştığından ve Almanlaştığından, Tanrı bu tek yanlı gelişmeden “hoşnut olmadı” ve İslâm’ı gönderdi. İslâm’ı ilk Tektanrıcılığın iklimi ya da arka plânı olan çölde ortaya çıkardı. Burada bir denge ve denklik gücü vardır ki bunu zâhirî düşünce şekilleri anlayamazlar. Onların bunu anlamalarını istemek de zaten saçma olurdu.1