Loading

21 Temmuz 2011 Perşembe

Kırlarda Ölüm

Şehirlerin civarında çevre yollarında gördüğümüz ölü hayvanların hemen hepsi köpekler, birazı da kedilerdir. Ölümün kırlardaki şekil ve rengi gariptir; buradakiler vahşi yaratıklardır. Bir arabanın penceresinden görülen bu parçacıklar, sincap, porsuk, kokarca, tarla faresi, yılan ve bazen de bir geyiğin geride kalan artıklardır. 

Bu her zaman, kısmen anlatılamaz bir şaşkınlık ve ani bir acıma dalgasının yanısıra, insanda tuhaf bir şok etkisi yapar. Bir hayvanın yol üstünde ölü olarak yattığını görmek en azından sersemletici birşeydir. İşin rezilce yanı yalnızca ölüm yeri değildir; herhangi bir yerde ölümün böyle açıkça gözler önüne serilmesindeki yakışıksızlıktır. Kırlarda hayvan ölüleri görmeyi beklemezsiniz. Yalnız başlarına ve bir yerlere gizlenmiş olarak ölmek hayvanların yapılarındadır. Onları yolun üstünde yatar görmek ters bir şeydir; onları herhangi bir yerde bu şekilde görmek haksızlıktır.

Dünyadaki her şey ölür, fakat bizim bunun hakkında bildiğimiz yalnızca soyut bir şeydir. Eğer bir tepenin kenarındaki çayırlıkta durur da, etrafa dikkatle bakacak olursanız, gözünüze çarpacak olan hemen her şey bir ölüm işlemidir ve hemen bütün o şeyler sizden çok daha önce ölecektir. Eğer gözlerimizin önünde sürekli bir yenileme ve yer değiştirme durumu yer almamış olsaydı, ayağımızın altındaki her yer taş ve kuma dönüşürdü. 

Bazı yaratıklar vardır ki, hiç de ölüyor görünmezler; onlar yalnızca kendi nesilleri içinde tümüyle gözden kaybolurlar. Tek hücreler böyledir. Hücre bir iken iki olur, sonra dört ve böylece bir süre sonra son iz de kaybolur. Bu, ölüm olarak görülemez; mutasyona set çeken gelecek nesiller, aslında tekrar tekrar yaşamakta olan ilk hücrelerdir. Sümüksü mantarın geçirdiği evreler ölüm kadar kesin görünür, fakat ağır ağır ilerleyen ve gelişen gövdesiyle daha sonraki kabuksuz sümüklüböcek, gelişen bir hayvanın yalnızca ölümlü bir dokusudur; yüzer amipler bu organı, kendilerini çoğaltmak amacıyla kolektif olarak kullanırlar. 

Söylendiğine göre, yeryüzünde herhangi bir anda mevcut olan milyarlarca ve milyarlarca böcekten pek çoğunun ömrü, bizim standartlarımıza göre çok kısadır. Yapılan tahminlere göre, yukarılara doğru binlerce metre yükselen atmosferin ılıman tabakalarının her kilometrekaresinde, tıpkı denizdeki planktonlar gibi sürüklenen çeşitli türden 25 milyon böcek havada asılı bulunmaktadır. Bunlar sürekli olarak ölmektedir; bazıları yenmekte, tonlarcası dünyanın dört bir yanına yollarından ayrılıp düşmekte, gözle görülmez şekilde bir çözülmeye uğrayarak ölmektedir. 

Bütün kuş nüfusundaki ölümün muazzam sayısı konusunda kesin bir yargıya varacak kadar kuş ölüsünü kim görür? Ölü bir kuş, onun beklenmedik bir canlı kuştan çok daha şaşırtıcı, insan zihninde, birşeylerin yolunda gitmediğinin kesin kanıtını yerleştiren uyumsuz bir durumdur. Kuşlar bir şeylerin arkasında, bir şeylerin altında ölür, ama asla uçarken değil. 

Hayvanlarda, yalnız başlarına ve gizli olarak ölme konusunda bir içgüdünün var olduğu görülmektedir. Onların en irileri ve en dikkat çekicileri bile zamanla gizlenmenin yollarını bulur. Eğer bir fil yanlış adımlar sonucu açık bir alanda ölür kalırsa, sürü onu yalnız bırakmayacaktır; onun vücudunu kaldırarak oradan oraya dolaşacaklar, sonunda neden uygun görüldüğü açıklanamayan bir yere bırakacaklardır. Filler açık arazide bir filin iskeletiyle karşılaştıklarında, kemiklerin her birini metodlu bir şekilde toplar ve ciddi bir tören havasında çevredeki dönümlerce toprağa bunları dağıtır. 

Bu bir doğa mucizesidir. Tüm zaman boyunca yeryüzündeki yaşamın hepsi ölürken, aynı sayıda yaşam her sabah, her ilkbahar gözlerimizi kamaştırır. Bizim onunla ilgili olarak tüm gördüğümüz ise, kırık bir ağaç gövdesi, Ekim ayında yazlık evin döşemesinde çabalayan bir sinek ve oto yolu üzerindeki kalıntılardır. Tüm yaşamımı arka bahçemdeki sincaplara hayret ederek geçirdim; yıl boyunca her yerde olmalarına karşın bir tane olsun ölü sincap görmedim. 

Sanırım bu yerinde bir şeydir. Eğer dünya başka türlü olsaydı ve tüm ölümler ortalıkta meydana gelip de ölüler görünseydi, biz onu kafamızdan asla çıkaramazdık. Bizler zamanın çoğunda ölümü unutabiliyor ya da onu her nedense sakınılabilecek bir kaza olarak düşünüyoruz. Fakat bu, ölüm olgusunu gerçekte olduğundan daha kuraldışı ve kendimiz işin içine girdiğimizde daha zor hale sokuyor. 

Biz, elimizden geldiğince dışımızdaki doğaya uymaya çalışıyoruz. Ölüm ilanları bizlere ölmekte olduğumuzun haberini verirken, sayfanın karşı tarafında daha hoş basılmış doğum ilanları yer alarak, bize yerlerimizin değişmekte olduğunu duyuruyor, fakat bizler onun ölçütlerindeki büyüklüğü bir türlü kavrayamıyoruz. Yeryüzünde bizden 3 milyar var ve bu 3 milyar, bu hayat süresi içinde belli bir programa göre ölmelidir. Her yıl içimizden yaklaşık 50 milyon kişinin katıldığı bu alabildiğine büyük ölüm oranı oldukça bir gizlilik gösterir. Bizler gerçekte, yalnızca evlerimizdeki veya arkadaşlarımız arasındaki ölümleri bilebiliriz. Bizim zihinlerimizde her şeyden ayrı olan bu olayları biz, olağanüstü, anormal, saldırı sonucu olarak kabul ederiz. Kendi ölümümüzden alçak sesle söz ederiz; ölüm sanki yalnızca kaza, hastalık veya bir saldırı sonucu meydana gelirmiş gibi sakınılabilecek bir olay olarak görür ve ürküntüye kapılırız. Törenlere çelenkler gönderir, keder duyar, gerideki 3 milyarın da aynı programa dahil olduğunu fark etmeksizin merasim içinde kemikleri serpiştiririz. Tüm bu et, kemik ve bilinç kütlesi, ölümlü varlıklar farkına bile varmadan toprak tarafından emilip kaybolacak.

Yarım yüzyıla kalmadan, yerimizi alacakların sayısı şimdikinin iki katından fazla olacak. Böylesine bir çokluğun ölmekte oluşunu gizli tutmaya nasıl devam edebileceğimizi görmek zordur. Ölümün bir bela, rezilce bir şey, garip ya da sakınılabilir olduğu kavramından vazgeçmemiz gerekecek. Sistemin gerisi içindeki yaşam devresi ve bizim bu sistemle ilişkimiz hakkında daha fazla şeyler öğrenmeye ihtiyaç duyacağız. Yaşamaya başlayan her şeyin ölenlerle hücre hücre trampada bulunduğu görülüyor. Bu olaydaki senkronizasyonu tanımak ve tek başına gitmediğimizi bilmek biraz rahatlatıcı olabilirdi. 

Lewis Thomas
Bir Hücrenin Yaşamları, sf 111-114


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder