Loading

28 Aralık 2014 Pazar

Tatmakla Elde Edilebilen

El-Munkizü Mine’d-Dalâl
İmam Gazalî

~ bölümler ~


Mutasavvıfların Tarikatına Dair

Bu ilimlerin tetkikini bitirdikten sonra bütün himmetimle tasavvuf tarikini tetkike başladım. Şunu anladım ki bu tarik ancak ilim ve amelin ikisiyle tamamlanıyor. Mutasavvıfların ilmi, netice itibariyle nefse ait geçitleri atlatmaktan, onun kötü ahlâkıyla fena vasıflarından kendilerini uzaklaştırmaktan ibarettir. Bu suretle insan, kalbini Allah'ın gayri şeylerden boşaltır, onu Tanrı'nın zikriyle bezer. Tasavvufun bu ilim ciheti bana amelden daha kolay geldi. Bu sebeple evvelâ mutasavvıflardan Ebu Talip-il-Mekkî'nin (kut-ül-kulûb) adındaki kitabını, Hâris-i Muhasıbî'nin kitaplarını, Cüneyd, Şiblî ve Ebu Yezid-i Bistamî ve saire gibi büyük mutasavvıflardan naklolunan sözleri ihtiva eden kitapları mütalaa etmek suretiyle bu ilmi tahsile başladım. Bu zatların ilmî maksatlarının özüne vakıf oldum. Tasavvuf tarikinin öğrenmek ve işitmekle tahsili mümkün olan cihetini tahsil ettim. Anladım ki büyük mutasavvıfların elde etmek istedikleri gaye öğrenmekle değil; tatmak, yaşamak, hal ve sıfatları değiştirmek suretiyle elde edilir. Sıhhatin ve tokluğun tarifelerini, sebeplerini, şartlarını öğrenmekle sağlam olmak, tok olmak, arasında ne kadar büyük fark var! Keza sarhoşluğun "mideden yükselen buharın dimağı istilâ etmesinden hâsıl olan bir haldir" tarzındaki tarifini bilmekle sarhoş olmak arasında da büyük fark vardır. Hakikatte sarhoş sarhoşluğu tarif edemez. Fakat sarhoş olmuştur. Ona dair hiçbir bilgiye sahip değildir. Ayık, sarhoşluğu tarif eder, levazımını bilir. Hâlbuki kendisinde sarhoşluk yoktur. Bir tabip hasta iken sıhhatin tarifini, sebeplerini, ilâçlarını bilir; hâlbuki o anda sıhhatini kaybetmiştir. İşte bunun gibi zühdün (dünyadan yüz çevirmenin) hakikatini, şartlarını, sebeplerini bilmenle zahid hayatı yaşaman, nefsi dünyadan vazgeçirmen arasında da fark vardır. İyice anladım ki mutasavvıflar iyi hallere sahiptirler, kuru sözlerden uzaktırlar. Bu meslekte ilim yoluyla öğrenilmesi mümkün olanı tahsil ettim. Benim için işitmek ve öğrenmekle elde edilemeyip ancak tatmakla, o yolun adamı olmakla elde edilebilenden başka bir şey kalmamıştı. Şer'î ve aklî ilimleri iyice kavramak için lâyıkıyla öğrendiğim ilim branşları ve sülûk ettiğim meslekler bana Allah'a, nübüvvete (peygamberliğe) ve kıyamet gününe şüphe götürmez bir iman vermişti. İmanın bu üç esası, muayyen ve mücerret bir delille değil, belki saymaya gelmeyen sebepler, karineler ve tecrübelerle kalbimde sağlam yerleşmişti. Bende şu kanaat hâsıl olmuştu ki ahirette saadete kavuşmak için tek yol takva (günahlardan sakınmak) ile yaşamak, nefsi heva ve hevesinden menetmek yoludur. Bu hareketin başı da bu gurur diyarından (dünyadan) uzaklaşmak, ahirete bağlanmak, bütün varlığınla Allah'a yönelmek suretiyle dünyadan kalbin ilgisini kesmektir. Bu da ancak makamdan, maldan yüz çevirmek, insanı yüksek gayelerden alıkoyan meselelerden, alâkalardan kaçmak ile tamam olabilirdi. Sonra kendi durumumu göz önüne getirdim. Baktım ki dünya alâkalarına dalmışım. Bu alâkalar her taraftan beni çevrelemişler. Yaptığım işleri düşündüm. En güzeli tedris ve talim idi. Bunda da ahirete pek menfaati olmayan ehemmiyetsiz birtakım ilimlerle meşgul olduğumu gördüm. Tedristeki niyetimi yokladım. Onun da Allah rızası için olmadığını; mevki sahibi olmak, şan ve şeref kazanmak arzusundan ileri geldiğini anladım. Uçurumun kenarında bulunduğuma, vaziyetimi düzeltmeğe uğraşmazsam ateşe yuvarlanacağıma kanaat getirdim. Bir müddet hep bunu düşündüm. Henüz ihtiyarıma sahiptim. Bir gün Bağdat'tan çıkmaya, o hallerden kurtulmaya kat'î karar verirdim; ertesi gün bu karardan vazgeçerdim. Kararsızlık içinde idim. Bir sabah ahiret isteğine meyil ve arzum kuvvet bulsa akşamüzeri muhakkak dünya arzuları bir ordu gibi üzerime saldırarak o arzuyu dağıtırdı. Dünya arzuları zincir gibi beni makam ve mevkie doğru sürüklüyordu. İman münadisi de35 şöyle seslenirdi:
— Göç zamanı gelmiştir. Ömrün sona ermek üzeredir. Önünde uzun ahiret seferi vardır. Şimdiye kadar edindiğin amel ve ilim hep riya ve gösterişten ibarettir. Şimdi ahirete hazırlanmazsan ne zaman hazırlanırsın? Dünya alâkalarını şimdi kesmezsen ne zaman kesersin?

Bu sırada içimde evvelki arzu yeniden uyanır. Bağdat'tan firar etmek kararı kuvvet bulurdu. Bu sefer şeytan gelerek şöyle derdi:
— Bu bana ârız olmuş bir hastalıktır. Sakın itaat edeyim, deme. Çünkü çabuk zail olacak bir haldir. Eğer ona uyarak bugün içinde bulunduğun yüksek mevkii, kimsenin bozmaya imkân bulamayacağı muntazam hayatı, hasımlar tarafından ihlâl edilmek tehlikesinden uzak maişeti terk edersen ihtimal bir gün nefsin onu arzu eder, fakat ona bir daha kavuşmak müyesser olmaz.

488 senesi Recep ayından itibaren altı ay kadar dünya arzuları ile ahiret düşünceleri arasında kararsız kaldım. Bu Recep ayında iş ihtiyarî olmaktan çıktı. İztirar mevkiine düştüm. Çünkü Cenab-ı Hak dilime bir kilit vurdu, tedrisi yapamayacak surette bağlandı. Talebemi memnun etmek için bir gün olsun ders vermeye nefsimi zorladım, fakat dilim bir kelime dahi söyleyemezdi. Buna muktedir olamıyordum. Sonra dilimdeki bu tutukluk kalbime bir hüzün verdi. Bu hüznün tesiri ile midemde hazım kuvveti kalmadı. Yemekten, içmekten kesildim. Kandıracak kadar su boğazımdan geçmiyordu. Bir lokmayı hazmedemiyordum. Bu yüzden bütün bedenî kuvvetlerim zayıf düştü. Doktorlar, ilâcın bana fayda vereceğinden ümit kestiler. Dediler ki: "Bu, kalbe ârız olmuş bir haldir; oradan mizaca sirayet etmiştir. Kalbe ârız olan büyük elem zail olmadıkça ilâçla iyileştirmeye imkân yoktur." Aciz içinde kaldığımı, irademin tamamıyla elden gittiğini görünce çaresiz kalmış bir kimsenin ilticası suretiyle Allah'a iltica ettim. Çaresiz kullarının duasını karşılıksız bırakmayan Allah beni kurtardı. Mevki, mal, aile, evlât ahbap gibi şeylerden yüz çevirmeyi bana kolaylaştırdı. Mekke'ye gitmek kararında olduğumu söyledim. Hâlbuki içimde Şam'a gitmek arzusu vardı. Halife ve bütün beni sevenler Şam'da ikamet etmek arzusunda olduğumu öğrenmesinler diye hakikati sakladım. Bir daha dönmemek üzere Bağdat'tan çıkacağımı "Lâtif hileler" denilen kapalı sözlerle belli etmemeye çalıştım. Bütün Irak âlimlerinin tenkidine hedef oldum. Onların içinde bütün bu şeylerden yüz çevirmemin dinî bir sebepten ileri geldiğini kabul edecek bir kimse yoktu. Zannediyorlardı ki içinde bulunduğum mevki dinin en yüksek mevkiidir. Bilgileri ancak bu anlayışa müsaitti. Sonra halk birtakım tahminler içinde şaşırdı kaldı. Irak'tan uzak olan kimseler bunun memleketi idare eden büyüklerin arzularından ileri geldiğini zannediyorlardı. Bu büyüklere yakın olanlar da onların beni bırakmamak için ne kadar uğraştıklarını, yaptığımı beğenmediklerini, benim de onlardan yüz çevirdiğimi, sözlerine kulak vermediğimi görüyorlardı. "Bu, Allah'tan gelmiş bir iştir. Ehl-i İslam'a ve ulema zümresine göz değdi. Bunun başka türlü sebebi olamaz." diyorlardı.

Sosyal Kurumlardaki Yozlaşmacılık

Olmak istemez isen bir tarîkat yobâzı,
Taklîd ile yetinme, sen tahkikten al hazzı!
Teshîr etmesin seni aslâ hurda-i tarik
Bu en kolay yoldur ki nefsini eder tahrîk.
Taklîd sarhoşluğuyla kabaran nefiscikler,
Bundan ibaret sanır tarîkatı ve tekler.
- Ganiyy-i Muhtefî -
~

Tekkeler Neden Yozlaştı?

(Bu sohbet Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre ile 2002 yılının Ekim ayında 
Hoca’nın Üsküdar’daki evinde baş başa bir konuşma esnasında kaydedilmiştir)


Necmettin Şahinler Efendim sizce Cumhûriyet İdâresinin tekkelerin kapanmasına karar vermesi isabetli bir karar mıdır?

Ahmed Yüksel Özemre Târih göstermektedir ki her sosyal kurum, ve hattâ kudretli imparatorluklar bile, zamanla yozlaşarak çöküp gitmektedir. Bu genel kuralın asla istisnâsı yoktur.

N. Ş. Yanlış anlamamak için soruyorum, Efendim. Din de bu genel kuralın içinde midir?

A. Y. Ö. Çok isâbetli bir soru! Teşekkür ederim Necmettin'ciğim. Din iki türlü olur: 1) Cenâb-ı Hakk tarafından vaz ve Peygamberi tarafından tebliğ edildiği şekliyle din, ve bir de 2) insanların: A) uydurdukları, ya da B) uyguladıkları şekliyle din. Cenâb-ı Hakk tarafından vaz ve Peygamberi tarafından tebliğ edildiği şekliyle din sosyal değil ilâhî bir kurumdur, ve bu şekliyle de söz konusu tefessühün ya da yeni deyimiyle yozlaşmanın dışındadır. Ama 1) bu ilâhî kurumun beşerî uygulamaları da, 2) insanların uydurdukları dinler de hep bu genel kurala uyarlar.

N. Ş. Gene aydınlanmak bâbında birkaç örnek lûtfedebilir misiniz?

A. Y. Ö. Brahmanizm başlangıçta bir tevhîd dini iken bugünkü uygulamalarına bakılırsa çok-tanrılı bir din kisvesine bürünmüştür. Bu ne azîm bir yozlaşmadır! Katoliklik ise insanların uydurduğu bir dindir. İmân umdeleri konsillerde parmak kaldırmak sûretiyle ya da Papa'nın kendi fikrini ilân etmesiyle oluşur. Alın işte! Teslis akîdesi Kilise’nin kabûl ettiği incîllerde bile yok iken Konsil kararıyla bir nass yâni îmân umdesi olarak icbar edilmiştir. Kezâ 1950 yılında Papa XII. Pius “Hz Meryem’in de etiyle kemiğiyle göğe çekilmiş olduğunu, ve buna inanmayanların Hıristiyanlıktan çıkıp cehennemlik olacağını" yeni bir îmân umdesi olarak ilân etmiştir. Bu yeni îmân umdesi aklı başında hiçbir Hıristiyânı tatmin etmemiştir. Katolik Kilisesi bugün ancak Papalığın çok büyük paralar sarfederek ortaya koyduğu ihtişamlı törenlerle halkın ilgisini çekmeye çalışmakta ama kiliselerinin gitgide ıssızlaşmasının bir türlü önüne geçememektedir.

Döker Danesini

Sana meyl eyledükçe çarh-ı gaddâr
Sen anı sanma gerçek hîlesi var

Ki döker dânesini avlamağa 
Halâs et kuşça cânun girme ağa 


Gaddar felek sana meylettikçe, 
sen onu gerçek sanma, hilesi var. 

Avlamak için danesini döker, 
kuşça canını kurtar, ağa girme. 

Emir Buharî (1445-1516), LVI

27 Aralık 2014 Cumartesi

Yasayı Çiğnemek

Wanted (2008)
Yönetmen: Timur Bekmambetov
Senaryo: Michael Brandt, Derek Haas, Chris Morgan

~

Özet: 25 yaşındaki Wesley Gibson (James McAvoy) hayattan nefret eden zayıf ruhlu ve tembel bir genç adamdır. Hayattan nefret etmek için iyi ve güçlü bir gerekçeleri de vardır, çünkü yaptığı her işte başarısızdır. Eziktir, kaybedendir, itilir, kakılır, hayatta başarısızlığın yaşayan örneğidir. Çalıştığı işyerinde tüm çalışma arkadaşlarının gözü önünde patronu tarafından azarlanır ve küçük düşürülür. Evindeki durum da farksızdır. Cinsellikten başka isteği olmayan kız arkadaşıyla sorunları vardır. Kız arkadaşı Wes’in dışında her erkeği adeta mıknatıs gibi kendisine çekmektedir ki, bunlara Wes’in en iyi arkadaşı/kankası da dahildir. Wes sürekli kaybettiği ve aşağılandığı için çareyi yüksek dozda panik atak ilaçları kullanmakta bulmuştur. Var olma sebepleri teker teker ortadan kalkarken ümitsizliklerle dolu hayatını kurtaracak bir can simidine ihtiyacı vardır.

Tam da bu noktada bir kadın yüzünden Wes’in hayatı sona erer. Ancak sona eren bildiğimiz anlamdaki eski hayatıdır. Silahların konuştuğu bir çatışmadan dönmekte olan Fox adlı bir kadın (Angelina Jolie) arabasıyla Wes’e çarpar. O andan itibaren Wes’in uzun süredir kayıp olduğu için artık unutulan babasının da Fraternity adlı bir gizli örgüt için çalışırken öldürüldüğü ortaya çıkar. Bin yıllık bir geçmişi olan ve eğitimli suikastçilerden kurulu Fraternity’nin işlevi, kaderin önüne geçilemez emirlerini yerine getirmektir. Bu örgütün tek bir ilkesi vardır: Binlerce insanı kurtarmak için bir kişiyi öldüreceksin!

Artık babasının adımlarını izleme sırası Wes’e gelmiştir. Benliğinin içerisinde sinsi sinsi dolaşan kızgın ve öfkeli kurdu serbest bırakma zamanıdır. Wes’in kanında öldürme duygusu vardır. Fox’un gözetimi altında eğitim almaya başlar. Bu arada Fraternity’nin gizemli lideri Sloan (Morgan Freeman) ile tanışır. Örgüte yeni giren çaylak, ışık hızında refleksler ve insanüstü yetenekler kazanırken oldukça zorlanacaktır. Ancak eğitimli bir suikastçi olmanın kolay bir şey olduğunu kim söyledi?

Eskinin tembel adamı Wes artık Fraternity örgütünün altın çocuğu olarak yeniden doğmuştur. Zaman zaman geçmişinde çektiği acılara intikam duygusuyla yaklaşmanın güçlüğünü yaşasa da yeni, sıradışı ve hareketli hayatının tadını çıkartmaktadır. Ancak Fraternity’de işbirliği yaptığı insanların kendisine ilk tanıtıldığı kadar masum niyetlere sahip olmadığını farketmesiyle olayın rengi değişmeye başlar. Yeni bulduğu kahramanlık ile ruhunu öldüren intikam duyguları arasında bocalayan Wes, hiç kimsenin -ne soğukkanlı babasının ne de diğer suikastçilerin- ona asla öğretemeyeceği birşeyi öğrenecektir: Kendi kaderinin kontrolünü ele almak... [kaynak]
~

26 Aralık 2014 Cuma

Belirli Bir Durumda Doğru Değerlendirmek

Ahlâk Kavramları

Son yıllarda ülkemizde de dünyada da 'ahlâk'tan daha sık söz edilir oldu.

Bizde "ahlâkın bozulması''ndan, "ahlâka aykırı yayınlardan", "yüce ahlâk"tan, "millî ahlâk"tan söz edilir, ilk ve ortaöğretimin programlarında önce "Ahlâk" dersi, sonra da "Din Kültürü ve Ahlâk" dersi konmuştur. Dünyada ise "yeni bir ahlâk ihtiyacı"ndan, "meslek ahlâkı"ndan, "kalkınmada ahlâksal sorunlardan, "lâik ahlâk"tan v.b. söz edilmektedir. Ahlâka ilişkin bazı felsefe görüşlerinde "açık ve kapalı ahlâk" (Bergson) ifadesiyle karşılaştığımız gibi; bazı üniversite Felsefe Bölümleri programında "Ahlâk Felsefesi" adlı bir dersle de karşılaşmaktayız. Geçenlerde İngiltere'de ilk sayısı yayımlanan "Ekonomi ve Ahlâk" adlı bir dergi geldi bana.

Acaba nedir "ahlâk"? Ben bugün burada a) 'ahlâk' terimiyle nelerin dile getirilmek istendiğini ortaya koymaya; dolayısıyla 'ahlâk'ı kavramsal olarak açıklığa kavuşturmaya ve b) 'ahlâk'ın kavramsal olarak açıklığa kavuşturulmasından eğitim ve öğretmenlik mesleği için çıkan sonuçlardan bir-ikisine işaret etmeğe çalışacağım.

~

Önce 'ahlâk' sözcüğünün, karşımıza çıktığı çeşitli bağlamlardaki anlamına bakalım:
"Ahlâk bozuldu” diyenler (bizde), bundan hırsızlığın artması, rüşvet alıp-vermenin artması gibi olguları kastettikleri gibi; büyüklerin karşısında ayak ayak üstüne atarak oturan, büyükleri önünde sigara içen gençlerin sayısının arttığını da kastetmektedirler. 'Ahlâka aykırı yayınlardan'dan söz edenlerin, genellikle, cinsel konularla ilgili yayınları; 'lâik ahlâk'tan söz edenlerin, dinsel inançlardan kaynaklanmayan davranış kurallarını; 'millî ahlâk'tan söz edenlerin, bir millette, kişilerarası ilişkilerdeki geçerli –olan, olduğu farzedilen, olması istenen– geleneksel-göreneksel davranışları ve bireysel özellikleri kastettikleri görülüyor. 'Kapalı ve açık ahlâk'tan söz ederken Bergson, bazı "toplum"larda geçerli olan, kişilerarası ilişkilerdeki davranışları belirleyen gelenek-görenek sistemlerinin, değişmeye kapalı olma özelliğini gösterdiğini; bazılarında ise değişmeye açık olma özelliğini gösterdiğini dile getirmek istiyor; yani iki tip ahlâktan söz ediyor. 'Meslek ahlâkı' bağlamındaki 'ahlâk'tan kastedilene gelince: burada 'ahlâk', belirli bir meslekte –özellikle doğrudan doğruya insanla ilgili bir meslekte: doktorlukta, hemşirelikte, öğretmenlikte - ama gazetecilikte ve ticarette de– uyulması gereken davranış kuralları anlamına geliyor (örneğin, doktorlukta hastanın sırlarını başkalarına söylememe gibi). Bu kurallara da, dünyanın neresinde olursa olsun (yani belirli bir çevreye bağlı olmaksızın) bu mesleği yapan herkesin uyması isteniyor.

Bütün bu bağlamlarda 'ahlâk'tan söz edilirken dile getirilmek istenen, hep, insanlararası ilişkilerde kişilerin uymaları beklenen –talep edilen– davranışlardır. Yapılması-yapılmaması gereken (izin verilen-verilmeyen; teşvik edilen-yasaklanan) davranışlardır; başka bir deyişle, belirli bir grupta ya da genel olarak iyi sayılan-kötü sayılan davranışlardır. Böylece 'ahlâk': kişilerarası ilişkilerde davranışlara ilişkin geçerli (bir grupta, belirli bir zamanda ya da genel olarak geçerli olan, olması istenen) çeşitli değer yargıları sistemleri olarak karşımıza çıkıyor. Bu genel değer yargıları ise, kişilerin belirli koşullarda başka insanlarla ilişkilerinde yaptıklarının –sizin, benim eylemlerimizin– ; her biri tek-eşsiz ve karmaşık bir bütün olan eylemlerimizin değeri konusunda yargıda bulunmak için kullanılıyor.

Metrodaki Gürültüler

"Uzun zamandır şuna inanıyorum: İnsanın dayanabileceği gürültü miktarı ile zihinsel yetileri arasında bir ters orantı vardır. Kapıyı eliyle yavaşça kapatmak yerine gürültüyle çarpan bir insan yalnızca terbiyesiz değil; aynı zamanda bayağı ve dar görüşlüdür. Ancak düşünen canlıların bilincine ıslık çalmak, kahkahalar atmak, bağırıp çağırmak, çekiçle ya da kırbaçla vurmak vs. suretiyle dalıverme hakkını kendinde bulan bir tek kişi bile kalmadığında uygar olabiliriz."  –  Arthur Schopenhauer

~
Müthiş posterler! Helal olsun Tokyo Metrosu'na (:

Tokyo Metro (東京メトロ) is Japan’s largest subway system. Take a ride, and you’ll find it hard to miss the catchy posters asking commuters to mind their manners. Since September 1974, every year a new theme and unique monthly designs have been produced, but in recent years perhaps none have been more memorable than the iconic illustrations of graphic artist Bunpei Yorifuji. Beginning in 2008 and spanning 3 years –something rather unusual considering the transient nature of the annual Metro poster themes– the designs were judged a huge success, being replicated and parodied in numerous places across the internet.

2008-2010 dönemi posterleri için bağlantı & Tokyo Metrosu'nun resmî sitesi için bağlantı


24 Aralık 2014 Çarşamba

Din ve Devlet İşleri

BÖLÜM 15
AMSTERDAM - Temmuz 1656

İki gün sonra Bento ve Gabriel dükkânı açarlarken bereli bir çocuk koşarak yanlarına geldi, durup soluklandı ve “Bento, haham seninle konuşmak istiyor.” dedi. “Hemen şimdi. Sinagogda bekliyor.”

Bento şaşırmamıştı, bu çağrıyı bekliyordu. Hiç acele etmeden süpürgesini bir kenara bıraktı, kahvesinden son yudumu aldı, Gabriel’e dönüp elveda der gibi başını salladı ve sessizce çocuğu takip etti. Gabriel yüzünde son derece endişeli bir ifadeyle dışarı çıktı ve ikisinin uzaklaşmasını izledi.
~


Devetüyünden pantolonu ve ceketi, gümüş tokalı deri ayakkabılarıyla zengin bir Hollandalı kasaba sakini gibi giyinmiş olan Haham Saul Levi Mortera sinagogun ikinci katındaki çalışma odasında Baruch Spinoza’yı beklerken kalemini sinir bozucu bir şekilde masaya vuruyordu. Jilet keskinliğinde bir buruna, korkutucu gözlere, acımasız dudaklara ve bakımlı bir keçi sakala sahip olan uzun boylu, haşmetli, altmış yaşında bir adam olan Haham Mortera birçok sıfata sahipti; saygın bir âlim, üretken bir yazar, haşin bir entelektüel savaşçı, rakip hahamlarla yapılan sert savaşların galibi, Tevrat’ın kutsallığının cesur bir savunucusu - ama ‘sabırlı’ o sıfatlardan biri değildi. Bar Mitzvah eğitimi alan küçük bir çocuk olan elçisini, eski asi öğrencisini tutup getirmesi için göndereli neredeyse yarım saat olmuştu.

Saul Mortera Amsterdam’daki Yahudi cemaatine otuz yedi yıldır bir kral edasıyla başkanlık ediyordu. 1619’da şehirdeki üç küçük Sefarad sinagogundan biri olan Beth Jacob’un hahamı olarak ilk görevine atanmıştı. Cemaati 1639’da Neve Shalom ve Beth İsrail'le birleştiğinde Saul Mortera diğer adaylar arasından yeni “Talmud Torah Sinagogu”nun baş hahamı olarak seçildi. Tam bir Yahudi şeriatı kalesi olan Saul Mortera cemaatini, çoğu Hıristiyanlığa geçmeye zorlanmış ve aslında pek azı geleneksel Musevî eğitimine sahip olan Portekizli göçmenler dalgasının şüpheciliği ve laikliğine karşı on yıllardır korumuştu. Bitkin düşmüştü, yetişkinlere geleneksel adetleri aşılamak zor işti. Bütün din hocalarının nihayetinde kavradığı dersi çok iyi biliyordu, öğrencileri çok gençlerken avucunun içine almak çok önemlidir.

18 Aralık 2014 Perşembe

Kadim Korkular ve Teknoloji

Google Glass, içindekiler.
~

Larry ve Siborglar

Menlo Park, California, 1999. Google’ın kurucuları Larry Page ile Sergey Brin atılmış bir yemek masasıyla çalışma tezgâhının arasına sıkışmış. Tezgâhın üstünde kasası açık bilgisayarlarla, karton kutularla ve bir kablo salatasıyla sarmalanmış, tüplü bir monitör duruyor. Loş garajda bir bisiklet duruyor ve içerisi hem ter hem de temizlik malzemesi kokuyor. Buraya ofis diyorlar. Larry Page’in o sıralar "Yapay zekânın en son hali olan Google" dediği vizyonun doğum yeri burası.

Mountain View, California, 2014. Bu vizyon, Google'ın futuristik merkezinde şekilleniyor. Google, bilgiye ücretsiz erişim dendiğinde akla gelen ilk şey. Ama Page ile Brin daha fazlasını istiyor: Günlük yaşantımızı kolaylaştıran, bizi küresel olarak birbirimize bağlayan akıllı bir teknoloji. Bir gün, bizi ölümsüz kılacak bir teknoloji.

Ünlü YZ (yapay zeka) araştırmacısı Carl Page’in oğlu Larry Page'i 2005’te California’nın Mojave Çölü’ndeki DARPA Challenge’e çeken de buydu. Orada gördükleri onu çok etkilemişti. Özerk olması gereken, yani sadece bilgisayarların kontrol ettiği 23 araç (bazıları çim biçme makinesine ve golf arabasına benziyordu) kendi başına giderken, 212 aracın da engelli parkurda birkaç kilometre sürülmesi gerekiyordu. Fakat araçların çoğu yol alamamıştı. İçlerinden biri kum tepesine saplanmış, diğeriyse bir çalılığa takılıp kalmıştı. Yazılımı çöken bir başkası ise kendi etrafında daireler çiziyordu. Yol kenarında yarışı izleyenlerin birkaç kez kaçıp canını kurtarması gerekmişti.

Zekâya giden yolda Alman katkısı

Finiş çizgisine sadece beş araç ulaşabildi. Kazanan, Stanley takma adlı bir Volkswagen Tuareg’di. Çatısındaki kutu biçimli çevre tarayıcı haricinde normal bir araçtan hiçbir farkı yoktu, sürücüsü ise bagajdaydı: Altı adet Pentium M işlemciyle donatılmış (her biri 1,6 GHz hızında) bir bilgisayar sistemi. Bu sistem lazerli tarayıcıdan, kameralardan ve GPS modüllerinden aldığı verileri işleyerek finiş çizgisine giden rotayı otomatikman buluyordu. Larry Page bundan o denli etkilenmişti ki Stanley’nin geliştiricisi Sebastian Thrun'u dört yıl sonra Google'a çağırdı. Solingen doğumlu bu adam işte burada, Google vizyonuna doğru büyük bir adım atarak sürücüsüz otomobili geliştirmeye başladı.

Sürücüsüz otomobilleri birçok iddialı proje izledi: ana bilgisayar Google Brain, insansı robotlar, internet balonlarının oluşturduğu küresel ağ ve daha birçok şey. Google bir süredir sadece bir arama motoru sağlayıcısı olmaktan çıkmış durumda. Google kampüsü insanlığın geleceğine adanmış bir laboratuvar sayılabilir. En büyük soru, acaba bu devrimci ürünler için heyecanlanmalı mıyız, yoksa dâhi beyinlerin yönettiği, ardına akıl almaz bir finansal destek ve bilgisayar desteği almış bu küresel şirketten korkmalı mıyız?

Şirketin misyonu halka, ürkütücü olmayan bir biçimde tarif ediliyor. Google'ın ana sayfasında şöyle diyor: "Google dünyadaki bilgiyi organize etmeyi, her an herkesin erişimine ve yararına sunmayı amaçlamaktadır." Kısa süre önce Larry Page "Kulağa tuhaf gelebilir, çünkü bu işi on beş yıldır yapıyoruz ama daha emekleme aşamasındayız,” dedi. Fakat klasik, klavye kontrollü Google araması kimi zaman, örneğin akıllı telefon üzerinde çok kullanışlı değil. Michiel Dacchiani, CHlP’e verdiği demeçte “Burada sesle kontrol, bilgiye erişmek için çok daha iyi bir seçenek,” dedi. Bacchiani, Google'da ses tanıma algoritmaları üzerine çalışmalar yürütüyor. Ona göre, akıllı telefonunuz daha siz sormadan, bağlamdan yola çıkarak ne aradığınızı tahmin edebilirse (söz gelimi, havaalanının çıkış kapısını) bu çok iyi olacak. Zeki sistemlerin özelliği, bilgiyi kendilerinden talep edilmeden sunmaları.

“Bilgisayarların biz insanların ne yaptığını ve ne istediğini bilmediğini görüyoruz,” diyor Larry Page. Bu, arama sorgularının otomatik tamamlanması, mobil aygıtlarda sesle kontrol ve Google'ın asistan hizmeti Now'daki veri bağlantıları için geçerli. Google, zeki bir sistemin eksikliğini çekiyor. Veriyi sabit kurallar üzerinden işleyen bir arama algoritmasının burada faydası dokunmuyor. Peki, hangi sistem sayısız sinyali kaydedebilir, önemli bilgiyi göz açıp kapayana dek süzebilir ve bu bilgiden yola çıkarak karar verebilir? Yanıt hem bariz hem de iddialı: insan beyni.

İnançlarından Vazgeçmesini Beklemek

Spinoza'nın 29-31 yaşları arasında (1661-1663) yaşadığı Rijnsburg'daki ev
~

BÖLÜM 11
AMSTERDAM - 1656

Ertesi akşam van den Enden akademide Clara Maria'nın özenli Latince alıştırması babası tarafından kesildi. Kızına resmî bir şekilde selam verdi ve “Araya girdiğim için kusura bakmayın, Matmazel van den Enden” dedi, “ama Bay Spinoza’yla konuşmam lazım”. Bento’ya dönerek, “Lütfen bir saat içinde büyük odaya gelip, Yunanca dersine katılın.” dedi.

“Aristoteles ve Epikür’ün bazı metinlerini tartışacağız. Yunancanız halen başlangıç seviyesinde olsa da bu iki beyefendinin size söyleyecek önemli şeyleri var.” Dirk’e dönüp, “Maalesef artık tıp fakültesinde zorunlu olmadığı için,” dedi. “Yunancayla pek ilgilenmediğinizi biliyorum ama bu tartışmanın bazı yönleri hastalarla gelecekte yapacağınız çalışmalar için faydalı olabilir.”

Van den Enden yine resmî bir şekilde kızına selam verdi: “Matmazel, izninizle şimdi aradan çekiliyorum, Latince alıştırmalarınıza devam edebilirsiniz.”

Clara Maria Cicero’dan metinler okumaya devam etti, Bento ve Dirk de sırayla bunları Flemenkçe'ye çevirdi. Maria, Cicero’yu dinlemektense “multa”, “pater” ve “puer”deki ve hepsinden de güzeli “praestantissimum”daki m ve p’leri telaffuz ederken Clara Maria’nın dudaklarının büründüğü leziz hareketlere takılıp kalmış olan Bento’nun dikkatini toparlamak için cetvelini defalarca masaya vurdu.

“Bugün aklınız nerede, Bento Spinoza?” dedi Clara Maria, on üç yaşındaki, armut şekilli aşırı sevimli yüzünü gerip, haşin bir şekilde kaş çatmak için kendini zorlayarak.
“Pardon, bir an için dalıp gitmişim, Bayan van den Enden.”
“Babamın Yunanca seminerini düşünüyorsunuzdur hiç şüphesiz?”
“Hiç şüphesiz.” diye gerçeği gizledi, babadan çok daha fazla kızını düşünen Bento. Ayrıca birkaç saat önce Jacob’un sarf ettiği, onun yalnız, yalıtılmış bir adam olmaya yazgılı olduğunu öngören öfkeli sözler de aklından çıkmıyordu. Jacob’un beyni yıkanmıştı, zihni kapalıydı ve birçok konuda yanılıyordu ama şu konuda haklıydı: Bento’nun gelecekte bir karısı, ailesi ya da cemaati olmayacaktı. Aklı ona amacının özgürlük olması gerektiğini ve Batınî Yahudi cemaatinin sınırlarından kurtarma mücadelesinin, bu sınırların yerine bir eş ve ailenin kelepçelerini koyarsa, gülünç olacağını söylemişti. Tek gayesi düşünme, inceleme ve zihninde yankılanan sağır edici düşünceleri kayda geçirme özgürlüğüydü. Ama ilgisini Clara Maria’nın tatlı dudaklarından söküp almak o kadar, ah o kadar zordu ki.

1 Aralık 2014 Pazartesi

Çekiştirilen İki Kurum


Dinler, Değerler, Doruk Deneyimler
Abraham Harold Maslow, Kuraldışı Yayınları, 1996 İstanbul, çeviren H. Koray Sönmez. Bölüm 2, sf 33-40
~

KARŞIT UÇLARDA BULUNAN İKİ KURUM:
DİN VE BİLİM

Buradaki tezim genel hatları ile psikolojideki yeni gelişmelerin, felsefeyi ve bilimi derin bir değişime (öyle kapsamlı bir değişim ki, bunlar genişletildiğinde ve tekrar tanımlandığında bazı temel dinî soruları bilimin sınırları, yargısı, hakimiyeti ve benimsenebilir sınırları içine almasına olanak verecek [bir değişime]) zorladığıdır.

Bunun nedeni ise, bilimin ve dinin dar bir biçimde, birbirlerinden oldukça ayrışmış, birbirine karşıt konumlara getirilmiş ve karşılıklı olarak birbirlerini reddeden dünyalar durumuna gelmiş olmalarıdır. Açıkça ortaya koyacak olursak, bu ayrım 19. yy. biliminin umutsuz bir biçimde girişmiş olduğu, uç bir biçimde mekanik, aşırı pozitivist, indirgeyici ve değerler dışı olma çabasından ortaya çıkmıştır. 19. yy. bilimi yanlış bir biçimde, kendisinin hiç bir şekilde amaçlar, temel ve manevî değerler hakkında söyleyecek bir şeyi olmadığı sanısına kapılmıştır. Bu da, amaçların insan bilgisinin sınırlarının tamamen dışında olduğunu, bu nedenle de asla doğrulanamayacaklarını ve akılcı bir insan için doyum verici olamayacaklarını kabul etmiş olması ile aynı şeydir.

Böylesi bir tutum, bilimi, salt teknolojik, ahlak dışı ve ahlakî değerlerle ilgisi olmayan (Nazi doktorların bize öğretmiş oldukları gibi) bir kurumdan başka bir şey olmadığı görüşüne mahkum etmiştir. Böyle bir bilim ise bir dolu teknik içeren araçlardan, metotlardan ve iyi-kötü karşılaştırmalarından daha öteye gidememektedir.

Bilginin ve değerlerin böyle karşıt konumlara yerleştirilmiş olması, örgütsel dinlerin de, gerçeklerden, bilgiden ve bilimden koparak sağlıksızlaşmasına, hatta bilimsel bilgiye düşman bir duruma gelmelerine neden olmuştur. Bunun sonucu olarak da, din kurumu daha öğrenilebilecek bir şeyin kalmadığı kanısına sahip olmaya itilmiştir.

Ama şimdilerde, hem dinde, hem de bilimde, en azından bu kurumların içinde bulunan daha akılcı ve bilgili temsilcileri tarafından birtakım değişimler yapılmaya başlanmıştır. Bu değişimler, dinî sorulara dar bir biçimde yaklaşan bilim-insanının en azından daha doğalcı, insancıl bir yaklaşım sergilemesine olanak vermektedir. Bu tür yaklaşımların geçmişte de sık sık tekrarlanmış olduğunu söyleyebiliriz.

Bilimin, bir zamanlar örgütlenmiş dinin bir parçası olmuş olması ve sonra kendisini özgürleştirmek üzere ondan ayrılmış olmasına benzer bir özgürleşme süreci, değerlerle ilgili sorunlar, ahlak, ruhsallık ve töresel olan konularda da kendisini göstermeye başlamıştır. Bu konular, kurum haline getirilmiş kiliselerin özel egemenliği altından çıkarılarak, yavaş yavaş yeni bir tür insancıl biliminsanının (tüm ahlak ve inançlarla ilgili soruların tek arabulucusu olduğunu iddia eden kurumlaşmış dinlerin fikrine karşı çıkan bir biliminsanı) araştırma alanına girmektedirler.