Loading

24 Ekim 2012 Çarşamba

Bilinmeyenler ve Bilinenler

EVRENİ BİLEBİLİR MİYİZ? 
BİR TUZ TANECİĞİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 

Hiçbir şey doğanın bitmez tükenmez hazinesi kadar zengin değildir. 
Bize sadece yüzeylerini gösterse de doğa aslında milyonlarca kulaç derinliğindedir. 
Ralph Waldo Emerson 


Bilim, bir bilgi bütünlüğünden çok bir düşünme biçimidir. Amacı Dünya'nın nasıl işlediğini bulmak, olası düzenekleri araştırmak, tüm maddenin yapı taşı olabilecek atomaltı parçacıklardan yaşayan organizmalara, sosyal insan toplumuna ve oradan da evrenin tamamına değin her şeyin birbiriyle nasıl bağlantılandığını derinlemesine anlayabilmektir. Sezgilerimiz asla yanılmaz bir rehber değildir. Eğitim ve önyargılar ya da dünyadaki oluşumlara zaten kısmen açık olan duyu organlarımızın yetersizliği algılarımızı çarpıtabilir. Öyle ki, sürtünmesiz ortamda yarım kilo kurşunun bir gram tüyden daha hızlı düşüp düşmeyeceği gibi açık bir soru bile, hem Aristo hem de Galileo'nun zamanından önceki hemen herkes tarafından yanlış cevaplandırılmıştı. Bilim deneye dayanır, köhne sabit fikirlere istekle meydan okuyabilmeye, evreni gerçekte olduğu gibi görebilme şeffaflığına yaslar sırtını. Bu yüzden de bazen cüretkârlık, en azından basmakalıp bilgeliği sorgulayabilecek cesaret gerektirir.

Bunun ötesinde bilimin püf noktası gerçekten bir şey düşünmektir: Bulutların şekli; bir yaprağın üzerindeki bir çiğ damlasının oluşumu; bir isim veya sözcüğün kökeni -örneğin “Shakespeare" ismi veya "sevecen" sözcüğü-; insanın sosyal yaşamındaki adetlerin -mesela ensest tabusunun- sebebi; güneş ışığına tutulan bir merceğin kağıdı nasıl yakabileceği; bir bastonun nasıl olup da gitgide daha çok bir dal parçasına benzediği; yürüdükçe neden Ay’ın da peşimizden geliyormuş gibi olduğu; Dünya'nın merkezine inen bir delik açmamızı neyin engellediği; küre biçimindeki bir dünya üzerinde "aşağı" sözcüğünün nasıl bir anlam kazandığı; dün yenen öğle yemeğinin bugün vücut tarafından nasıl kas ve iskelete dönüştürüldüğü; veya evren sonsuz mudur ve sonsuz değilse öteki ucunda ne vardır sorusunun bir anlamı olup olmadığı. Bu soruların bazısının yanıtlanması oldukça kolaydır. Diğerlerinin, özellikle de sonuncusunun yanıtı bugün bile bulunamamıştır. Bunlar doğal olarak sorulan sorulardır ve öyle ya da böyle bütün kültürler bunlara benzer sorular sormuştur. Hemen her defasında ‘Öylesine Hikâyeler’ kabilinden önerilen cevaplarsa, deneye hatta kıyaslamalı gözleme bile dayanmayan açıklama girişimleri olarak kalmaktan öteye gidememiştir. 

Oysa bilimsel zihin dünyayı sanki alternatif dünyalar varmışçasına inceler. O zaman şöyle bir soru sormak kaçınılmaz olur: Niçin var olan sadece gördüklerimiz de başka şeyler değil? Güneş, Ay ve gezegenler neden küre şeklinde? Niçin piramit, küp ya da on iki yüzeyli küre şeklinde değil? Neden düzensiz, karmaşık şekillerde değil? Böylesi bir simetrinin var olmasının sebebi ne? Hipotezler üretmek için belli bir zaman harcar, bu hipotezlerin mantıksal olup olmadığını, diğer bulgularınızla uyuşup uyuşmadığını kontrol eder, hipotezlerinizi destekleyecek veya çürütecek deney yolları ararsanız kendinizi bilim yaparken bulursunuz. Ve bu düşünme alışkanlığını tekrar ettikçe onu daha da geliştirirsiniz. Bir şeyin -hatta Walt Whitman'in dediği gibi bir çimen yaprağının bile- ta kalbine erişebilmek öylesine bir coşku, öylesine bir zevktir ki, belki de gezegendeki tüm canlılar arasında sadece insana özgüdür. Biz zeki bir türüz ve zekâmızı kullanmak doğal olarak bize haz verir. Bu bağlamda beyin bir kas gibidir, iyi düşündüğümüz zaman iyi hissederiz. Anlamak bir tür esrimedir.

Peki, ama bizi kuşatan evreni gerçekte ne dereceye kadar bilebiliriz? Kimi zaman bu soruyu soranlar, yanıta olumsuz olmasını ümit eden, bir gün her şeyin bilinebileceği bir evrenden korkanlardır. Ve bazen bilim adamlarının büyük bir güvenle, bilinmeye değer her şeyin yakında bilineceğini -ya da zaten bilindiğini- beyan ettiklerini duyarız. Onlara göre Dionysos veya Polinezya dönemindeki entelektüel keşif dinamizmi sona ermiş ve yerini insanların lotus yiyip mayalanmış Hindistan cevizi şerbeti veya daha başka hafif halüsinojenik maddeler içtikleri durgun, edilgen bir döneme girilmiştir. Gerek aslında azimli kâşifler olan -ve cennetteki vadeleri ne yazık ki dolmak üzere olan- Polinezyalıları, gerekse bazı halüsinojenik maddelerin bilimsel keşfe sağladığı ivmeyi kötüleyen bu sav aslında yanıltıcıdır.

Gelin, evreni veya Samanyolu Galaksisini ya da bir yıldızı, bir dünyayı bilip bilemeyeceğimize değil çok daha sıradan bir soruya odaklanalım: Bütünüyle ve tam anlamıyla bir tuz taneciğini bilebilir miyiz? Mikroskop yardımı olmadan, keskin bir gözün bile zorlukla ayırt edebileceği bir noktadan ibaret, bir mikrogram ağırlığındaki bir tuz taneciğini düşünün. Bu 1 tuz taneciğinde yaklaşık olarak 10^16 sodyum ve klor atomu bulunur. Yani 1'in ardına sıralanmış 16 adet sıfırdan oluşan bir rakam, 10 milyon kere milyar tane atom. Eğer bir tuz taneciğini bilmek istiyorsak en azından onu meydana getiren her bir atomun birbiriyle olan üç boyutlu ilişkisini bilmek zorundayız. (Aslında bilinmesi gerekenler çok daha fazladır -mesela atomlar arasındaki kuvvetin yapısı- ancak şu anda sadece basit bir hesap yapmaktayız.) Peki bu rakam beynin bilme kapasitesinden fazla mı eksik mi?

Beynin bilme sınırı nedir? Beyinde yaklaşık 10^11 nöron vardır. Bu nöronlar elektrik ve kimyasal faaliyetleriyle zihnimizin çalışmasını sağlayan devre ve anahtar elemanlardır. Tipik bir nöronun üzerinde, diğer nöronlarla bağlantısını sağlayan dendrit adlı belki bin tane küçük iplikçik bulunur. Eğer beyindeki her bir bilgi bu bağlantılardan birine denk gelirse ki görünüşte öyledir, beynin bilebileceği şeylerin tümü 10^14 yani yüz trilyon rakamıyla sınırlıdır. Ancak bu rakam bizim tuz taneciğimizdeki atom sayısının sadece yüzde biridir.

Şu halde evrenin bilinemez olduğunu, şaşırtıcı bir şekilde insanın tüm algı kapasitesinin ötesinde olduğunu söyleyebiliriz. Bu düzeyde değil evreni, bir tuz taneciğini dahi anlayabilmemiz mümkün olamaz.

Yine de biz bir mikrogramlık tuz taneciğimizi daha yakından inceleyelim. Bir kristal olan tuzdaki her sodyum ve klor atomunun konumu, kristal kafesindeki yapısal bozukluklar haricinde, önceden bellidir. Eğer kendimizi küçültüp bu kristal dünyaya sokabilseydik, bir düzene göre dizilmiş sıra sıra atomlar görürdük. Sodyum, klor, sodyum, klor şeklinde düzenli bir dizine sahip atomlar üstümüzdeki ve altımızdaki atom katmanlarını belirlerdi. Mutlak saf bir tuz kristali, yaklaşık on birim bilginin belirlediği her atomun konumunu alabilirdi. Bu da beynin bilgi işleme kapasitesini yormazdı.

Eğer evrenin davranışım belirleyen doğal yasalar, bir tuz kristalini belirleyen yasalar kadar düzenli ise o zaman evren tabii ki bilinebilir. Her biri epey karmaşık olabilecek böyle çok daha fazla yasa olsa dahi, insanın bunların tümünü kavrayabilecek kapasitesi olabilir. Hatta böylesine yoğun bir bilgi beynin depolama sınırlarını aşsa bile, bu fazlalık bilgiyi bedenimizin dışında -mesela kitaplarda ya da bilgisayar hafızasında- saklayabilir ve evreni bir şekilde hâlâ bilebiliriz.

Kurallar, doğal yasalar bulma konusunda insan elbette oldukça isteklidir. Böylesine muazzam ve karmaşık bir evreni anlayabilmenin tek yolu onun işleyişini sağlayan kuralları araştırmak ve anlamaktır ki bu süreç aynı zamanda bilimin tanımıdır. Evren, içinde yaşayanları kendisini anlamaya zorlar. Günlük yaşam deneyimini anlaşılmaz, karmakarışık bir kaos olarak algılayan yaratıklar ciddi bir tehlike içindedir. Evren, en azından bir dereceye kadar bile olsa, onu anlayanlara aittir. 

Dünyanın -salt nitel değil nicel olarak da- nasıl işlediğini uyumla özetleyen doğa yasalarının, kuralların olması başlı başına şaşırtıcı bir gerçektir. Böyle yasalar olmadığını, 10^80 parçacığın bizimkine benzer bir evren oluşturduğunu ve bu evrenin kesinlikle uzlaşmaz bir kayıtsızlıkla davrandığım hayal edelim. Böyle bir evreni anlayabilmek için en az o evren kadar devasa büyüklükte bir beynimiz olması gerekirdi. Bu çeşit bir evrende yaşam ve zekâ bulunabilmesi çok uzak bir ihtimal gözüküyor. Çünkü yaşam ve zekâ belli bir içsel denge ve düzen gerektirir. Çok daha rastgele bir yaşam formunun hüküm sürdüğü ve bizden kat kat zeki varlıkların yaşadığı bir evrende çok daha fazla bilim, aşk ya da zevk yaşanacağını söyleyemeyiz.

En azından önemli bir bölümünü bilebildiğimiz bir evrende yaşadığımız için şanslıyız. Günlük yaşam sürecini anlayabilmemizi sağlayan sağduyu deneyimimiz ve bizi bu yaşama uyarlayan evrimsel bir geçmişimiz var. Ancak farklı dünyalara girdiğimizde sağduyu ve basit sezgilerimiz güvenilmez bir rehbere dönüşür. Işık hızına yaklaştıkça kütlemizin sonsuza büyümesi, hareket yönüne doğru enimizin sıfıra indirgenmesi ve zamanın bizim için neredeyse durması tek kelimeyle afallatıcıdır. Birçok kişiye göre yukarıdakilerin hepsi deli saçması ve ben neredeyse her hafta bununla ilgili şikayet mektupları alıyorum. Ancak bu sadece deneye değil, Albert Einstein'ın İzafiyet Teorisi adıyla bilinen uzay ve zaman analizine de dayanan kesin bir sonuç. Bu etkilerin oluşumunun bize mantıksız gelmesinin bir önemi yok. Işık hızına yakın bir süratte seyahat etmek bizim her zaman yaptığımız bir şey değildir ve çok yüksek hızlarda duyularımızın rehberliği güvenilir olmaktan çıkar.

İki atomdan oluşmuş, halter biçiminde bağımsız bir molekül -mesela bir tuz molekülü- düşünün. Böyle bir molekül iki atomu birleştiren doğru ekseninde döner. Ancak kuantum mekaniğinde, yani çok küçüklerin dünyasında bizim halter şeklindeki molekülümüzün her yöne dönmesi mümkün değildir. Mesela yatay ya da dikey dönebilir ama bu ikisinin arasındaki birçok farklı açıda dönemez. Bazı dönüş yörüngeleri yasaktır. Peki, neye göre yasaktır? Doğa yasalarına göre. Evren, dönmeyi kısıtlayacak şekilde tasarlanmıştır. Bizler bunu günlük hayatımızda doğrudan fark etmeyiz; mesela mekik egzersizi yaparken kolların yana doğru veya yukarı doğru açılması mümkündür ama başka birçok pozisyon olanaksızdır. 10^-13 santimetrenin, yani bir ile ondalık bölüm arasında on iki sıfırın bulunduğu atomaltı parçacıkların küçük dünyasında yaşamıyoruz. Bu dünyada duygularımızın geçerliliği yoktur. Geçerli olan deneydir; bu örnekte geçerli olansa kızılötesi tayfın gözlemlenmesidir ve gözlemlere göre moleküler dönüş belli bir ölçüye göre kısıtlanır.

İnsanın yapabileceklerini kısıtlayan bir dünya fikri sinir bozucu bir gerçek. Niçin ara yörüngelerde dönme olanağımız yok? Veya neden ışık hızından daha süratli seyahat edemiyoruz? Anlayabildiğimiz kadarıyla bu, evrenin yapısından kaynaklanan bir durum. Bu kısıtlamalar bizi biraz daha alçakgönüllü yapmakla kalmayıp dünyayı da daha bilinebilir kılmaktadır. Her bir kısıtlama bir doğa yasasıyla, evrendeki bir düzenekle ilişkilidir. Madde ve enerjinin ne yapabileceğine dair ne kadar çok kısıtlama olursa insan o denli çok bilgi edinebilir. Sonuçta evrenin bilinebilirliği, bütün oluşumları kapsayan yasaların sayısıyla olduğu kadar, bizim bu yasaları anlayabilme kapasitemize ve şeffaflığımıza bağlıdır. Tabiat kanunlarını formülleştirmemiz elbette beyin yapımızla ilişkilidir ama evrenin yapısı da belli bir oranda bağlayıcıdır. 

Ben bilinmeyenlerle bilinenlerin iç içe olduğu bir evreni seviyorum. Her şeyin bilindiği bir evren durgun, sıkıcı, bazı zayıf akıllı ilahiyatçıların benimsediği cennet kadar bıkkınlık verici bir yer olurdu. Anlaşılmaz bir evren ise düşünebilen bir canlı için yaşanmaz bir yer olurdu. Bizim için ideal evren tıpkı içinde yaşadığımız gibi olan bir evrendir ve öyle sanıyorum ki bu hiç de tesadüf değil.


Carl Sagan, Broca'nın Beyni, Bilim Aşkı Üzerine Düşünceler kitabından. Say Yayınları. sf 30-36.

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Mağduriyet & Mağduriyet

Ken Wilber'in Boomeritis adlı kitabından, sf 224-238
~

"Size Derek Van Cleef'i takdim edeyim," dedi Hazelton. "Dr. Van Cleef bize Johannesburg, Güney Afrika'dan katılıyor. Orada, ırkçılık karşıtı hareket üzerindeki çalışmaları onu, sorunun hem liberal hem de muhafazakar yaklaşımlarının yetersizliğine ikna etmiş. Derek bizi bu inanılmaz maceraya sürükleyecek!"

Van Cleef kürsüye doğru yürüdü. Dikkat çekici bir figürdü. Çok yakışıklıydı; bembeyaz teninden simsiyah saçlar uzanıyordu; şahin gibi bir burnu, kemikli bir yüzü ve zarif, neredeyse şık bir yürüyüşü vardı. Böyle uzaktan bile etrafa yaydığı samimiyeti olmasaydı bir film yıldızı olabilirdi, ama bu ışıkla Hollywood'daki umutları söndürürdü.
...

Ağzından çıkan ilk sözcükler, "Boomeritisi olan her insan yüzüncü maymundur," oldu.

14 Ağustos 2012 Salı

Çelişkiler

Her dinî geleneğin ister kendi içinde isterse öteki geleneklerle kendi arasında olsun, hiçbir ciddi ve gerçek çelişki ya da uyuşmazlığı olmayacağını biliyoruz. Çünkü bütün hepsinde tek bir hakikatin değişik ifadeleri vardır. Şayet birisi, orada zahirî çelişkiler gördüğünü sanacak olursa, geleneksel öğretilere eksiklik yüklemek yerine, orada iyi anlayamadığı veya eksik anladığı bir şeyin olduğunu kavraması gerekir basit olarak, çünkü bu sanılar bizzat kendi düşünce yetersizliğinden kaynaklanmaktadır.

René Guénon, İslâm Maneviyâtı ve Taoculuğa Toplu Bakış, sf 84

31 Temmuz 2012 Salı

Kabâhat

Bahsi geçen dünyagörüşünün vecîz ifadesini şu gazete makalesinde görebiliriz:

"Bütün dinler, netice itibariyle ideolojidir. İdeoloji, insan yapısı fikirleri, tanrısal kanunlar, yani doğal bilim haline dönüştürme disiplinidir. Dinler, zaman, mekân ve konu eksenlerinde, insanın aklına gelebilecek her sorunun cevabını bildiklerini iddia eder. Dinler, maddenin ilk yaratılış anından, canlının son yok oluş gününe kadar, kısaca ezelden ebede, her yerde ve evrenin tümünde, olan veya olmayan her şeyin nedenini fizikten iktisada kadar açıklamaya kendini mecbur hisseder. Çünkü dayandıklarını iddia ettikleri bilginin kaynağı tanrıdır. Tanrı da her şeyi bildiğine göre, dinlerin açıklayamayacağı bir şey olamaz diyerek işe başlarlar.

...

Tek bir bütün olan evrenin iki katmanı vardır. Birincisi 'cansızlar', ikincisi 'canlılar dünyasıdır. Daha doğrusu canlılar, cansızlar evreninin bir altkümesidir.

Çünkü canlılar, cansız maddelerden yapılmıştır. Bu sebeple, cansızlar evreninin kanunları, canlılar kümesini de kapsar; ama canlılar kümesinin kanunları, cansızlar evrenini kapsamaz.

Dinlerin ortaya çıkış sebebi, insanın toplumsal canlı olmasıdır. İnsanlar, cemiyet teşkil ederek yaşamanın, kendileri için iktisadi olduğunu, yani bireye daha fazla fayda sağladığını deneyerek öğrenmiştir. Bu nedenle 'cemiyet' halinde yaşama düzenine geçilmiştir. İktisadi olduğu için, toplu halde yaşamaya başlayan insanın ikinci önemli gözlemi, bu yaşama biçiminde, fert ile cemiyet arasında bir çatışmanın olduğunu idrak etmesidir. Fertler, 'sonlu ömür süreleri' içinde en fazla faydayı tüketmek amacıyla davranmaya eğilimlidir. Buna mukabil, üyesi oldukları toplumların 'sonsuz ömür süreleri' esas alınarak yapılan milli gelir maksimizasyon modelleri, bireyin 'bencil' davranışının değiştirilmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Fert ile cemiyet arasındaki ömür süresi farkından doğan bu temel çelişkiyi çözmek dinlere düşmüştür. Meselenin matematik çözümü, birey ile toplumun (parça ile bütün) ömür sürelerinin sonsuz, yani 'eşit' olduğunu kabul etmektir. Bunun için, bu dünyada öldükten sonra (ahirette) hesap gününe kadar yaşamaya devam edileceğine inanmak imanın şartıdır.

İslâm, halen bu iki ana meseleyi çözebilmiş değildir. Birincisi, cansızlar evreninin kanunlarından kaynaklanan bilimin, canlılar kümesini de kapsadığını kabule yanaşmamaktadır. Diğer bir deyişle, hukuk ile iktisat alanının düzenlenmesinde, bilimsel verileri değil, elindeki metinlerin (şeriatın) esas olmasında direnmektedir. Bu, İslam'ı yeni sorunlar karşısında aletsiz bırakmaktadır. İkincisi, ahirette cennete girmek için, toplumsal kurallara uymayı değil, dinsel şekillere göre hareket etmeyi vazetmektedir.

Meselâ, trafik kurallarına uymamak, sahte rapor almak - vermek, kaçak inşaat yapmak veya vergi kaçırmak 'günah' değildir. Dolayısıyla bu suçları işlemek, kişiye cennet kapılarını kapamamaktadır. Buna karşılık, kadının saçının telinin gözükmesi günahtır. Bu da İslâmın, milli gelir artışına engel olan kuraldışı bencil davranışları caydırmayı önemsemediği anlamına gelmektedir. Sonuçlar ortadadır.

Son söz: Bilim, din kapısından sığmaz; din, bilim kapısından sığar."

Kitap boyu birkaç kez tekrarlandığı üzre, inanç gerekli deliller tarafından gerektiği kadar yoklanıp kanıtlandığı takdirde bilgileşir. Tersine, delillerce desteklenmeksizin defalarca yoklanıp kanıtlanmamış inançların, bilgiymiş, üstelik de bilimsel bilgiymişçesine pazarlanıp satılması büyük kabahattir. Bilgi sahteciliği cinsinden olan bu kabahate Aristoteles, "safsatacılık" demiştir. Tarihte safsatacılığın eşsiz ustaları Yeniçağ Batı Avrupa ile Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetlerinde serpilip onlara omuz vermiş ideolojiler olup bunların da başında sermâyecilik gelir. Sermâyeciliğin bilgi sahteciliği, yahut başka türlü söylersek, safsatacılığı, ikiye ayrılır: Ticârette reklamcılık, eğitim-öğretim ile siyasette propaganda.

Zikrolunan gazete köşe yazısı, propagandaya örnektir. Çağdaş medeniyetin baş pâyândâlarından positivciliği arşıâlâya yüceltmek ve onun fikirce karşıtı dini yerin dibine batırmak maksadıyla işlenmiş bilgi hatâları ve çarpıtmalarıyla dolu bir metin. Her ideoloji yahut ideolojiye omuz veren dünyagörüşü gibi, positivcilik mutlak itâat taleb eder. Oysa felsefî zihniyetin türevi, takipçisi ve halefi bilim anlayışı şüphe-eleştiri esâsından hareket edip onun çerçevesinde iş görür. Bilimin bahsi geçen meşrebi deneysel-positiv biçiminde anılır. Şu durumda ideolojik tavır ile bilim tutumu, yanî ideolojik tavır alış olan positivcilik ile bilimselliğin ifâdesi positivlik birbirlerine taban tabana zıttırlar.

Felsefe-bilime karşıt olduğu gibi, ideoloji, Müslümanlığa da muhaliftir. Müslümanlık, felsefe-bilim gibi şüphe-eleştiri esâsından hareket etmeyip tersine kesinkes buyruk anlamındaki imândan kalkar. Ne var ki, imânın içeriği, bilginin kurucu unsurları olmayıp ahlâka vücut verecek malzemedir. Ahlâk, kendim ve beni çepeçevreleyen dünya hakkında bir şey bildirmez. Bundan dolayı doğrulanıp yanlışlanma çeşidinden sorunu yoktur. Ahlâk, kıyas ile doğrulanma - yanlışlanmadan masûn tek başına, tıkız bir varlıktır.

Dini, başta az önce bildirilmiş olan gerekçelerin ışığında, felsefe-bilimle karıştırmak, metodolojik ile epistemolojik yanlışlığa yol açar. Hatâda ısrar ise, kişiyi taassuba sevkeder. Hatâda körü körüne ısrardan doğan taassup, din yakasında görülebileceği gibi, dine karşı olanlarda da pekâlâ başgösterebilir. Bahse konu makale, işte, ikinci tür taassuba açık ve güzel bir örnektir. Bir kere, genel epistemolojik alan karıştırmasını bir yana bırakalım. Yazıda geçen ve bu arada dine, bâhusus Müslümanlığa muhalif Positivcilerde sık rastgelinen bilgi, dolayısıyla da yargı yanlışlıklarına göz atalım.

Evvelemîrde, Müslümanlığın, trafik suçuna, vergi kaçakçılığına, yolsuzluğa v.s. göz yumduğu, buna karşılık, meselâ kadının, 'saçının telini göstermesi'nin günâh saydığını öne sürmek, olacak iş değil. İlk sayılanlar, kul hakkını yemek demektir. Kur'ân, kul hakkını yemenin büyük günahlardan sayıldığını bıkıp usanmadan tekrarlar durur. Kadının 'saçını örtmesi'yse, ibâdet mesâbesindendir. İbâdetin ifâsı yahut eksik yerine getirilmesi kişisel kabâhattir; kul hakkını yemekle ilgisi yoktur. Kişisel kabâhatlar, Allah - kul münâsebetinin mahremindedir. Demek ki Allah ile kabâhatı işleyenin dışında üçüncü bir mercie kapalıdırlar. Hâlbuki, topluma karşı işlenen suçlar, alenîdir, kamuya açıktırlar. Haddizâtında bu söylediklerimiz, basit bir hakîkatin dile getirilmesinden başka bir şey değildir. Malûmu ilâm ediyoruz sâdece. Geçmişte ve günümüzde birtakım Müslüman toplumlar, anlatmaya çalıştığımız esâslara aykırı yaşayıp davranıyorlarsa, suç kimdedir? İslâmın bizzât kendinin mi yoksa, tıpkı hasımları gibi, dinlerini doğru düzgün anlayıp anlamlandıramamış inananların mı?

Doğaya eğilen araştırmalarla uzvî irtibât kuracak donanıma sahîb olmamakla birlikte, bilimlerin sunduğu verilere şöyle bir göz atarak bunlardan evrensel doğrular türetme sevdâsına kapılanlar, süreklice irikıyım yanlışlıklara düşmekten alıkonamazlar. İşte çok göz alıcı bir örnek: Canlının, canlı-olmayanla ortak bir öğeler dizisini paylaşması, birincinin, ikinciden türemiş olduğunun kanıtı değildir. Tutunuz ki, türemiş olsun (bu henüz bir varsayımdan ileri geçmez); yine de olayın yahut sürecin nasıl cereyân ettiğinden yahut etmiş olabileceğinden habersisiz. Böylesine büyük bir fizik metafizik (fiziğin metafiziği) sorunu bir yana bırakalım. Canlıların en basit yapılanışına örnek kılınan hücreyi ele alalım. 1937 Münih doğumlu ve kimya dalında 1988 Nobel ödülüne lâyık görülmüş Alman bilimadamı Robert Huber' e göre, bir hücrenin nelerden meydana geldiğini bilmemize rağmen, nasıl oluştuğunu bilmediğimizi bildiriyor. Bunu neye benzetebiliriz? Huber' e bakılırsa, şuna: "Bugün, harflerin dizilişinden bir proteinin yapısı ile gördüğü görevi anlamaya başlıyoruz. Bununla birlikte, hedefimizin çok uzağındayız. Tek tek ele alındıklarında, parçalar, bizlere bir şey bildirmez. Arabanın bütününü oluştururken onların ne anlama geldiklerini anlamak lazım."

Din, bilgi sağlama yahut sunma mercii olmayıp ondan bilgilenilmez dedik. Nitekim, Kur'ân, ansiklopedi değildir. Din ve onu insanlara tebliğle yükümlü mukaddes metin, bir buyruklar dizisidir. Bireysel ile toplumsal yaşamanın hangi hatlardan geçilerek yürütülmesi gerektiğine ilişkin insana nirengi noktalarını bildirir. Bunlara dayanılarak yaşamanın haritası demek olan ahlâk inşâa olunur. Bilim de içinde olmak üzre, hayatın bütün köşe bucaklarını tayîn eden ahlâkın hiçbir unsur ile vechesini kişi, kendi dışındaki doğal dünyada bulmaz, bulamaz. Ahlâk, hakîkat âlemindendir. Bilim oysa, hakîkatin varolanlaşmış vechesini temsil eden gerçeklik dünyasına eğilir. Dini kesip atarsak, ahlâkı kaybederiz. 'Ahlâksız' hayat olamaz. Böylelikle, tabîi ki, bilim de yapılamaz. Şu durumda din ile ondan türetilen ahlâk, bilimde yer almaz. Tersine bilim, din - ahlâktadır.

Bahse konu mahalde gördüğümüz kavram karıştırmaları, yanlışlıkları ile düşünce saptırmaları, Yeniçağ ile Çağdaş medeniyete mahsus özelliklerdir. 'Allah' ın ipini' salıverip kendini insan dimağının ürünü yapılara bağlayan Batı Avrupalının bu tercihinin semeresine 1600lerden 2000e değin ezici ağırlığıyla tanık olduk. Şerrin ne olduğunu, anaörneğini bahsi geçen sürede gördük. Anılan dönemin doruğunu Yirminci yüzyıl oluşturmuştur. Cinâyete kurban giden insan sayısının müdhişliğini bir yana bırakalım. Esas, makineleşmiş cinâyetin dehşetine bakalım. Allah' a uzanan kablosunun kesilmesiyle akıl, tam bir canî kesilmiştir. Burada bahse konu kıldığımız yazı, Yirminci yüzyılda görmüş olduğumuz kuru, çıplak, hattâ çırılçıplak caniliğin reçetesini bizlere sunmaktadır. Böyle şablon olma niteliğinden dolayı onu zikretmek lüzumunu duyduk.


Ş. Teoman Duralı, Sorun Nedir. Sayfa 59-61.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Kazanılmış Olup Olmadığı

Terapistlere, onların belirli niteliklere sahip oldukları inancıyla gideriz; sevecenlik, anlayış, duyarlılık, sıcak yakınlık, doğruluk ve bütünlük. Fakat, herhangi bir kimsenin bu yeteneklere sahip olduğuna neden inanmak zorundayız? Bu yetenekler kazanılabilir mi? 

Freud, kazanılabileceğini düşünmüş ve psikoterapistlerin çoğunluğu tarafından kabul görmüştür. Fakat, bu eğilimler nasıl kazanılır? Bunlar, sınıfta, bir "eğitim programı" sırasında mı kazanılır? Hatta, az da olsa bu yetenekler öğretilebilir mi? Örneğin, dinlemek yeteneğini kazanabilir miyiz? Bu yeteneklerin kazanılabileceğini varsaysak bile, kazanılmış olup olmadığına kim karar verecek? Müstakbel hasta, terapistin gerçekten de bu niteliklere sahip olduğunu nasıl anlayacak?

Jeffrey Masson'un Psikiyatrinin Zorbalığı kitabının arka kapağından..



Jeffrey Masson hakkında: wikipedia

"I'd written a whole series of books about psychiatry, and nobody bought them. Nobody liked them. Nobody. 
Psychiatrists hated them, and they were much too abstruse for the general public. 
It was very hard to make a living, and I thought, 'As long as I'm not making a living, 
I may as well write about something I really love: animals.'"

17 Temmuz 2012 Salı

Öncesi ve Üstü

"Öyleyse narsisizmin bir kaynağı, büyüme ve evrimin gerçekleşmemesidir. Özellikle egosantrikten etnosantrike olan zorlu büyümede, farkındalığın bu geçişi reddeden nitelikleri, toplumun kural ve rollerine ayak uydurmakta zorlanarak egosantrik alemlerde 'sıkışıp' kalabilir. Elbette bu kural ve rollerin bazıları değersiz olabilir: eleştiri ve redde ihtiyaç duyuyor olabilirler. Ancak toplumun normlarını inceleyen, yansıtan ve eleştiren bu gelenek üstü tavır sadece geleneksel evrelerden geçerek sağlanabilir, çünkü bu evrede kazanılan yetkiler gelenek üstü bilinç için gerekli önkoşullardır. Diğer bir deyişle, geleneksel evreleri geçmeyi başaramayan bir insan, toplumun gelenek üstü eleştirisini değil, gelenek öncesi isyanını yansıtacaktır. 'Kimse bana ne yapacağımı söyleyemez!'"

"Eleştirmenler, Boomerların adı kötüye çıkmış isyankar bir kuşak olduğunda hemfikir. Bu isyanın bir bölümü, hiç şüphesiz, toplumun adaletsiz, haksız ya da ahlaksız niteliklerini iyileştirme niyeti taşıyan gelenek üstü bireylerden geldi. Ama şu da gerçek ki -ve bunun için inanılmaz kanıtlarımız var- o isyankar tavrın çok büyük bir çoğunluğu, geleneksel gerçekliklere erişmekte zorlanan gelenek öncesi dürtülerden kaynaklandı. Altmışlı yılların standart haykırışları -'Sisteme karşı savaş!' ve 'Otoriteyi sorgula!' gibi- gelenek üstünden geldiği gibi gelenek öncesinden de gelebilir ve araştırma sonuçları, bunun ağırlıklı olarak gelenek öncesinden geldiğini gösteriyor."

"Emniyet kemerini tak," dedi Kim.

"Klasik bir çalışma, altmışlı yılların sonlarında Berkeley öğrencilerinin protestosudur. Özellikle Vietnam savaşını protesto ediyorlardı. Öğrenciler, tek bir ağızdan, ahlaklı bir seviyede tepki verdiklerini iddia ettiler. Ama ahlakî gelişimleriyle ilgili testlere tabi tutulduklarında, büyük çoğunluğu gelenek üstü değil, gelenek öncesi seviyelerde puan aldı. (Birkaç tane de geleneksel/konformist tip vardı, çünkü adları üzerinde, onlar çok isyankar değildir). Elbette, protestocuların azınlığının gelenek üstü ve kozmosantrik ahlakları takdire şayandır, inançları dolayısıyla değil, onlara, son derece gelişmiş ahlakî mantıkları aracılığıyla gelmiş olduğundan dolayı. Ama yine hiç şüphesiz, protestocuların çoğunluğundaki gelenek öncesi egosantrizm de aynı şekilde göz önünde bulundurulmalıdır."

O ana kadar sessizce dinleyen seyirciler aniden hareketlendiler, mırıldanıp gürültü çıkarmaya başladılar ve bazıları oturdukları yerde kıpırdandı.

"Böyle bir araştırmanın en büyüleyici yanı, genelde 'öncesi' ve 'üstü' (ya da 'sonrası') durumlarında görülen bir şeydir; X-öncesi ve X-üstü sonuçta X-karşıtı olduğundan, genelde karıştırılırlar. Örneğin, gelenek öncesi ve gelenek üstü, her ikisi de gelenek karşıtıdır, yani geleneksel kural ve normların dışında kalırlar ve bu yüzden genelde karıştırılırlar, hatta eş tutulurlar. Böyle durumlarda, 'öncesi' ve 'üstü' (pre ve post) aynı söz bilimini ve aynı ideolojiyi kullanır, ama aslında inanılmaz bir büyüme ve gelişim uçurumuyla ayrılmışlardır. Berkeley protestolarında, genel olarak öğrencilerin tamamı, evrensel ahlak ilkeleri doğrultusunda hareket ettiklerini iddia ettiler. Örneğin, 'Vietnam'daki savaş evrensel insan haklarını ihlal etmektedir, dolayısıyla ahlaklı bir birey olarak, bu savaşta yer almayı reddediyorum.' Ancak testler su götürmez bir şekilde öğrencilerin yüzde 20'sinin altında bir azınlığın gelenek üstü ahlakî ilkelerle hareket ettiğini gösterdi; öğrencilerin büyük çoğunluğu gelenek öncesi egosantrik içgüdülerle hareket ediyordu: 'Kimse bana ne yapacağımı söyleyemez! O yüzden savaşınızı alıp bir tarafınıza sokun!'"

Alkışlar koptu, haykırışlar, sevinç çığlıkları, yuhalamalar, hepsi aynı anda yükseldi.

"Anlaşılan o ki bu vakada -ve bunu Boomerlarda sık sık görüyoruz- aslında çok daha düşük seviyedeki dürtüleri desteklemeleri için yüksek ahlakî idealler kullanıldı. Bu kurnazlığa izin veren, diğer bir deyişle, gelenek öncesi narsisizmin, abartılı bir şekilde gelenek üstü idealizm olduğu iddia edilen şeyin koridorlarını işgal etmesine izin veren gelişimin 'öncesi' ve 'üstü' arasındaki bu karmaşaya öncesi/üstü yanılgısı adı verilir ve Boomer idealizminin en azından bir kısmının bu ışık altında değerlendirilmesi ya da yeniden yorumlanması gerekir. O dönemde herkesin fark ettiği gibi, askere alımın sona ermesiyle ulusal savaş protestoları da hararetini yitirdi... Çok ahlaklı, değil mi?"

O anda seyircilerin bir kısmı ayaklanırken, diğerleri de tezahüratlar yaparak üstünlük yarışına katıldı. Babam Vietnam Savaşı protestolarının, Boomer ahlakının zirve noktası olduğunu söylemişti ve şimdi Fuentes bunun genelde Boomerlardaki ahlak eksikliğinin bir işareti olduğunu söylüyordu. Bir grup öfkeli insanın salonu terk edeceklermiş (ya da sahneye atlayacaklarmış) gibi yerlerinden fırlamalarına şaşmamalıydı. Soğukkanlılığını koruyan Fuentes kararlı bir şekilde gülümsedi ve devam etti. Bana sanki insanları kasıtlı olarak kışkırtmaya çalışıyormuş gibi geldi.

"Bu önemli bir noktadır, çünkü bizi, bir gaye ne kadar üstün, idealist ya da özgecil görünürse görünsün -ekolojiden kültürel çeşitliliğe, spiritüellikten dünya barışına- o gaye için yoğun destek vermenin, o gayenin neden önemli olduğunu belirlemeye yeterli olmadığını hatırlatır. Sayısız toplumsal eleştirmen, Boomerlar 'uyum, sevgi, karşılıklı saygı ve çokkültürlülük' çağrıları yapıyorlarsa, bu insanların o idealist yönde ilerlediklerini gösterdiğini farz ediyor. Ancak gördüğümüz gibi, pek çok vakada Boomerlar kendi içsel gelişimlerini destekleyecek bir yönde ilerlememekle kalmadılar, aynı zamanda kendi egosantrik tavırlarını saklamak için idealist bir perspektife sarıldılar. Buradaki hipokrasi tek kelimeyle muazzamdır!"

Seyircilerden itirazlar yükseldi. Bazıları mutlu bir şekilde alkışlarken bir grup da ayağa kalkıp "faşist", "küstah kaltak", "seçkinci karı" gibi hakaretlerde bulundular.

Fuentes gürültünün, sesini duyurabileceği seviyeye kadar azalmasını bekledi. "Elbette bütün Boomerların bu yönde hareket ettiklerini söylemiyorum, ancak genellikle gelenek öncesi teşviklerle işgal edilen tuhaf bir gelenek üstü anlayış karışımı, bizim boomeritis adını verdiğimiz tuhaf bir harman meydana getirmiştir."


Ken Wilber, Boomeritis. Butik Yayıncılık. Sayfa 81-84.

~

ilgili olabilecek birkaç köşe yazısı

Güzel Sözlere Düşkünlük - Haşmet Babaoğlu

İyi de, söyleyin bana, güzel eylem nerede?
Vallahi ya ben körüm ya da bu güzel sözlerin eyleme dökülmüş hali yok denecek kadar az! Umarım benim körlüğümdür!
Bir garip manzara aslında!


Nur Hanım diyor ki, "öğrenciler, eğer Atatürk yaşasaydı dünyanın çok daha güzel bir yer olacağı görüşündeler"...
Fakat Nur Hanım'ın bir lafı da dikkatimi çekti, tuhafıma gitti. Demiş ki, "öte yandan öğrencilerin Atatürk'ü tanımadan sevdikleri de anket sonuçlarıyla gözler önüne serilmektedir!"

~

ve tüm yürüyüşler...

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Başkasının Zihni

Bugün, diğerlerinin zihinleri sorunu üzerine konuşacağız. Ve bahsedeceğim konu felsefeden bildik bir konu değil, yani ‘Diğer insanların zihinleri olduğunu nasıl bilebiliriz?’. Yani, belki bir zihniniz var, ve herkes sadece inandırıcı birer robot. Bu felsefede bir sorundur. Ancak bugün için, dinleyicilerin bir zihni olduğunu farz edeceğim ve bu konuyu daha fazla dert etmeyeceğim.

İkinci bir sorun, belki bize ebeveynler, öğretmenler ve eşler, ve yazarlar olarak daha tanıdık gelecek. Bu da, ‘Bir başkasının ne istediğini ve neye inandığını bilmek neden bu kadar zor?’ ya da belki, daha da alakalı, ‘Neden başkasının istediğini ya da inandığını değiştirmek bu kadar zor?’

Bence bunu en iyi yazarlar ortaya koyuyor. Phillip Roth’un söylediği gibi ‘Ve yine diğer insanlar dediğimiz bu korkunç mühim işle ilgili ne yapmalıyız? Hepimiz gayet kötü donanımlıyız, diğerinin içinden geçenleri ve görünmez amaçlarını tasavvur etmekte.' Yani bir öğretmen ya da bir eş olarak, bu, elbette, her gün karşılaştığım bir sorun. Ancak bir bilim insanı olarak, diğer zihinler konusuyla farklı bir şekilde ilgileniyorum ve bugün sizinle paylaşacağım konu bu. Ve bu, ‘Diğer zihinleri bilmek ne kadar kolaydır?’ sorunu.

Bir örnekle başlayalım, bir yabancının anlık görüntüsü, bu kadının ya da bu adamın ne düşündüğünü tahmin etmek için neredeyse hiç bilgiye ihtiyacınız yok. Diğer bir deyişle, sorunun özü, diğer zihinleri düşünmek için kullandığımız makine, beynimiz, parçalardan, beyin hücrelerinden oluşur, tıpkı tüm diğer hayvanlarla, maymunlarla, ve fare ile, ve hatta deniz tavşanlarıyla paylaştığımız gibi. Ve ancak , bunları özel bir ağ örgüsüne koyarsanız, elde edeceğiniz Romeo ve Juliet’i yazma kapasitesidir. Ya da, Alan Greenspan’ın dediği gibi, ‘Söylediğimi düşündüğün şeyi anladığını sandığını biliyorum, ama duyduğunu sandığın şeyin benim demek istediğim olmadığını fark ettiğinden emin değilim.’ (Gülüşmeler)

Yani benim bilişsel sinirbilim alanındaki işim, her biri bir elimde olmak üzere bu fikirleri üstlenmek. Ve bu basit üniteleri, basit mesajları uzay ve zamanda, bir iletişim ağında nasıl bir araya getireceğinizi anlamaya çalışmak ve bu inanılmaz zihinler hakkında düşünme kapasitesini anlamak. Bununla ilgili üç şeyden bahsedeceğim bugün. Açıkçası tüm bu proje muazzam. Ve size diğer insanların düşünceleri hakkında düşünmek için kullanılan özel beyin alanının keşfi ile ilgili atılan ilk birkaç adımdan bahsedeceğim. Bu zor işin nasıl yapılacağını öğrenirken bu sistemin yavaş çalışması hakkında bazı gözlemler. Ve son olarak, insanlar arasındaki bazı farklılıkları, diğerlerini nasıl yargıladığımızı, beyin sistemindeki farklılıklarla açıklanabileceğini göstermek.

İlk olarak, size söylemek istediğim ilk şey, insan beyninde, beyinlerinizde, bir alan var, işi diğer insanların ne düşündüğünü düşünmek. Bu onun bir resmi. Sağ temporo-pariyetal kavşak (Right Temporo-Parietal Junction - RTPJ) deniyor. Sağ kulağınızın üzerinde ve arkasında. Ve bu size gösterdiğim resimlere bakarken, ya da Romeo ve Juliet’i okurken, ya da Alan Greenspan’i anlamaya çalışırken kullandığınız beyin alanı. Ve bu alanı diğer mantık sorunlarını çözerken kullanmazsınız. Yani bu beyin alanına RTPJ denir. Ve bu resim, tipik yetişkin insan dediğimiz bir grupta ortalama etkinleştirmeyi gösteriyor. MIT lisans öğrencileri bunlar. (Gülüşmeler)

Bu beyin sistemi ile ilgili söylemek istediğim ikinci şey, biz yetişkin insanlar diğer zihinleri anlamada gerçekten iyi olmamıza rağmen, her zaman böyle olmadığımız. Çocukların sisteme girmeleri oldukça uzun zaman alır. Bu uzun ve genişletilmiş süreçle ilgili biraz daha fazla şey paylaşacağım. Size göstereceğim ilk şey, üç ila beş yaşları arasındaki bir değişiklik; çocuklar başkasının kendilerininkinden farklı inançlara sahip olabileceğini anlamayı öğrendiklerinde. Yanlış inanış görevi adını verdiğimiz standart türde bir bilmece ile karşılaşan beş yaş çocuğunu göstereceğim size.

Video: Bu ilk korsan. Adı Ivan. Korsanların gerçekte ne sevdiğini bilir misin? Korsanlar gerçekten peynirli sandviç severler.
Çocuk: Peynir mi? Peynire bayılırım!
R.S.: Evet. Böylece Ivan peynirli sandviçi alıyor. Ve ‘Hmmmm. Nefis, peynirli sandviçe bayılırım’ diyor. Ve Ivan, sandviçini bir korsan sandığının üzerine koyuyor. Ve Ivan diyor ki, ‘Biliyor musun? Yemeğimle içecek bir şey alacağım.’ Böylece Ivan içecek bir şey almaya gidiyor. Ve Ivan uzaktayken rüzgar esiyor, ve sandviçi yere düşürüyor. Ve sonra diğer korsan geliyor. Bu korsanın adı Joshua. Ve Joshua da peynirli sandviçi gerçekten çok seviyor. Joshua da peynirli sandviç alıyor ve ‘Hmmm... Nefis, peynirli sandviçe bayılırım’ diyor. Ve peynirli sandviçini bir korsan sandığının üzerine koyuyor.
Çocuk: O zaman bu onun.
R.S.: Bu Joshua’nınki. Doğru.
Çocuk: Ve sonra onunki yere düştü.
R.S.: Kesinlikle doğru.
Çocuk: O zaman hangisi kendisinin bilemeyecek.
R.S.: Oh. O zaman Joshua içecek almaya gidiyor. Ivan geri geliyor ve ‘Peynirli sandviçimi istiyorum’ diyor. O zaman sence Ivan hangisini alacak?
Çocuk: Bence şunu alacak.
R.S.: Öyle mi, sence bunu mu alacak? Pekala. Bakalım. Oh evet, haklısın. Bunu aldı.

Yani bu beş yaşında bir çocuk, diğer insanların yanlış düşüncelere sahip olabileceğini ve hareketlerinin sonuçlarının ne olacağını anlayabiliyor. Şimdi aynı bilmeceyi cevaplayan üç yaşındaki bir çocuğu göstereceğim.

Video: R.S.: Ve Ivan ‘Peynirli sandviçimi istiyorum’ diyor. Hangi sandviçi alacak? Sence bunu mu alacak? Bakalım ne olacak. Bakalım ne yapacak. İşte Ivan geliyor. Ve ‘Peynirli sandviçimi istiyorum’ diyor. Ve bunu alıyor. Hmm. Neden bunu aldı?
Çocuk: Onunki yerdeydi.

R.S.: Yani üç yaşındaki iki farklı şey yapıyor. İlk olarak Ivan’ın kendi sandviçini alacağını tahmin ediyor. Ve ikinci olarak, Ivan’ın kendisininkini bıraktığı yerdeki sandviçi aldığını görünce, bunu alıyor çünkü kendi sandviçi diyeceğimiz yerde, üç yaşındaki başka bir açıklama getiriyor. Kendi sandviçini istemediği için almıyor, çünkü artık kirli, yerde. Yani diğer sandviçi bu yüzden alıyor. Şimdi elbette, gelişme beş yaşında sona ermiyor. Ve bu başka insanların düşüncelerini düşünme sürecinin devamlılığını bahsi yükselterek ve çocuklara şimdi sorarak, hareket tahmini için değil, ancak ahlaki bir değerlendirme için görebiliriz. Öncelikle size üç yaşındakini tekrar göstereceğim. 

Video: R.S.: Yani Ivan Joshua’nın sandviçini alarak kötü ve terbiyesiz mi oluyor?
Çocuk: Evet.
R.S.: Ivan’ın başı Joshua’nın sandviçini aldığı için belaya girmeli mi?
Çocuk: Evet.

R.S.: Belki de Ivan’ın Joshua’nın sandviçini aldığı için kötü olduğunu düşünmesi şaşırtıcı değil. Çünkü Ivan’ın Joshua’nın sandviçini alma nedenini kendi kirli sandviçini yemek istememe sanıyor. Şimdi size beş yaşındakini göstereceğim. Beş yaşındakinin Ivan'ın neden Joshua'nın sandviçini neden aldığını gayet iyi anladığını hatırlayın.

Video: R.S.: Ivan Joshua’nın sandviçini aldığı için kötü ve terbiyesiz mi?
Çocuk: Hımm, evet.
R.S.: Yani, yedi yaşına kadar daha çok yetişkin tepkisine benzeyen bir tepkiyle karşılaşmayız.
Video: R.S.: Ivan Joshua’nın sandviçini aldığı için başı belaya girmeli mi?
Çocuk: Hayır, çünkü rüzgarın başı belaya girmeli.

R.S. : Sandviçleri yer değiştirmesinden dolayı rüzgarın başı belada olmalı diyor. (Gülüşmeler)

Ve şimdi laboratuvarda yapmaya başladığımız, çocukları beyin tarayıcısından geçirmek ve diğer insanların ne düşündüğüne dair bu yeteneği geliştirirken beyinlerinde neler olduğunu sormaktı. İlk olarak, çocuklarda aynı beyin alanının, RTPJ’nin diğer insanlar hakkında düşünürken kullanıldığını görüyoruz. Ancak tam olarak yetişkin beyni gibi değil.

Yani yetişkinlerde, söylediğim gibi, bu beyin bölgesi neredeyse tamamıyla özelleşmiş durumda. Diğer insanların ne düşündüğünü düşünmek dışında neredeyse hiçbir şey yapmıyor. Çocuklarda, beş yaşından sekiz yaşına kadar, size az önce gösterdiğim yaş aralığında bu daha az. Ve aslında sekiz ila on bir yaş aralığına bakacak olursak, erken ergenliğe geçtiğinde, hala yetişkinlere benzer bir beyin bölgesine sahip değiller. Ve bu nedenle gördüğümüz, çocuklukta ve hatta ergenliğe kadar, hem bilişsel sistem, hem de diğer zihinler hakkında düşünme yetisi, hem de bunu destekleyen beyin sistemi, yavaşça gelişmeye devam ediyor.

Ancak elbette, muhtemelen fark ettiğiniz gibi, yetişkinlikte dahi, insanlar diğer zihinleri düşünmede ne kadar iyi olduklarına, ne kadar sıklıkla ve ne kadar etkili bunu yaptıklarına göre farklılık gösterirler. Bizim bilmek istediğimiz, yetişkinler arasındaki diğer insanların düşüncelerini düşünme konusundaki farklılık bu beyin bölgeleri arasındaki farklılıkla açıklanabilir mi? Böylece ilk yaptığımız şey yetişkinlere, çocuklara verdiğimiz korsan probleminin bir versiyonunu vermek oldu. Ve şimdi size bunu göstereceğim.

Grace ve arkadaşı bir kimya fabrikası turundalar ve bir kahve arası veriyorlar. Ve Grace'in arkadaşı kahvesi için şeker istiyor. Grace kahve yapmaya gidiyor ve kahvenin yanında içinde beyaz bir toz, yani şeker olan bir kavanoz buluyor. Ancak toz 'Ölümcül zehir' diye etiketlenmiş. Grace, bu tozun ölümcül bir zehir olduğunu düşünüyor. Ve onu arkadaşının kahvesine koyuyor. Arkadaşı kahveyi içiyor ve birşey olmuyor.

Kaç insan Grace'in kahve içine bu tozu koymasının ahlaki olarak hoş görülebilir olduğunu düşünür? Pekala. Güzel. (Gülüşmeler) İnsanlara Grace'in, başarısız zarar verme denemesi dediğimiz bu durumda ne kadar suçlu olduğunu sorduk.

Ve bunu başka bir durumla, gerçek dünyada herşeyin aynı olduğu durumla karşılaştırabiliriz. Toz hala şeker, ancak Grace'in aklındaki düşünce farklı. Şimdi bu tozun şeker olduğunu düşünüyor. Ve belki de şarşırtıcı olmayan bir şekilde, eğer Grace tozun şeker olduğunu düşünür ve kahveye koyarsa, insanlar onun bir suçu olmadığını söyleyecektir. Dİğer taraftan eğer tozun, şeker olmasına rağmen, zehir olduğunu düşünürse, o zaman insanlar suçlu olduğunu söyleyecektir, gerçek dünyada sonuçta aynı şey olmasına rağmen.

Ve aslında bu başarısız zarar verme girişimi durumunda, kaza diyeceğimiz diğer durumdan daha da suçlu olduğunu söyleyeceklerdir. Grace'in tozun şeker olduğunu düşündüğü durumda, çünkü 'şeker' olarak etiketlenmişti ve kahve makinesinin yanındaydı, ancak aslında toz zehirdi. Yani toz zehir olmasına rağmen, arkadaşı kahveyi içti ve öldü, insanlar Grace'in bu durumda daha az suçlu olduğunu söyleyecektir, zehir olduğunu düşündüğü diğer durumdan farklı olarak masumca tozun şeker olduğunu düşündüğü ve hiçbir zarar gelmediği için.

Ancak insanlar Grace'in kaza durumunda tam olarak ne kadar suçlanması gerektiği konusunda hemfikir değiller. Bazıları daha fazla suçlanması gerektiğini düşünürken, bazıları daha az. Ve ben size bu yargıya varan insanların beyinlerine baktığımızda ne olduğunu göstereceğim. Size gösterdiğim, soldan sağa doğru, beyin bölgesinde ne kadar aktivite olduğu. Ve yukarıdan aşağıya, insanların Grace'i ne kadar suçladığı.

Ve gördüğünüz, solda, çok az hareket olan bu beyin bölgesinde, insanlar onun masum olduğu inancına daha az dikkat ediyorlar ve kazadan dolayı daha suçlu olduğunu söylüyorlar. Diğer yandan, sağda, çok hareketin olduğu yerde, insanlar suçsuz olduğuna dair inanca daha fazla dikkat ediyor, kazaya neden olmaktan dolayı daha az suçlanması gerek diyor.

Yani bu iyi, ancak tabii tercihimiz bir yol bulup bu beyin bölgesindeki fonksiyona karışmak ve insanların ahlaki yargılarını değiştirebilir miyiz, bunu görmek. Ve böyle bir aletimiz var. Adı da Trans-Kraniyal Manyetik Stimülasyon, ya da TMS. Bu, birisinin beyninin içine, beyinlerinin küçük bir bölgesine sinyaller göndermemize izin veren, ve bu bölgedeki nöronların fonksiyonunu kısa bir süre için bozan bir alet.

Size bunun bir örneğini sunacağım. İlk olarak size, bunu manyetik bir sinyal olduğunu göstermek için, makine üzerine bir çeyreklik koyduğunuzda ne olduğunu göstereceğim. Klik sesini duyduğunuzda makineyi çalıştırıyoruz. Şimdi aynı sinyali beynime uygulayacağım, beynimin elimi kontrol eden kısmına. Bu bir fiziksel güç değil, sadece manyetik bir sinyal. 

Video: Kadın: Hazır mısın?
Rebecca Saxe: Evet.

Peki, bu, beynime manyetik bir sinyal göndererek, elimde istem dışı bir kasılmaya neden oldu. Ve şimdi RTPJ'ye uygulanmış olan aynı sinyali kullanabiliriz, ve insanların ahlaki yargılarını değiştirebilir miyiz diye sorabiliriz. Bunlar size daha önce gösterdiğim yargılar, insanların normal ahlaki yargıları. Ve sonra TMS'yi RTPJ'ye uygulayabiliriz, ve insanların yargılarının nasıl değiştiğini sorabiliriz. Ve ilk olarak, insanlar genelde bu görevi hala ayrıntısıyla yapabilirler.

Yani durumla ilgili yargıları, her şey iyiyken aynı kalıyor. Onun suçu olmadığını söylüyorlar. Ancak başarısız bir zarar verme girişimi durumunda Grace'in zehir olduğunu düşündüğünde, ancak gerçekte şeker olduğunda, insanlar şimdi, tamamdır, kahvesine tozu koymaktan dolayı daha az suçludur diyecektir.

Ve kaza durumunda, şeker olduğunu düşündüğünde, ancak gerçekte zehir olduğunda ve ölüme neden olduğunda, insanlar, şimdi tamam değil, daha fazla suçludur diyecektir. Yani bugün size söylediğim şu; aslında insanlar diğer insanların düşüncelerini düşünmek konusunda özellikle iyi donanımlıdır.

Diğer insanların ne düşündüğünü düşünmemizi sağlayan özel bir beyin sistemimiz var. Bu sistemin gelişmesi uzun sürer, çocukluktan erken ergenliğe yavaşça gelişmesi zaman alır. Ve hatta yetişkinlikte, beyin bölgesindeki farklılıklar, diğer insanlar hakkında ne düşündüğümüz ve yargılarımız konusunda yetişkinler arasındaki farkı açıklayabilir.

Ancak son sözü yine yazarlara vermek istiyorum. Ve Philip Roth'a kapanışı yapması için, "Gerçek şu ki, zaten yaşamanın insanları doğru anlamakla bir alakası yoktur. Onları yanlış anlamak, yaşamak budur. Onları yanlış ve yanlış ve yanlış anlamak, ve sonra dikkatli bir gözden geçirmeyle tekrar yanlış anlamak." Teşekkürler. (Alkışlar)

Chris Anderson: İnsanların ahlaki yargılarını değiştirmek için manyetik sinyallerin kullanılmasından bahsetmeye başladığında bu korkutucu gibi geliyor. (Gülüşmeler) Bana lütfen Pentagon'dan, mesela, telefonlar almadığını söyle.
Rebecca Saxe: Almıyorum. Yani, arıyorlar, ama ben cevap vermiyorum. (Gülüşmeler)
C.A.: Arıyorlar mı? O zaman, gerçekten, gerçekten, bazı geceler bu iş nereye gittiğini merak ederek gözlerin açık yatmalısın. Demek istediğim, harika bir insan olduğun belli. Ama birisi bu bilgiyi alabilir ve gelecekte belki işkence hücresi değil ama, buradaki insanları endişelendirecek şeyler yapabilir.
R.S.: Evet, bizim endişemiz bu. O yüzden, TMS ile ilgili bir kaç şey söyleyeceğim. Birincisi, bilginiz olmadan TMSlenemezsiniz. Yani bu gizlice kullanılabilecek bir teknoloji değil. Aslında bu küçük değişiklikleri yapmak oldukça zor. Size gösterdiğim değişiklikler bana çok etkileyici geliyor bize beynin fonksiyonu hakkında gösterdiklerinden dolayı. Ancak bunlar bizim aslında yaptığımız ahlaki yargılar karşısında küçükler. Ve bizim değiştirdiğimiz, insanların ne yapacaklarına karar verirken, harekete geçme kararı verirken kullandıkları ahlaki yargılar değil. Diğer insanların hareketlerini değerlendirme yeteneğini değiştiriyoruz. Yani ben yaptığımı bir ceza duruşmasında davalı üzerinde çalışmak gibi değil, juri üzerinde çalışmak gibi görüyorum.

C.A.: Sizin çalışmanız, eğitimde tavsiyelere yol açacak, belki daha adil ahlaki yargılarda bulunabilecek bir nesil yetiştirebilecek mi?
R.S.: Bu idealist ümitlerden bir tanesi. Buradaki tüm araştırma programı, insan beyninin farklı alanları üzerinde çalışma konusu, tamamen yeni. Yakın zamana kadar beyin hakkında bildiklerimiz herhangi bir hayvan beyninin de yapabildikleri şeylerdi. Böylece hayvan modellerinde çalışabilirdik. Beyinlerin nasıl gördüğünü, ve bedeni nasıl kontrol ettiklerini, nasıl duyup nasıl hissettiğini biliyorduk. Beyinlerin insana özgü şeyleri nasıl yaptığını anlama projesinin tümü, dil öğrenme, ve soyut kavramlar, ve diğer insanların düşünceleri hakkında düşünme, bunlar yepyeni. Ve henüz bilmediğimiz, anlamanın sonuçları ne olacak bilmiyoruz.

C.A.: Son bir sorum var. Birçok insanın kafasını karıştıran, bilincin zor sorunsalı denen şey var. Bir beynin çalıştığını neden anladığınız düşüncesi, belki. Ama neden herkes bir şey hissetmek zorunda? Neden bizim çalışmamız için şeyleri hisseden varlıklara ihtiyaç duymamız gerekiyor? Parlak, genç bir sinirbilimcisiniz. Yani, acaba hiç şans var mıdır, kariyerinizin herhangi bir noktasında herhangi biri, siz ya da birisi, imkansız görünen bir sorunun anlaşılmasında bir paradigma kaymasıyla ortaya çıkacak?

R.S.: Umarım gelirler. Ve bence muhtemelen gelemeyecekler. Neden? Boşuna bilincin zor sorunsalı denmiyor. (Gülüşmeler)
C.A.: Bu harika bir cevap. Rebecca Saxe, çok teşekkürler. Bu şahaneydi. (Alkışlar)



TED videoları, "Rebecca Saxe: Beyin Nasıl Ahlakî Kararlar Verir?"

~

EZ: Pekiyi, bir sonraki safha?

Ken Wilber: Dördüncü seviye olan, kural/rol aklı, tipik olarak 7 ila 11 yaş arasında etkindir; bu, bilinçlilikteki bazı derin değişimlere işaret eder. Eğer üçüncü seviyedeki -preoperasyonel düşünüş- bir çocuğu karşınıza alıp, bir tarafı yeşile ve diğer tarafı kırmızıya boyanmış bir topu gösterip, daha sonra yeşil taraf kendinize, kırmızı taraf çocuğa gelecek şekilde topu tutup, çocuğa sizin hangi renge bakmakta olduğunuzu sorarsanız, çocuk "kırmızı" diye cevap verecektir. Başka bir deyişle çocuk, sizin görüşünüzü yakalayamamakta, "öteki" rolüne bürünememektedir. Konsantre operasyonel düşünüş ortaya çıktığında ise çocuk, sizin bu sorunuza "yeşil" diye cevap verecektir. Yani "öteki" rolüne bürünebilecektir. Ayrıca, bu safhada çocuk, sınıf ayrımı, çarpma, hiyerarşizasyon gibi kural belirlenimli operasyonlara muvaffak olmaya başlayabilir.


23 Haziran 2012 Cumartesi

Mağara Benzetmesi

Platon: Devlet'in 7. kitabında yer alan mağara benzetmesi..

~


- İnsanları yeraltındaki mağaramsı bir yerde yaşıyor farz et; buranın mağara boyunca uzanan ışığa karşıl bir girişi olsun. Bu mağarada insanlar çocukluklarından beri boyunlarından ve bileklerinden zincire vurulmuş olsunlar; öyle ki yerlerinden kıpırdayamıyorlar ve sadece önlerini görüp başlarını sağa sola çeviremiyorlar zincirler yüzünden. Işık üstlerinden ama arkalarından yanan bir ateşten geliyor. Tutsakların arkalarında, tepede yanan arasında yukarıya bir yol uzanıyor, bu yol boyunca da bir duvar uzanıyor, hani şu kukla oynatıcılarının seyirciler ile aralarına çektikleri ve üzerinde sanatlarını icra ettikleri paravan gibi.
- Tasarlayabiliyorum, dedi Glaukon.
- Bu duvar boyunca insanlar her türlü şeyi, mermer, tahta sütunlar, resimler taşıyorlar. Bu her türlü çalışmanın ürünü olan nesneler (zincirli tutsakların arkasındaki) bu duvarın üstünden taşıyor. (Duvarın arkasında bunları taşıyanların) elbette kimileri susuyor, kimileri konuşuyor. (...)
- Garip bir sahne doğrusu ve garip mahpuslar!
- Ama tıpkı bizler gibi! Bu durumdaki insanlar kendilerini ve yanlarındakileri nasıl görürler? Ancak arkalarındaki ateşin aydınlığıyla mağarada karşılarına vuran gölgeleri görebilirler, değil mi?
- Ömürleri boyunca başlarını oynatamadıklarına göre, başka türlü olamaz.
- Arkalarındaki paravan duvarın üzerinden taşan nesneleri önlerindeki mağara duvarına yansıyan gölgelerini de.
- Şüphesiz. 
- Şimdi bu adamlar aralarında konuşacak olurlarsa, gölgelere verdikleri adlarla gerçek nesneleri anlattıklarını sanırlar, değil mi?
- Öyle ya.
- Bu zindanın içinde bir de yankı düşün. Geçenlerden biri her konuştukça, mahpuslar bu sesi karşılarındaki gölgenin sesi sanmazlar mı?
- Sanırlar tabii.
- Bu adamların gözünde gerçek, yapma nesnelerin gölgelerinden başka bir şey olamaz ister istemez, değil mi?
- İster istemez.
- Şimdi düşün: Bu adamların zincirlerini çözer, bilgisizliklerine son verirsen, her şeyi olduğu gibi görürlerse, ne yaparlar? Mahpuslardan birini kurtaralım; zorla ayağa kaldıralım; başını çevirelim, yürütelim onu; gözlerini ışığa kaldırsın. Bütün bu hareketler ona acı verecektir. Gölgelerini gördüğü nesnelere gözü kamaşarak bakacaktır. Ona önceden gördüğün şeyler sadece boş gölgelerdi, şimdiyse gerçeğe daha yakınsın, gerçek nesnelere daha çevriksin, daha doğru görüyorsun, dersek; önünden geçen her şeyi birer birer ona gösterir, bunların ne olduğunu sorarsak ne der? Şaşırıp kalmaz mı? Önceleri gördüğü şeyler, ona şimdikilerden daha gerçek gelmez mi?
- Daha gerçek gelir.
- Ya onu aydınlığın ta kendisine bakmaya zorlarsak? Gözlerine ağrı girmez mi? Kaçıp ötekilerin yanına gitmek istemez, başını bakabildiği şeylere çevirmez mi? Kendi gördüğü şeyleri, sizin gösterdiklerinizden daha açık, daha seçik bulmaz mı?
- Öyle sanırım.
- Onu zorla alıp götürsek, mağaradan çıkarıp, dışarıya, gün ışığına sürüklersek, canı yanmaz, karşı koymaz mı bize? Gün ışığında gözleri kamaşıp bizim şimdi gerçek dediğimiz nesnelerin hiçbirini göremeyecek hale gelmez mi?
- İlkin bir şey göremez herhalde.
- Yukarı dünyayı görmek isterse, buna alışması gerekir. Rahatça görebildiği ilk şeyler gölgeler olacaktır. Sonra, insanların ve nesnelerin sudaki yansıları, sonra da kendileri. Daha sonra da, gözlerini yukarı kaldırıp, Güneş'ten önce yıldızları, Ay'ı, gökyüzünü seyredecek.
- Herhalde.
- En sonunda da, Güneş'i; ama artık sularda ya da başka şeylerdeki yansılarıyla değil, olduğu yerde, olduğu gibi.
- Öyle olsa gerek.
- İşte ancak o zaman anlayabilir ki, mevsimleri, yılları yapan Güneş'tir. Bütün görünen Dünya'yı Güneş düzenler. Mağarada onun ve arkadaşlarının gördükleri her şeyin asıl kaynağı Güneş'tir.
- Bu değişik görgülerden sonra, varacağı sonuç da bu olur elbet.
- O zaman ilk yaşadığı yeri, orada bildiklerini, zindan arkadaşlarını hatırlayınca, haline şükretmez, orada kalanlara acımaz mı?
- Elbette.
- Ya orada birbirlerine verdikleri değerler, ünler? Gelip geçen şeyleri en iyi gören, ilk veya son geçenleri ya da hepsini en iyi aklında tutup, gelecek şeylerin ne olabileceğini de en doğru kestirenin elde ettiği kazançlar? Mağaradan kurtulan adam artık onlara imrenir mi? O ünleri, o kazançları sağlayanları kıskanır mı? O boş hayallere dönmekten, eskiden yaşadığı gibi yaşamaktansa, Homeros'taki Akhilleus gibi, "fakir bir çiftçinin hizmetinde uşak olmayı" bin kere daha iyi bulmaz mı?
- Bence bulur; her mihneti kabul eder de bir daha dönmez o hayata
- Bir de şunu düşün: Bu dediğimiz adam yeniden mağaraya dönüp eski yerini alsa; gün ışığından ayrılan gözleri karanlıklara dayanabilir mi?
- Dayanamaz.
- Daha gözleri karanlığa alışmadan, ki kolay kolay da alışamaz, yeniden bu karanlık içinde düşünmek, zincirlerinden hiç kurtulmamış mahpuslarla gördükleri üzerinde tartışmak zorunda kalsa, hepsi gülmez mi ona? Yukarıya, boşu boşuna çıkmış, üstelik de gözlerini bozup dönmüş demezler mi? Bu adam onları çözmeye, yukarıya götürmeye kalkışınca, ellerinden gelse, öldürmezler mi onu?
- Hiç şaşmaz, öldürürler.
~


Etiğe Giriş, Annemarie Pieper. Ayrıntı Yayınları. Sf 176-178.

12 Haziran 2012 Salı

İmtihan Et

Bu sözler sana imtihan gibi geliyorsa bir defacık o imtihanı imtihan et.

Mesnevî, 2684. beyit

~

Bahsin tamam olabilmesi için burada tafsilâta lüzum vardır. 
Lâkin ey tâlib; onu sen, ehli olanı ara ve ondan sor, öğren vesselam.

Mesnevî, 2643. beyit

11 Haziran 2012 Pazartesi

Bilginin Elde Edilmesi

Her şeyi bilme şeklindeki bu kendini beğenmiş küstahlığın temeli hiçbir zaman hiçbir şeyi anlamamış olmaktan başka birşey değildir. Bir kerecik bile olsa, tek bir şeyi tam olarak anlama deneyimi olan ve bilginin nasıl elde edildiğini gerçekten duyumsamış olan bir kimse, kendisinin hiç anlamadığı, sonsuz sayıda başka hakikatlerin de var olduğunu fark eder.

Galileo Galilei

10 Haziran 2012 Pazar

En Bilge Kişi

Sokrates'in Savunması
Eflatun [Platon] 
Aşağıdaki metin şuradaki adresten alınmıştır. 
(Çeviri biraz daha iyi olabilirmiş, onun haricinde harika)

~

Beni suçlayanların üzerinizde nasıl bir etki bıraktıklarını bilemem, Atinalılar; ama öylesine inandırıcı konuştular ki, neredeyse bana kendimi unutturdular; ve gene de söylediklerinin hemen hemen tek bir sözcüğü bile doğru değil. Ama söyledikleri sayısız yalan arasında beni en çok biri şaşırttı: Sizlere benim tarafımdan aldatılmamak için kendinizi kollamanız gerektiği, çünkü çok inandırıcı bir konuşmacı olduğum söylendi. Aslında ağzımı açar açmaz büyük bir konuşmacı olmaktan nasıl uzak olduğumu göstereceğimi bile bile bunu söylemeleri bana çok utanmazca göründü -hiç kuşkusuz usta bir konuşmacı ile demek istedikleri şey gerçekliği dile getiren biri değilse. Ama demek istedikleri buysa, usta bir konuşmacı olduğumu kabul ederim, hiç kuşkusuz onlarla aynı tarzda olmamak üzere. Evet, dediğim gibi, söyledikleri arasında gerçek tek bir sözcük bile yok; ama benden yalnızca gerçeği işiteceksiniz. Gene de, Atinalılar, onlarınki gibi güzel sözlerle ve deyimlerle süslenmiş bir konuşma biçiminde değil. Hayır, hiç de değil; benden duyacaklarınız dosdoğru o anda aklıma gelen sözler ve uslamlamalar olacaktır; çünkü söylediklerimin haklılığına inanıyorum.

Aslında, benim gibi yaşlı bir insana sizlerin karşısına sözlerini hoş göstermeye çabalayan genç bir söylevci gibi çıkmak yakışmaz -ve kimse benden bunu beklemesin. Ama, Atinalılar, sizlerden bir ricada bulunmam gerekiyor: Eğer kendimi alışıldık tarzımda savunursam, ve eğer pazar yerlerinde ya da başka yerlerde kullanma alışkanlığında olduğum sözleri kullandığımı duyarsanız, şaşırmamanızı ve bu yüzden sözümü kesmemenizi isteyeceğim. Çünkü yaşım yetmişin üstünde, ve şimdi ilk kez bir mahkeme önüne çıktığım için buranın diline oldukça yabancıyım. Bu yüzden bana sanki gerçekten de bir yabancıymışım gibi, eğer büyürken işittiği kendi lehçesinde ve kendi ülkesinin tarzında konuşursa bağışlayacak olduğunuz biri gibi bakmanızı istiyorum. Sizlerden haksız bir istekte mi bulunuyorum? Lütfen tarzıma aldırmayın, iyi olabilir ya da olmayabilir; ama yalnızca sözlerimin haklı olup olmadığını düşünün ve yalnızca bunu dikkate alın. Çünkü yargıcın erdemi budur, tıpkı konuşmacının erdeminin gerçeği söylemek olması gibi.

Benim için doğru olan şey ilkin bana yöneltilen ilk yalancı suçlamalara ve beni ilk suçlayanlara karşı savunma yapmaktır, ve ardından daha sonraki suçlamalara ve suçlayıcılara geçeceğim. Bu ayrımı yapıyorum çünkü sizden önce birçokları tarafından yıllarca yalan yanlış suçlandım; ve bunlardan Anitus ve arkadaşlarından olduğundan daha çok korkarım, üstelik onların da kendi yollarında oldukça tehlikeli olmalarına karşın. Ama sizleri daha birer çocukken yakalayıp kafalarınızı bana karşı doğru olmayan suçlamalarla dolduran ötekiler çok daha tehlikelidir. Bunlar bir Sokrates'ten, yukarıda gökyüzündeki şeyler hakkında kafasını yorup aşağıda yeraltındaki şeyleri araştıran, zayıf uslamlamayı kuvvetliye çeviren bir bilge insandan söz ettiler. Beni korkutan suçlayıcılar bu masalı yayanlardır, Atinalılar; çünkü onları dinleyenler böyle şeyleri araştıranların tanrılara tapınmaya bile inanmadıklarını sanırlar. Dahası, bunlar sayıca kalabalıktır, ve bana karşı suçlamaları eskilere gider, ve üstelik bu suçlamaları onlara en kolay inanabileceğiniz çağda yaptılar -çocukluğunuzda, ya da belki de gençliğinizde; ve yargı gıyaben verildi, çünkü beni savunacak kimse yoktu. Ve tüm bunların içinde en usdışı olanı suçlayıcılarımın pek çoğunu tanımamam ve adlarını bile bilmememdir -tek bir durum, bir güldürü ozanının durumu dışında. Kıskançlık ve çekememezlikten sizi bana karşı döndürmüş olanların tümü -ki bunlardan bir bölümü yalnızca başkalarından duyup inandıklarını yinelemişlerdir - tüm bu insanlar uğraşılması en güç olanlardır; çünkü onları buraya getirtemem ve yakından sorgulayamam; bu yüzden kendimi savunmak için bir bakıma gölgelerle savaşmak ve yanıtlayacak kimse yokken sorgulamak zorundayım. O zaman lütfen, söylediğim gibi, karşıtlarımın iki sınıfa düştüğünü anımsayın; birinciler suçlamalarını şimdi getirmiş olan yeniler, ötekiler çok önceden getirmiş olan eskiler. Ve umarım kendimi ilkin ikincilere karşı savunmamın yerinde olduğunu kabul edeceksiniz, çünkü bunların suçlamalarını yenilerden çok daha önce ve çok daha büyük bir şiddetle yaptıklarını duydunuz.

9 Haziran 2012 Cumartesi

Hapishane

Ufak iş bizimkisi
asıl en kötüsü,
bilerek bilmeyerek,
hapishaneyi insanın kendi içinde taşıması! 

Nazım Hikmet Ran

Duyarlı Bir Bilinç

Tarih boyunca bazı azizlerin kendilerinden "günahkârların başı" diye söz ettiklerine dikkat edelim. Açıkçası bu, günahkârlar alenî, objektif suçlar işlemiştir anlamına gelmez. Ama sıradan insanlardan daha gelişmiş bir ruhanîlik sahibi olarak gururlarının, kibirlerinin, katı kalpliliklerinin ve duygusuz anlayışlarının bu yüksek vicdana uygun olarak daha derin bir farkındalıkları olduğu anlamına gelir. Günaha içinden bakarsak, gerçekten iddiaları anlam kazanır. Paul Tillich, duyarlı bir bilinç ile iyi bir bilincin aynı zamanda bir arada bulunmasının imkansız olduğunu hatırlatırken, kişinin, duyarlı bir bilince sahip olduğu takdirde dünyadaki kötülüklere bizlerin insanlar olarak katıldığımızı da fark edeceğine işaret etmektedir. O halde berrak, iyi bir bilinç yoktur, kötülüklere ilişkin aktif bir kavram vardır.

Rollo MayÖzgürlük ve Kader. Sf 299-300.

8 Haziran 2012 Cuma

Özgürlüğün Emsalsizliği


Özgürlük aynı zamanda bütün değerlerin anası olarak da emsalsizdir. Dürüstlük, sevgi ya da cesaret gibi değerleri ele alırsak, garip bir şekilde bunların özgürlüğün değerine paralel tutulamayacağını görürüz. Diğer değerler, değerlerini özgür olmaktan alırlar, hepsi özgürlüğe bağımlıdırlar.

Sevginin değerini ele alın. Bir kimsenin sevgisine, eğer bu sevginin belli bir ölçüde özgürce verilmemiş olduğunu bilirsem, nasıl değer verebilirim? Sevgi denilen şey sadece bir bağımlılık ya da tekdüzelikten nasıl korunabilir? Jacques Ellul "Çünkü sevgi, ancak somut özgürlük içinde biçim bulur" diyor. "O özgür bir insanı sevgiye götürür, çünkü sevgi hem öbürünün umulmadık keşfi, hem de onun için bir şeyler yapmaya hazır oluştur."

Ya da dürüstlük değerini alın. Ben Franklin, sözde etik ilkesinde "Dürüstlük en iyi politikadır" diye ilan etmektedir. Ama o en iyi politika ise hiç de dürüstlük değil, sadece iyi bir iştir. Eğer birisi ortaklığın maddi çıkarlarına karşı hareket etmekte özgür olursa, dürüstlüğün otantik değeri budur. Özgürlük ön koşulu olmaksızın dürüstlük etik karakterini yitirir. Cesaret de, eğer buna zorlanmakta olan birisi tarafından gösterilirse değerini yitirir.

Böylece özgürlük, bir değer olmaktan daha fazla bir şeydir: O, değerlendirme olasılığından önce gelir, değerlendirme kapasitemizin temelidir. Özgürlük olmaksızın adını hak eden hiçbir değer yoktur. Kamu yararı ve kişisel onurun böylesine ayrıştığı, değerlerin feda edildiği bu çağda, kendimizi toparlamamız -eğer bunu başarmak zorundaysak- bütün değerlerin kaynağı olan bu şeyle, özgürlükle uzlaşmamıza bağlıdır. Bunun için özgürlük, psikoterapinin amacı olarak çok önemlidir; hastanın, hangisi olursa olsun değer geliştirmesi, otonomiyi algılaması, kendi gücü ve olanaklarını hissetmesi hep terapide ulaşacağını umduğu özgürlüğe dayalıdır.

Rollo May, Özgürlük ve Kader. Sf 10-11.
Başka bir alıntı için: Hastalıkta ve Sağlıkta Özgürlük ve Kader

7 Haziran 2012 Perşembe

Yavaşlık

Teennî: Acele etmeden, ihtiyatlı, düşünceli ve yavaş hareket etmek, temkinli davranmak.
~


Ashaptan birisi Hazret-i Peygamber'e, "Ben alışverişimde hep aldanıyorum.
Hayrettir ki alıcının da, satıcının da hilesi banadır, sanki büyü yaparlar" dedi.
Hazret-i Peygamber dedi ki, "Alışverişinde aldanmaktan tereddüt ediyorsan, alacağın şeyi üç günlüğüne muhayyer olarak al."
Zira teennî Rahman'dandır. Mel'un şeytansa acele etmeye sevk eder.
Köpeğin bile önünde bir lokma ekmek olsa onu, önce koklar, sonra yer.
Köpeğin koku alan burnu bizim aklımızdır. Biz bu koklamaya onunla katılırız.
Bu yerler ve gökler bile altı günde yavaşlıkla halk oldu.
Yoksa "Kün (Ol)" emriyle Cenabıhak bir anda yüzlerce yer ve gök yaratmaya kâdirdir
O, insanı yavaş yavaş kırk (yılda) tamamlar.
Gerçi bir nefeste yoktan yüz binlerce insan yaratmaya kudreti yeter.
İsa'ya, dua edince ölüleri diriltme kudretini verdi.
Öyleyse İsa'yı yaratan bir anda insanları yaratmaya kadir olmaz mı?
İşte bu teenni, bu yavaşlık bize öğretmek içindir. Mânası, maksadın yavaşlık olmasıdır.
Devamlı akan küçük ırmak kokup kirlenmez.
İkbal ve devlet bu yavaşlıktandır. Teennî yumurta, devlet de kuştur.
Gerçi kuş yumurtadan çıktıysa da, hiç ona benzer mi?
Sen de çalış, cüzlerin yumurta gibi olsun, nice uçan kuşlar çıkarsın.
Gerçi yılan yumurtası serçenin yumurtasına benzer, ama aralarındaki mesafe uzak!
Ayva çekirdeğiyle elma çekirdeği benzerlerse de, ey kardeş! Farkları çoktur.
Baksan, yapraklar da aynı renkte, fakat meyveler başka başka.
Vücud yaprakları da birbirine benzer. Lâkin her can, başka surette tespit olunmuştur.
Halk yolda çarşıda beraberce yürür, ama kimisi dert sahibi, kimisi mesut.
Ölüm zamanı da bunun gibi, yarısı hüsran içinde, yarısı bahtlı.

Mesnevî, III. cilt, 3514-3536. beyitler
~


Hilâlle dolunay birdir, ikilikten eksilmekten uzaktırlar.
Hilâl, kendinden küçülmekten beridir. Onun zâhirdeki noksanlığı tedrice, yavaş yavaş kemale visaldir.
Geceye, yavaş yavaş olma dersi verir.
Teennî, darlıktan kurtulmaya sebeptir.
"Aceleci olma, teennî kıl, dama basamak basamak çıkılır" der.
Tencerenin, yavaş yavaş kaynaması lâzımdır. Birden delice kaynayan yemekten hayır gelmez.
Cenabıhak, şüphesiz "Ol" diye bir anda kâinatı yaratmaya kâdir iken,
Niçin altı günde yarattı? Ki her bir gün de bin yıl kadardı.
Çocuğun da yaradılışı dokuz aydır. Çünkü yavaş yavaş oluş, Cenabıhakk'ın hikmetidir.
Âdem'in yaradılışı da kırk gün sürdü. O çamur, yavaş yavaş kemal buldu.

Mesnevî, VI. cilt, 1229-1237. beyitler

Kaynak kitap: Mesnevî-i Şerif, Timaş yayınları. İlgili bağlantı: şurası.

5 Haziran 2012 Salı

Filin Tamamı


Konunun uzmanları, fil tarif eden körler gibi, yalnızca dokundukları kısmı anlatır, kimi hortumudan söz eder, kimi kalın derisinden, kimi de kocaman bacaklardan. Ama filin tamamı bir türlü anlatılamaz. Çünkü gerçekten de filin tamamını görmek mümkün değildir.

İyiyi istemenin Yetmezliği


İyiyi istemenin tek başına yetmezliği, Camus'nün de dikkatini çekmişti. Veba'nın bir yerinde, olayı anlatana şunu dedirtir: «Dünyadaki kötülük hemen hemen hep, bilmemekten gelir; iyiyi isteme de, aydınlanmamışsa, kötüyü isteme kadar zarar verebilir».

Bu Etik, iki anlamda bir aydınlatma girişimidir. Birkaç yoldan ortaya koymaya çalıştığı şey: yaşarken doğru veya değerli eylemlerde bulunabilmenin, bir bilgi sorunu olduğu, birkaç çeşitten bilgiye bağlı bir sorun olduğudur: geç kalmadan -çok genç yaşta- onunla hesaplaşmayı gerektiren bir bilgi sorunu.

 İoanna Kuçuradi, "Etik" kitabının önsözünden... 

~


Dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır ve eğer aydınlatılmamışsa, iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir. İnsanlar kötü olmak yerine daha çok iyidir ve gerçekte sorun bu değildir. Ancak insanlar bir şeyin farkında değillerdir, şu erdem ya da kusur denilen şeyin; en umut kırıcı kusur, her şeyi bildiğini sanan ve böylece kendine öldürme hakkı tanıyan cehalettir. Katilin ruhu kördür ve insan her türlü sağduyudan yoksunsa güzel aşk ve gerçek iyilik diye bir şey olamaz. 

Albert Camus, Veba / La Peste..

Mektep

Çocuklar da zorla mektebe giderler, çünkü faydalarını bilmezler.
Ama faydasını anlayınca da seve seve giderler, bundan canları zevk alır.

Mevlana Celaleddin Rumî 
Mesnevî, III. Cilt, 4626-27. beyitler