Loading

30 Kasım 2014 Pazar

Hakikati Araştıranların Dört Sınıfı

El-Munkizü Mine’d-Dalâl
İmam Gazalî

~ bölümler ~


Hakikati Araştıranlara Dair

Cenab-ı Hak lûtfu ve keremi ile beni bu hastalıktan iyi edince hakikati araştıranların dört sınıftan ibaret olduğuna dikkat ettim. Birinci sınıf İlm-i Kelâm âlimleridir. Bunlar rey ve istidlal sahibi olduklarını iddia ederler. İkinci sınıf Bâtıniye fırkasıdır. Bunlar, talim ashabından olduklarını, hakikatleri "İmam-ı masum12"dan öğrendiklerini söylerler. Üçüncü sınıf felsefecilerdir. Bunlar da mantık ve bürhan13 erbabı olduklarını iddia ederler. Dördüncü sınıf mutasavvıflardır. Bunlar Tanrı'nın huzurunda bulunduklarını, müşahede ve keşif ashabından olduklarını iddia ederler.

Ben de kendi kendime dedim ki hakikat bu dört mesleğin dışında kalamaz. Bu meslekler erbabı hakikati aramak yolunda yürüyorlar. Hakikat bu meslekler dışında kalırsa o, zaman ona ulaşmak ümidi kalmaz. Çünkü taklitten ayrıldıktan sonra tekrar ona dönmek imkânı yoktur. Mukallidin mukallit olduğunu bilememesi şarttır. Mukallit olduğunu bildiği anda taklide dayanan bilgisi bir şişe gibi parçalanır, hiçe iner. Bu parçalar birbirine eklenmekle düzelmiş olmaz. Meğerki dimağda eritilerek yeni bir kalıba dökülmüş olsun. Bu yola girmeye, bu fırkaların düşüncelerinin mahiyetini araştırmaya koyuldum. Önce ilmi kelâmı, sonra felsefe yolunu, daha sonra Bâtınîlerin talimatını, dördüncü olarak tasavvuf mezhebini inceledim.


İlm-i Kelâmdan Maksat ve Gaye Ne Olduğuna Dair

Evvelâ ilm-i kelâma başladım. Onu lâyıkıyla öğrendim. Özüne vâkıf oldum. Bu ilimde "Muhakkik"14 sayılan kimselerin kitaplarını mütalâa ettim. Arzu ettiğim konulara dair kitap tasnif ettim. Gördüm ki bu ilim kendi gayesini temine kâfi geliyor. Fakat benim maksadımı temin edemiyor. İlm-i kelâmın gayesi Ehl-i sünnetin akidesini muhafaza etmek, onu bidat erbabının karıştırmasından korumaktır. Tanrı, elçisinin diliyle kendi kullarına din ve dünyalarının iyiliğini sağlayan hak bir itikadı telkin etti. Kur'an-ı Kerim, Peygamber'in sözleri (hadîsler) bunu bize haber veriyor. Sonra Şeytan, bidat ashabının vesveselerine, sünnete muhalif birtakım kanaatler karıştırdı. Onu yaydılar, müslümanların doğru itikatlarını teşvik edeyazdılar. Cenab-ı Hak İlm-i Kelâm âlimlerini yarattı. Geleneğe bağlı Ehl-i sünnete muhalif olan türemiş bidat ashabının kötü gidişlerini meydana koyacak sözlerle sünnete yardım etmek arzusunu onlarda uyandırdı.

İşte İlm-i Kelâm ve Mütekellimîn bundan doğdu. Bunlardan bir taife Cenab-ı Hakk'ın kendilerine verdiği vazifeyi yerine getirdi. Sünneti iyi müdafaa, Peygamber'in telkin ettiği akideyi muhafaza ettiler. Uydurma bidatlere karşı koydular. Lâkin bu müdafaalarda, hasımları tarafından ileri sürülmüş, kendileri tarafından ya taklit, ya icma-i ümmet, yahut da Kur'an ve hadîse uygunluk dolayısıyla kabul ve teslim edilmiş bazı mukaddemetlere15 dayandılar. En çok hasımlarının sözlerindeki tenakuzları meydana koymak, onların kabul ettikleri esasların doğurduğu batıl fikirleri muaheze etmek gibi şeylerle uğraştılar. (Bedihî) sözlerden başka sözleri asla kabul etmeyen bir kimse için bu çeşit sözlerin faydası pek az olur. Binaenaleyh ilm-i kelâm kâfi derecede beni tatmin etmedi. Yukarıda şikâyet ettiğim derdime şifa olmadı. Evet "Kelâm" sanatı meydana geldikten sonra onunla iştigal çoğalıp zaman geçince "Mütekellimîn" sünneti müdafaa ederken eşyanın hakikatlerini anlatmaya özendiler. Cevherden, arazdan ve bunların ahkâmından bahsetmeğe başladılar. Fakat ilm-i kelâmdan maksat bu değildi. Bunun için sözleri asıl gayeyi temin edemedi. Halkın akide ihtilâfından doğan şaşkınlık karanlığını tamamıyla gideremedi. Benden başkası için böyle bir gaye tahakkuk etmiş olabilir. Hattâ bir kısım insanlarda böyle bir gayenin tahakkuk etmiş olduğuna şüphe etmem. Fakat bunun "evveliyat"tan16 olmayan bazı noktalarda taklit ile karışık olduğu da şüphesizdir. Ben şimdi kendi halimi anlatıyorum. Yoksa ilm-i kelâmdan şifa bekleyenlere diyeceğim yok. Şifa veren ilâçlar derdin başkalığına göre değişir. Ne kadar ilâç vardır ki bir hastaya menfaat, diğer birine mazarrat verir.

Derin Denizin Dalgaları

El-Munkizü Mine’d-Dalâl
İmam Gazalî

~ bölümler ~


Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla Başlarım

Her kitabın ve her makalenin başında kendisine hamdolunan Allah'a hamdederim. Hakk'ı haber veren Allah elçisi Muhammed Mustafa'ya insanları dalâletten kurtarıp doğru yola götüren âline ve eshabına salât ve selâmet okurum. Bu vecibeyi eda ettikten sonra maksada başlıyorum:

Ey din kardeşim,2 ilimlerin gayesi ile sırlarını; mezheplerin, şaşkınlık doğuran halleriyle derinliklerini (mahiyetlerini) sana anlatmamı istedin. Türlü dinî meslek ve yollar içinde hakkı bulup meydana çıkarmak için çektiğim zahmetleri, taklit suretiyle olan itikattan3 kurtulup tahkik derecesine nasıl yükseldiğimi, ilkin İlmi Kelâm'dan faydalandığım cihetleri sonra Hakk'a ermeyi İmam tanıdıkları bir kimseyi taklit etmeye hasreden "Ehl-i Tâlim"in4 gittikleri yolları, daha sonra, beğenmeyip tenkit ettiğim felsefe mesleklerini, nihayet doğru bulduğum ve kabul ettiğim tasavvuf tarikini, halkın sözlerini ve düşüncelerini tetkik ettiğim sıralarda bana malûm olan hakikat özlerini, Bağdat'ta birçok talebeye ders vermekte iken ne sebeple bundan feragat ettiğimi, uzun müddet sonra niçin Nişabur'a dönüp tekrar ilim yaymaya başladığımı açıklamamı arzu ettin. Bu istekte samimî olduğuna kanaat getirdiğim için arzunu yerine getiriyorum. Tanrı'dan yardım isteyip ona tevekkül ederek, tevfikini benden esirgememesini dileyip ona sığınarak size söylüyorum: Biliniz ki -Allah sizi doğru yolda yürümeğe muvaffak etsin ve hakikate boyun eğmenizi kolaylaştırsın- insanların muhtelif din ve milletlere ayrılması; bir ümmetin, yolları ayrı olan türlü fırkalara ayrılarak birçok mezhepler meydana getirmesi derin bir denizdir ki çokları içinde boğulmuş, pek az kimseler ondan kurtulmuştur. Her fırkaya mensup olan kimse, kurtulan kendi fırkası olduğunu zanneder ve "Her zümre kendi gidişinden memnundur5". Bütün sözleri hakikat olan Peygamberlerin ulusu -Allah'ın salâvatı ona olsun- kendi ümmetinin de böyle olacağını: "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. İçlerinde necat bulan yalnız bir tanedir." manasındaki hadîs-i şerifinde bize haber vermiştir. O büyük Peygamber'in, olacağını haber verdiği şey tahakkuk etti. Gençliğimin ilk devresinden itibaren, yirmi yaşına girmeden evvel, buluğa yaklaştığım zamandan bugüne kadar -ki şimdi yaşım elliyi geçmiştir- bu derin denizin dalgalarıyla mücadele ediyorum. Cesaretle derinliklerine dalıyorum. Korkak ve çekingen değilim. Bütün karanlık durumlarda da uğraşıyorum. Her güçlüğü yenmeğe çalışıyorum. Her uçurumu atlatmaya gayret ediyorum. Her fırkanın itikadını araştırıyorum. Her taifenin mezhebine ait sırları meydana koymaya çabalıyorum. Hangisi hak, hangisi bâtıl; hangisi Peygamber'in sünnetine uygun, hangisi bidat6 üzerine kurulmuş anlamak istiyorum. Bir bâtınînin7 içindekini öğrenmek dilerim. Bir zahirînin gittiği yolun neden ibaret olduğunu öğrenirim. Bir felsefecinin felsefesinin mahiyetini anlamayı arzu ederim. Bir mütekellimin (İlm-i Kelâm âliminin) fikrinin ne olduğunu, ne için mücadele ettiğini tetkik ederim. Bir mutasavvıfın iç temizliğine nasıl eriştiğinin sırrına vakıf olmayı çok isterim. Bir âbidin ibadetinin ona ne sağladığını incelerim. Allah'ı inkâr eden bir zındıkın bu inkâra cüret etmesinin sebeplerini araştırırım. Gençliğimin iptidasından beri hakikatleri kavramağa susamış olmak fıtrî bir âdetimdir. Allah tarafından yaradılışımda yer etmiştir, bunda benim ihtiyar ve arzumun tesiri yoktur, bu sayede taklit bağından kurtuldum. Çocukluk devrine yakın bir zamanda, göreneğe dayanan akidelerden azade kaldım. Çünkü gördüm ki daima Hıristiyan çocukları Hıristiyan olarak, Yahudi çocukları Yahudi olarak, Müslüman çocukları da Müslüman olarak yetişiyorlar. Tanrı elçisinden -Allah ona salât ve selâm etsin- rivayet olunan şu manâda bir hadîs işittim. "Her doğan çocuk müslüman yaradılışı üzere dünyaya gelir. Sonra ana ve babası onu Yahudi yapar, Hıristiyan yapar, Mecusî yapar". Asıl yaradılışın hakikati ile ana ve babayı, öğretmenleri taklit etmek dolayısıyla ârız olan akidelerin hakikatini araştırmayı arzu ettim. Telkin ile başlayan; hangisi hak, hangisi bâtıl olduğunda birçok ihtilâflar vuku bulan bu taklitleri ayırt etmek istedim. İlkin kendi kendime dedim ki benim maksadım işlerin hakikatlerini anlamak ve bilmektir. O halde evvelâ (bilgi) nedir? Bunun hakikatini araştırmak icap eder. Nihayet anladım ki (yakîn) raddesine varan bilgilerde bilinen şeyin asla şek götürmeyecek derecede anlaşılmış olması gerektir. Bunda yanılmış olmak, vehme kapılmak ihtimali varit olmaz. Kalp böyle bir ihtimale imkân veremez. Hatadan emin olmak için (bilgi) o suretle kuvvetli olmalıdır ki mesela birisi o bilginin bâtıl olduğunu iddia etse ve taşı altına çevirmek, değneği ejderha yapmak suretiyle de dâvasının doğruluğuna delil gösterse bu keyfiyet o bilgi sahibine şek vermez. Ben on sayısının üçten büyük olduğunu bildiğim halde birisi "Hayır üç ondan daha büyüktür. Sözüme inanmanız için de şu değneği ejderhaya çevireceğim" dese ve dediğini yapsa, ben de görsem bu yüzden bilgimde bana bir şek arız olmaz. Ancak o adamın bunu nasıl yaptığına şaşarım. Yoksa bildiğim şeyde şüphe etmem. Sonra anladım ki bu tarzda bilmediğim, bu suretle (yakîn) hâsıl etmediğim her bilgi itimada şayan değildir, hatadan emin olamaz. Hatadan emin olmayan bilgi de yakîn ifade etmez.

Safsataya8 Kapılarak İlimleri İnkâr Ettiğime Dair

Sonra bilgilerimi kontrol ettim. Gördüm ki bende (hissiyat) ve (zaruriyat)9'tan başka böyle bilgi yok. Dedim ki şimdi bende hâsıl olan yeisten sonra hissiyat ve zaruriyattan ibaret olan bedihî bilgilerden başka müşkülleri çözecek bir vasıta kalmadı. Öyle ise ilkin bu bilgileri inceleyerek kuvvet derecelerini anlamalıyım. Tâ ki mahsûsata olan güvenim, zaruriyatta yanılmaktan emin olmaklığım; taklide dayanan eski bilgilerimle birçok kimselerin ispata dayanan bilgilerindeki emniyet cinsinden midir (yani şek götürür müdür) yoksa bu emniyet hakikate uygun, yanılmak ihtimalinden uzak bir şey midir anlaşılsın. Çok ciddî bir gayretle mahsûsat ve zaruriyat üzerinde düşünmeye, bunlarda nefsimi şüpheye düşürmek mümkün olup olmadığını aramaya başladım. Uzun müddet şüpheden ileri gelen araştırmalardan sonra mahsûsatta hata olmayacağına emin olmayı nefsim kabul etmedi. Bu hususta düştüğü şek kuvvet buldu. İçim diyordu ki "Mahsûsata nasıl güvenilebilir? Bunların en kuvvetlisi göz hassesidir. Bu hasse gölgeye bakar, onu sabit, hareketsiz görür. Onda hareket olmadığına hükmeder. Bir müddet sonra tecrübe ve müşahede ile anlar ki o, hareket ediyor. Ancak o hareket birdenbire olmayıp tedriç ile, zerre zerre oluyor, onda sabit olmak durumu görülmüyor. Keza göz yıldıza bakıyor. Onu bir altın lira büyüklüğünde görüyor. Hâlbuki hendesî deliller, onun üzerinde bulunduğumuz küreden daha büyük olduğunu gösteriyor. Mahsûsatta bu gibi hallerde his hâkimi hükmediyor. Fakat akıl hâkimi müdafaasına imkân olmayacak şekilde tecrübe ile yalanlıyor."

29 Kasım 2014 Cumartesi

İyiyi Kötüden Ayıran Çizgi

"Keşke bu kadar basit olsaydı! Keşke bir yerlerde sinsice kötülüklerini işleyen kötü insanlar olsaydı ve yapılması gereken tek şey, onları diğer insanlardan ayırıp ortadan kaldırmak olsaydı. Ancak, iyiyi kötüden ayıran çizgi her insanın kalbinin içinden geçiyor. Ve kim kendi kalbinin bir parçasını yok etmeyi isteyebilir?... [Bir insan] kimi zaman neredeyse bir şeytan olur, kimi zaman ise bir aziz. Ancak adı değişmez ve bu ada hem iyiyi, hem kötüyü atfederiz."


Şeytan - Antikiteden İlkel Hıristiyanlığa Kötülük (Jeffrey Bertrand Russell
kitabının 18. sayfasından alıntı, ki o yazar da Soljenitsin'den alıntı yapmakta..

Resim: kaynak

Kötülüğün Evrenselliği

"Terapiyle uğraştığım meslek hayatım boyunca, oğulları ya da kızları benim tedavimde olan birçok ebeveynle buluşup konuştum. Ebeveynler içlerini döktüklerinde, değişik tutumlar sergilediler. Örneğin, yüksek dereceli bir rahibin, oğlunun yaşadığı bir depresyondan dolayı gözyaşı dökerek teessür duyması; kızı doğduğunda psikotik bir dönem yaşayan annenin, kızının bugünkü avareliğine bağlı olarak sorunlarını çözememiş olması ve büyük üzüntü duyması; bir Wall Street yöneticisinin, oğlunun kendisine bir an önce çeki düzen vermesi için gürültücü talimatlar savurması.

Yöneticinin gürültücülüğü, otoriterliğinin, oğlunun şimdi her denediği işte sürekli başarısızlıklarıyla epeyce ilgili olduğunun bilinçaltı fark edilişinden geldiğini anlamaya yarıyordu. Eğer bu ebeveynler, hissettiklerinin derinlerinden konuşabilselerdi, her biri, hatta Wall Street yöneticisi bile "En sevdiğim kişiye neden zarar verdim?" diye ağlardı.

Kendi ailemizdekilere ve sevdiğimiz kimselere, karşımızdakinin aklından geçeni anlamadaki yetersizliğimizden ötürü, çoğunlukla istemeden yaptığımız kötülüğü gördüğümüzde çok azımız etkilenmeden kalabiliriz. Oscar Wilde'ın dizesi "Gene de her insan sevdiği şeyi öldürür", kötülüğün evrenselliği sorununu sunarak bizleri bir ölçüde rahatlatır; kısmen neden olduğumuz zararda yalnız değiliz. Ama Wilde aynı zamanda her birimizin diğer insanlara insanlık dışı şeyler yapmada rol aldığımızı unutmamızı da imkânsız kılar. Kötülüğün kaçınılmazlığı, özgürlük için ödediğimiz bedeldir. Berdyayev'in Jacob Boehme'nin deyişlerini yorumunda belirttiği gibi, kötünün inkârı aynı zamanda özgürlüğün inkârıdır. Özgürlük için bir miktar marjımız olduğundan bir seçim yapmak zorunda kalırız ve bu da iyi seçim kadar kötü seçim de yapma şansı demektir. Özgürlük ve kötülük, özgürlüğümüz ve kötülüğümüz için sorumluluğu kabul etsek de etmesek de, birbirini gerektirir. Olasılık, iyi için olduğu kadar kötülük için de olasılıktır. Masummuşuz gibi yapabiliriz ama böyle bir çocukluk masumiyetine sığınmak kimseye yaramaz. Kaçılması olası olmayan bir benmerkezcilik hepimizde vardır ve bu kendi algılamamızı mutlaklaştırır, ki bu da en yakınlarımız için tahrip edici olur. Schelling, "Her birimizde kendi kendimize kesin olmak eğilimi vardır" derken haklıydı. Her birimiz kendi derisi ile bağlıdır, her birimiz yaşamı kendi gözleriyle görür ve hiçbirimiz uzun zamandan beri en iyi anladıklarımıza herhangi bir şiddet uygulamaktan kaçınamaz. "Yapacağım iyiliği yapmam, yapmayacağım kötülüğü yaparım," Aziz Paul'un sorunu klasik şekilde koyuşuydu. Bu açmazdan kaçış yoktur. Gerçekten de Kierkegaard bunu orijinal günah olarak yorumlamıştı: Her birimiz kendi ayrı bireyselliğinden konuşur ve böylece karşı konulamaz şekilde sevdiğimiz insanlar için değerli olan özlem ve algılamaların hakkını yer. Ve kişi bunu yapmamaya iyice zorlanırsa, "iyiyi" yapmak için bütün çabasını ortaya koyarsa ancak kişinin kendi hemcinsleri ile karşı karşıya gelmesinde kendini haklı bulmasına bir unsur daha eklemiş olur. ..."


Rollo May, Özgürlük ve Kader adlı kitabından, sf 295-6

28 Kasım 2014 Cuma

Toplumsal Aktarım Figürlüğü

"Bir Türk vatandaşı olmamama rağmen, çocukluğumdan beri, dolayısıyla da tüm hayatım boyunca benim bir parçam olan Türklük saldırı altındaydı. Kadın, erkek bazı tanınmış insanlar şaşkınlıklarını ve kaygılarını dile getiriyorlardı, fakat seslerinin yeterince güçlü çıkmadığını düşünüyordum. Özellikle de kadın haklarının korunması konusunda onlara katılmak istedim. Türk medyasının çabalarıyla, tabiri caizse "tanınmış bir kişi" haline geldiğimden, aynı zamanda "toplumsal bir aktarım figürü" de olmuştum. Bu, toplumdaki pek çok insanın kendilerine ait özelliklerini, isteklerini, korkularını bana yansıtmaları ve dışsallaştırmaları ve sonra temel olarak kendi fantezileri doğrultusunda beni algılamaları anlamına geliyordu. Basında ve televizyon programlarında benimle daha önce tanışmamış olan pek çok kişi, Nobel Barış Ödülü adayı bir akademisyen olarak, Türkiye'nin kimlik sorunlarına çözüm bulunmasında yardımcı olmamdan bahsediyor ve samimi sözler sarfediyordu. Başkaları için ise CIA ya da Mossad tarafından Türkiye'yi bölmesi için gönderilmiş bir ajandım! Üç psikiyatr -ikisi geçmişte kısa bir süre karşılaşmış olduğum erkek, üçüncüsü ise hiç karşılaşmadığım bir kadındı- patolojik bir şekilde bana takılıp kaldılar ve bana internet ve televizyon aracılığıyla yaptıkları saldırılar bende rahatsızlık uyandırdı. Bazı günler bir gazetede yüceltilirken, başka bir gazetede tehlikeli biri olduğum ilan ediliyordu. Başka bir şey daha öğrendim. Bu, toplumsal bir aktarım figürü haline gelmenin yarattığı çılgınlıkla ilgiliydi ve bu koşullar altında dengeli bir durumda kalmak gerekiyordu. Dünyanın her tarafında, gündelik yaşamlarını birer toplumsal aktarım figürü olarak geçirmek zorunda kalan siyasî liderleri düşündüm ve onların yanlış anlaşılmalara dayanma gücünü takdir ettim."

Vamık D. Volkan'ın Divandaki Düşmanlar kitabından, sf 505-6..

~

20 Kasım 2014 Perşembe

Tatar Miski

Bir kimsenin ağzında misk olsa,
sarımsaktan bahsetse de sözlerinde misk kokar.

Bilâkis, ağzında sarımsak bulunsa,
anberden dem vursa da ağzından sarımsak kokusu gelir.
...
Halkta koku almak hissi oldukça,
sâhib-i dillerin sözlerinden pekâla koku sezerler.

Nefsânî olan bir kimse, Hudâ'ya dâir söz söylese, 
halka o sözlerden hevâya taalluk eden koku gelir. 

Âgâh olan bir kimse de dünyâya taalluk eden bir bahsi açsa,
halk o sözlerden de âhirete yol bulur.
.....

İntihâ-name, Sultan Veled, 6290-1. & 6293-5. beyitler

~
Hani her solukta ödağacından, miskten bahseden,
fakat sarımsakla ekmek yiyen adam gibi, 

O, miskten laf eder durur,
ama ağzından sarımsak kokusu gelir

Aksine, birisi de ağız dolusu misk alsa ağzına,
pis kokudan bahsetse de ağzından misk kokusu duyulur

Sarımsaktan dem vursa bile söz söyledikçe
sana Tatar miskinin kokusu gelir

Can, insan vasfından arındı mı,
onun kötüsünü de misk say, iyisini de  

Ama iyi olmadı mı da, arınmadı mı da onun iyiliğini,
hevâ ve hevesten doğan tüm kötülük bil

İbtidâ-nameSultan Veled1890-5. beyitler

Hayatı ve Eserleri & İmam Gazalî

El-Munkizü Mine’d-Dalâl
İmam Gazalî
1990, 4. basım, 20000 adet. Millî Eğitim Basımevi. Çeviren: Hilmi Güngör

~

ÖNSÖZ

Hicrî beşinci yüzyılda İslâm memleketlerinde bir şaşkınlık hüküm sürüyordu. Bir taraftan türlü dinî fırkalara mensup olanlar halkın zihnini karıştırıyor, diğer taraftan felsefe ile uğraşanlar İslâm akidesine aykırı bazı fikirler yayıyorlardı. Ehl-i sünnet mezhebinden olan âlimler bununla mücadele ettiler. Bu mücadelenin ön safında bulunanlardan biri de " El-Munkizü Mine’d-Dalâl"ı yazan büyük İslâm âlimi Gazalî olmuştur.

Gazalî'nin asıl adı Muhammed'dir. İslâm dinine yaptığı büyük hizmetlerden dolayı İslâm âleminde "İmam, Zeyn-üd-din, Hüccet-ül-İslam" gibi şanına lâyık büyük unvanlarla anılır. 450 (1058) tarihinde Horasan'da, bugün adı Meşhed olan, Tus şehri civarında "Gazale" köyünde doğmuş ve bilâhare doğduğu köye nispetle Gazalî adını almıştır. Bu hususta şöyle bir rivayet daha vardır: Babası fakir ve okumamış bir adamdı. Yün eğilip dükkânında satardı. Arapçada zanaatı eğirmek olan kimseye "Gazzal" sıfatı verilir. Büyük âlim, babasının zanaatı dolayısıyla "Gazzalî" adını aldı.

Her iki rivayet de muteber kitaplarda kaydedilmiştir. Ancak amcası da ulemadan olup "Büyük Gazalî" adıyla tarihe geçmiştir. Bu zatın, kardeşinin yün eğirme zanaatıyla bir ilgisi yoktur. Bu cihetle birinci rivayete göre Gazalî adını aldığı anlaşılır. Memleketimizde büyük âlimin adı hep "Gazalî" tarzında söylendiği için biz de bu şekli kabul ettik.

Gazalî, tahsilini Tus'ta yaptı. Sonra Curcan'a gitti, orada Şafiî fıkhını tahsil etti. Memleketine dönerken yolda başından şöyle bir vaka geçti:

Beraber yolculuk yaptığı kervanın yolunu eşkıya kesti. Bütün yolcuları soydular. Gazalî'nin, içinde notları bulunan torbasını da aldılar. Gazalî başkanlarına müracaat etti. Senelerce ömür sarf edip elde ettiği bilgilere ait notlarının torbada olduğunu ve bu notların kendilerine hiçbir faydası olmayacağını anlatarak geri verilmesini istedi. Başkan gülümsedi: "Elinden kâğıt parçaları alınınca cahil kalıyorsun. Bilgi böyle mi olur?" dedi, adamlarına torbanın geri verilmesini söyledi. Gazalî bu sözden ders alarak Tus'ta üç sene bu notları ezberlemekle meşgul oldu. Sonra Nişabur'a gitti "İmam-ül-haremeyn" adını taşıyan büyük âlimden ders almaya başladı. Hocası onu çok beğenirdi. Hattâ son zamanlarda zekâsına gıpta ederdi. Gazalî bu sıralarda daha genç yaşında iken eser telifine başladı ve şöhret kazandı. Hocası vefat edince Bağdat'a bağlı bulunan ve bugünkü adı Samra olan "Serre men rea" şehrine gidip değerli âlimleri himaye etmekle tanınmış meşhur vezir "Nizam-ül-Mülk"ün ikram ve tazimine mazhar oldu. 484 tarihinde Bağdat'taki "Medrese-i Nizamiye"nin müderrisliğine tayin olundu. Dört sene sonra -sebebi tercüme olunan bir risalede tafsilatıyla görüleceği üzere- tedrisi bıraktı, Şam'a vardı. İki seneye yakın orada kaldı. Sonra ziyaret için Kudüs'e ve Hicaz'a gitti. Nihayet vatanına döndü. On sene kadar inzivada yaşadı. Sonra -kendi tabiriyle- vaktin padişahı1 onu Nişabur'a gitmeye davet etti. Orada yeniden tedrise başladı. Fakat bilâhare bu vazifeyi de bırakarak Tus'a döndü. Yaptırdığı bir tekke ile bir medresede tedris ve irşat ile meşgul oldu. 14 Cemaziyelâhir 505 (1111) tarihinde 55 (53) yaşında vefat etti. Mezarı Tus'ta meşhur şair Firdevsî'nin mezarı karşısındadır.

19 Kasım 2014 Çarşamba

Çocuklarda Küfür Davranışı

"Çok uzaktalar Kaptan, seni duyamazlar..."

~

Çocuklarda Küfür Davranışının Önlenmesi 

Çocuklarda küfür üç temel gruba ayrılır:

- Ya beddua etmek yada birine zarar verilmesi dileğini yansıtan konuşma biçimi
- Cinsel içerikli küfürler, müstehcen konuşmalar
- Kişiliğe yönelik küfürler. Manyak, salak, aptal, cahil... 

Çocuklarda Küfürün Nedenleri

1- Dikkat çekme: Bazı çocuklar ana-babadan yeterli ilgiyi göremiyorlarsa, dikkat çekmek için küfrederler. 
2- Sarsma: Bazı çocuklar için yetişkinleri şok etme, rahatsız etme eğlenceli olabilir. 
3- Ağızdan kaçıverme: İnsanlarda engellenme yada kızgınlık hissedildiğinde yada fiziksel bir gerginlik olduğunda küfürün ağızdan çıkıvermesi çok doğaldır. Çok engellenen, yaşama alanı çok daraltılan çocuk, kızgınlık olarak küfredebilir. 
4- Savunma: Bazıları için kötü söz söyleme bir savunma davranışıdır. Küfür etmenin tam anlamıyla yasak olduğu çevrede yetişenler, isyan ederek bağımsızlıklarını göstermek isterler. 
5- Olgunlaşma: Bazen de çocuklar yetişkin olmanın bir sembolü olarak, kötü söz söylerler. 
6- Akranları tarafından onaylanması: Arkadaş çevresinden övgü ve beğeni toplaması, kötü söz söyleme eğilimine yol açar. 
7- Çocukça bir zevk: Küçük çocuklarda banyo ve ona ilişkin konuşmak, çocuklarda bir tür çocuksu seksüel zevk alma durumu ortaya çıkarmaktadır. 

Küfürü Önlemek İçin Yapılması Gerekenler 

1- Örnek oluşturma: Eğer kaba ve küfürlü bir konuşma eğilimini kendinizde engelleyebiliyorsanız, çocuğunuz da bu kontrolü sizi taklit ederek öğrenecektir. 
2- Dürtülerini ifade edebilme: Eğer çocuk, size olan kızgınlıklarını rahatlıkla dile getirebiliyorsa, bu özgürlüğe sahip ise, olumsuz duygularını belirtmek için daha az küfürlü sözcük kullanacaktır. 
3- Tartışma: Bu kelimeler bir kağıda yazılarak tanımlanır ve daha sonra tartışılır. 
4- Önemsememek: Çocuklar kötü sözcükler kullandığında, anne-babalar bu duruma pek fazla üzülüp şaşırmıyorlarsa,çocukların bu sözcükleri söylemeleri için bir nedenleri kalmayabilir. 
5- “Dilsizlik Oyunu”: Ana-babalar böyle durumlarda şoke olmaktan çok, sessizlik oyunu oynayarak çocuğu yönlendirebilirler. “Senin kullandığın kelimenin anlamı nedir?”, “anlamıyorum”, denilerek çocuktan yanıtlaması istenir. 
6- Yaratıcı olmaya özendirmek: Yaratıcı uğraşlar, yazınsal faaliyetler, spor vb. yaratıcılığı artırıp kötü söz kullanımını engeller. 
7- Kötü sözcüklerin yıpratılması: Çocuk bu kelimeyi kullandığında 5 dakika boyunca bu kelimeyi söylemesini isteyin. Büyük olasılıkla bir daha kullanmayacaktır. Söylemek istemediği zaman, ancak kötü sözcüğü kullanmaktan dolayı verilen cezayı uyguladıktan sonra, istediğini yapabileceğini söyleyin. 
8- Ciddi cezalandırmama: Eğer çocuğunuzu, döverek, bağırarak, tehdit ederek cezalandırırsanız; çocuğunuz bu kelimeleri yakalanıp cezalandırılmamak için, gizlice kullanmayı öğrenir. 

Uygun olmayan bu sözcüklerin yerine, uygun kabul edilebilir sözcükler kullanması için çocuğu bilgilendirmek gerekir. Çocuk olumlu sözcük kullandığında, çocuğun övülmesi, teşvik edilmesi gerekir.

~

Küfür Etmek Konusunda Araştırma Örnekleri

LONDRA - İngiliz bilim insanları, küfür etmenin acıyı azalttığını saptadı. İngiltere’nin Keele Üniversitesi’nde yapılan araştırmada, gönüllülerin küfür ettiklerinde acıya daha çok dayandıkları görüldü. Araştırmaya başkanlık eden Dr. Richard Stephens, bulguların küfür etmenin tüm dünya dillerinde niye aynı olduğunu açıklayabileceğini belirterek, "Küfür etmek dilin duygusal bir biçimi ve insan dil olgusunda evrensel bir yeri var" dedi. Ebelerin kadınların doğum sırasında küfür ettiklerini ve bu durumun kendisini düşündürdüğünü belirten Dr. Stephens, eşinin de kızlarını dünyaya getirirken küfür ettiğini ve sonrasında bundan utanç duyduğunu anlattı. Dr. Stephens, "Araştırmamız, küfür etmenin neden ortaya çıktığını ve kalıcı olduğunun nedenlerini göstermesi açısından önemli" diye konuştu. Bulgularını NeuroReport dergisinde yayınlayan araştırmacılar, deneklerden kendi seçtikleri küfürleri ederken ellerini buzlu suyun içinde mümkün olduğunca uzun süre tutmalarını istediler. Bilim insanları deneklerden daha sonra aynı işi küfür etmeden bir masayı tarif ederek yapmalarını talep ettiler. Araştırmada, gönüllülerin küfür ederken ellerini buzlu suyun içinde ortalama 40 saniye daha uzun süre tutabildikleri görülürken, daha az acı çektikleri belirlendi.

KALİFORNİYA - California Üniversitesinde profesör olan Michael Kahn, Harvard’da öğrenciyken kızgınlığın etkisini görmek için bir deney yapıyor. Tezi de şu: kızgınlıklarını (küfür, bağırma, şikayet etme ve vurma yoluyla) ifade eden kişiler kızgınlıklarını dışa vurdukları için daha iyi hisseder ve stres atar. Bu tezi test etmek için denekleri iki gruba ayırıyor. Onlara bir test veriyor ve bu sırada kan basınçlarını ölçüyor. Testin bir anlamı yok aslında. Bu test sırasında her iki gruptaki kişileri de aşağılıyor ve onlara bağırıyor. Şikayet hakkı: Birinci gruptaki deneklere deney sonunda şöyle bir hak veriyor: “Bu deney sırasında herhangi bir şey sizi rahatsız ettiyse, yan odadaki profesöre şikayette bulanabilirsiniz.” Ama ikinci gruba böyle bir hak vermiyor. Tabii ki ilk gruptaki deneklerin çoğu hemen yan odaya geçip, sinirli bir şekilde Michael hakkında şikayette bulunuyor. Yani kızgınlıklarını ifade ediyor. Bazıları çok ağır kelimeler kullanıyor. Hatta küfür ediyor. Sonuçlar: Michael’in tam beklediğinin tersine çıkıyor. İlk grubun (sinirlerini şikayet ile belirtilen grup) kan basıncı artıyor ve bu denekler daha stresli oluyor. Bu gruba üç hafta sonra bir anket verildiğinde; çoğu denek, Michael’den nefret ettiğini söylüyor. Hala kin besliyorlar. İkinci gruptaki (şikayet etme şansı verilmeyen grup) deneklerin kan basınçları artıyor ama kısa bir süre sonra normale dönüyor. 3 hafta sonra sorulduğunda; çoğu denek, Michael ile bir sorunu olmadığını söylüyor. Michael’in tezi çürüyor ve hayal kırıklığı içinde uzun bir araştırma ve düşünme sürecine giriyor. Ama daha sonra sonuçları açıklayan güzel bir teori buluyor. Bilişsel uyumsuzluk teorisi: Bu teoriye göre, bir birey kendisine yakışmayan bir davranış gösterdiği zaman kafasında bir uyumsuzluk yaşıyor. Bu uyumsuzluğu gidermek için de yaptığı davranışı haklı çıkartacak şekilde düşünce tarzını değiştiriyor. “Bunu iyi ki yapmışım” diyor. Daha da önemlisi bundan sonra göstereceği diğer davranışları mümkün olduğu kadar o ilk davranışına benzetmeye çalışıyor. Deneyin açıklaması: Deneye geri dönersek, ilk gruptaki kişiler şikayet ederek o kişiye karşı olumsuz hislerini ilan etmiş oluyor. Artık bundan sonra bilişsel uyumsuzluk yaşamamak için o kişiden nefret etmeye devam ediyorlar. Nefret ve öfke devam ediyor. 3 hafta sonraki ankette de bunu belirtiyorlar. Ama şikayet etmeyen grup, böyle bir olumsuz düşünce ilan etmedikleri için bilişsel uyumsuzluk yaşamıyor. Nefret ve öfke devam etmiyor. Michael’in kaba davranışlarını şikayet etmeyerek zihinde kayıt altına almıyorlar. Sonuç olarak kızgınlığın küfür ya da başka yollarla ifade edilmesi yarar sağlamıyor. Tam tersine stres seviyesini yukarda tutarak ve nefretin devamını sağlayarak insanlara zarar veriyor.
~

Düğüm Çözme Sevdası

Biz ince ve derin sözlere dalmışız 
ve onların düğümlerini çözme sevdasına tutulmuşuz.

Müşkilâtta ve ona cevap bulmakta, 
düğümler bağlayıp onları çözmekte maharet göstermeye çalışıyoruz.

Tuzağın bağını kâh çözüp, kâh bağlayan 
ve bu sûretle ancak bu işte maharet kazanan kuş gibi.

O kuş sahradan ve çimenlikten mahrum kalır,
ömrü düğüm çözüp bağlamakla geçer.

Filvaki, hiçbir tuzağa zebûn olmaz; lâkin, 
bağı açıp kapamakla uğraştığı için, kanatları kırılır.

Düğüm çözmeye, yâni mesele halletmeye çalışma ki,
o uğraşmaktan akıl ve fikir kanatların kırılmasın.

Yüz binlerce kuşun kanadı kırıldı da,
yine o kaza tuzağı giderilemedi. 


Mesnevî, Mevlana Celaleddin Rumî
7657-7663. beyitler

Atlas Kumaş

Hîşten râ âdemî erzân furûht
Bûd atlas hîş ber delkî bedûht

İnsan kendini ucuza sattı
Bir atlastı, kendini hırkaya yamadı


Mesnevî, Mevlana Celaleddin Rumî
8711. beyit

En Uzak Yıldız

Kim ki bir çiçek koparır, en uzak yıldızı rahatsız etmiştir. 
Thomas Traherne


kaynak
Şeytan kitabı girişi
Jeffrey Burton Russell, Kabalcı Yayınları, İstanbul 1999 1. baskı, 330 sf.

Değerler ve Standartlar


Dinler, Değerler, Doruk Deneyimler
Abraham Harold Maslow
Kuraldışı Yayınları, 1996 İstanbul, çeviren H. Koray Sönmez
Bölüm 1, sf 26-32
~

GİRİŞ

Bir süre önce, devlet okullarında dua edilmesine ilişkin Yargıtay kararının alınmasından sonra, yurtsever kadınlardan oluşan bir grup (hangisiydi unuttum) Yargıtay'ın bu kararına din karşıtı olduğu gerekçesi ile karşı çıkmışlardı. Bu kadınlar, kendilerinin "manevî değerler" yanlısı olduklarını savunuyorlardı ve ne var ki Yargıtay almış olduğu bu kararla savundukları bu "manevî değerler"i zedeliyordu.

Kilisenin ve devletin tamamen ayrı olmasından yana birisi olarak, bu olaya tepkim kendiliğinden olmuştu. Bu kadınların bağlı oldukları örgüt ile karşıt fikirdeydim. Ama, beni daha sonra aylarca düşündüren bir şey oldu. Aslında kendimin de "manevî değerler"den yana olduğunu ve yıllardır süren araştırmalarımın ve kuramsal incelemelerimin de bu değerlerin gerçekliklerini ortaya koymak yolunda ilerliyor olduğunu gördüm. Bu kadınların ortaya koydukları görüşe "manevî değerler" kavramını tamamen yanlış tanımlamış olmalarından ve gerçekte ifade ettiği şeyden tamamen farklı bir anlamda kullanıldığı için birden karşı çıkmıştım. Kısaca, nasıl "yurtsever" kelimesini kendilerine mal ederek bu kelimeye "kendi" anladıklarını yükledilerse, "manevî değerler" kavramını da kendilerince yorumlamalarına ve tekrar tanımlamalarına izin vermiştim. Kendilerince yaptıkları bu tanımı onların açısından görmek için kendime izin verdiğim zaman ancak yapmış oldukları tanımlamayı kabul edebildim. Burada, manevî değerlerin doğalcı bir tanımı olduğunu, örgütlenmiş kiliselerin malı olmadığını, kendisini geçerli kılacak doğaüstü kavramlara gereksinimi olmadığını, uygun bir biçimde gelişen bilimlerin yetkisi ve yargısı içinde olduğunu, bu nedenle de tüm insanlığın sorumluluğunda olduğunu belirtmek istiyorum. Böyle olduğunu varsayarak, eğitimde manevî ve ahlakî değerlerin olası yerini yeniden değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Eğer bu değerler kilisenin egemenliği altında olmaz ise, o zaman okullarda varolan öğretim değerleri ve manevî değerler arasında, kilise ve devlet arasındakine benzer duvarların oluşturulmasına da gerek kalmayacaktır kanısındayım.

Devlet okullarında dua edilmesine ilişkin alınmış bu karar birçok Amerikalı tarafından eğitimde manevî değerlerin reddedilmesi olarak görülmüştür. Karışıklığın çoğu, dua ve bununla ilgili olmaktan çok, yüksek değerlerin ve temel gerçekliklerin savunulmasından doğmuştu. Bu da toplumumuzdaki birçok insanın, örgütlenmiş dini manevî yaşamın merkezi, kaynağı, muhafızı ve tek öğreticisi olarak gördüğünü açıkça göstermektedir. Kilisenin kullandığı metotlar ve öğretim biçimi, yaygın ve resmî bir biçimde çoğu kimse tarafından doğruluğa, adalete, iyiliğe, sağlığa ve erdemliliğe giden tek "yol" olarak görülmektedir.1

Bu görüş çoğu ortodoks pozitivist biliminsanı, filozof ve entellektüel için de geçerlidir. Bir grup olarak dindar pozitivistler de, uzman din adamları gibi karşıt katı gerçeklikleri ve değerleri benimsemişlerdir... Değerleri bilim alanından, kesin olandan, mantıklı ve pozitivist görüşten ayırdıkları için, bütün değerler hükmen biliminsanı ve akılcı olmayan kimseler tarafından sahiplenilmektedir. Ve değerlerin, sanki bir beğeni, bir seçim ya da bilimsel geçerliği kanıtlanamayacak şeylermiş gibi keyfî bir biçimde doğrulandığı düşünülmektedir. Bu nedenle, böylesi biliminsanlarının ya da filozofların kiliselere karşı ya da yandaş bir savlarının gerçekten varolmadığı gibi bir görüş çıkıyor ortaya; bir grup olarak kiliselere pek de değer vermemelerine rağmen. (Bu değer vermeme bile onlar için sadece bir beğeni meselesi olmakta ve böylesi bir beğeni de bilimsel olarak desteklenememektedir.)

14 Kasım 2014 Cuma

Kötülüğün Kişiselleştirilmesi

Şeytan
Jeffrey Burton Russell
Kabalcı Yayınları, İstanbul 1999 1. baskı, 330 sf.
1. Bölüm; 11-34. sayfalar
~



Kötülük Sorunu

Bunu gören gökler taraf tutmayacaklar mı? 
 — Macduff

Kötülüğün özü, hissedebilen bir varlığın, yani acı duyabilen bir varlığın incitilmesidir. Önemli olan acının kendisidir. Kötülük, dolaysız bir biçimde zihin tarafından kavranır ve yine dolaysız bir biçimde duygular tarafından hissedilir; kasıtlı olarak verilen acı duyumsanır. Kötülüğün varlığı bunun ötesinde bir kanıt gerektirmez: Varım; öyleyse kötülük bana acı verir.

Kötülük sık sık ve çoğu toplumda, amaçlı bir güç olarak hissedilir ve kişileştirilmiş olarak algılanır. Yalınlık ve açıklık sağlayabilmek amacıyla, ben bu kişileştirmeye "Şeytan" diyeceğim. Kötülük hiçbir zaman soyut değildir. Her zaman bir insanın çektiği acı temelinde kavranması gerekir. Kötülüğün dolaysızlığı hiçbir yerde, Karamazov Kardeşler'de İvan’ın Alyoşa ile konuşmasında olduğu kadar iyi tanımlanmamıştır:

Hayalinde canlandır bakalım: Daha memede bir olan bir çocuk, elleri tiril tiril titreyen annesinin kucağında. Etraflarını içeriye giren yabancılar almış. Akıllarına çok eğlenceli bir şey gelmiş. Çocuğu okşuyorlar, onu güldürmek için kahkahalar atıyorlar, sonunda çocuk gülmeye başlıyor. İşte o sırada, adamlardan biri tabancayı çocuğa doğru tutuyor; bebeğin yüzüne dört karış mesafeden nişan alıyor. Çocuk sevinçle kahkahalar atıyor, küçük ellerini tabancayı tutmak için uzatıyor işte o zaman o büyük sanatçı tetiği çekip tam yüzüne ateş ederek çocuğun başını parçalayıveriyor Şimdi söyle, bu işte ince bir sanat yok mu, yani?... Düşünüyorum ki, eğer Şeytan yoksa ve yok olduğuna göre onu insan yaratmışsa, o halde mutlaka onu kendine benzer olarak, kendini örnek alarak yaratmıştır.

Ve yine:
O zavallı beş yaşında kızcağıza, o tahsil görmüş ebeveynler akla hayale gelebilecek her türlü işkenceyi yapıyorlarmış. [Ebeveynler] soğukta, ayazda “geceleri çişi geldiğini söylemiyor" diye onu helaya kilitliyor, bütün gece orada tutuyorlarmış. Bu kabahati yüzünden çocuğun yüzüne pisliğini sürüyor, onu kendi pisliğini yemeye zorluyorlarmış. Hem de bunu anası, öz anası zorla yaptırıyormuş! Üstelik o ana, geceleri helaya kilitli olan zavallı yavrucağın iniltileri etrafı çınlatırken uyuyabiliyormuş! Mini mini bir varlık, daha başına gelenlerin ne olduğunu kavrayamayacak çağda küçücük bir varlık, o ayak yolunda, karanlıkta, soğukta küçücük yumruğunu acıdan neredeyse parçalanacak gibi olan göğsüne indiriyor ve kin nedir bilmeyen gözyaşlarını dökerek "Allah baba" kendisini savunsun diye yalvarıyor! Sen bunu anlayabiliyor musun? Neden o Allahın belası kötülük insana bu kadar pahalıya mal olduktan sonra, onu öğrenmek gerekli oluyor? "Allah babaya" yalvaran o çocuğun gözyaşlarına bütün bilinç dünyası feda olsun!1

22 Ağustos 1967 tarihinde, UPI şu haberi veriyordu:
LSD etkisi altında olduğu sanılan on altı yaşında bir kız, bileklerini ve kollarını usturayla doğradıktan sonra, bir Katolik kilisesinin merdivenlerine doğru koşarak ilerledi ve elindeki usturayı boğazına götürdü; o anda 300 kişilik bir kalabalık coşku içinde çığlıklar atıyor ve kıza sesleniyorlardı: “Haydi kardeş! Göster kendini!" Polis, kalabalığın bağırış çağırışını "iğrenç" olarak nitelendirdi... Polis memurları dedektife olayı aktarırken şunları söylüyorlardı: “Kalabalık haykırıyordu, ‘Haydi kardeş!’ 'Devam et!' diye” ... Kız en sonunda kan kaybından bitkin düşüp bayıldığında kalabalık neşeyle bağırdı.

Keyfî zalimlik ve yıkıcılık, tıpkı insanlık tarihinde olduğu gibi gündelik haberlerde yer alan öykülerde de her zaman rastlanan sıradan olgulardır. Yaklaşık üç bin yıl önce, Asur kralı II. Asurbanipal, bir düşman kentini ele geçirdiğinde askerlerine, bütün kent halkını topladıktan sonra onların ellerini ve ayaklarını kesmelerini ve kendi kanlarında boğulmaları için şehir meydanına yığmalarını emrederdi.

Bu bölümde sunulan kötülüğe ilişkin tüm örnekler fizikseldir, zira fiziksel olarak verilen zararlar zihinsel ya da tinsel kötü davranışlardan daha belirgindir. Bununla birlikte, yıkıcı ve ızdırap verici olmaları açısından, zihinsel ve tinsel kötü davranışlara da aynı ölçüde sık rastlanır; bunlar da kötülüğün ruhunda tam olarak yer alırlar.

Kötülük nedir ve nasıl ortaya çıkmıştır? Bunlar insana özgü soruların en eskileri ve en karışıkları arasında yer almaktadır. Kötülük sorununun varlığı zamanla azalmamıştır da: Yirminci yüzyılda bu sorun her zamankinden fazla kendini hissettirmektedir.

8 Kasım 2014 Cumartesi

Baştan Başlatmak


Bir zamanlar tuhaf bir yaşlı adam vardı. Köylerin gürültüsünden kaçıp sığındığı bir mağarada yaşıyordu. Büyücü olarak nam saldığı için, ondan büyü sanatını öğrenmeyi ümit eden öğrencileri vardı. Ama onun aklında hiç böyle şeyler yoktu. Tek isteği, bilmediği ama sürekli gerçekleştiğinden emin olduğu şeyin ne olduğunu öğrenmekti. Üzerinde düşünülmesi mümkün olmayan şeyin üzerinde uzun bir süre düşündükten sonra, içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulmak için çareyi, eline bir parça kırmızı tebeşir alıp mağarasının duvarlarına türlü türlü şekiller çizmekte buldu. Amacı, bilmediği şeyin neye benzediğini bulmaktı. Birçok denemeden sonra aklına bir daire çizmek geldi. "Bu doğru," diye hissetti, "şimdi içine bir de dörtgen çizmeli", ve böylesi çok daha iyiydi. Öğrenciler merak içindeydi ama tek bildikleri yaşlı adama bir haller olduğuydu; ne yaptığını öğrenmek için yanıp tutuşuyorlardı. Ona, "İçeride ne yapıyorsun?" diye sordular.

Ama yaşlı adam yanıt vermedi. Sonra duvardaki şekilleri keşfettiler ve "İşte bu!" dediler, ve bunları taklit ettiler. Fakat böyle yapmakla, farkına varmadan tüm süreci tersine çevirdiler: sonucu başa alarak bu sonuca yol açan süreci baştan başlatmayı umdular.

O zamanlar böyle olmuştu işte ve bugün de hâlâ öyle oluyor.

~

Dört Arketip, Carl Gustave Jung
Metis Yayınları, sf 61-62
Resim: bağlantı

1 Kasım 2014 Cumartesi

Aşkın Deneyimler

Dinler, Değerler, Doruk Deneyimler
Abraham Harold Maslow
Kuraldışı Yayınları, 1996 İstanbul, çeviren H. Koray Sönmez
Bölüm 3, sf 41-50

~

"İLAHÎ" DENEYİMLER YA DA AŞKIN BİLİNÇ DENEYİMLERİ

Bütün büyük dinlerin (Konfüçyizm bir din olarak görülmese bile) başlangıcında, özünde, aslında ve evrensel merkezinde, duyarlılığı yoğun olan bir peygamberin ya da gören bir kişinin kendisine özgü, yalnız ve kişisel aydınlanması, vecd ya da içe doğuş (revelation) deneyimleri vardır. Büyük dinler, açığa çıkarılmış olan kendi gerçekliklerinin, işlevlerinin ve peygamberlerinin yaşamış olduğu bu orijinal mistik deneyimin insanlığa ulaştırılmasında kendilerini tek sözcü olarak görürler ve bunu sürekli kılmak için çalışırlar.

Ama son zamanlarda konuyla ilgili birçok psikoloğun araştırma yaptığı, bu içe doğuş ve mistik aydınlanma olaylarının "doruk deneyimler"1 başlığı altında ele alınabileceği görülmeye başlandı. Yani, kesin bir biçimde söyleyebiliriz ki, doğaüstü diye bilinen tüm içe doğuş olayları ve benzerleri, aslında tamamen ve kesin bir biçimde doğal, güncel ve yaşamın içinde varolan, insana ait doruk deneyimlerdir ve şimdiye kadar kavramsal, kültürel ve dilbilimsel çalışmalar olarak değerlendirilmiş olmalarına karşın artık incelenebilmektedirler.

Kısaca, bugün geçmişte olmuş ve ancak doğaüstücü yollarla açıklanabilmiş olaylar üzerinde çalışmalar yapabiliriz. Böylelikle, dini de bütün yönleri ve anlamları ile inceleyebilir, bilimin sınırlarının dışında bırakmak yerine onun bir parçası durumuna getirebiliriz.

Bu tür bir çalışma, bizi daha akla yakın bir hipoteze götürüyor; tüm mistik veya doruk deneyimler aynıdır ve her zaman için de böyle olmuştur. Bütün dinler de özünde aynıdır ve bu her zaman da böyle olmuştur. Bu nedenle, ortak bulundukları noktalarda birleştirilmeye ve bu doğrultuda öğretilmeleri gereği fikrinde birleşilmelidir. Demek ki, doruk deneyimler olarak tanımladıklarımızın öğretmeye çalıştıkları da ortaktır. (Bu aydınlanmalarla ilgili herhangi değişik bir veri, uzay ve zamanda meydana gelen değişik konumlanmalar olarak ele alınmalı ve böylece genişletilebilir, sınırlandırılabilir olarak kabul edilmelidir. İşte bu ortak şey, bütün lokalizmlerden arındırıldığında geriye kalan, bazı dillerin ve felsefelerin ayrı ve köktenbilimci tanımlamalarından ve birçok etmenden arındırılmış "ilahî (core-religious) deneyimler" ya da "aşkın bilinç (transcendent) deneyimleri"dir.

Bunu daha iyi anlayabilmek için genel olarak peygamberleri, örgütleyici ve yasa koyuculardan ayrı "soyutlanmış" bir tip olarak incelemek zorundayız. (Burada bu "soyut" tipin, karikatürize edilebileceğini tahmin edebiliyorum, ancak bu burada ele aldığımız sorun ile ilgili düşünebilmemize yardıma olacaktır)2.

Peygamberin karakter özelliği, kendi kişisel deneyimleri aracılığı ile dünya, evren, ahlak ve Tanrı hakkında kendi gerçeğini, kendi içsel kimliğini bulmuş ve tüm bunları içe doğuş olarak değerlendirmiş yalnız bir adam olmasıdır. Genellikle, belki de her zaman büyük dinlerin peygamberleri bu deneyimleri tek başlarına oldukları bir zamanda yaşamışlardır.

Özellik olarak yasa koyucu bu soyut tip, kiliseye ait, koruyucu bir örgüt adamı, örgütün yöneticisi, başkanı ve bu içe doğuş olayını temel alarak biçimlendirdiği örgüte bağlı bir kimse olarak karşımıza çıkar. Örgütlerle ilgili tüm deneyimlerimizden ve bildiklerimizden yola çıkarak, insan topluluklarını böyle bir örgüte, (peygamberin kendisine ve görüntüsüne olduğu gibi) ya da en azından peygamberin görüntüsüne sahip örgütün söylemine kolaylıkla bağlanacağını biliyoruz. Daha da ileriye giderek, (sadece dinî örgütleri değil, buna benzer gelişim gösteren bütün devrimci örgütleri kastediyorum, örneğin komünist parti) bu örgütlerin, orijinal içe doğuş olaylarının, mistik deneyimlerin veya doruk deneyimlerin grup kullanımını kolaylaştırmak ve idarî uygulamalar yapabilmek için ortaya çıkarılmış birer izin kartı ya da IBM uyarlamaları olduğunu söyleyebilirim.

Burada, bize yardıma olması adına, henüz yeni olan ve dorukçu olmayan kişiler üzerinde yapılmış bir pilot araştırmadan bahsetmek istiyorum. Gene Nameche ile birlikte yaptığım ilk araştırmalarda bu "dorukçu olmayan" deyimini kullandım çünkü doruk deneyimleri bazı kişilerin yaşadığını, diğerlerinin ise yaşamadıklarını düşünüyordum. Ama bilgi topladıkça ve soru sormakta daha da ustalaştıkça, doruk deneyimlerle ilgili bilgi veren dorukçuların oranının gittikçe arttığını gördüm (Ek F'ye, heyecan veren duygusal iletişimler için bakabilirsiniz). Sonuç olarak, herkesin doruk deneyimler yaşayabileceğini düşünmeye ve böyle bir deneyim yaşamamış birisi karşıma çıkarsa ve yaşamadığına dair bir bilgi verirse daha fazla şaşıracağımı düşünmeye başladım. Sonuçta dorukçu olmayan deyimini, bu deneyimi yaşamamış kişiler için değil, bu deneyimlerden korkan, onları bastıran, reddeden, onlara sırt çeviren ve "unutan" kişiler için kullanmaya başladım. Doruk deneyimlere karşı olumsuz tepkiler veren kişilere yönelik başlangıçtaki çalışmam sonraları neden bazı kişilerin böylesi deneyimleri reddettiklerine ilişkin izlenimler elde etmeme de neden oldu.

Karakter yapısının (Weltanschaung'unun ya da yaşam biçiminin) aşırı biçimde tutucu, tamamen akılcı ya da "maddeci'' olmaya zorladığı herhangi bir kişi dorukçu olmamaya eğilim göstermektedir. Yani, böylesi bir yaşam görüşü, kişiyi kendi doruk ya da aşkın bilinç deneyimlerini bir tür delilik, kontrolün tamamen kaybı ve akılcı olmayan duyguların akını... vs olarak görmeye yönlendirmektedir. Delirmekten korkan ve bunu engellemek için, dengeli ve kontrollü olmaya çalışan, gerçeğe dört elle sarılan kişi, bu doruk deneyimler karşısında korkuya kapılarak bunları safdışı bırakmaya çalışmaktadır. Kendi yaşamında, duygularını reddeden ve kontrol altında tutmaya çalışan obsesif kompülsif bir kişilik yapısı, kontrolün kaybı olarak görülen doruk deneyimlere karşı savunma mekanizmaları geliştirmek ve onları tamamen dışlamak için yeterlidir. Burada inançlı bir Marksist ile ilgili bir örnek vermek istiyorum: Bu kişi, doruk deneyimini reddeden, daha doğrusu deneyimine sırt çeviren birisiydi ve bunun sonuç olarak özel bir durum olduğunu kabul etmesine rağmen, yine de bunun önemsiz olduğunu, en iyisinin bunu unutmak olacağını çünkü bu deneyimin kendisinin yaşamla ilgili maddeci mekanistik felsefesi ile çeliştiğini söyleyen birisiydi. 19. yy. biliminin duygudışı bakış açısına sahip dorukçu olmayan birkaç kişi de, mantıklı ve akılcı olmayan hiçbir şeyin yaşamda değer bulamayacağı görüşünü savunuyorlardı. (Aşırı uygulamacı yani, aşırı amaç merkezli kişilerin de dorukçu olmayan sınıfına dahil olabileceklerini düşünüyorum. Çünkü bu tür deneyimler, onların bakış açısına göre ne para kazandınr, ne ekmek pişirir, ne de odun kesmeye yardıma olur. Bu reddediş aynı zamanda kendi içlerinde neler olup bittiğinin farkına bile varmayan, "Concrète à la Goldstein" tipi için de geçerlidir). Sonuç olarak, bazı durumlarda "dorukçu" olmamaya karşı açıklamalar bulmakta zorlandığımı eklemeliyim.

Eğer izin verirseniz, peygamber ve rahip arasındaki ilişkiyi (yalnız mistik ve örgütlenmiş din arasındaki ilişkiyi), henüz gelişmekte olan ve daha geçerli kılınmamış "dorukçu olan" ve "dorukçu olmayan" kavramları arasındaki ilişkiye benzetmek istiyorum. Tarih boyunca dünyada epey teolojinin, epey sözel dinin bu sıradışı liderlerin sıradışı mistik yaşantılarını, sözcüklere ve sözel formüllere dökme gereksiniminde olmuş olduklarını söyleyebiliriz. Kısaca örgütsel din, doruk deneyimleri, dorukçu olmayanlara aktarma, öğretme ve uygulama gibi alanlarda çaba göstermiş bir kurum olarak düşünülebilir. İşin genelde en zor yanı, bu işin dorukçu olmayanların eline bırakılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Bunun ise, en azından insanlığın şimdiye kadar ilgili olduğu kısmıyla, boşa çıkmış olan çabalar olmasını beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yok. Doruk deneyimler ve deneysel gerçeklikleri, dorukçu olmayanlara en azından sadece sözlerle (doğal olarak dorukçu olmayanlar tarafından değil) kolaylıkla aktarılamamaktadır. Genelde insanlar arasında meydana gelen şey, (reddeden, naif ve eğitimsiz kişiler arasında) orijinal, kutsal açığa çıkış ve kutsal olan eylemleri yaşamaktansa, bu deneyimle ilgili tüm sembolleri, sözleri, heykelleri, ayinleri basitçe somutlaştırmak ve onları işlevsel ve aslından ayrı süreçler biçiminde uygulamak olmaktadır. Yani kısaca bu, tüm dinlerin temelde karşı çıktığı putlaştırmanın (fetişizmin) ta kendisi durumuna gelmektedir.