Şeytan
Jeffrey Burton Russell
Kabalcı Yayınları, İstanbul 1999 1. baskı, 330 sf.
1. Bölüm; 11-34. sayfalar
Jeffrey Burton Russell
Kabalcı Yayınları, İstanbul 1999 1. baskı, 330 sf.
1. Bölüm; 11-34. sayfalar
Bunu gören gökler taraf tutmayacaklar mı?
— Macduff
Kötülüğün özü, hissedebilen bir varlığın, yani acı duyabilen bir varlığın incitilmesidir. Önemli olan acının kendisidir. Kötülük, dolaysız bir biçimde zihin tarafından kavranır ve yine dolaysız bir biçimde duygular tarafından hissedilir; kasıtlı olarak verilen acı duyumsanır. Kötülüğün varlığı bunun ötesinde bir kanıt gerektirmez: Varım; öyleyse kötülük bana acı verir.
Kötülük sık sık ve çoğu toplumda, amaçlı bir güç olarak hissedilir ve kişileştirilmiş olarak algılanır. Yalınlık ve açıklık sağlayabilmek amacıyla, ben bu kişileştirmeye "Şeytan" diyeceğim. Kötülük hiçbir zaman soyut değildir. Her zaman bir insanın çektiği acı temelinde kavranması gerekir. Kötülüğün dolaysızlığı hiçbir yerde, Karamazov Kardeşler'de İvan’ın Alyoşa ile konuşmasında olduğu kadar iyi tanımlanmamıştır:
Ve yine:
O zavallı beş yaşında kızcağıza, o tahsil görmüş ebeveynler akla hayale gelebilecek her türlü işkenceyi yapıyorlarmış. [Ebeveynler] soğukta, ayazda “geceleri çişi geldiğini söylemiyor" diye onu helaya kilitliyor, bütün gece orada tutuyorlarmış. Bu kabahati yüzünden çocuğun yüzüne pisliğini sürüyor, onu kendi pisliğini yemeye zorluyorlarmış. Hem de bunu anası, öz anası zorla yaptırıyormuş! Üstelik o ana, geceleri helaya kilitli olan zavallı yavrucağın iniltileri etrafı çınlatırken uyuyabiliyormuş! Mini mini bir varlık, daha başına gelenlerin ne olduğunu kavrayamayacak çağda küçücük bir varlık, o ayak yolunda, karanlıkta, soğukta küçücük yumruğunu acıdan neredeyse parçalanacak gibi olan göğsüne indiriyor ve kin nedir bilmeyen gözyaşlarını dökerek "Allah baba" kendisini savunsun diye yalvarıyor! Sen bunu anlayabiliyor musun? Neden o Allahın belası kötülük insana bu kadar pahalıya mal olduktan sonra, onu öğrenmek gerekli oluyor? "Allah babaya" yalvaran o çocuğun gözyaşlarına bütün bilinç dünyası feda olsun!1
22 Ağustos 1967 tarihinde, UPI şu haberi veriyordu:
LSD etkisi altında olduğu sanılan on altı yaşında bir kız, bileklerini ve kollarını usturayla doğradıktan sonra, bir Katolik kilisesinin merdivenlerine doğru koşarak ilerledi ve elindeki usturayı boğazına götürdü; o anda 300 kişilik bir kalabalık coşku içinde çığlıklar atıyor ve kıza sesleniyorlardı: “Haydi kardeş! Göster kendini!" Polis, kalabalığın bağırış çağırışını "iğrenç" olarak nitelendirdi... Polis memurları dedektife olayı aktarırken şunları söylüyorlardı: “Kalabalık haykırıyordu, ‘Haydi kardeş!’ 'Devam et!' diye” ... Kız en sonunda kan kaybından bitkin düşüp bayıldığında kalabalık neşeyle bağırdı.
Keyfî zalimlik ve yıkıcılık, tıpkı insanlık tarihinde olduğu gibi gündelik haberlerde yer alan öykülerde de her zaman rastlanan sıradan olgulardır. Yaklaşık üç bin yıl önce, Asur kralı II. Asurbanipal, bir düşman kentini ele geçirdiğinde askerlerine, bütün kent halkını topladıktan sonra onların ellerini ve ayaklarını kesmelerini ve kendi kanlarında boğulmaları için şehir meydanına yığmalarını emrederdi.
Bu bölümde sunulan kötülüğe ilişkin tüm örnekler fizikseldir, zira fiziksel olarak verilen zararlar zihinsel ya da tinsel kötü davranışlardan daha belirgindir. Bununla birlikte, yıkıcı ve ızdırap verici olmaları açısından, zihinsel ve tinsel kötü davranışlara da aynı ölçüde sık rastlanır; bunlar da kötülüğün ruhunda tam olarak yer alırlar.
Kötülük nedir ve nasıl ortaya çıkmıştır? Bunlar insana özgü soruların en eskileri ve en karışıkları arasında yer almaktadır. Kötülük sorununun varlığı zamanla azalmamıştır da: Yirminci yüzyılda bu sorun her zamankinden fazla kendini hissettirmektedir.
Kötülük nedir? Kötülük, insanlar onu nasıl algılıyorsa öyledir. Ancak kötülüğün algılanışları birbirinden öylesine farklıdır ki, kavram tatmin edici bir şekilde tanımlanamamaktadır. Sınırlı bir iletişim amacıyla sözcüğe keyfî birtakım tanımlar getirilebilir. Ancak kötülük yalnızca sınırları belirsiz bir kavram değildir; içsel yönden de herhangi bir tutarlılıktan yoksundur. Sonuç olarak, kötülüğe kategorik bir tanım getirmek yerine, doğrudan ve var olduğu haliyle algılandığını kabul etmemiz gerekecektir.
Kötülüğün algılanışı bir insana yapılan bir edimin doğrudan, dolaysız bir deneyimidir. Size yapılan kötülüğü hemen yaşantılarsınız; bir başkasının duygularını anlayabilme yoluyla sevdiklerinize, dostlarınıza, komşularınıza, hatta şahsen tanımadığınız insanlara yapılan kötülüğü dolaysız bir biçimde yaşantılayabilirsiniz. Kötülük bir soyutlama değildir. Benzeşim yoluyla kendi acılarınızdan, toplama kampındaki Anne Frank’ın, Vietnam'da napalm bombasına maruz kalan çocuğun, sıcağın altında can çekişen Asurlu askerin acılarını anlayabilirsiniz. Bu acı 10.000 mil ya da 5.000 yıl ötede de olsa, uzaklığı önemli değildir. Ses çığlık atar ve duyulur. Gaz odasındaki Yahudi; kazığa bağlanıp yakılan sapkın; sokak ortasında soyulan yaşlı, yalnız adam; tecavüz edilen kadın; bunlardan birinin, sadece birinin bile acı çekmek zorunda kalması hoş görülemez. Birinin acı çekmek zorunda olması, insana, kötülük sorununu anlamaya ve böylece onunla mücadele etmeye çalışmaya ilişkin mutlak yükümlülüğü getirir.
Acı çekenin yalnızca tek bir kişi olması da enderdir. NKVD’nin bir kurbanının kurşuna dizilmesinin ardından, kurbanın sekiz yaşındaki kızı Zoya yalnızca bir yıl yaşayabildi. “O zamana kadar hiç hastalanmamıştı. O yıl süresince bir kez bile gülmedi; başı eğik dolaşıyordu... Beyin hummasından öldü ve ölürken: ‘Babam nerede? Bana babamı verin!’ diye ağlıyordu. Kamplarda yok olup giden milyonlarca insanı saydığımızda, onları ikiyle, üçle çarpmayı unuturuz."2
M. C. Escher, “Günah Keçisi," 1921.
Şeytan, Tanrı'nın gölgesi, tanrısal doğanın karanlık yüzü olarak karşımıza çıkar.
Escher Vakfı’nın izniyle, Haags Gemeente Museum, Lahey.
Bireysel kötülüğün temel algılanışından genele doğru bir çıkarsamada bulunularak, deneyimler düzleminden, bilinçli yapılandırma ve kavramsallaştırma düzlemine geçilir. Asurlu askerin ölümünden yola çıkarak, Asur savaşlarının dehşeti, oradan da tüm savaşların dehşeti üzerine bir kavram geliştirebilirsiniz. Anne Frank'ın çektiklerinden, zalim ve kendini üstün gören bir yönetim altında yaşamanın korkunçluğu üzerine bir kavram geliştirebilirsiniz. Napalm bombasına maruz kalan Vietnamlı çocuğun acısından, bombaların insanlar üzerindeki yok edici etkilerine tümüyle duyarsız ideolojilerin yol açtığı bir derin ızdırap fikrine varırsınız. Kötülük üzerine genel nosyonlar, genel kavramlar ortaya çıkar. Ancak bunların kuramsal olarak tanımlanmaları olanaksızdır; tek tek kişilerin çektikleri acılarla ilgili doğrudan algılarımızdan hareketle bilincimize hitap ederler.
Genel kötülük üzerine olan bilincimizden farklı bir anlayış düzlemi ortaya çıkar. Kötülüklerin yalnızca genel olarak değil, aynı zamanda insan deneyiminde evrensel olarak var olduğunu kavrarız. Kötülük varlığını her yerde, her zaman ve her yetişkin insanın yaşamında hissettirmiştir. Kötülüğün kozmik olduğunu anlarız. Zihnimizde daha iyi bir dünya düşüncesiyle bu dünyanın temel yetersizliklerinin neler olduğunu hissederiz. Kusurlu bir dünya algılaması —derinlere kök salmış olarak— her insanın ruhunda esastır. Kusurun algılanışı, insanoğluna atfedilebilen tüm algılarda olduğu kadar yaygındır. “Nasıl oluyor da dünya (belki de deva bulmaz) kusurlarla dolu?" sorusunu sorduğumuz an, kötülük sorununu tüm boyutlarıyla ortaya çıkarmış oluruz.
Ancak, “kusur” bir eğretilemedir. Ontolojinin ve etiolojinin soruları ise metafizik spekülasyonlardır. Eğer kötülüğe anlam kazandırmak istiyorsak, her zaman eğretileme ve metafizikten bireye geri dönmemiz gerekir. Sayılar gerçekliği gizlemekten öteye gidemez. Naziler tarafından katledilen altı milyon Yahudi ancak bir soyutlamadır. Anlamamız gereken şey, tek bir Yahudinin çektiği acıdır ve bunun ötesinde çıkarsama yapma gücümüz sınırlıdır. İşte bundan dolayıdır ki, Milton’ın İblis’i böylesine kibirli görünür; şahsında kişileştirdiğı kötülük, soyutlamanın örtüsü altında gizlenmektedir. İvan’ın karanlıkta tek başına işkence gören çocuğu, İblis’in düzmece zaferinin gerçek yüzünü ortaya çıkartır; bu, ancak, bireyin acı çektiğini yadsımak için zihinlerimizin soyut düşünceler tarafından yükseklere çıkarılmasına izin verdiğimizde hissedebileceğimiz bir zaferdir. Bireyle olan bağlarından koparılan soyutlamalar öldürebilirler. Kaç katliam Kilise, Demokrasi ve Halk tarafından talep edilmemiştir ki? Soyutlamalar, onları insan yapımı olmanın ötesinde şeylermiş gibi görmeye, kendimizi kandırarak onların gerçek olaylar olduklarını sanmaya başladığımızda öldürücü olurlar. Anne Frank'ın uğruna kurban edildiği Nasyonal Sosyalizm ve Vietnamlı çocuğun feda edildiği Demokrasi gerçek değildir. Gerçek olan, çocukların çektiği acıdır. Bu sizin için gerçektir, zira, kendi acınızdan çıkarsadığınız dolaysız bir kesinlik içinde onların duydukları acının ne olduğunu bilirsiniz.
Birçoğu vuruldu — önce binlercesi, daha sonra yüzbinlercesi. Bölüyoruz, çarpıyoruz, iç çekiyoruz, lanet ediyoruz. Ancak yine de bunlar sadece birer sayı. Zihni meşgul eder ve daha sonra unutulur giderler. Ve bir gün, vurulan kişilerin yakınları bir yayıncıya katledilen akrabalarının fotoğraflarını gönderseler ve bu fotoğrafların yer aldığı birkaç ciltten oluşan bir albüm yayımlansa, bu albümün sayfalarını çevirip, sönmüş gözlere yalnızca şöyle bir bakacak olsak, tüm yaşamımız boyunca büyük değer taşıyacak çok şey öğreniriz. Sözcüklerin neredeyse hiç bulunmadığı böyle bir okuma, sonsuza değin kalplerimizde derin bir iz bırakacaktır.3
Başka bir yoldan bireye geri dönmek gerekiyor. Buraya kadar kötülükten bana karşı yapılan bir şeymiş gibi söz ettim. Ama aynı zamanda benim tarafımdan da yapılan bir şeydir. Nasıl hiçbirimizin tüm yaşam boyunca tek bir kötülüğe uğramamış olması olanaksızsa, yaşamımız boyunca tek bir kötülük yapmamış olmamız da aynı ölçüde olanaksızdır. Solucan benim gülümde de vardır. Her birimizin içinde, bir yerde, yanlış geliştiği takdirde işkenceci, katil, saldırgan, sadist kişilikleri üretebilecek duygular yatar. Ve her zaman, en azından daha az ölçüde, bu duyguların içimde canlanmasına izin veririm. Kötülük sorusuna yanıtın en azından bir bölümü benim içimde yatmaktadır. Ancak yine de her zaman kötülüğü dışarıdan gelen bir güç olarak algılarım. Bir kimse çok ender olarak kendisinin kötü olduğunu söyler; hatta, çok ender olarak kötülük yaptığını itiraf eder. İnsanlığa yönelik en büyük tehlikelerden biri, içimizdeki kötülüğü başkalarına yansıtma eğilimimizdir.
Keşke bu kadar basit olsaydı! Keşke bir yerlerde sinsice kötülüklerini işleyen kötü insanlar olsaydı ve yapılması gereken tek şey, onları diğer insanlardan ayırıp ortadan kaldırmak olsaydı. Ancak, iyiyi kötüden ayıran çizgi her insanın kalbinin içinden geçiyor. Ve kim kendi kalbinin bir parçasını yok etmeyi isteyebilir? [Bir insan] kimi zaman neredeyse bir şeytan olur, kimi zaman ise bir aziz. Ancak adı değişmez ve bu ada hem iyiyi, hem kötüyü atfederiz.4
Bizler kötülüğü bize zorla dayatılmış olarak düşünürüz; ya bize yapılan bir hareket ya da çirkin eylemler yapmamıza neden olan yabancı bir güç anlamında. Bunu nasıl yapmış olabilirim diye sorarız; ya da, bana bir şeyler olmuş olmalı, deriz.
Ancak bu bir şeyler nedir? Gerçekte kötülük nedir? Bu paragrafın bundan sonraki bölümü kötülüğün benim için ne anlama geldiğini açıklamaktadır. Ancak bu açıklama tümüyle solipsistik sayılmaz, zira birçok insan tarafından doğrulanmaktadır. Kötülük, anlamsız, nedensiz yıkımdır. Kötülük yıkar, inşa etmez; parçalar ve onarmaz; keser ve bağlamaz. Daima ve her yerde imha etmeye, hiçliğe indirgemeye çalışır.5 Kötülüğün kalbinde, tüm varlıkları ele geçirip onları bir hiç haline getirmek yatar.6 Ya da Erich Fromm’un belirttiği gibi, kötülük “yaşamın kendi kendine karşı çıkması" ya da “ölü, çürüyen, yaşamayan ve bütünüyle mekanik şeylere duyulan hayranlıktır.”7
Kötülük bazen bile bile habisleşir. Zaman zaman ussallaştırmanın ya da zayıflığın ürünüdür: Bir tehlikeye maruz kaldığımda ve savunmasız bir durumda olduğum zamanlar büyük bir olasılıkla küstah, sert ya da düşmanca davranırım. Motivasyona ilişkin sorular zor ve belki de gereksizdir. Bir edimi, o edimi yapan şahsı yargılamadan yargılayabiliriz. Bir işkenceci bu eylemini korkudan ya da yanlış yönlendirilmiş bir usavurma sonucu işliyor olabilir; ancak işkence, mutlak, nesnel bir kötülük olarak kalır.
"Doğal kötülük" ve "ahlaksal kötülük" arasında geleneksel bir ayrım bulunmaktadır. Doğal kötülükler, kasırgalar ya da kanser gibi, “İlahî Takdir" ya da doğal nedenler sonucu oluşan yıkıcı olaylardır; buna karşın ahlaksal kötülük, bir insanın ya da düşünebilen başka bir varlığın istencinden kaynaklanır. Ancak kişi Tanrı üzerinde ciddi şekilde düşünmeye başladığında bu ayrım silinir gider; zira Tanrı, diğer hisseden varlıklar üzerinde acı uyandıran hisseden bir varlıktır. Üzerinize ahşap bir kiriş devrilecek olsa canınız yanacaktır, bu kiriş ister benim üzerinize devirdiğim bir kütük ister bir deprem esnasında üzerinize çöken çatı olsun, sonuç yine aynı olacaktır. Sizi yere çarpan Tanrı'nın amacı, sizden kurtularak daha iyi bir evren yaratmak olabilir; sizi yere çarpan ben isem, bunu iyi bir amaç için yapıyor olabilirim. Ancak, insanın motivasyonlarını ayrıntısıyla inceleyebilmek zordur; buna karşın, Tanrı'nınkilerin ayrımına tam olarak varabilmek olanak dışıdır. Doğal ve ahlaksal kötülük, aynı sorunun iki ayrı yüzüdür.
Belki de, insanın, kendi sorumluluklarının insanlığın ötesine geçerek diğer varlıkları da —hayvanları ve hatta bitkileri— kapsayacak ölçüde genişlediğini düşünmenin zamanı gelmiştir. Ben doğmadan önce bile büyümesini sürdüren ağaçları kesmeye hakkım olduğu görüşünün temelinde yatan nedir? Hayvanları, içinde yaşamlarını sürdürdükleri ormanlardan yoksun bırakma hakkını bana kim vermektedir? Musevî-Hıristiyan geleneği, Tanrı'nın dünyadaki yaratıkları, kullanması için Âdem’in eline teslim ettiğini söylemektedir; ancak diğer gelenekler Tanrı’nın amaçlarını farklı bir biçimde yorumlamışlardır. Her durumda, doğanın, Tanrı’ya ve Tekvin Kitabı'na inançlarını yitirmiş kişilerce sürekli biçimde sömürülmesi, bu insan “hakkı”nın gerçek temelini ortaya çıkartır. Bu, kudrettir; yalnızca kudrettir ve kudretten başka bir şey değildir. Açgözlülüğümüzü doyurmak için diğer varlıkları sömürecek gücümüz olduğundan dolayı sömürürüz ve çok yakın geçmişe değin hiç düşünmeden ya da üzerinde durmadan sömürmeyi sürdürmüşüzdür. Olasıdır ki, Hinduların ahimsa, yaşayan tüm canlılara, hissedebilen tüm varlıklara saygı ilkesinde bir erdem yatmaktadır. Richard Taylor şöyle yazıyor:
Ahlakçıları başka türlü düşünmeye yönlendiren, kendilerine duydukları dar görüşlü ve başkalarını dışlayıcı saygının ve ussal doğaya körü körüne tapınmanın ötesinde ne olabilir? İnsanın uslamlama gücüne sahip tek canlı varlık olduğu belki de doğrudur, ancak acı duyan tek canlı olmadığı da kesindir. Bir kedinin acı duymasından zevk alan bir kalp, insanların duydukları acılardan aynı zevki alan bir kalpten daha az kötü değildir.8
Kedileri ister sevin, ister sevmeyin, aşağıda anlatılan olay karşısında kötülük duyumunuz isyan edecektir:
Kendilerine bir eğlence bulmak için amaçsızca dolaşan bir grup erkek çocuğu bir ambarda uykuya dalmış kirli ve sıska, yaşlı bir kedi buldu. Çocuklardan biri bir teneke gazyağı bulmak üzere gönderildi, bu arada diğerleri kediyi bir torbaya sokup ağzını bağladı ve beklemeye koyuldu. Sonunda gazyağı bulundu, yüzüne ve gözlerine bulaşmamasına dikkat edilerek, kıvranan hayvanın üzerine bolca döküldü ve bir kibrit çakılarak kedinin kuyruğuna tutuldu. Sonuç görülmeğe değerdi: Çığlıklar içinde alev alev yanan bir meşale tarlanın içinde koşuyor, vahşi hareketlerle havada dönerek sıçrıyordu; sonunda bir alev topu haline gelen hayvanın iç organları ıslak cızırtılarla dışarı fırladı ve dışarı doğru fırlayan gözleri, birer akik taşı büyüklüğüne ve parlaklığına ulaştı.9
Ağaçları katletmek üzere yeni bir makine icat edildi, “her ağacı devasa çelik elleriyle kavrayarak bir havuç gibi topraktan söküp çıkartan bir tür biçer döver.”10 Musevî-Hırıstiyan etiği insanı ve Tanrı’yı doğadan kopardı; modern materyalizm ise bugün Tanrı’yı dışlayıp insanı tamamen tek başına bırakarak sorunu keskinleştirdi.
Ağaçlar ve sığırlar için dişleri ve pençeleri kan içinde olan, doğa değil insanlıktır. Belki de doğanın doğadan yoksunlaştırılmasının, insanların insanlıktan yoksunlaştırılması kadar büyük bir şiddet içerip içermediğini, hatta bunu teşvik edip etmediğini düşünmemiz gerekiyor. Evreni öylesine şeyleştirdik ki, insanları da bir şey konumuna indirgiyoruz. Kötülüğün özü, acı duyabilen bir varlığa bilerek uygulanan şiddet olarak kalıyor.
Tüm kötülükler arasında en kötüsü, kurumsallaşmış kötülüklerdir. İblis adlı romanında William Blatty, bir hükümeti ele geçirip dünyaya çok daha büyük zararlar vereceği yerde, küçük bir kızın ruhuna girmeyi seçecek kadar ahmak bir Şeytan'ı tanıtır bize.11 Nazi ölüm kamplarının ne kadar gayri şahsi ve bürokratize bir biçime büründüğünü herkes bilir. Daha güncel bir örneğe Şili’deki askerî hükümetle rastlarız; işkenceciyle kurbanı arasında şöyle bir konuşma geçer:
İşkenceci sordu: “Dışarıda eline geçirecek olsan Giorgio, bana ne yapardın?" Solimano, hiçbir şey yapmayacağını söyledi — o bir doktordu ve görevi, insanlara yardım etmekti. İşkenceci onu yanıtladı: “İşte, görmüyor musun, benimki de bir meslek, tıpkı seninki gibi."12
Kötülüğün kaynağı nedir? Son yıllarda oldukça kabul gören bir yanıt, soyaçekimdir. Basitçe ifade edilirse, bu sava göre, insanlığın şiddeti hayvansal doğasından kaynaklanmaktadır. Diğer hayvanlar gibi ilkel insanlar da ilgisiz ya da düşmanca bir çevreye karşı sürekli bir savaşım içindeydiler ve bu çok uzun süre boyunca öğrenilmiş olan ve bugün uygarlığın ince bir örtü altına gizlediği bu acımasız alışkanlıklar, sık sık ve kolayca, ince örtülerinin altından yokedici bir biçimde dışarı fırlarlar. Bu bilinçdışı, “genotip” saldırganlık evrenseldir ve iyice çığrından çıkmış teknolojiyle birleşince hepimizi tümüyle ortadan kaldıracak derecede güçlüdür.13 Son yıllarda yapılan araştırmaların büyük bir bölümü, konunun toplumsal yönünden çok genetik yönü üzerinde yoğunlaşma eğilimindedir. Bununla birlikte, insanda kendiliğinden ortaya çıkan yıkıcı saldırganlığın, somatik kökenli herhangi bir içgüdüden kaynaklandığı konusunda inandırıcı herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. Kaldı ki, böyle bir kanıt varolsaydı bile, ne yaşamın ya da yaşanan bölgenin savunulmasının çok daha ötesine uzanan insan şiddeti ve kötülüğünü ne de kötülüğün değişik koşullar altında büründüğü değişik biçimler dizisini açıklayabilecekti. Genetikbilim, biyolojinin kendi çerçevesinin sınırlamaları içinde bazı sorunlara açıklamalar getirebilir ve böylelikle de bir bütün olarak kötülüğü kavrayışımıza katkıda bulunur. Ancak genetikbilim, kendi uzmanlık alanının ötesine uzanan kötülüğün çeşitli yönlerinin ele alınmasında yetersiz kalır; bundan dolayıdır ki, genetikbilimciler yalnızca kendi açıklamalarının konuyu aydınlatabileceğini öne süremezler.
Genetik argümanın ("doğa"dan kaynaklanan argüman) büyük karşıtları “yetişme" taraftarlarıdır. Bu görüşü savunanlar konuya davranışçı ya da davranışçı/toplumbilimsel bakış açısından yaklaşırlar. (Elbette tüm toplumbilimcilerin davranışçı olduğunu öne sürmüyorum.) En güçlü biçimiyle kısaca ifade edersek bu sava göre, bizi kuşatan çevre —aile, yaşıtlar, kurumsal ve kültürel çevre, vb.— davranışlarımızı belirler. Bu görüşün daha yaygın ifadesi, kötülüğü bireyin değil toplumun ürettiğidir.14 Elbette, toplumbilimsel yaklaşım, bireysel kötülüğün yanı sıra grupsal ve toplumsal kötülük üzerine de açıklamalar sunar. Bazı koşullar şiddete diğerlerinden daha fazla neden olur. “Şiddetli değişimler, bozulan değerlerin ele geçirdiği” bir toplumsal düzen “ve manevi belirsizlikler, kaçınılmaz olarak kötülük üreten türden bir yabancılaşmanın ortaya çıkmasına yol açar.”15 Davranışçılık bir yana, “yetişme”den kaynaklanan kötülüğe ilişkin sosyolojik açıklamalar, konu üzerine kavrayışımızı kendi disiplinlerinin kavramsal çerçevesinin sınırları içinde geliştirmemize yardımcı olurlar.
Ancak ortodoks, Skinnercı davranışçılar, tıpkı genetik argümanın ortodoks taraftarları gibi yalnızca dogmatik indirgemeci tavırlarıyla sorunu daha da karıştırmakla kalmazlar, aynı zamanda sosyal mühendislik aracılığıyla uygulamada insan toplumunu büyük bir zararla tehdit ederler. Gerek biyolojik gerekse davranışçı argümanlar, tartışmada yer alan en önemli unsuru karıştırma eğilimindedirler. Bu, özellikle insan unsuru, yani, sorumluluk, özgürlük ve bilinç (hatta onur) unsurudur. Örneğin Skinner, kendisine yöneltilen, keyfî olmayan değerler için herhangi bir temel getiremediği yolundaki eleştirilere karşı geçerli herhangi bir yanıt verememiştir. Walden Two'da, komün lideri Frazier, insan davranışlarını biçimlendirmek üzere "olumlu takviye"den söz eder ki Skinner, yirmi üç yıl sonra kaleme aldığı Beyond Freedom and Dignity’de bu görüşle ilgili herhangi bir değişiklik getirmemiştir. Oysa insan davranışlarının biçimlendirilmesinde temel alınacak olan değerleri kim belirleyecektir? Adolf Eichmann, kendi döneminde Yahudileri öldürme konusunda hükümetinden olumlu destek görüyordu. Skinner bu sorunun varlığını kabul eder —kabul etmemesi pek mümkün değildi zaten— ve şöyle bir yorumda bulunur: “Sorun, insanın kontrol mekanizmasından değil, belli birtakım kontrol türlerinden bağımsız kılınmasıdır.”16 Ancak ne tür kontrollerden? Skinner bu soruyu gözardı eder ve insanın etik duyusundan yoksun olmasına karşın, bir şekilde “ahlaksal ya da etik bir toplumsal çevre” oluşturabildiğini öne sürer.17 Bunun Skinner’in sistemi içinde nasıl gerçekleşebileceği açıklanamadan kalır. Sistemin nihaî olarak getirebileceği yanıt şudur: Skinner’in arzu edilemez bulduğu arzu edilemez. Psikoloji profesörü, Tanrı olmuştur. Daha sonra da bundan feragat eder; çünkü ne Walden Two ne de Beyond Freedom and Dignity'nin hiçbir yerinde Skinner, insanlığın mutluluğunun, nihaî amacının ya da temel doğasının ne olduğu ya da ne olması gerektiği konusuna bir açıklama getirmez. Skinner’ın tanrısallık iddiası Walden Two'da açıkça bellidir: Frazier ve “Planlamacılar," kendi komünlerine istediklerini almaya, istemediklerini sürmeye ve komün içinde hangi etkinliklere izin verileceği, hangilerine verilmeyeceği konusunda karar verme gücüne sahiptirler. Liderin (bir kişi ya da birden fazla olsun, gerçek kişiliği ya da kişilikleri ne olursa olsun) değerleri olduğu ve bu değerleri zorla kabul ettirme hakkına sahip olduğu varsayılmıştır. Nesnel değerlerin olmadığı bir dünyada, Lider’in değerlerini yargılayacak ölçüt mutlak anlamda olmadığından dolayı insanlar, Lider'in değerlerini zorlukla eleştirebilir. Ve nesnel değerlerin olmadığı bir dünyada, bizzat Lider’in değerleri de ancak keyfî olabilir.18 Davranışçılığa göre, özgürlüğün ve onurun, iyiliğin ve kötülüğün, acının ve hazzın, sevginin ve şefkatin, özgünlüğün ve yaratıcılığın, insanlığın ötesindesinizdir. Benim kabulüm ise şudur ki, insanın özgürlüğü, onuru ve sorumluluğu vardır.
Kötülük sorununa üçüncü bir yaklaşım, insancıl psikolojiden, gerek bilinçli gerekse bilinçdışı, insan ruhunun gerçek olarak ele alınması gerektiğini savunan Freud, Jung ve Frankl gibi ruhbilimcilerin sistemlerinden gelir. Bu yaklaşımla uzlaşmak için zihnin, beyin ve bedenden ayrı olduğu üzerinde ısrarla durmaya gerek yok —çok az kişi bugün bu görüşleri savunmakta— bunun yerine, zihnin ürettiği fikirleri ve duyguları doğrudan yaşadığımızı ve bu nedenle de bir anlamda yalnızca bunları gerçekten bildiğimizi kabul etmemiz yerinde olacaktır. Dolayısıyla zihnin, birer insan olarak sahip olduğumuz amaçlar açısından, genetik va da davranışçı belirlenimcilerin getirdiği sınırlamaların ötesinde bir bağımsızlık ve özgürlüğü vardır.
Bu görüşle ilgili olarak son yıllarda yapılan en etkili savunma Erich Fromm’un İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri adlı yapıtında aldığı konumdur. Fromm, argümanına, gerek “doğa,” gerekse “yetişme" ile ilgili argümanları reddederek başlar. Daha sonra ise, bir içgüdüden kaynaklanabilen “biyolojik olarak adaptif saldırganlık” (en basit örneği, bir soyguncuyu uzaklaştırmak için indirdiğiniz bir darbedir) ile “yıkıcılık ve acımasızlık" arasındaki ayrımı vurgular. Bunlardan birincisinin amacı korumak, diğerinin amacı ise yok etmektir. Fromm, yokediciliğin “kişilik-kökenli" olduğunu öne sürer. Genetik özellikler ve çevresel sorunlar yokediciliği destekleyebilir, ancak tek başlarına yokediciliğin nedenini oluşturamazlar. Fromm, kişinin olumlu ya da olumsuz tepki göstermekte özgür olduğu birtakım temel insanî gereksinimlerinin bulunduğunu öne sürer. Bağlanılacak bir nesneye duyulan gereksinim, kişinin Albert Schweitzer'e ya da Adolf Hitler’e öykünmesiyle sonuçlanabilir; ilişkilenmeye duyulan gereksinim, sevgi ya da sadizmle; uyarılma ya da heyecana duyulan gereksinim, yaratıcılık ya da düşüncesizce haz peşinde koşmayla karşılanabilmektedir. Kişi bu tür gereksinimlere çoğunlukla olumsuz yanıt veriyorsa, kendini öç alma, “sadizm” (başkaları üzerinde mutlak üstünlük kurma güdüsü) ya da “ölüsevicilik" (her şeyi ölü, mekanik, hareketsiz olana indirgeme arzusu) biçiminde gösterebilen olumsuz bir sendrom oluşur.
Diğer insancıl psikologların kötülük konusuna yaklaşımları farklıdır. Örneğin C. G. Jung ve Erich Neumann, yıkıcı duyguların (bilinçli biçimde bastırılmasına karşıt olarak) bastırılmasının kişilikte giderek yoğunlaşan bir “gölge,” önceden herhangi bir uyarıda bulunmaksızın birdenbire yıkıcı bir biçimde patlayabilen olumsuz bir güç yarattığını öne sürerler. Sizi kızdırırım ve yüzüme bir tokat indirmeyi arzularsınız. Bu güdünün farkına varıp buna göre eylemde bulunmamaya karar verebilirsiniz. Bu, bilinçli bir bastırmadır. Ya da böyle bir duyguya kapılmayacak kadar kibar bir insan olduğunuzu düşünerek bu güdüyü tanımayı reddedersiniz. Bu, bilinçdışı bastırmadır. Bastırmış olduğunuz duygular kaybolmazlar, ancak bunun yerine bilinçdışında tutsak kalırlar ve buradan, kendinize duyduğunuz nefreti arttırırlar, ülser ya da benzeri semptomlara yol açar ya da içinizdeki bastırılmış nefretlerinizi başkalarına yansıtmanıza neden olurlar. “Bir insan kendi gölgesini ne denli güçlü biçimde bastırırsa, gölge de o denli karanlık ve koyu olur," diye yazıyor Moreno. Soljenitsin ise şöyle diyor: “Kötülük hakkında sessiz kaldıkça, yüzeyde hiçbir işaret göstermeyecek biçimde içimizdeki derinliklere gömdükçe, onu içimize yerleştirmiş oluruz ve gelecekte bin misli büyümüş olarak ortaya çıkacaktır.”19
Şeytan üzerine en kapsamlı görüşler derinlik psikolojisinin, özellikle Jung'un bakış açısında yer alır. Jungcu tinsel süreç bireyselleştirme sürecidir. Başlangıçta birey kendisi hakkında yalnızca karmaşık, ayrışmamış bir görüşe sahiptir. Benliği geliştikçe iyi ve kötü yönleri giderek birbirinden ayrışır. Normalde kişi kötü yönlerini bastırır ve bilinçdışında bir gölgenin oluşmasına neden olur. Kişinin bastırma mekanizmaları çok güçlü ise gölgesi azmanlaşır ve sonunda patlayarak onu tümüyle ele geçirebilir. Sağlıklı kişilerde üçüncü bir aşama, iyi ve kötü yönlerin her ikisinin de farkına varıldığı ve bilinç düzeyinde yeniden birleştiği bir bütünleşme aşaması vardır.20
İnsan psyche’sinin bu üç aşamalı gelişimi, insanın Tanrı’nın kendisini algılayışında da benzer bir aşamalı gelişim ortaya çıkartabilmektedir. Diğer bir deyişe Tanrı en başta henüz ayrışmamış bir biçimde görünür, ikinci aşamada, iyicil Tanrı ile kötücül Şeytan giderek birbirlerinden ayrılırlar ve kötücül Şeytan bastırılarak uzaklaştırılır. Kötülük kavramının tarihi henüz tüm boyutlarıyla kendini göstermemiş üçüncü aşamasıysa, Tanrı'nın ve Şeytan’ın birleştikleri aşama olacaktır. Jung tanrısallık içinde bu tür bir sürece duyduğu inancı “ölüye yedi vaaz”ında açıklamaktadır: "Abraxas aynı anda hem yaşam hem de ölüm olan o kutsal ve lanetli sözü söyledi. Abraxas doğruyu ve yalanı, iyiyi ve kötüyü, kararlığı ve aydınlığı, aynı söz ve aynı eylem içinde vücuda getirdi. İşte bundan dolayıdır ki, Abraxas dehşet vericidir."21
Şeytan üzerine yapılan bir inceleme, onun tarihsel yönden kutsal olanın bir tezahürü, tanrısalın bir parçası olduğunu göstermektedir. Sine diabolo nullus Deus. Ancak ahlaksal yönden, onun edimleri tümüyle ve sonuna değin reddedilecektir. Bu paradoks yalnızca tek bir yolla çözülebilir: Kötülük, ancak bütünleştiği zaman zaptedilerek kontrol altına alınabilir ve ancak tam olarak tanındığında ve kavrandığında bütünleşebilir. Bu, bastırma yoluyla gerçekleşemez, çünkü böyle bir süreç yalnızca bilinçdışındaki gölgeyi daha da koyulaştıracaktır; bu nedenle ancak içimizde farkına vardığımız kötü unsurların bilinçli bir biçimde bastırılması yoluyla, kutsalın bir parçası olan Şeytan adını verdiğimiz unsur, kaosun ve çatışkıların içinden çıkarılarak, düzene girecek ve kontrol altına alınabilecektir. 22
Kötülüğün kökenlerine ilişkin daha eski, ancak bugün de geçerli yorumlar iyi bilinmektedir. Hıristiyan ve Budist düşüncenin büyük bir bölümüne göre kötülük hiçliktir, yani iyinin yokluğudur. Hıristiyanlıkta kötülükle ilgili bir diğer açıklama da, kötülüğün ilk günahın sonucu olarak ortaya çıktığı, bu nedenle de kökeninin son aşamada özgür istence bağlanabileceği görüşüdür. Bununla birlikte bir diğeri, monizm, ısrarla, algılanan kötülüğün, zavallı ölümlülerin kavrayabilme yeteneklerinin ötesinde daha büyük bir iyiliğin bir parçası olduğunu öne sürmekledir. Düalizm, iyilik ve kötülüğü zıt kutuplarda yer alan iki ilke olarak konumlandırır ve kötülüğü habis bir ruhun istencine bağlar.
Kötülük nasıl ve neden kişileştirilir? Bu soruya verilecek en temel yanıta göre kötülük, onu, yaşamımıza dışarıdan müdahale eden kasıtlı bir habislik olarak duyumsadığımızdan dolayı kişileştirilmiştir. Yirminci yüzyılda ortaya çıkan dehşetleri anımsadığımızda, uzun bir aradan sonra Şeytan'a duyulan inancın hızla yeniden ortaya çıkmasına şaşırmamak gerekiyor. 1974 yılında yapılan bir araştırma, ABD’de Şeytan'ın varlığına kesinlikle inananların oranının 1965 yılından bu yana yüzde 37'den yüzde 48'e çıktığını ve yüzde 20 oranında bir nüfusun da Şeytan'ın büyük bir olasılıkla var olduğuna inandığını ortaya çıkartmıştır.23 Kişinin Şeytan'ı doğaötesi bir varlık, bilinçdışından yükselen kontrol edilemez bir güç, insan doğasının mutlak bir özelliği olarak algılaması, algılamaların özünde yatan şu gerçekten daha az önemlidir: Hepimiz yabancı, düşman güçlerin tehdidi altındayız. “Kötülük tek tek tüm bireyler için dehşet verici ölçüde gerçektir,” der Jung. “Kötülük ilkesini bir gerçeklik olarak kabul ediyorsanız, ona şeytan adını vermemeniz için hiçbir neden yoktur.”24
Burada hemen, terminolojik bir güçlüğü açıklığa kavuşturmam gerekiyor. Şeytan'ı yalnızca Yahudi-Hıristiyan geleneğinde yer alan İblis ile özdeş görmek gibi bir tehlike mevcuttur. Kavramsal olarak İblis, Şeytan’ın tezahürlerinden yalnızca biridir ve doğrudan Şeytan’ın kendisi değildir. Benzer şekilde, Yahudi-Hıristiyan geleneğindeki Yehova, tarihsel anlamda Ulu Tanrı'nın tezahürlerinden yalnızca birisi olarak düşünülmelidir. Bu güçlüğü en aza indirgemek üzere, Ulu Tanrı-ilahî ilke için “Tanrı,” daha küçük tanrılar için "tanrı" terimlerini kullanıyorum. Yehova ile arasındaki önlenemez çağrışımlardan dolayı “Rab” terimini kullanmaktan kaçındım. Kötülüğe farklı kültürlerde atfedilen kişileştirmeyi belirtmek üzere de İblis teriminin yerine “Şeytan” terimini kullanmayı yeğliyorum. Ayrıca, bir kolaylık oluşturması amacıyla gerek Tanrı, gerekse Şeytan için eril kişilik zamiri, “o,” kullanıyorum, ancak bu kullanım, her ikisini de salt eril cinsle sınırlandırmayı amaçlamamaktadır.
Toplama kampında bir kurban, Avrupa, 1945.
Şeytan'ın en gerçek görüntüsü, insanların acımasızlığında ve ilgisizliğinde yatmaktadır.
ABD Savunma Bakanlığı'nın izniyle, Washington.
Şeytan, bilincimizin dışında algılanan düşman bir gücün ya da güçlerin temeli, tanrılaştırılması, nesnelleştirilmesidir. Üzerinde bilinçli herhangi bir denelim oluşturamadığımız bu güçler dinsel kökenli korku, yılgı, endişe ve dehşet duygularını uyandırırlar. Şeytan de tanrılarla aynı ölçüde dinsel duyumun bir tezahürüdür. Gerçekten de Şeytan deneyiminin canlandırdığı duygular, en azından lütufkâr bir tanrı deneyiminin canlandırdığı duygular kadar yücedir. “Kötülük, kusursuz biçimde kutsal olanın can alıcı bir deneyimidir."25 Ancak, (geliştiği biçimde) Yahudi-Hıristiyan Tanrı’nın aksine Şeytan, kasıtlı yıkıcılığın kişileştirilmesidir. Bu kötü niyet bazen Ulu Tanrı ya da diğer uhrevî tanrılara atfedilir; bazen, daha aşağı, ölüler dünyasının tanrısal varlıklarına atfedilir, kimi zaman da daha az önemli ruhların işi olarak kabul edilir. Dördüncü Lateran Konsili 1215 yılında diabolus et alii daemones'dan (Şeytan ve diğer demonlardan) söz ediyordu: Bu ayrımlar, merkezî önemde olmasalar da, zaman zaman mutlak kötülüğün kişileştirilmesinin nedenlerini aydınlatırlar.26 Ben bu kişileştirmeye “Şeytan” adını veriyorum, ancak farklı dönemlerde ve farklı toplumlarda adı, cinsiyeti ve sayısı değişebilmektedir. Ben Şeytan’ı birbiriyle ilişkili olmasına karşın, yine de birbirinden farklı iki temel rolü açısından ele alıyorum: Tüm kötülüklerin kaynağı ve kökeni; ve gerçek anlamda kötülüğün özüdür. İnsan, toplumların kötülüğü nasıl tanımladığını ve kökenlerini nasıl açıkladığını gördükçe, aynı zamanda Şeytan’ın portresini nasıl resmettiklerini de görebilmektedir.
Bu nedenle Şeytan, tuhaf ya da eski moda bir figür değil, insan ruhunda ya da insan ruhu üzerinde kendini hissettiren devasa ve sürekli bir güç olgusudur. Bugün Şeytan'a duyulan ilginin ve inancın artması, kötülük adını verdiğimiz gerçekliğin giderek daha iyi algılanmasından kaynaklanıyor olabilir. “Bugün gençliğin bazı kesimlerinin yetişkin toplumun ahlaksızlıkları olarak gördüğü özelliklere duydukları derin dinsel öfke, dünyada yalnızca kötülüğün değil, aynı zamanda günahkârlığın da bulunduğuna ilişkin örtük bir varsayıma dayanır. Yaptığı kötülükten sorumlu olduğunu düşünmeseniz, bir insana kötülük işlediğinden dolayı neden öfkelenesiniz ki?”27 Şeytan bugün dünyanın çektiği acılarda alabildiğine canlı bir biçimde kendini göstermektedir. Bu kötülükler geçip gittiğinde, yerine yenileri, ardından da başkaları gelecektir; her birinde keyfî olarak verilen acılar vardır; her biri kendi içinde mutlaktır ve her biri bizler için önemlidir. Bu kötülüklerin ötesinde yer alan ilkeyi kavradığımızda, Şeytan'ı daha iyi tanıyabildiğimizde, bir birey olarak karşılaştığımız kötülüğü daha iyi anlayabilecek ve onunla daha iyi savaşabileceğiz.
Ahlak felsefesinin tehlikeli dolambaçlarından kaçınmaya özen gösterdim. Usavurmaların sonu yoktur. Belki de Şeytan bile kendisini doğru olanı yaptığına inandırmıştır.
~
Dipnotlar
1. Fyodor Dostoyevski Karamazov Kardeşler (Sosyal Yayınları, 1990, 2. Baskı, s. 442, Çev. Leyla Soykut). Sınırsız insan vahşeti konusunu ele alan güncel bir çalışma için bkz. Colin M. Turnbull, The Mountain People (New York, 1973). [metne dönüş ↩]
2. Alexander Soljenitsin, Gulag Archipelago [Gulag Takımadaları] (New York, 1974), s 431. [metne dönüş ↩]
3. Soljenitsin, s 442. [metne dönüş ↩]
4. A.g.e., s. 168. [metne dönüş ↩]
5.
Kötülük üzerine inandırıcı bir açıklama, Madeleine L’Engle’ın A Wind in the Door (New York, 1973) başlıklı çalışmasında yer almaktadır. Echthroi ya da düşmanlar, Evreni “X" haline getirmeyi, ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır ve galaksiden mitokondriye kadar hiçbir şey dikkatlerinden kaçmaz. Evrende var olan her şeyi hiçliğe dönüştürmek tek amaçlarıdır. Yok etme derken belirtmek istediğim, “yanılsamanın yok edilmesi" ya da “arzu edilmeyenin yok edilmesi" ya da “arıtma" değildir. Belirtmek istediğim, mutlak yok etme: toptan imhadır. [metne dönüş ↩]
6.
Doğru biçimde anlaşıldığı şekliyle hiçlik, Doğu düşüncesinde bile istenebilir bir kabul olarak yer almaz. Maddî dünyanın ve hatta Hinduizm ve Budizm'in önemli bir bölümünde bir ideal olarak belirlenen benliğin olumsuzlanışı, gerçek anlamda yokoluş değildir. Zira Hinduizm'de yok olan Maya, yani yanılsama, geride kalan ise Atman, yani Brahman, hakiki gerçekliktir. Hinduizm görünürdeki gerçekliğin yok edilmesini ister, gerçek hiçliği değil. Bir Budist, “Buddha’nın doğası Mutlak İyilik olarak aslî Hiçlik'tir" dediğinde (Akiyama) kastettiği Batıdaki, ontolojik anlamda hiçlik değildir. Hiçlikle kastettiği doğrudan özgeci algı, özneyle nesne arasında hiçbir ayrımın olmamasıdır. Belirtmek istediği, algılama sürecinin benlikten arındırılması, öznenin nesneyle ve tüm nesnelerle birleşmesi ve böylece tüm evrenin birleşimidir. Budist boşluk kavramı, Hiçlik kavramına benzer. Her ikisi de benliği yok etmeyi amaçlar, ancak bu (Batıdaki felsefî ve dinsel anlamda) Varlık'ın yok edilmesi değildir. Bu konuyu benimle tartıştığı için Francis H. Cook’a teşekkür borçluyum.
Doğu’nun Hiçlik kavramı sonuçta Hıristiyan geleneğindeki Varlık kavramına eşdeğerdir: her ikisi de nihaî gerçekliği ifade etmektedir. Varlık'ın Hiçlik üzerindeki üstünlüğü Batı terminolojisinde bile bir varsayımdır. Ben bu varsayımı burada iki düzlemde ele alıyorum. Birincisi: Eğer Tanrı varsa, tanım gereği Tanrı Varlık’tır. Üstelik, Tanrı eğer kendisinden başka hiçbir şeyin varolmamasını isteseydi, hiçbir şey yaratmazdı. Bir şeyleri yarattığına (ya da en azından sürdürdüğüne) göre, bu şeylerin özünde iyi olması gerekir. İkincisi: Şu nokta insanlar tarafından ortak olarak paylaşılan bir deneyimdir ki, uç durumlar hariç, varlık, gerek kendimiz gerekse bizleri çevreleyen dünya için, hiçliğe tercih edilir. Yok etmeye duyulan güdü genellikle bir doğru yoldan ayrılma biçiminde yorumlanır. Aquinas, gerçekte çok ender olarak hiçliği seçtiğimizi gözlemlemiştir — genelde yaptığımız kötülükler, yanlış yönlendirilmiş iyilik arayışlarıdır. [metne dönüş ↩]
7.
Erich Fromm, The Anatomy of Human Destructiveness (New York, 1973), s. 9-10. [Türkçesi için bkz. İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, Çev. Şükrü Alpagut, Payel Yayınları, 2. Baskı, 1993, s. 29-30.] Gerek Fromm gerekse Rollo May, yaratıcı ve koşullara uyum gösteren olumlu saldırganlıkla tüm kötülüğün özünde yer alan keyfî, yıkıcı saldırganlık arasında ayrım yapmışlardır. Bkz. Fromm, passim ve May, Power and Innocence (New York, 1972). [metne dönüş ↩]
8.
Richard Taylor, Good and Evil (New York, 1970), s. 215-217. Ayrıca bkz. Peter Tompkins ve Christopher Bird, The Secret Life of Plants (New York, 1973). [metne dönüş ↩]
9. Taylor, s. 207. [metne dönüş ↩]
10. John Dillin, The Christian Science Monitor News Service, 22 Aralık 1974. [metne dönüş ↩]
11.
Bir eleştiri için bkz. Richard Woods, The Devil (Chicago, 1974) s. 111, 120. [metne dönüş ↩]
12.
Anthony Lewis, köşe yazısı, New York Times, 27 Ocak 1975. [metne dönüş ↩]
13.
Bu, Konrad Lorenz, Das sogennante Böse — zur Naturgeschichte der Aggression (Viyana, 1963), İngilizce çevirisi, On Aggression (New York, 1966); Robert Ardrey, African Genesis (New York, 1961); Ardrey, The Territorial Imperative (New York, 1966); ve Desmond Morris, The Naked Ape (New York, 1967) başlıklı çalışmalarda ele alınan görüşlerin hayli basitleştirilmiş bir özetidir. Bu görüşe karşı çıkan bazı argümanlar için bkz. Hannah Arendt, On Violence (New York, 1970), özellikle s. 62-65; M. F. Ashley Montagu, ed., Man and Aggression (New York, 1968) ve Fromm, The Anatomy of Human Destructiveness. Benim görüşüme göre Fromm, genetik argümanı etkin bir biçimde geçersizleştirir. [metne dönüş ↩]
14.
Davranışçı görüş en güçlü biçimde B. F. Skinner tarafından Beyond Freedom and Dignity (New York, 1971) ve Walden Two (New York, 1948) adlı eserlerinde vurgulanır. Toplumbilimsel açıdan kötülük konusundaki tartışmaların en iyi örnekleri için bkz. Nevin Sanford ve Craig Comstock, Sanctions for Evil (San Francisco, 1971); J. Glenn Gray, The Warriors (New York, 1969); ve Kai Erikson, Wayward Puritans: A Study in the Sociology of Deviance (New York, 1966). Ira Levin, mükemmel bir roman olan This Perfect Day'de (New York, 1970) Skinner'in Walden Two adlı eserinde tanımladığı türde davranışçılığı eleştirir; ve Erich Fromm da, tıpkı “doğa"dan argümanına yaptığı gibi, “yetişme”den argümanını da geçersiz kılar. [metne dönüş ↩]
15.
Robert A. Nisbet, ed. The Sociological Tradition (New York, 1966), s. 264. [metne dönüş ↩]
16.
Skinner, Beyond Freedom, s 41. [metne dönüş ↩]
,17.
A.g.e. s. 175. [metne dönüş ↩]
18.
Skinner, Walden Two, özellikle s. 233, 249, 268-296. [metne dönüş ↩]
19.
Antonio Moreno, Jung, Gods and Modern Man (Notre Dame, 1970) s. 41; Solhenitsyn, s. 178; Ayrıca bkz. Carl G. Jung, “Good and Evil in Analytical Psychology," alındığı eser, Civilization in Transition, 2. Baskı (Princeton, 1970); The Jung Institute, Evil (Evanston, III., 1967); Erich Neumann, Depth Psychology and a New Ethic (New York, 1909); Victor Frankl, Man's Search for Meaning (New York, 1959). Hümanist psikoloji son derece geniş bir açılıma sahiptir ve burada ancak kısaca değinilmiştir. [metne dönüş ↩]
20.
Bkz. Herman Hesse, Demian (New York, 1965) ve “Yabancı” motifi için bkz. Flannery O’Connor, The Violent Bear It Away (New York, 1955). [metne dönüş ↩]
21.
C. G. Jung, Septem Sermones ad Mortuos (Londra, 1925), s. 17-24. [metne dönüş ↩]
22. Bu nedenledir ki, Şeytanın ortadan kaldırılması düşüncesinin savunulması, tarihsel geleneğin itişinin aksi yönünde gelişir. Öte yandan tarihsel gelenek Şeytan'a tapınmayı hiçbir şekilde haklı göstermemiştir. [metne dönüş ↩]
23.
Clyde Nunn, “The Rising Credibility of the Devil in America,” Listening, 9 (1974), 84-98. [metne dönüş ↩]
24.
Jung, “Good and Evil," s. 465. Ayrıca bkz. Jung, "Psychological Aspects of the Mother Archetype", Four Archetypes (Princeton, 1970), s. 37, 39. [metne dönüş ↩]
25.
Paul Ricoeur, The Symbolism of Evil (New York, 1967) s. 9. [metne dönüş ↩]
26.
"Devil" [Şeytan,-ç. n.], "divine" [tanrısal, -ç. n.]ve “demon” terimleri, etimolojik yönden tümüyle ilişkisizdir. "Divine", Hint-Avrupa kökenli "gökyüzü", "cennet" ya da "tanrı" anlamına gelen deiw sözcüğünden türemiştir ki terimin kökeni bizi İran kökenli daevas, Hint kökenli devas ve Latin kökenli divus sözcüklerine götürür. "Devil" sözcüğü, aynı kökten türeyen Almanca Teufel, Hollandaca duivel gibi, Latince diabolus teriminden türemiştir, ki Latin kökenli diable, diablo ve diavolo sözcükleri de bu kökten türetilmiştir. Buna karşılık Latince sözcük, Yunanca "iftiracı" ya da "suçlayıcı" anlamına gelen diabolos, "iftira etmek" anlamına gelen diaballein sözcüğünden türetilmiştir. Diaballein sözcüğünün köken anlamı "karşıya doğru fırlatmak"tır, ki bundan da "karşı çıkmak" sözcüğü türetilir ve bu sözcükten de en son olarak Hint-Avrupa kök-sözcüğü gwel, "uçmak" türetilmiştir. "Demon" sözcüğünün kökeni Yunanca daimonion'dur ve "kötü ruh" anlamına gelir, ki ilk hali daimon olan bu sözcük de daiomai, "bölmek" sözcüğünden türemiştir. Özgün olarak Yunanca daimon iyicil ya da kötücül olabilir; Homeros ise "tanrılar"a eşdeğer olan daimones sözcüğünü kullanmıştır. [metne dönüş ↩]
27.
Andrew M. Greeley, Unsecular Man (New York, 1972), s. 212. [metne dönüş ↩]
~
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder