Loading

30 Kasım 2014 Pazar

Derin Denizin Dalgaları

El-Munkizü Mine’d-Dalâl
İmam Gazalî

~ bölümler ~


Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla Başlarım

Her kitabın ve her makalenin başında kendisine hamdolunan Allah'a hamdederim. Hakk'ı haber veren Allah elçisi Muhammed Mustafa'ya insanları dalâletten kurtarıp doğru yola götüren âline ve eshabına salât ve selâmet okurum. Bu vecibeyi eda ettikten sonra maksada başlıyorum:

Ey din kardeşim,2 ilimlerin gayesi ile sırlarını; mezheplerin, şaşkınlık doğuran halleriyle derinliklerini (mahiyetlerini) sana anlatmamı istedin. Türlü dinî meslek ve yollar içinde hakkı bulup meydana çıkarmak için çektiğim zahmetleri, taklit suretiyle olan itikattan3 kurtulup tahkik derecesine nasıl yükseldiğimi, ilkin İlmi Kelâm'dan faydalandığım cihetleri sonra Hakk'a ermeyi İmam tanıdıkları bir kimseyi taklit etmeye hasreden "Ehl-i Tâlim"in4 gittikleri yolları, daha sonra, beğenmeyip tenkit ettiğim felsefe mesleklerini, nihayet doğru bulduğum ve kabul ettiğim tasavvuf tarikini, halkın sözlerini ve düşüncelerini tetkik ettiğim sıralarda bana malûm olan hakikat özlerini, Bağdat'ta birçok talebeye ders vermekte iken ne sebeple bundan feragat ettiğimi, uzun müddet sonra niçin Nişabur'a dönüp tekrar ilim yaymaya başladığımı açıklamamı arzu ettin. Bu istekte samimî olduğuna kanaat getirdiğim için arzunu yerine getiriyorum. Tanrı'dan yardım isteyip ona tevekkül ederek, tevfikini benden esirgememesini dileyip ona sığınarak size söylüyorum: Biliniz ki -Allah sizi doğru yolda yürümeğe muvaffak etsin ve hakikate boyun eğmenizi kolaylaştırsın- insanların muhtelif din ve milletlere ayrılması; bir ümmetin, yolları ayrı olan türlü fırkalara ayrılarak birçok mezhepler meydana getirmesi derin bir denizdir ki çokları içinde boğulmuş, pek az kimseler ondan kurtulmuştur. Her fırkaya mensup olan kimse, kurtulan kendi fırkası olduğunu zanneder ve "Her zümre kendi gidişinden memnundur5". Bütün sözleri hakikat olan Peygamberlerin ulusu -Allah'ın salâvatı ona olsun- kendi ümmetinin de böyle olacağını: "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. İçlerinde necat bulan yalnız bir tanedir." manasındaki hadîs-i şerifinde bize haber vermiştir. O büyük Peygamber'in, olacağını haber verdiği şey tahakkuk etti. Gençliğimin ilk devresinden itibaren, yirmi yaşına girmeden evvel, buluğa yaklaştığım zamandan bugüne kadar -ki şimdi yaşım elliyi geçmiştir- bu derin denizin dalgalarıyla mücadele ediyorum. Cesaretle derinliklerine dalıyorum. Korkak ve çekingen değilim. Bütün karanlık durumlarda da uğraşıyorum. Her güçlüğü yenmeğe çalışıyorum. Her uçurumu atlatmaya gayret ediyorum. Her fırkanın itikadını araştırıyorum. Her taifenin mezhebine ait sırları meydana koymaya çabalıyorum. Hangisi hak, hangisi bâtıl; hangisi Peygamber'in sünnetine uygun, hangisi bidat6 üzerine kurulmuş anlamak istiyorum. Bir bâtınînin7 içindekini öğrenmek dilerim. Bir zahirînin gittiği yolun neden ibaret olduğunu öğrenirim. Bir felsefecinin felsefesinin mahiyetini anlamayı arzu ederim. Bir mütekellimin (İlm-i Kelâm âliminin) fikrinin ne olduğunu, ne için mücadele ettiğini tetkik ederim. Bir mutasavvıfın iç temizliğine nasıl eriştiğinin sırrına vakıf olmayı çok isterim. Bir âbidin ibadetinin ona ne sağladığını incelerim. Allah'ı inkâr eden bir zındıkın bu inkâra cüret etmesinin sebeplerini araştırırım. Gençliğimin iptidasından beri hakikatleri kavramağa susamış olmak fıtrî bir âdetimdir. Allah tarafından yaradılışımda yer etmiştir, bunda benim ihtiyar ve arzumun tesiri yoktur, bu sayede taklit bağından kurtuldum. Çocukluk devrine yakın bir zamanda, göreneğe dayanan akidelerden azade kaldım. Çünkü gördüm ki daima Hıristiyan çocukları Hıristiyan olarak, Yahudi çocukları Yahudi olarak, Müslüman çocukları da Müslüman olarak yetişiyorlar. Tanrı elçisinden -Allah ona salât ve selâm etsin- rivayet olunan şu manâda bir hadîs işittim. "Her doğan çocuk müslüman yaradılışı üzere dünyaya gelir. Sonra ana ve babası onu Yahudi yapar, Hıristiyan yapar, Mecusî yapar". Asıl yaradılışın hakikati ile ana ve babayı, öğretmenleri taklit etmek dolayısıyla ârız olan akidelerin hakikatini araştırmayı arzu ettim. Telkin ile başlayan; hangisi hak, hangisi bâtıl olduğunda birçok ihtilâflar vuku bulan bu taklitleri ayırt etmek istedim. İlkin kendi kendime dedim ki benim maksadım işlerin hakikatlerini anlamak ve bilmektir. O halde evvelâ (bilgi) nedir? Bunun hakikatini araştırmak icap eder. Nihayet anladım ki (yakîn) raddesine varan bilgilerde bilinen şeyin asla şek götürmeyecek derecede anlaşılmış olması gerektir. Bunda yanılmış olmak, vehme kapılmak ihtimali varit olmaz. Kalp böyle bir ihtimale imkân veremez. Hatadan emin olmak için (bilgi) o suretle kuvvetli olmalıdır ki mesela birisi o bilginin bâtıl olduğunu iddia etse ve taşı altına çevirmek, değneği ejderha yapmak suretiyle de dâvasının doğruluğuna delil gösterse bu keyfiyet o bilgi sahibine şek vermez. Ben on sayısının üçten büyük olduğunu bildiğim halde birisi "Hayır üç ondan daha büyüktür. Sözüme inanmanız için de şu değneği ejderhaya çevireceğim" dese ve dediğini yapsa, ben de görsem bu yüzden bilgimde bana bir şek arız olmaz. Ancak o adamın bunu nasıl yaptığına şaşarım. Yoksa bildiğim şeyde şüphe etmem. Sonra anladım ki bu tarzda bilmediğim, bu suretle (yakîn) hâsıl etmediğim her bilgi itimada şayan değildir, hatadan emin olamaz. Hatadan emin olmayan bilgi de yakîn ifade etmez.

Safsataya8 Kapılarak İlimleri İnkâr Ettiğime Dair

Sonra bilgilerimi kontrol ettim. Gördüm ki bende (hissiyat) ve (zaruriyat)9'tan başka böyle bilgi yok. Dedim ki şimdi bende hâsıl olan yeisten sonra hissiyat ve zaruriyattan ibaret olan bedihî bilgilerden başka müşkülleri çözecek bir vasıta kalmadı. Öyle ise ilkin bu bilgileri inceleyerek kuvvet derecelerini anlamalıyım. Tâ ki mahsûsata olan güvenim, zaruriyatta yanılmaktan emin olmaklığım; taklide dayanan eski bilgilerimle birçok kimselerin ispata dayanan bilgilerindeki emniyet cinsinden midir (yani şek götürür müdür) yoksa bu emniyet hakikate uygun, yanılmak ihtimalinden uzak bir şey midir anlaşılsın. Çok ciddî bir gayretle mahsûsat ve zaruriyat üzerinde düşünmeye, bunlarda nefsimi şüpheye düşürmek mümkün olup olmadığını aramaya başladım. Uzun müddet şüpheden ileri gelen araştırmalardan sonra mahsûsatta hata olmayacağına emin olmayı nefsim kabul etmedi. Bu hususta düştüğü şek kuvvet buldu. İçim diyordu ki "Mahsûsata nasıl güvenilebilir? Bunların en kuvvetlisi göz hassesidir. Bu hasse gölgeye bakar, onu sabit, hareketsiz görür. Onda hareket olmadığına hükmeder. Bir müddet sonra tecrübe ve müşahede ile anlar ki o, hareket ediyor. Ancak o hareket birdenbire olmayıp tedriç ile, zerre zerre oluyor, onda sabit olmak durumu görülmüyor. Keza göz yıldıza bakıyor. Onu bir altın lira büyüklüğünde görüyor. Hâlbuki hendesî deliller, onun üzerinde bulunduğumuz küreden daha büyük olduğunu gösteriyor. Mahsûsatta bu gibi hallerde his hâkimi hükmediyor. Fakat akıl hâkimi müdafaasına imkân olmayacak şekilde tecrübe ile yalanlıyor."
Dedim ki "mahsûsata olan güven bâtıl oldu. O halde zarurî olan aklî bilgilerden başka itimada değer bir şey kalmadı." "On, üçten büyüktür; bir şeyde nefiy ve ispat bir araya gelmez; bir şey hem lâdis, hem kadîm; hem var, hem yok; hem vacip (bulunması zarurî), hem muhal olamaz," sözleri gibi.

Bunun üzerine mahsûsat işe karıştı. Dedi ki:
"Bu gibi aklî bilgilere olan itimadının mahsûsata olan itimadına benzemeyeceğine nasıl emin olabilirsin? Bana güvenin vardı. Akıl hâkimi geldi. Beni tekzip etti. O olmasaydı beni tasdikte devam edecektin. İhtimal ki akıl anlayışının ötesinde diğer bir hâkim vardır. Ortaya çıktığı vakit aklı verdiği hükümden dolayı tekzip eder. Nasıl ki akıl hâkimi ortaya çıktığında hissi verdiği hükümden dolayı yalanladı.. Aklın ötesinde diğer bir idrakin ortaya çıkmaması onun muhal olmasına delâlet etmez."

Nefis bunun cevabında biraz durakladı ve rüya hadisesiyle içindeki şüpheyi kuvvetlendirdi ve dedi ki:
— Görmüyor musun? Uykuda birtakım şeylerin varlığına inanıyorsun, birtakım halleri tahayyül ediyorsun, onlarda sebat ve istikrar bulunduğunu kabul ediyorsun. O durumda onlar hakkında hiçbir şekke düşmüyorsun. Sonra uyanıyorsun, görüyorsun ki bütün tahayyül ettiğin, inandığın şeylerin aslı yok. O halde uyanık iken hissin, yahut aklın delaletiyle edindiğin itikadın hak olduğuna nasıl emin olabilirsin? Vakıa o itikat, içinde bulunduğun hale nazaran haktır. Lâkin mümkündür ki sana diğer bir hal arız ola ki onun uyanıklığına nispeti senin uyanıklığının uykuya nispeti gibi olsun, uyanıklığın o hale izafetle uyku sayılsın. O hal sana arız olduğu zaman aklınla tevehhüm ettiğin her şeyin hayal olduğunu, asılsız bulunduğunu kesin olarak anlarsın. Belki bu hal sofilerin kendilerinde bulunduğunu iddia ettikleri haldir. Onlar kendilerinden geçip hasselerini kaybettikleri zaman kendilerinde mâkulâta uymayan bazı halleri müşahede ettiklerini söylerler. İhtimal ki bu hal ölümdür. Çünkü Hazreti Peygamber -Allah ona salât ve selâm etsin- «İnsanlar uykudadırlar. Öldükleri zaman uyanırlar» buyurmuştur. Dünya hayatı ahirete nispetle uyku sayılabilir. İnsan öldüğü zaman her şey ona şimdi gördüğünden başka türlü görünür. O zaman kendisine denir ki:
— Üzerinden örtünü (perdeni) kaldırdık. Bugün gözlerin daha keskindir10.

Bu vesveseler içime doğunca kalbimde yer etti. Buna bir ilâç aradım, fakat bulamadım. Çünkü bu vesveseleri ancak delil ile giderebilirdim. Delil de ancak (bedihî) dediğimiz bilgilerden meydana gelebilirdi. Bu bilgiler müsellem11 olmayınca onlardan delil tertip etmek de mümkün olmadı. Bu hal güç iyileşen bir dert gibi iki ay kadar içimi kemirdi. Durum itibarıyla safsata mezhebine saplanmıştım. Fakat kimseye bundan bahsetmiyordum. Nihayet Cenab-ı Hak beni o hastalıktan kurtardı. Nefsim sıhhat ve itidale döndü. (Zaruriyat) dediğimiz bilgilerin kabule şayan, güvenilir olduğuna emin oldum. Bu emniyet, delil tertip ve tanzim etmek suretiyle hâsıl olmuş değildi. Ancak Cenab-ı Hakk'ın kalbime attığı bir nur sayesinde olmuştu. Bu nur, birçok bilgelerin anahtarıdır. Hakikatlere ermek daima delil ile olur zannedenler Allah'ın geniş ve sonsuz rahmetini daraltmış olurlar. "Tanrı bir kimseyi hidayete eriştirmek istediği zaman, İslâm dinini kabul etmesi için göğsünü şerh eder." manasındaki âyeti kerimede "şerh" ten maksat ne olduğunu Hazreti Peygamber'e sormuşlar.
— Şerh Tanrı'nın kalbe attığı bir nurdur, buyurmuşlar.
— Bunun alâmeti nedir? demişler.
— Gurur yeri olan dünyadan uzaklaşmak, ebediyet diyarı olan ahirete bağlanmak, sığınmaktır, cevabını vermişlerdir.

Hazreti Peygamber bir hadîs-i şerifinde: "Allah halkı karanlık içinde (nefsin hükmü altında) yarattı. Sonra onların üzerine kendi nurundan serpti (hidayet etti)." buyurmuşlar. İşte yukarıda bahsi geçen nur, bu nurdur. Keşfi, yani hakikatlere vakıf olmayı bu nurdan beklemek gerektir. Bu nur zaman zaman Tanrı'nın kereminden fışkırır. Ona ermek için kollamalıdır. Nitekim Hazreti Peygamber; "Dünyadaki hayatınızda zaman zaman Rabbinizin ilhamkâr lûtufları zuhur eder. Onları kaçırmamaya çalışın." buyurmuştur.

Bu hikâyeyi anlatmaktan maksat, hakikati aramakta çok ciddî hareket ettiğimi göstermektir. O derecede ki aramak lâzım olmayan şeyi bile aradım. Çünkü bedihîyatı aramak iktiza etmez. Onlar hazırdır (herkesçe malûmdur). Hazır olan şey aranırsa kaybolur, gizlenir. Aranması lâzım olmayan bir şeyi arayan kimse aranması iktiza eden şeyi aramakta kusur etmekle itham olunamaz.
~


Dipnotlar
2. Eski âlimlerden bazıları kendilerinden bir şey soranlara bir risale ile cevap verirlerdi. Gazalî'de de bu âdet var. "İlcam-ül avam An-ilm'il kelâm" ve "Eyyüh-el-veled" kitaplarını bu suretle yazdığı gibi bu risaleyi de öyle yazmış. Soruları soranın kim olduğuna işaret yok. [metne dönüş ↩]
3. İtikatta taklit, başkasının sözünü delilsiz kabul etmektir. Aksi "tahkik" tir. [metne dönüş ↩]
4. "Ehl-i talim" Şîilerden bir taifedir. Bunlar hakikatleri İmam tanıdıkları bir zattan öğrenmek icap ettiğini iddia ederler. Bunlara "İsmailiye" ve "Bâtıniye" dahi denir. Kitapta kendilerinden uzun uzadıya bahsedilecektir. [metne dönüş ↩]
5. 30/Rûm, 32. [metne dönüş ↩]
6. Ashabın ve tabiînin gittikleri yola aykırı yol ve gidiş. [metne dönüş ↩]
7. Bâtınîler Kur'an’ın zahir manasına bakmazlar. "Maksat bâtınıdır" derler. [metne dönüş ↩]
8. Vehim ifade eden mukaddimelerden tertip edilmiş delil. Karşıdaki muarızı şaşırtmak ve susturmak için kullanılır. [metne dönüş ↩]
9. Hissiyat. Beş hasse ile kazanılan bilgiler. Zaruriyat: Delil aramağa muhtaç olmayan bedihî bilgiler. Bir ikinin yarısıdır, gibi. [metne dönüş ↩]
10. 50/Kaf, 22. [metne dönüş ↩]
11. Müsellem, kabul edilmiş demektir. [metne dönüş ↩]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder