Loading

30 Aralık 2011 Cuma

Soyutlama ve Ötesi


Soyutlama özünde nesnenin tüm yönlerinin içinden yalnızca işimize yarar olanların, sakıncalı olanların, bize tanıdık gelenlerin ya da dil kategorilerimize uyanların seçilmesidir. Vivanti'den beri pek çok felsefeciye olduğu gibi, bu durum Whitehead ve Bergson tarafından yeterince açık bir şekilde ortaya konmuştur. Soyutlamalar yararlı oldukları kadar yanlıştır da. Kısacası, bir nesneyi soyut bir şekilde algılamak kimi yönlerini algılayamamak anlamına gelir. Kimi niteliklerinin seçilmesi, diğerlerinin yadsınması ve yine bazılarının yaratılması ya da çarpıtılması söz konusudur. Nesneye dilediğimiz biçimi veririz. Onu yaratır, türetiriz. Bunun yanı sıra, çok önemli bir nokta da nesnenin niteliklerini dilsel dizgemiz ile ilişkilendirmek amacıyla soyutlamaya çokça yatkın olmamızdır. Bu da belirli sorunlar yaratır, çünkü Freudcu bağlamda dil birincil değil ikincil süreçtir. Tinsel gerçeklikle ve bilinçdışı ile değil dış gerçeklikle ve bilinçle ilişkilidir. Bu eksikliğin şiirsel ya da coşkulu bir dil ile bir dereceye kadar giderilebileceği doğrudur, ancak son çözümlemede deneyimlerin çoğu anlatılamaz ve çoğunun dilde hiçbir yeri yoktur. 

Bir resmin ya da bir kimsenin algılanışını örnek alalım. Bunları tam olarak algılayabilmek için sınıflandırma, karşılaştırma, değer biçme, gereksinme ve kullanma eğilimlerimizle savaşmamız gerekir. Örneğin bir kimsenin yabancı olduğunu söylediğimiz anda onu sınıflandırmış, soyutlayıcı bir eylemde bulunmuş, bir dereceye kadar onu eşsiz ve tüm dünyadaki diğer insanlardan ayrı bir bütün olarak görme olasılığının önünü kesmiş oluruz. Duvardaki bir resme altındaki imzayı okuma amacıyla yaklaştığımız anda onu kendi içinde eşsizliği ile yeni bir şekilde görme olasılığını yok etmiş oluruz. Öyle ise, bir deneyimi kavramlar, sözcükler ya da ilişkiler dizgesi içine yerleştirmek olan bilme (knowing, bilgi: knowledge), bir yere kadar, bütünüyle biliş (cognizing, cognition) olasılığını ortadan kaldırır. Herbert Read bir çocuğun "arı gözlü" olduğu, yani ilk kez görüyormuş gibi görme yeteneğine sahip olduğu üzerinde durur (zaten çoğunlukla ilk kez görüyordur). Böylece ona şaşkınlıkla bakar, her yönünü inceler, bütün niteliklerini benimser; çünkü çocuk için bu durumda yabancı nesnenin hiçbir niteliği bir diğerinden daha önemli değildir. Onu düzenlemez, yalnızca bakar. Cantril ve Murphy'nin betimlediği gibi, deneyimin niteliklerinin tadını çıkarır. Aynı şekilde, bir yetişkin de kendini soyutlamaktan, adlandırmaktan, yerleştirmekten, karşılaştırmaktan, ilişkilendirmekten alıkoyabildiği oranda bir kimseyi ya da resmi birçok niteliği ile çok yönlü bir şekilde görebilme olanağına sahiptir. Özellikle de betimlenemez, sözcüklerle anlatılamaz olanı algılayabilme yeteneğinin altını çizmem gerekiyor. Sözcüklere uymaya zorlamak onu değiştirecek ve olduğundan başka bir şey, onun gibi, ona benzer ama yine de kendinden farklı bir şey yapacaktır. 

Çeşitli doruk deneyimlerdeki bilişin ayırıcı özelliği işte bu bütünü algılayabilme ve parçaların ötesine geçebilme yeteneğidir. Ancak bu şekilde bir kimseyi sözcüğün en geniş anlamıyla bütün olarak tanıyabileceğimizden, kendini gerçekleştiren insanların diğer insanları algılamada, onun temeline yada özüne girebilmede daha kavrayışlı olmaları da şaşırtıcı değildir. İşte bu nedenle ideal bir terapistin, uzmanlığının gereği olarak karşısındaki insanı eşsizliği ve bütünlüğü içinde anlayabilmek için, en azından oldukça sağlıklı bir insan olması gerektiğine inanıyorum. Bu görüşümün arkasında durmakla birlikte, bu tip algılamada ortaya konulamayan kimi kişisel farklılıkların olduğunu da yadsımıyorum. Terapötik deneyim, bir diğer insanın Varlığının kavranılmasında bir çeşit alıştırma yerini de tutabilir. Bu da estetik algılama ve yaratı alıştırmalarının klinik alıştırmaların yararlı bir parçası olabileceğini inancımı açıklıyor. 


Abraham Maslow
İnsan Olmanın Psikolojisi, sf 96-98..