El-Munkizü Mine’d-Dalâl
İmam Gazalî
~ bölümler ~
Önsöz - Derin Denizin Dalgaları - Hakikati Araştıranların Dört Sınıfı - Mutasavvıfların Tarikatine Dair - Son Bölüm
Mutasavvıfların Tarikatına Dair
Bu ilimlerin tetkikini bitirdikten sonra bütün himmetimle tasavvuf tarikini tetkike başladım. Şunu anladım ki bu tarik ancak ilim ve amelin ikisiyle tamamlanıyor. Mutasavvıfların ilmi, netice itibariyle nefse ait geçitleri atlatmaktan, onun kötü ahlâkıyla fena vasıflarından kendilerini uzaklaştırmaktan ibarettir. Bu suretle insan, kalbini Allah'ın gayri şeylerden boşaltır, onu Tanrı'nın zikriyle bezer. Tasavvufun bu ilim ciheti bana amelden daha kolay geldi. Bu sebeple evvelâ mutasavvıflardan Ebu Talip-il-Mekkî'nin (kut-ül-kulûb) adındaki kitabını, Hâris-i Muhasıbî'nin kitaplarını, Cüneyd, Şiblî ve Ebu Yezid-i Bistamî ve saire gibi büyük mutasavvıflardan naklolunan sözleri ihtiva eden kitapları mütalaa etmek suretiyle bu ilmi tahsile başladım. Bu zatların ilmî maksatlarının özüne vakıf oldum. Tasavvuf tarikinin öğrenmek ve işitmekle tahsili mümkün olan cihetini tahsil ettim. Anladım ki büyük mutasavvıfların elde etmek istedikleri gaye öğrenmekle değil; tatmak, yaşamak, hal ve sıfatları değiştirmek suretiyle elde edilir. Sıhhatin ve tokluğun tarifelerini, sebeplerini, şartlarını öğrenmekle sağlam olmak, tok olmak, arasında ne kadar büyük fark var! Keza sarhoşluğun "mideden yükselen buharın dimağı istilâ etmesinden hâsıl olan bir haldir" tarzındaki tarifini bilmekle sarhoş olmak arasında da büyük fark vardır. Hakikatte sarhoş sarhoşluğu tarif edemez. Fakat sarhoş olmuştur. Ona dair hiçbir bilgiye sahip değildir. Ayık, sarhoşluğu tarif eder, levazımını bilir. Hâlbuki kendisinde sarhoşluk yoktur. Bir tabip hasta iken sıhhatin tarifini, sebeplerini, ilâçlarını bilir; hâlbuki o anda sıhhatini kaybetmiştir. İşte bunun gibi zühdün (dünyadan yüz çevirmenin) hakikatini, şartlarını, sebeplerini bilmenle zahid hayatı yaşaman, nefsi dünyadan vazgeçirmen arasında da fark vardır. İyice anladım ki mutasavvıflar iyi hallere sahiptirler, kuru sözlerden uzaktırlar. Bu meslekte ilim yoluyla öğrenilmesi mümkün olanı tahsil ettim. Benim için işitmek ve öğrenmekle elde edilemeyip ancak tatmakla, o yolun adamı olmakla elde edilebilenden başka bir şey kalmamıştı. Şer'î ve aklî ilimleri iyice kavramak için lâyıkıyla öğrendiğim ilim branşları ve sülûk ettiğim meslekler bana Allah'a, nübüvvete (peygamberliğe) ve kıyamet gününe şüphe götürmez bir iman vermişti. İmanın bu üç esası, muayyen ve mücerret bir delille değil, belki saymaya gelmeyen sebepler, karineler ve tecrübelerle kalbimde sağlam yerleşmişti. Bende şu kanaat hâsıl olmuştu ki ahirette saadete kavuşmak için tek yol takva (günahlardan sakınmak) ile yaşamak, nefsi heva ve hevesinden menetmek yoludur. Bu hareketin başı da bu gurur diyarından (dünyadan) uzaklaşmak, ahirete bağlanmak, bütün varlığınla Allah'a yönelmek suretiyle dünyadan kalbin ilgisini kesmektir. Bu da ancak makamdan, maldan yüz çevirmek, insanı yüksek gayelerden alıkoyan meselelerden, alâkalardan kaçmak ile tamam olabilirdi. Sonra kendi durumumu göz önüne getirdim. Baktım ki dünya alâkalarına dalmışım. Bu alâkalar her taraftan beni çevrelemişler. Yaptığım işleri düşündüm. En güzeli tedris ve talim idi. Bunda da ahirete pek menfaati olmayan ehemmiyetsiz birtakım ilimlerle meşgul olduğumu gördüm. Tedristeki niyetimi yokladım. Onun da Allah rızası için olmadığını; mevki sahibi olmak, şan ve şeref kazanmak arzusundan ileri geldiğini anladım. Uçurumun kenarında bulunduğuma, vaziyetimi düzeltmeğe uğraşmazsam ateşe yuvarlanacağıma kanaat getirdim. Bir müddet hep bunu düşündüm. Henüz ihtiyarıma sahiptim. Bir gün Bağdat'tan çıkmaya, o hallerden kurtulmaya kat'î karar verirdim; ertesi gün bu karardan vazgeçerdim. Kararsızlık içinde idim. Bir sabah ahiret isteğine meyil ve arzum kuvvet bulsa akşamüzeri muhakkak dünya arzuları bir ordu gibi üzerime saldırarak o arzuyu dağıtırdı. Dünya arzuları zincir gibi beni makam ve mevkie doğru sürüklüyordu. İman münadisi de35 şöyle seslenirdi:
— Göç zamanı gelmiştir. Ömrün sona ermek üzeredir. Önünde uzun ahiret seferi vardır. Şimdiye kadar edindiğin amel ve ilim hep riya ve gösterişten ibarettir. Şimdi ahirete hazırlanmazsan ne zaman hazırlanırsın? Dünya alâkalarını şimdi kesmezsen ne zaman kesersin?
Bu sırada içimde evvelki arzu yeniden uyanır. Bağdat'tan firar etmek kararı kuvvet bulurdu. Bu sefer şeytan gelerek şöyle derdi:
— Bu bana ârız olmuş bir hastalıktır. Sakın itaat edeyim, deme. Çünkü çabuk zail olacak bir haldir. Eğer ona uyarak bugün içinde bulunduğun yüksek mevkii, kimsenin bozmaya imkân bulamayacağı muntazam hayatı, hasımlar tarafından ihlâl edilmek tehlikesinden uzak maişeti terk edersen ihtimal bir gün nefsin onu arzu eder, fakat ona bir daha kavuşmak müyesser olmaz.
488 senesi Recep ayından itibaren altı ay kadar dünya arzuları ile ahiret düşünceleri arasında kararsız kaldım. Bu Recep ayında iş ihtiyarî olmaktan çıktı. İztirar mevkiine düştüm. Çünkü Cenab-ı Hak dilime bir kilit vurdu, tedrisi yapamayacak surette bağlandı. Talebemi memnun etmek için bir gün olsun ders vermeye nefsimi zorladım, fakat dilim bir kelime dahi söyleyemezdi. Buna muktedir olamıyordum. Sonra dilimdeki bu tutukluk kalbime bir hüzün verdi. Bu hüznün tesiri ile midemde hazım kuvveti kalmadı. Yemekten, içmekten kesildim. Kandıracak kadar su boğazımdan geçmiyordu. Bir lokmayı hazmedemiyordum. Bu yüzden bütün bedenî kuvvetlerim zayıf düştü. Doktorlar, ilâcın bana fayda vereceğinden ümit kestiler. Dediler ki: "Bu, kalbe ârız olmuş bir haldir; oradan mizaca sirayet etmiştir. Kalbe ârız olan büyük elem zail olmadıkça ilâçla iyileştirmeye imkân yoktur." Aciz içinde kaldığımı, irademin tamamıyla elden gittiğini görünce çaresiz kalmış bir kimsenin ilticası suretiyle Allah'a iltica ettim. Çaresiz kullarının duasını karşılıksız bırakmayan Allah beni kurtardı. Mevki, mal, aile, evlât ahbap gibi şeylerden yüz çevirmeyi bana kolaylaştırdı. Mekke'ye gitmek kararında olduğumu söyledim. Hâlbuki içimde Şam'a gitmek arzusu vardı. Halife ve bütün beni sevenler Şam'da ikamet etmek arzusunda olduğumu öğrenmesinler diye hakikati sakladım. Bir daha dönmemek üzere Bağdat'tan çıkacağımı "Lâtif hileler" denilen kapalı sözlerle belli etmemeye çalıştım. Bütün Irak âlimlerinin tenkidine hedef oldum. Onların içinde bütün bu şeylerden yüz çevirmemin dinî bir sebepten ileri geldiğini kabul edecek bir kimse yoktu. Zannediyorlardı ki içinde bulunduğum mevki dinin en yüksek mevkiidir. Bilgileri ancak bu anlayışa müsaitti. Sonra halk birtakım tahminler içinde şaşırdı kaldı. Irak'tan uzak olan kimseler bunun memleketi idare eden büyüklerin arzularından ileri geldiğini zannediyorlardı. Bu büyüklere yakın olanlar da onların beni bırakmamak için ne kadar uğraştıklarını, yaptığımı beğenmediklerini, benim de onlardan yüz çevirdiğimi, sözlerine kulak vermediğimi görüyorlardı. "Bu, Allah'tan gelmiş bir iştir. Ehl-i İslam'a ve ulema zümresine göz değdi. Bunun başka türlü sebebi olamaz." diyorlardı.
488 senesi Recep ayından itibaren altı ay kadar dünya arzuları ile ahiret düşünceleri arasında kararsız kaldım. Bu Recep ayında iş ihtiyarî olmaktan çıktı. İztirar mevkiine düştüm. Çünkü Cenab-ı Hak dilime bir kilit vurdu, tedrisi yapamayacak surette bağlandı. Talebemi memnun etmek için bir gün olsun ders vermeye nefsimi zorladım, fakat dilim bir kelime dahi söyleyemezdi. Buna muktedir olamıyordum. Sonra dilimdeki bu tutukluk kalbime bir hüzün verdi. Bu hüznün tesiri ile midemde hazım kuvveti kalmadı. Yemekten, içmekten kesildim. Kandıracak kadar su boğazımdan geçmiyordu. Bir lokmayı hazmedemiyordum. Bu yüzden bütün bedenî kuvvetlerim zayıf düştü. Doktorlar, ilâcın bana fayda vereceğinden ümit kestiler. Dediler ki: "Bu, kalbe ârız olmuş bir haldir; oradan mizaca sirayet etmiştir. Kalbe ârız olan büyük elem zail olmadıkça ilâçla iyileştirmeye imkân yoktur." Aciz içinde kaldığımı, irademin tamamıyla elden gittiğini görünce çaresiz kalmış bir kimsenin ilticası suretiyle Allah'a iltica ettim. Çaresiz kullarının duasını karşılıksız bırakmayan Allah beni kurtardı. Mevki, mal, aile, evlât ahbap gibi şeylerden yüz çevirmeyi bana kolaylaştırdı. Mekke'ye gitmek kararında olduğumu söyledim. Hâlbuki içimde Şam'a gitmek arzusu vardı. Halife ve bütün beni sevenler Şam'da ikamet etmek arzusunda olduğumu öğrenmesinler diye hakikati sakladım. Bir daha dönmemek üzere Bağdat'tan çıkacağımı "Lâtif hileler" denilen kapalı sözlerle belli etmemeye çalıştım. Bütün Irak âlimlerinin tenkidine hedef oldum. Onların içinde bütün bu şeylerden yüz çevirmemin dinî bir sebepten ileri geldiğini kabul edecek bir kimse yoktu. Zannediyorlardı ki içinde bulunduğum mevki dinin en yüksek mevkiidir. Bilgileri ancak bu anlayışa müsaitti. Sonra halk birtakım tahminler içinde şaşırdı kaldı. Irak'tan uzak olan kimseler bunun memleketi idare eden büyüklerin arzularından ileri geldiğini zannediyorlardı. Bu büyüklere yakın olanlar da onların beni bırakmamak için ne kadar uğraştıklarını, yaptığımı beğenmediklerini, benim de onlardan yüz çevirdiğimi, sözlerine kulak vermediğimi görüyorlardı. "Bu, Allah'tan gelmiş bir iştir. Ehl-i İslam'a ve ulema zümresine göz değdi. Bunun başka türlü sebebi olamaz." diyorlardı.