Loading

28 Aralık 2014 Pazar

Tatmakla Elde Edilebilen

El-Munkizü Mine’d-Dalâl
İmam Gazalî

~ bölümler ~


Mutasavvıfların Tarikatına Dair

Bu ilimlerin tetkikini bitirdikten sonra bütün himmetimle tasavvuf tarikini tetkike başladım. Şunu anladım ki bu tarik ancak ilim ve amelin ikisiyle tamamlanıyor. Mutasavvıfların ilmi, netice itibariyle nefse ait geçitleri atlatmaktan, onun kötü ahlâkıyla fena vasıflarından kendilerini uzaklaştırmaktan ibarettir. Bu suretle insan, kalbini Allah'ın gayri şeylerden boşaltır, onu Tanrı'nın zikriyle bezer. Tasavvufun bu ilim ciheti bana amelden daha kolay geldi. Bu sebeple evvelâ mutasavvıflardan Ebu Talip-il-Mekkî'nin (kut-ül-kulûb) adındaki kitabını, Hâris-i Muhasıbî'nin kitaplarını, Cüneyd, Şiblî ve Ebu Yezid-i Bistamî ve saire gibi büyük mutasavvıflardan naklolunan sözleri ihtiva eden kitapları mütalaa etmek suretiyle bu ilmi tahsile başladım. Bu zatların ilmî maksatlarının özüne vakıf oldum. Tasavvuf tarikinin öğrenmek ve işitmekle tahsili mümkün olan cihetini tahsil ettim. Anladım ki büyük mutasavvıfların elde etmek istedikleri gaye öğrenmekle değil; tatmak, yaşamak, hal ve sıfatları değiştirmek suretiyle elde edilir. Sıhhatin ve tokluğun tarifelerini, sebeplerini, şartlarını öğrenmekle sağlam olmak, tok olmak, arasında ne kadar büyük fark var! Keza sarhoşluğun "mideden yükselen buharın dimağı istilâ etmesinden hâsıl olan bir haldir" tarzındaki tarifini bilmekle sarhoş olmak arasında da büyük fark vardır. Hakikatte sarhoş sarhoşluğu tarif edemez. Fakat sarhoş olmuştur. Ona dair hiçbir bilgiye sahip değildir. Ayık, sarhoşluğu tarif eder, levazımını bilir. Hâlbuki kendisinde sarhoşluk yoktur. Bir tabip hasta iken sıhhatin tarifini, sebeplerini, ilâçlarını bilir; hâlbuki o anda sıhhatini kaybetmiştir. İşte bunun gibi zühdün (dünyadan yüz çevirmenin) hakikatini, şartlarını, sebeplerini bilmenle zahid hayatı yaşaman, nefsi dünyadan vazgeçirmen arasında da fark vardır. İyice anladım ki mutasavvıflar iyi hallere sahiptirler, kuru sözlerden uzaktırlar. Bu meslekte ilim yoluyla öğrenilmesi mümkün olanı tahsil ettim. Benim için işitmek ve öğrenmekle elde edilemeyip ancak tatmakla, o yolun adamı olmakla elde edilebilenden başka bir şey kalmamıştı. Şer'î ve aklî ilimleri iyice kavramak için lâyıkıyla öğrendiğim ilim branşları ve sülûk ettiğim meslekler bana Allah'a, nübüvvete (peygamberliğe) ve kıyamet gününe şüphe götürmez bir iman vermişti. İmanın bu üç esası, muayyen ve mücerret bir delille değil, belki saymaya gelmeyen sebepler, karineler ve tecrübelerle kalbimde sağlam yerleşmişti. Bende şu kanaat hâsıl olmuştu ki ahirette saadete kavuşmak için tek yol takva (günahlardan sakınmak) ile yaşamak, nefsi heva ve hevesinden menetmek yoludur. Bu hareketin başı da bu gurur diyarından (dünyadan) uzaklaşmak, ahirete bağlanmak, bütün varlığınla Allah'a yönelmek suretiyle dünyadan kalbin ilgisini kesmektir. Bu da ancak makamdan, maldan yüz çevirmek, insanı yüksek gayelerden alıkoyan meselelerden, alâkalardan kaçmak ile tamam olabilirdi. Sonra kendi durumumu göz önüne getirdim. Baktım ki dünya alâkalarına dalmışım. Bu alâkalar her taraftan beni çevrelemişler. Yaptığım işleri düşündüm. En güzeli tedris ve talim idi. Bunda da ahirete pek menfaati olmayan ehemmiyetsiz birtakım ilimlerle meşgul olduğumu gördüm. Tedristeki niyetimi yokladım. Onun da Allah rızası için olmadığını; mevki sahibi olmak, şan ve şeref kazanmak arzusundan ileri geldiğini anladım. Uçurumun kenarında bulunduğuma, vaziyetimi düzeltmeğe uğraşmazsam ateşe yuvarlanacağıma kanaat getirdim. Bir müddet hep bunu düşündüm. Henüz ihtiyarıma sahiptim. Bir gün Bağdat'tan çıkmaya, o hallerden kurtulmaya kat'î karar verirdim; ertesi gün bu karardan vazgeçerdim. Kararsızlık içinde idim. Bir sabah ahiret isteğine meyil ve arzum kuvvet bulsa akşamüzeri muhakkak dünya arzuları bir ordu gibi üzerime saldırarak o arzuyu dağıtırdı. Dünya arzuları zincir gibi beni makam ve mevkie doğru sürüklüyordu. İman münadisi de35 şöyle seslenirdi:
— Göç zamanı gelmiştir. Ömrün sona ermek üzeredir. Önünde uzun ahiret seferi vardır. Şimdiye kadar edindiğin amel ve ilim hep riya ve gösterişten ibarettir. Şimdi ahirete hazırlanmazsan ne zaman hazırlanırsın? Dünya alâkalarını şimdi kesmezsen ne zaman kesersin?

Bu sırada içimde evvelki arzu yeniden uyanır. Bağdat'tan firar etmek kararı kuvvet bulurdu. Bu sefer şeytan gelerek şöyle derdi:
— Bu bana ârız olmuş bir hastalıktır. Sakın itaat edeyim, deme. Çünkü çabuk zail olacak bir haldir. Eğer ona uyarak bugün içinde bulunduğun yüksek mevkii, kimsenin bozmaya imkân bulamayacağı muntazam hayatı, hasımlar tarafından ihlâl edilmek tehlikesinden uzak maişeti terk edersen ihtimal bir gün nefsin onu arzu eder, fakat ona bir daha kavuşmak müyesser olmaz.

488 senesi Recep ayından itibaren altı ay kadar dünya arzuları ile ahiret düşünceleri arasında kararsız kaldım. Bu Recep ayında iş ihtiyarî olmaktan çıktı. İztirar mevkiine düştüm. Çünkü Cenab-ı Hak dilime bir kilit vurdu, tedrisi yapamayacak surette bağlandı. Talebemi memnun etmek için bir gün olsun ders vermeye nefsimi zorladım, fakat dilim bir kelime dahi söyleyemezdi. Buna muktedir olamıyordum. Sonra dilimdeki bu tutukluk kalbime bir hüzün verdi. Bu hüznün tesiri ile midemde hazım kuvveti kalmadı. Yemekten, içmekten kesildim. Kandıracak kadar su boğazımdan geçmiyordu. Bir lokmayı hazmedemiyordum. Bu yüzden bütün bedenî kuvvetlerim zayıf düştü. Doktorlar, ilâcın bana fayda vereceğinden ümit kestiler. Dediler ki: "Bu, kalbe ârız olmuş bir haldir; oradan mizaca sirayet etmiştir. Kalbe ârız olan büyük elem zail olmadıkça ilâçla iyileştirmeye imkân yoktur." Aciz içinde kaldığımı, irademin tamamıyla elden gittiğini görünce çaresiz kalmış bir kimsenin ilticası suretiyle Allah'a iltica ettim. Çaresiz kullarının duasını karşılıksız bırakmayan Allah beni kurtardı. Mevki, mal, aile, evlât ahbap gibi şeylerden yüz çevirmeyi bana kolaylaştırdı. Mekke'ye gitmek kararında olduğumu söyledim. Hâlbuki içimde Şam'a gitmek arzusu vardı. Halife ve bütün beni sevenler Şam'da ikamet etmek arzusunda olduğumu öğrenmesinler diye hakikati sakladım. Bir daha dönmemek üzere Bağdat'tan çıkacağımı "Lâtif hileler" denilen kapalı sözlerle belli etmemeye çalıştım. Bütün Irak âlimlerinin tenkidine hedef oldum. Onların içinde bütün bu şeylerden yüz çevirmemin dinî bir sebepten ileri geldiğini kabul edecek bir kimse yoktu. Zannediyorlardı ki içinde bulunduğum mevki dinin en yüksek mevkiidir. Bilgileri ancak bu anlayışa müsaitti. Sonra halk birtakım tahminler içinde şaşırdı kaldı. Irak'tan uzak olan kimseler bunun memleketi idare eden büyüklerin arzularından ileri geldiğini zannediyorlardı. Bu büyüklere yakın olanlar da onların beni bırakmamak için ne kadar uğraştıklarını, yaptığımı beğenmediklerini, benim de onlardan yüz çevirdiğimi, sözlerine kulak vermediğimi görüyorlardı. "Bu, Allah'tan gelmiş bir iştir. Ehl-i İslam'a ve ulema zümresine göz değdi. Bunun başka türlü sebebi olamaz." diyorlardı.

Sosyal Kurumlardaki Yozlaşmacılık

Olmak istemez isen bir tarîkat yobâzı,
Taklîd ile yetinme, sen tahkikten al hazzı!
Teshîr etmesin seni aslâ hurda-i tarik
Bu en kolay yoldur ki nefsini eder tahrîk.
Taklîd sarhoşluğuyla kabaran nefiscikler,
Bundan ibaret sanır tarîkatı ve tekler.
- Ganiyy-i Muhtefî -
~

Tekkeler Neden Yozlaştı?

(Bu sohbet Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre ile 2002 yılının Ekim ayında 
Hoca’nın Üsküdar’daki evinde baş başa bir konuşma esnasında kaydedilmiştir)


Necmettin Şahinler Efendim sizce Cumhûriyet İdâresinin tekkelerin kapanmasına karar vermesi isabetli bir karar mıdır?

Ahmed Yüksel Özemre Târih göstermektedir ki her sosyal kurum, ve hattâ kudretli imparatorluklar bile, zamanla yozlaşarak çöküp gitmektedir. Bu genel kuralın asla istisnâsı yoktur.

N. Ş. Yanlış anlamamak için soruyorum, Efendim. Din de bu genel kuralın içinde midir?

A. Y. Ö. Çok isâbetli bir soru! Teşekkür ederim Necmettin'ciğim. Din iki türlü olur: 1) Cenâb-ı Hakk tarafından vaz ve Peygamberi tarafından tebliğ edildiği şekliyle din, ve bir de 2) insanların: A) uydurdukları, ya da B) uyguladıkları şekliyle din. Cenâb-ı Hakk tarafından vaz ve Peygamberi tarafından tebliğ edildiği şekliyle din sosyal değil ilâhî bir kurumdur, ve bu şekliyle de söz konusu tefessühün ya da yeni deyimiyle yozlaşmanın dışındadır. Ama 1) bu ilâhî kurumun beşerî uygulamaları da, 2) insanların uydurdukları dinler de hep bu genel kurala uyarlar.

N. Ş. Gene aydınlanmak bâbında birkaç örnek lûtfedebilir misiniz?

A. Y. Ö. Brahmanizm başlangıçta bir tevhîd dini iken bugünkü uygulamalarına bakılırsa çok-tanrılı bir din kisvesine bürünmüştür. Bu ne azîm bir yozlaşmadır! Katoliklik ise insanların uydurduğu bir dindir. İmân umdeleri konsillerde parmak kaldırmak sûretiyle ya da Papa'nın kendi fikrini ilân etmesiyle oluşur. Alın işte! Teslis akîdesi Kilise’nin kabûl ettiği incîllerde bile yok iken Konsil kararıyla bir nass yâni îmân umdesi olarak icbar edilmiştir. Kezâ 1950 yılında Papa XII. Pius “Hz Meryem’in de etiyle kemiğiyle göğe çekilmiş olduğunu, ve buna inanmayanların Hıristiyanlıktan çıkıp cehennemlik olacağını" yeni bir îmân umdesi olarak ilân etmiştir. Bu yeni îmân umdesi aklı başında hiçbir Hıristiyânı tatmin etmemiştir. Katolik Kilisesi bugün ancak Papalığın çok büyük paralar sarfederek ortaya koyduğu ihtişamlı törenlerle halkın ilgisini çekmeye çalışmakta ama kiliselerinin gitgide ıssızlaşmasının bir türlü önüne geçememektedir.

Döker Danesini

Sana meyl eyledükçe çarh-ı gaddâr
Sen anı sanma gerçek hîlesi var

Ki döker dânesini avlamağa 
Halâs et kuşça cânun girme ağa 


Gaddar felek sana meylettikçe, 
sen onu gerçek sanma, hilesi var. 

Avlamak için danesini döker, 
kuşça canını kurtar, ağa girme. 

Emir Buharî (1445-1516), LVI

27 Aralık 2014 Cumartesi

Yasayı Çiğnemek

Wanted (2008)
Yönetmen: Timur Bekmambetov
Senaryo: Michael Brandt, Derek Haas, Chris Morgan

~

Özet: 25 yaşındaki Wesley Gibson (James McAvoy) hayattan nefret eden zayıf ruhlu ve tembel bir genç adamdır. Hayattan nefret etmek için iyi ve güçlü bir gerekçeleri de vardır, çünkü yaptığı her işte başarısızdır. Eziktir, kaybedendir, itilir, kakılır, hayatta başarısızlığın yaşayan örneğidir. Çalıştığı işyerinde tüm çalışma arkadaşlarının gözü önünde patronu tarafından azarlanır ve küçük düşürülür. Evindeki durum da farksızdır. Cinsellikten başka isteği olmayan kız arkadaşıyla sorunları vardır. Kız arkadaşı Wes’in dışında her erkeği adeta mıknatıs gibi kendisine çekmektedir ki, bunlara Wes’in en iyi arkadaşı/kankası da dahildir. Wes sürekli kaybettiği ve aşağılandığı için çareyi yüksek dozda panik atak ilaçları kullanmakta bulmuştur. Var olma sebepleri teker teker ortadan kalkarken ümitsizliklerle dolu hayatını kurtaracak bir can simidine ihtiyacı vardır.

Tam da bu noktada bir kadın yüzünden Wes’in hayatı sona erer. Ancak sona eren bildiğimiz anlamdaki eski hayatıdır. Silahların konuştuğu bir çatışmadan dönmekte olan Fox adlı bir kadın (Angelina Jolie) arabasıyla Wes’e çarpar. O andan itibaren Wes’in uzun süredir kayıp olduğu için artık unutulan babasının da Fraternity adlı bir gizli örgüt için çalışırken öldürüldüğü ortaya çıkar. Bin yıllık bir geçmişi olan ve eğitimli suikastçilerden kurulu Fraternity’nin işlevi, kaderin önüne geçilemez emirlerini yerine getirmektir. Bu örgütün tek bir ilkesi vardır: Binlerce insanı kurtarmak için bir kişiyi öldüreceksin!

Artık babasının adımlarını izleme sırası Wes’e gelmiştir. Benliğinin içerisinde sinsi sinsi dolaşan kızgın ve öfkeli kurdu serbest bırakma zamanıdır. Wes’in kanında öldürme duygusu vardır. Fox’un gözetimi altında eğitim almaya başlar. Bu arada Fraternity’nin gizemli lideri Sloan (Morgan Freeman) ile tanışır. Örgüte yeni giren çaylak, ışık hızında refleksler ve insanüstü yetenekler kazanırken oldukça zorlanacaktır. Ancak eğitimli bir suikastçi olmanın kolay bir şey olduğunu kim söyledi?

Eskinin tembel adamı Wes artık Fraternity örgütünün altın çocuğu olarak yeniden doğmuştur. Zaman zaman geçmişinde çektiği acılara intikam duygusuyla yaklaşmanın güçlüğünü yaşasa da yeni, sıradışı ve hareketli hayatının tadını çıkartmaktadır. Ancak Fraternity’de işbirliği yaptığı insanların kendisine ilk tanıtıldığı kadar masum niyetlere sahip olmadığını farketmesiyle olayın rengi değişmeye başlar. Yeni bulduğu kahramanlık ile ruhunu öldüren intikam duyguları arasında bocalayan Wes, hiç kimsenin -ne soğukkanlı babasının ne de diğer suikastçilerin- ona asla öğretemeyeceği birşeyi öğrenecektir: Kendi kaderinin kontrolünü ele almak... [kaynak]
~

26 Aralık 2014 Cuma

Belirli Bir Durumda Doğru Değerlendirmek

Ahlâk Kavramları

Son yıllarda ülkemizde de dünyada da 'ahlâk'tan daha sık söz edilir oldu.

Bizde "ahlâkın bozulması''ndan, "ahlâka aykırı yayınlardan", "yüce ahlâk"tan, "millî ahlâk"tan söz edilir, ilk ve ortaöğretimin programlarında önce "Ahlâk" dersi, sonra da "Din Kültürü ve Ahlâk" dersi konmuştur. Dünyada ise "yeni bir ahlâk ihtiyacı"ndan, "meslek ahlâkı"ndan, "kalkınmada ahlâksal sorunlardan, "lâik ahlâk"tan v.b. söz edilmektedir. Ahlâka ilişkin bazı felsefe görüşlerinde "açık ve kapalı ahlâk" (Bergson) ifadesiyle karşılaştığımız gibi; bazı üniversite Felsefe Bölümleri programında "Ahlâk Felsefesi" adlı bir dersle de karşılaşmaktayız. Geçenlerde İngiltere'de ilk sayısı yayımlanan "Ekonomi ve Ahlâk" adlı bir dergi geldi bana.

Acaba nedir "ahlâk"? Ben bugün burada a) 'ahlâk' terimiyle nelerin dile getirilmek istendiğini ortaya koymaya; dolayısıyla 'ahlâk'ı kavramsal olarak açıklığa kavuşturmaya ve b) 'ahlâk'ın kavramsal olarak açıklığa kavuşturulmasından eğitim ve öğretmenlik mesleği için çıkan sonuçlardan bir-ikisine işaret etmeğe çalışacağım.

~

Önce 'ahlâk' sözcüğünün, karşımıza çıktığı çeşitli bağlamlardaki anlamına bakalım:
"Ahlâk bozuldu” diyenler (bizde), bundan hırsızlığın artması, rüşvet alıp-vermenin artması gibi olguları kastettikleri gibi; büyüklerin karşısında ayak ayak üstüne atarak oturan, büyükleri önünde sigara içen gençlerin sayısının arttığını da kastetmektedirler. 'Ahlâka aykırı yayınlardan'dan söz edenlerin, genellikle, cinsel konularla ilgili yayınları; 'lâik ahlâk'tan söz edenlerin, dinsel inançlardan kaynaklanmayan davranış kurallarını; 'millî ahlâk'tan söz edenlerin, bir millette, kişilerarası ilişkilerdeki geçerli –olan, olduğu farzedilen, olması istenen– geleneksel-göreneksel davranışları ve bireysel özellikleri kastettikleri görülüyor. 'Kapalı ve açık ahlâk'tan söz ederken Bergson, bazı "toplum"larda geçerli olan, kişilerarası ilişkilerdeki davranışları belirleyen gelenek-görenek sistemlerinin, değişmeye kapalı olma özelliğini gösterdiğini; bazılarında ise değişmeye açık olma özelliğini gösterdiğini dile getirmek istiyor; yani iki tip ahlâktan söz ediyor. 'Meslek ahlâkı' bağlamındaki 'ahlâk'tan kastedilene gelince: burada 'ahlâk', belirli bir meslekte –özellikle doğrudan doğruya insanla ilgili bir meslekte: doktorlukta, hemşirelikte, öğretmenlikte - ama gazetecilikte ve ticarette de– uyulması gereken davranış kuralları anlamına geliyor (örneğin, doktorlukta hastanın sırlarını başkalarına söylememe gibi). Bu kurallara da, dünyanın neresinde olursa olsun (yani belirli bir çevreye bağlı olmaksızın) bu mesleği yapan herkesin uyması isteniyor.

Bütün bu bağlamlarda 'ahlâk'tan söz edilirken dile getirilmek istenen, hep, insanlararası ilişkilerde kişilerin uymaları beklenen –talep edilen– davranışlardır. Yapılması-yapılmaması gereken (izin verilen-verilmeyen; teşvik edilen-yasaklanan) davranışlardır; başka bir deyişle, belirli bir grupta ya da genel olarak iyi sayılan-kötü sayılan davranışlardır. Böylece 'ahlâk': kişilerarası ilişkilerde davranışlara ilişkin geçerli (bir grupta, belirli bir zamanda ya da genel olarak geçerli olan, olması istenen) çeşitli değer yargıları sistemleri olarak karşımıza çıkıyor. Bu genel değer yargıları ise, kişilerin belirli koşullarda başka insanlarla ilişkilerinde yaptıklarının –sizin, benim eylemlerimizin– ; her biri tek-eşsiz ve karmaşık bir bütün olan eylemlerimizin değeri konusunda yargıda bulunmak için kullanılıyor.

Metrodaki Gürültüler

"Uzun zamandır şuna inanıyorum: İnsanın dayanabileceği gürültü miktarı ile zihinsel yetileri arasında bir ters orantı vardır. Kapıyı eliyle yavaşça kapatmak yerine gürültüyle çarpan bir insan yalnızca terbiyesiz değil; aynı zamanda bayağı ve dar görüşlüdür. Ancak düşünen canlıların bilincine ıslık çalmak, kahkahalar atmak, bağırıp çağırmak, çekiçle ya da kırbaçla vurmak vs. suretiyle dalıverme hakkını kendinde bulan bir tek kişi bile kalmadığında uygar olabiliriz."  –  Arthur Schopenhauer

~
Müthiş posterler! Helal olsun Tokyo Metrosu'na (:

Tokyo Metro (東京メトロ) is Japan’s largest subway system. Take a ride, and you’ll find it hard to miss the catchy posters asking commuters to mind their manners. Since September 1974, every year a new theme and unique monthly designs have been produced, but in recent years perhaps none have been more memorable than the iconic illustrations of graphic artist Bunpei Yorifuji. Beginning in 2008 and spanning 3 years –something rather unusual considering the transient nature of the annual Metro poster themes– the designs were judged a huge success, being replicated and parodied in numerous places across the internet.

2008-2010 dönemi posterleri için bağlantı & Tokyo Metrosu'nun resmî sitesi için bağlantı


24 Aralık 2014 Çarşamba

Din ve Devlet İşleri

BÖLÜM 15
AMSTERDAM - Temmuz 1656

İki gün sonra Bento ve Gabriel dükkânı açarlarken bereli bir çocuk koşarak yanlarına geldi, durup soluklandı ve “Bento, haham seninle konuşmak istiyor.” dedi. “Hemen şimdi. Sinagogda bekliyor.”

Bento şaşırmamıştı, bu çağrıyı bekliyordu. Hiç acele etmeden süpürgesini bir kenara bıraktı, kahvesinden son yudumu aldı, Gabriel’e dönüp elveda der gibi başını salladı ve sessizce çocuğu takip etti. Gabriel yüzünde son derece endişeli bir ifadeyle dışarı çıktı ve ikisinin uzaklaşmasını izledi.
~


Devetüyünden pantolonu ve ceketi, gümüş tokalı deri ayakkabılarıyla zengin bir Hollandalı kasaba sakini gibi giyinmiş olan Haham Saul Levi Mortera sinagogun ikinci katındaki çalışma odasında Baruch Spinoza’yı beklerken kalemini sinir bozucu bir şekilde masaya vuruyordu. Jilet keskinliğinde bir buruna, korkutucu gözlere, acımasız dudaklara ve bakımlı bir keçi sakala sahip olan uzun boylu, haşmetli, altmış yaşında bir adam olan Haham Mortera birçok sıfata sahipti; saygın bir âlim, üretken bir yazar, haşin bir entelektüel savaşçı, rakip hahamlarla yapılan sert savaşların galibi, Tevrat’ın kutsallığının cesur bir savunucusu - ama ‘sabırlı’ o sıfatlardan biri değildi. Bar Mitzvah eğitimi alan küçük bir çocuk olan elçisini, eski asi öğrencisini tutup getirmesi için göndereli neredeyse yarım saat olmuştu.

Saul Mortera Amsterdam’daki Yahudi cemaatine otuz yedi yıldır bir kral edasıyla başkanlık ediyordu. 1619’da şehirdeki üç küçük Sefarad sinagogundan biri olan Beth Jacob’un hahamı olarak ilk görevine atanmıştı. Cemaati 1639’da Neve Shalom ve Beth İsrail'le birleştiğinde Saul Mortera diğer adaylar arasından yeni “Talmud Torah Sinagogu”nun baş hahamı olarak seçildi. Tam bir Yahudi şeriatı kalesi olan Saul Mortera cemaatini, çoğu Hıristiyanlığa geçmeye zorlanmış ve aslında pek azı geleneksel Musevî eğitimine sahip olan Portekizli göçmenler dalgasının şüpheciliği ve laikliğine karşı on yıllardır korumuştu. Bitkin düşmüştü, yetişkinlere geleneksel adetleri aşılamak zor işti. Bütün din hocalarının nihayetinde kavradığı dersi çok iyi biliyordu, öğrencileri çok gençlerken avucunun içine almak çok önemlidir.

18 Aralık 2014 Perşembe

Kadim Korkular ve Teknoloji

Google Glass, içindekiler.
~

Larry ve Siborglar

Menlo Park, California, 1999. Google’ın kurucuları Larry Page ile Sergey Brin atılmış bir yemek masasıyla çalışma tezgâhının arasına sıkışmış. Tezgâhın üstünde kasası açık bilgisayarlarla, karton kutularla ve bir kablo salatasıyla sarmalanmış, tüplü bir monitör duruyor. Loş garajda bir bisiklet duruyor ve içerisi hem ter hem de temizlik malzemesi kokuyor. Buraya ofis diyorlar. Larry Page’in o sıralar "Yapay zekânın en son hali olan Google" dediği vizyonun doğum yeri burası.

Mountain View, California, 2014. Bu vizyon, Google'ın futuristik merkezinde şekilleniyor. Google, bilgiye ücretsiz erişim dendiğinde akla gelen ilk şey. Ama Page ile Brin daha fazlasını istiyor: Günlük yaşantımızı kolaylaştıran, bizi küresel olarak birbirimize bağlayan akıllı bir teknoloji. Bir gün, bizi ölümsüz kılacak bir teknoloji.

Ünlü YZ (yapay zeka) araştırmacısı Carl Page’in oğlu Larry Page'i 2005’te California’nın Mojave Çölü’ndeki DARPA Challenge’e çeken de buydu. Orada gördükleri onu çok etkilemişti. Özerk olması gereken, yani sadece bilgisayarların kontrol ettiği 23 araç (bazıları çim biçme makinesine ve golf arabasına benziyordu) kendi başına giderken, 212 aracın da engelli parkurda birkaç kilometre sürülmesi gerekiyordu. Fakat araçların çoğu yol alamamıştı. İçlerinden biri kum tepesine saplanmış, diğeriyse bir çalılığa takılıp kalmıştı. Yazılımı çöken bir başkası ise kendi etrafında daireler çiziyordu. Yol kenarında yarışı izleyenlerin birkaç kez kaçıp canını kurtarması gerekmişti.

Zekâya giden yolda Alman katkısı

Finiş çizgisine sadece beş araç ulaşabildi. Kazanan, Stanley takma adlı bir Volkswagen Tuareg’di. Çatısındaki kutu biçimli çevre tarayıcı haricinde normal bir araçtan hiçbir farkı yoktu, sürücüsü ise bagajdaydı: Altı adet Pentium M işlemciyle donatılmış (her biri 1,6 GHz hızında) bir bilgisayar sistemi. Bu sistem lazerli tarayıcıdan, kameralardan ve GPS modüllerinden aldığı verileri işleyerek finiş çizgisine giden rotayı otomatikman buluyordu. Larry Page bundan o denli etkilenmişti ki Stanley’nin geliştiricisi Sebastian Thrun'u dört yıl sonra Google'a çağırdı. Solingen doğumlu bu adam işte burada, Google vizyonuna doğru büyük bir adım atarak sürücüsüz otomobili geliştirmeye başladı.

Sürücüsüz otomobilleri birçok iddialı proje izledi: ana bilgisayar Google Brain, insansı robotlar, internet balonlarının oluşturduğu küresel ağ ve daha birçok şey. Google bir süredir sadece bir arama motoru sağlayıcısı olmaktan çıkmış durumda. Google kampüsü insanlığın geleceğine adanmış bir laboratuvar sayılabilir. En büyük soru, acaba bu devrimci ürünler için heyecanlanmalı mıyız, yoksa dâhi beyinlerin yönettiği, ardına akıl almaz bir finansal destek ve bilgisayar desteği almış bu küresel şirketten korkmalı mıyız?

Şirketin misyonu halka, ürkütücü olmayan bir biçimde tarif ediliyor. Google'ın ana sayfasında şöyle diyor: "Google dünyadaki bilgiyi organize etmeyi, her an herkesin erişimine ve yararına sunmayı amaçlamaktadır." Kısa süre önce Larry Page "Kulağa tuhaf gelebilir, çünkü bu işi on beş yıldır yapıyoruz ama daha emekleme aşamasındayız,” dedi. Fakat klasik, klavye kontrollü Google araması kimi zaman, örneğin akıllı telefon üzerinde çok kullanışlı değil. Michiel Dacchiani, CHlP’e verdiği demeçte “Burada sesle kontrol, bilgiye erişmek için çok daha iyi bir seçenek,” dedi. Bacchiani, Google'da ses tanıma algoritmaları üzerine çalışmalar yürütüyor. Ona göre, akıllı telefonunuz daha siz sormadan, bağlamdan yola çıkarak ne aradığınızı tahmin edebilirse (söz gelimi, havaalanının çıkış kapısını) bu çok iyi olacak. Zeki sistemlerin özelliği, bilgiyi kendilerinden talep edilmeden sunmaları.

“Bilgisayarların biz insanların ne yaptığını ve ne istediğini bilmediğini görüyoruz,” diyor Larry Page. Bu, arama sorgularının otomatik tamamlanması, mobil aygıtlarda sesle kontrol ve Google'ın asistan hizmeti Now'daki veri bağlantıları için geçerli. Google, zeki bir sistemin eksikliğini çekiyor. Veriyi sabit kurallar üzerinden işleyen bir arama algoritmasının burada faydası dokunmuyor. Peki, hangi sistem sayısız sinyali kaydedebilir, önemli bilgiyi göz açıp kapayana dek süzebilir ve bu bilgiden yola çıkarak karar verebilir? Yanıt hem bariz hem de iddialı: insan beyni.

İnançlarından Vazgeçmesini Beklemek

Spinoza'nın 29-31 yaşları arasında (1661-1663) yaşadığı Rijnsburg'daki ev
~

BÖLÜM 11
AMSTERDAM - 1656

Ertesi akşam van den Enden akademide Clara Maria'nın özenli Latince alıştırması babası tarafından kesildi. Kızına resmî bir şekilde selam verdi ve “Araya girdiğim için kusura bakmayın, Matmazel van den Enden” dedi, “ama Bay Spinoza’yla konuşmam lazım”. Bento’ya dönerek, “Lütfen bir saat içinde büyük odaya gelip, Yunanca dersine katılın.” dedi.

“Aristoteles ve Epikür’ün bazı metinlerini tartışacağız. Yunancanız halen başlangıç seviyesinde olsa da bu iki beyefendinin size söyleyecek önemli şeyleri var.” Dirk’e dönüp, “Maalesef artık tıp fakültesinde zorunlu olmadığı için,” dedi. “Yunancayla pek ilgilenmediğinizi biliyorum ama bu tartışmanın bazı yönleri hastalarla gelecekte yapacağınız çalışmalar için faydalı olabilir.”

Van den Enden yine resmî bir şekilde kızına selam verdi: “Matmazel, izninizle şimdi aradan çekiliyorum, Latince alıştırmalarınıza devam edebilirsiniz.”

Clara Maria Cicero’dan metinler okumaya devam etti, Bento ve Dirk de sırayla bunları Flemenkçe'ye çevirdi. Maria, Cicero’yu dinlemektense “multa”, “pater” ve “puer”deki ve hepsinden de güzeli “praestantissimum”daki m ve p’leri telaffuz ederken Clara Maria’nın dudaklarının büründüğü leziz hareketlere takılıp kalmış olan Bento’nun dikkatini toparlamak için cetvelini defalarca masaya vurdu.

“Bugün aklınız nerede, Bento Spinoza?” dedi Clara Maria, on üç yaşındaki, armut şekilli aşırı sevimli yüzünü gerip, haşin bir şekilde kaş çatmak için kendini zorlayarak.
“Pardon, bir an için dalıp gitmişim, Bayan van den Enden.”
“Babamın Yunanca seminerini düşünüyorsunuzdur hiç şüphesiz?”
“Hiç şüphesiz.” diye gerçeği gizledi, babadan çok daha fazla kızını düşünen Bento. Ayrıca birkaç saat önce Jacob’un sarf ettiği, onun yalnız, yalıtılmış bir adam olmaya yazgılı olduğunu öngören öfkeli sözler de aklından çıkmıyordu. Jacob’un beyni yıkanmıştı, zihni kapalıydı ve birçok konuda yanılıyordu ama şu konuda haklıydı: Bento’nun gelecekte bir karısı, ailesi ya da cemaati olmayacaktı. Aklı ona amacının özgürlük olması gerektiğini ve Batınî Yahudi cemaatinin sınırlarından kurtarma mücadelesinin, bu sınırların yerine bir eş ve ailenin kelepçelerini koyarsa, gülünç olacağını söylemişti. Tek gayesi düşünme, inceleme ve zihninde yankılanan sağır edici düşünceleri kayda geçirme özgürlüğüydü. Ama ilgisini Clara Maria’nın tatlı dudaklarından söküp almak o kadar, ah o kadar zordu ki.

1 Aralık 2014 Pazartesi

Çekiştirilen İki Kurum


Dinler, Değerler, Doruk Deneyimler
Abraham Harold Maslow, Kuraldışı Yayınları, 1996 İstanbul, çeviren H. Koray Sönmez. Bölüm 2, sf 33-40
~

KARŞIT UÇLARDA BULUNAN İKİ KURUM:
DİN VE BİLİM

Buradaki tezim genel hatları ile psikolojideki yeni gelişmelerin, felsefeyi ve bilimi derin bir değişime (öyle kapsamlı bir değişim ki, bunlar genişletildiğinde ve tekrar tanımlandığında bazı temel dinî soruları bilimin sınırları, yargısı, hakimiyeti ve benimsenebilir sınırları içine almasına olanak verecek [bir değişime]) zorladığıdır.

Bunun nedeni ise, bilimin ve dinin dar bir biçimde, birbirlerinden oldukça ayrışmış, birbirine karşıt konumlara getirilmiş ve karşılıklı olarak birbirlerini reddeden dünyalar durumuna gelmiş olmalarıdır. Açıkça ortaya koyacak olursak, bu ayrım 19. yy. biliminin umutsuz bir biçimde girişmiş olduğu, uç bir biçimde mekanik, aşırı pozitivist, indirgeyici ve değerler dışı olma çabasından ortaya çıkmıştır. 19. yy. bilimi yanlış bir biçimde, kendisinin hiç bir şekilde amaçlar, temel ve manevî değerler hakkında söyleyecek bir şeyi olmadığı sanısına kapılmıştır. Bu da, amaçların insan bilgisinin sınırlarının tamamen dışında olduğunu, bu nedenle de asla doğrulanamayacaklarını ve akılcı bir insan için doyum verici olamayacaklarını kabul etmiş olması ile aynı şeydir.

Böylesi bir tutum, bilimi, salt teknolojik, ahlak dışı ve ahlakî değerlerle ilgisi olmayan (Nazi doktorların bize öğretmiş oldukları gibi) bir kurumdan başka bir şey olmadığı görüşüne mahkum etmiştir. Böyle bir bilim ise bir dolu teknik içeren araçlardan, metotlardan ve iyi-kötü karşılaştırmalarından daha öteye gidememektedir.

Bilginin ve değerlerin böyle karşıt konumlara yerleştirilmiş olması, örgütsel dinlerin de, gerçeklerden, bilgiden ve bilimden koparak sağlıksızlaşmasına, hatta bilimsel bilgiye düşman bir duruma gelmelerine neden olmuştur. Bunun sonucu olarak da, din kurumu daha öğrenilebilecek bir şeyin kalmadığı kanısına sahip olmaya itilmiştir.

Ama şimdilerde, hem dinde, hem de bilimde, en azından bu kurumların içinde bulunan daha akılcı ve bilgili temsilcileri tarafından birtakım değişimler yapılmaya başlanmıştır. Bu değişimler, dinî sorulara dar bir biçimde yaklaşan bilim-insanının en azından daha doğalcı, insancıl bir yaklaşım sergilemesine olanak vermektedir. Bu tür yaklaşımların geçmişte de sık sık tekrarlanmış olduğunu söyleyebiliriz.

Bilimin, bir zamanlar örgütlenmiş dinin bir parçası olmuş olması ve sonra kendisini özgürleştirmek üzere ondan ayrılmış olmasına benzer bir özgürleşme süreci, değerlerle ilgili sorunlar, ahlak, ruhsallık ve töresel olan konularda da kendisini göstermeye başlamıştır. Bu konular, kurum haline getirilmiş kiliselerin özel egemenliği altından çıkarılarak, yavaş yavaş yeni bir tür insancıl biliminsanının (tüm ahlak ve inançlarla ilgili soruların tek arabulucusu olduğunu iddia eden kurumlaşmış dinlerin fikrine karşı çıkan bir biliminsanı) araştırma alanına girmektedirler.

30 Kasım 2014 Pazar

Hakikati Araştıranların Dört Sınıfı

El-Munkizü Mine’d-Dalâl
İmam Gazalî

~ bölümler ~


Hakikati Araştıranlara Dair

Cenab-ı Hak lûtfu ve keremi ile beni bu hastalıktan iyi edince hakikati araştıranların dört sınıftan ibaret olduğuna dikkat ettim. Birinci sınıf İlm-i Kelâm âlimleridir. Bunlar rey ve istidlal sahibi olduklarını iddia ederler. İkinci sınıf Bâtıniye fırkasıdır. Bunlar, talim ashabından olduklarını, hakikatleri "İmam-ı masum12"dan öğrendiklerini söylerler. Üçüncü sınıf felsefecilerdir. Bunlar da mantık ve bürhan13 erbabı olduklarını iddia ederler. Dördüncü sınıf mutasavvıflardır. Bunlar Tanrı'nın huzurunda bulunduklarını, müşahede ve keşif ashabından olduklarını iddia ederler.

Ben de kendi kendime dedim ki hakikat bu dört mesleğin dışında kalamaz. Bu meslekler erbabı hakikati aramak yolunda yürüyorlar. Hakikat bu meslekler dışında kalırsa o, zaman ona ulaşmak ümidi kalmaz. Çünkü taklitten ayrıldıktan sonra tekrar ona dönmek imkânı yoktur. Mukallidin mukallit olduğunu bilememesi şarttır. Mukallit olduğunu bildiği anda taklide dayanan bilgisi bir şişe gibi parçalanır, hiçe iner. Bu parçalar birbirine eklenmekle düzelmiş olmaz. Meğerki dimağda eritilerek yeni bir kalıba dökülmüş olsun. Bu yola girmeye, bu fırkaların düşüncelerinin mahiyetini araştırmaya koyuldum. Önce ilmi kelâmı, sonra felsefe yolunu, daha sonra Bâtınîlerin talimatını, dördüncü olarak tasavvuf mezhebini inceledim.


İlm-i Kelâmdan Maksat ve Gaye Ne Olduğuna Dair

Evvelâ ilm-i kelâma başladım. Onu lâyıkıyla öğrendim. Özüne vâkıf oldum. Bu ilimde "Muhakkik"14 sayılan kimselerin kitaplarını mütalâa ettim. Arzu ettiğim konulara dair kitap tasnif ettim. Gördüm ki bu ilim kendi gayesini temine kâfi geliyor. Fakat benim maksadımı temin edemiyor. İlm-i kelâmın gayesi Ehl-i sünnetin akidesini muhafaza etmek, onu bidat erbabının karıştırmasından korumaktır. Tanrı, elçisinin diliyle kendi kullarına din ve dünyalarının iyiliğini sağlayan hak bir itikadı telkin etti. Kur'an-ı Kerim, Peygamber'in sözleri (hadîsler) bunu bize haber veriyor. Sonra Şeytan, bidat ashabının vesveselerine, sünnete muhalif birtakım kanaatler karıştırdı. Onu yaydılar, müslümanların doğru itikatlarını teşvik edeyazdılar. Cenab-ı Hak İlm-i Kelâm âlimlerini yarattı. Geleneğe bağlı Ehl-i sünnete muhalif olan türemiş bidat ashabının kötü gidişlerini meydana koyacak sözlerle sünnete yardım etmek arzusunu onlarda uyandırdı.

İşte İlm-i Kelâm ve Mütekellimîn bundan doğdu. Bunlardan bir taife Cenab-ı Hakk'ın kendilerine verdiği vazifeyi yerine getirdi. Sünneti iyi müdafaa, Peygamber'in telkin ettiği akideyi muhafaza ettiler. Uydurma bidatlere karşı koydular. Lâkin bu müdafaalarda, hasımları tarafından ileri sürülmüş, kendileri tarafından ya taklit, ya icma-i ümmet, yahut da Kur'an ve hadîse uygunluk dolayısıyla kabul ve teslim edilmiş bazı mukaddemetlere15 dayandılar. En çok hasımlarının sözlerindeki tenakuzları meydana koymak, onların kabul ettikleri esasların doğurduğu batıl fikirleri muaheze etmek gibi şeylerle uğraştılar. (Bedihî) sözlerden başka sözleri asla kabul etmeyen bir kimse için bu çeşit sözlerin faydası pek az olur. Binaenaleyh ilm-i kelâm kâfi derecede beni tatmin etmedi. Yukarıda şikâyet ettiğim derdime şifa olmadı. Evet "Kelâm" sanatı meydana geldikten sonra onunla iştigal çoğalıp zaman geçince "Mütekellimîn" sünneti müdafaa ederken eşyanın hakikatlerini anlatmaya özendiler. Cevherden, arazdan ve bunların ahkâmından bahsetmeğe başladılar. Fakat ilm-i kelâmdan maksat bu değildi. Bunun için sözleri asıl gayeyi temin edemedi. Halkın akide ihtilâfından doğan şaşkınlık karanlığını tamamıyla gideremedi. Benden başkası için böyle bir gaye tahakkuk etmiş olabilir. Hattâ bir kısım insanlarda böyle bir gayenin tahakkuk etmiş olduğuna şüphe etmem. Fakat bunun "evveliyat"tan16 olmayan bazı noktalarda taklit ile karışık olduğu da şüphesizdir. Ben şimdi kendi halimi anlatıyorum. Yoksa ilm-i kelâmdan şifa bekleyenlere diyeceğim yok. Şifa veren ilâçlar derdin başkalığına göre değişir. Ne kadar ilâç vardır ki bir hastaya menfaat, diğer birine mazarrat verir.

Derin Denizin Dalgaları

El-Munkizü Mine’d-Dalâl
İmam Gazalî

~ bölümler ~


Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla Başlarım

Her kitabın ve her makalenin başında kendisine hamdolunan Allah'a hamdederim. Hakk'ı haber veren Allah elçisi Muhammed Mustafa'ya insanları dalâletten kurtarıp doğru yola götüren âline ve eshabına salât ve selâmet okurum. Bu vecibeyi eda ettikten sonra maksada başlıyorum:

Ey din kardeşim,2 ilimlerin gayesi ile sırlarını; mezheplerin, şaşkınlık doğuran halleriyle derinliklerini (mahiyetlerini) sana anlatmamı istedin. Türlü dinî meslek ve yollar içinde hakkı bulup meydana çıkarmak için çektiğim zahmetleri, taklit suretiyle olan itikattan3 kurtulup tahkik derecesine nasıl yükseldiğimi, ilkin İlmi Kelâm'dan faydalandığım cihetleri sonra Hakk'a ermeyi İmam tanıdıkları bir kimseyi taklit etmeye hasreden "Ehl-i Tâlim"in4 gittikleri yolları, daha sonra, beğenmeyip tenkit ettiğim felsefe mesleklerini, nihayet doğru bulduğum ve kabul ettiğim tasavvuf tarikini, halkın sözlerini ve düşüncelerini tetkik ettiğim sıralarda bana malûm olan hakikat özlerini, Bağdat'ta birçok talebeye ders vermekte iken ne sebeple bundan feragat ettiğimi, uzun müddet sonra niçin Nişabur'a dönüp tekrar ilim yaymaya başladığımı açıklamamı arzu ettin. Bu istekte samimî olduğuna kanaat getirdiğim için arzunu yerine getiriyorum. Tanrı'dan yardım isteyip ona tevekkül ederek, tevfikini benden esirgememesini dileyip ona sığınarak size söylüyorum: Biliniz ki -Allah sizi doğru yolda yürümeğe muvaffak etsin ve hakikate boyun eğmenizi kolaylaştırsın- insanların muhtelif din ve milletlere ayrılması; bir ümmetin, yolları ayrı olan türlü fırkalara ayrılarak birçok mezhepler meydana getirmesi derin bir denizdir ki çokları içinde boğulmuş, pek az kimseler ondan kurtulmuştur. Her fırkaya mensup olan kimse, kurtulan kendi fırkası olduğunu zanneder ve "Her zümre kendi gidişinden memnundur5". Bütün sözleri hakikat olan Peygamberlerin ulusu -Allah'ın salâvatı ona olsun- kendi ümmetinin de böyle olacağını: "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. İçlerinde necat bulan yalnız bir tanedir." manasındaki hadîs-i şerifinde bize haber vermiştir. O büyük Peygamber'in, olacağını haber verdiği şey tahakkuk etti. Gençliğimin ilk devresinden itibaren, yirmi yaşına girmeden evvel, buluğa yaklaştığım zamandan bugüne kadar -ki şimdi yaşım elliyi geçmiştir- bu derin denizin dalgalarıyla mücadele ediyorum. Cesaretle derinliklerine dalıyorum. Korkak ve çekingen değilim. Bütün karanlık durumlarda da uğraşıyorum. Her güçlüğü yenmeğe çalışıyorum. Her uçurumu atlatmaya gayret ediyorum. Her fırkanın itikadını araştırıyorum. Her taifenin mezhebine ait sırları meydana koymaya çabalıyorum. Hangisi hak, hangisi bâtıl; hangisi Peygamber'in sünnetine uygun, hangisi bidat6 üzerine kurulmuş anlamak istiyorum. Bir bâtınînin7 içindekini öğrenmek dilerim. Bir zahirînin gittiği yolun neden ibaret olduğunu öğrenirim. Bir felsefecinin felsefesinin mahiyetini anlamayı arzu ederim. Bir mütekellimin (İlm-i Kelâm âliminin) fikrinin ne olduğunu, ne için mücadele ettiğini tetkik ederim. Bir mutasavvıfın iç temizliğine nasıl eriştiğinin sırrına vakıf olmayı çok isterim. Bir âbidin ibadetinin ona ne sağladığını incelerim. Allah'ı inkâr eden bir zındıkın bu inkâra cüret etmesinin sebeplerini araştırırım. Gençliğimin iptidasından beri hakikatleri kavramağa susamış olmak fıtrî bir âdetimdir. Allah tarafından yaradılışımda yer etmiştir, bunda benim ihtiyar ve arzumun tesiri yoktur, bu sayede taklit bağından kurtuldum. Çocukluk devrine yakın bir zamanda, göreneğe dayanan akidelerden azade kaldım. Çünkü gördüm ki daima Hıristiyan çocukları Hıristiyan olarak, Yahudi çocukları Yahudi olarak, Müslüman çocukları da Müslüman olarak yetişiyorlar. Tanrı elçisinden -Allah ona salât ve selâm etsin- rivayet olunan şu manâda bir hadîs işittim. "Her doğan çocuk müslüman yaradılışı üzere dünyaya gelir. Sonra ana ve babası onu Yahudi yapar, Hıristiyan yapar, Mecusî yapar". Asıl yaradılışın hakikati ile ana ve babayı, öğretmenleri taklit etmek dolayısıyla ârız olan akidelerin hakikatini araştırmayı arzu ettim. Telkin ile başlayan; hangisi hak, hangisi bâtıl olduğunda birçok ihtilâflar vuku bulan bu taklitleri ayırt etmek istedim. İlkin kendi kendime dedim ki benim maksadım işlerin hakikatlerini anlamak ve bilmektir. O halde evvelâ (bilgi) nedir? Bunun hakikatini araştırmak icap eder. Nihayet anladım ki (yakîn) raddesine varan bilgilerde bilinen şeyin asla şek götürmeyecek derecede anlaşılmış olması gerektir. Bunda yanılmış olmak, vehme kapılmak ihtimali varit olmaz. Kalp böyle bir ihtimale imkân veremez. Hatadan emin olmak için (bilgi) o suretle kuvvetli olmalıdır ki mesela birisi o bilginin bâtıl olduğunu iddia etse ve taşı altına çevirmek, değneği ejderha yapmak suretiyle de dâvasının doğruluğuna delil gösterse bu keyfiyet o bilgi sahibine şek vermez. Ben on sayısının üçten büyük olduğunu bildiğim halde birisi "Hayır üç ondan daha büyüktür. Sözüme inanmanız için de şu değneği ejderhaya çevireceğim" dese ve dediğini yapsa, ben de görsem bu yüzden bilgimde bana bir şek arız olmaz. Ancak o adamın bunu nasıl yaptığına şaşarım. Yoksa bildiğim şeyde şüphe etmem. Sonra anladım ki bu tarzda bilmediğim, bu suretle (yakîn) hâsıl etmediğim her bilgi itimada şayan değildir, hatadan emin olamaz. Hatadan emin olmayan bilgi de yakîn ifade etmez.

Safsataya8 Kapılarak İlimleri İnkâr Ettiğime Dair

Sonra bilgilerimi kontrol ettim. Gördüm ki bende (hissiyat) ve (zaruriyat)9'tan başka böyle bilgi yok. Dedim ki şimdi bende hâsıl olan yeisten sonra hissiyat ve zaruriyattan ibaret olan bedihî bilgilerden başka müşkülleri çözecek bir vasıta kalmadı. Öyle ise ilkin bu bilgileri inceleyerek kuvvet derecelerini anlamalıyım. Tâ ki mahsûsata olan güvenim, zaruriyatta yanılmaktan emin olmaklığım; taklide dayanan eski bilgilerimle birçok kimselerin ispata dayanan bilgilerindeki emniyet cinsinden midir (yani şek götürür müdür) yoksa bu emniyet hakikate uygun, yanılmak ihtimalinden uzak bir şey midir anlaşılsın. Çok ciddî bir gayretle mahsûsat ve zaruriyat üzerinde düşünmeye, bunlarda nefsimi şüpheye düşürmek mümkün olup olmadığını aramaya başladım. Uzun müddet şüpheden ileri gelen araştırmalardan sonra mahsûsatta hata olmayacağına emin olmayı nefsim kabul etmedi. Bu hususta düştüğü şek kuvvet buldu. İçim diyordu ki "Mahsûsata nasıl güvenilebilir? Bunların en kuvvetlisi göz hassesidir. Bu hasse gölgeye bakar, onu sabit, hareketsiz görür. Onda hareket olmadığına hükmeder. Bir müddet sonra tecrübe ve müşahede ile anlar ki o, hareket ediyor. Ancak o hareket birdenbire olmayıp tedriç ile, zerre zerre oluyor, onda sabit olmak durumu görülmüyor. Keza göz yıldıza bakıyor. Onu bir altın lira büyüklüğünde görüyor. Hâlbuki hendesî deliller, onun üzerinde bulunduğumuz küreden daha büyük olduğunu gösteriyor. Mahsûsatta bu gibi hallerde his hâkimi hükmediyor. Fakat akıl hâkimi müdafaasına imkân olmayacak şekilde tecrübe ile yalanlıyor."

29 Kasım 2014 Cumartesi

İyiyi Kötüden Ayıran Çizgi

"Keşke bu kadar basit olsaydı! Keşke bir yerlerde sinsice kötülüklerini işleyen kötü insanlar olsaydı ve yapılması gereken tek şey, onları diğer insanlardan ayırıp ortadan kaldırmak olsaydı. Ancak, iyiyi kötüden ayıran çizgi her insanın kalbinin içinden geçiyor. Ve kim kendi kalbinin bir parçasını yok etmeyi isteyebilir?... [Bir insan] kimi zaman neredeyse bir şeytan olur, kimi zaman ise bir aziz. Ancak adı değişmez ve bu ada hem iyiyi, hem kötüyü atfederiz."


Şeytan - Antikiteden İlkel Hıristiyanlığa Kötülük (Jeffrey Bertrand Russell
kitabının 18. sayfasından alıntı, ki o yazar da Soljenitsin'den alıntı yapmakta..

Resim: kaynak

Kötülüğün Evrenselliği

"Terapiyle uğraştığım meslek hayatım boyunca, oğulları ya da kızları benim tedavimde olan birçok ebeveynle buluşup konuştum. Ebeveynler içlerini döktüklerinde, değişik tutumlar sergilediler. Örneğin, yüksek dereceli bir rahibin, oğlunun yaşadığı bir depresyondan dolayı gözyaşı dökerek teessür duyması; kızı doğduğunda psikotik bir dönem yaşayan annenin, kızının bugünkü avareliğine bağlı olarak sorunlarını çözememiş olması ve büyük üzüntü duyması; bir Wall Street yöneticisinin, oğlunun kendisine bir an önce çeki düzen vermesi için gürültücü talimatlar savurması.

Yöneticinin gürültücülüğü, otoriterliğinin, oğlunun şimdi her denediği işte sürekli başarısızlıklarıyla epeyce ilgili olduğunun bilinçaltı fark edilişinden geldiğini anlamaya yarıyordu. Eğer bu ebeveynler, hissettiklerinin derinlerinden konuşabilselerdi, her biri, hatta Wall Street yöneticisi bile "En sevdiğim kişiye neden zarar verdim?" diye ağlardı.

Kendi ailemizdekilere ve sevdiğimiz kimselere, karşımızdakinin aklından geçeni anlamadaki yetersizliğimizden ötürü, çoğunlukla istemeden yaptığımız kötülüğü gördüğümüzde çok azımız etkilenmeden kalabiliriz. Oscar Wilde'ın dizesi "Gene de her insan sevdiği şeyi öldürür", kötülüğün evrenselliği sorununu sunarak bizleri bir ölçüde rahatlatır; kısmen neden olduğumuz zararda yalnız değiliz. Ama Wilde aynı zamanda her birimizin diğer insanlara insanlık dışı şeyler yapmada rol aldığımızı unutmamızı da imkânsız kılar. Kötülüğün kaçınılmazlığı, özgürlük için ödediğimiz bedeldir. Berdyayev'in Jacob Boehme'nin deyişlerini yorumunda belirttiği gibi, kötünün inkârı aynı zamanda özgürlüğün inkârıdır. Özgürlük için bir miktar marjımız olduğundan bir seçim yapmak zorunda kalırız ve bu da iyi seçim kadar kötü seçim de yapma şansı demektir. Özgürlük ve kötülük, özgürlüğümüz ve kötülüğümüz için sorumluluğu kabul etsek de etmesek de, birbirini gerektirir. Olasılık, iyi için olduğu kadar kötülük için de olasılıktır. Masummuşuz gibi yapabiliriz ama böyle bir çocukluk masumiyetine sığınmak kimseye yaramaz. Kaçılması olası olmayan bir benmerkezcilik hepimizde vardır ve bu kendi algılamamızı mutlaklaştırır, ki bu da en yakınlarımız için tahrip edici olur. Schelling, "Her birimizde kendi kendimize kesin olmak eğilimi vardır" derken haklıydı. Her birimiz kendi derisi ile bağlıdır, her birimiz yaşamı kendi gözleriyle görür ve hiçbirimiz uzun zamandan beri en iyi anladıklarımıza herhangi bir şiddet uygulamaktan kaçınamaz. "Yapacağım iyiliği yapmam, yapmayacağım kötülüğü yaparım," Aziz Paul'un sorunu klasik şekilde koyuşuydu. Bu açmazdan kaçış yoktur. Gerçekten de Kierkegaard bunu orijinal günah olarak yorumlamıştı: Her birimiz kendi ayrı bireyselliğinden konuşur ve böylece karşı konulamaz şekilde sevdiğimiz insanlar için değerli olan özlem ve algılamaların hakkını yer. Ve kişi bunu yapmamaya iyice zorlanırsa, "iyiyi" yapmak için bütün çabasını ortaya koyarsa ancak kişinin kendi hemcinsleri ile karşı karşıya gelmesinde kendini haklı bulmasına bir unsur daha eklemiş olur. ..."


Rollo May, Özgürlük ve Kader adlı kitabından, sf 295-6

28 Kasım 2014 Cuma

Toplumsal Aktarım Figürlüğü

"Bir Türk vatandaşı olmamama rağmen, çocukluğumdan beri, dolayısıyla da tüm hayatım boyunca benim bir parçam olan Türklük saldırı altındaydı. Kadın, erkek bazı tanınmış insanlar şaşkınlıklarını ve kaygılarını dile getiriyorlardı, fakat seslerinin yeterince güçlü çıkmadığını düşünüyordum. Özellikle de kadın haklarının korunması konusunda onlara katılmak istedim. Türk medyasının çabalarıyla, tabiri caizse "tanınmış bir kişi" haline geldiğimden, aynı zamanda "toplumsal bir aktarım figürü" de olmuştum. Bu, toplumdaki pek çok insanın kendilerine ait özelliklerini, isteklerini, korkularını bana yansıtmaları ve dışsallaştırmaları ve sonra temel olarak kendi fantezileri doğrultusunda beni algılamaları anlamına geliyordu. Basında ve televizyon programlarında benimle daha önce tanışmamış olan pek çok kişi, Nobel Barış Ödülü adayı bir akademisyen olarak, Türkiye'nin kimlik sorunlarına çözüm bulunmasında yardımcı olmamdan bahsediyor ve samimi sözler sarfediyordu. Başkaları için ise CIA ya da Mossad tarafından Türkiye'yi bölmesi için gönderilmiş bir ajandım! Üç psikiyatr -ikisi geçmişte kısa bir süre karşılaşmış olduğum erkek, üçüncüsü ise hiç karşılaşmadığım bir kadındı- patolojik bir şekilde bana takılıp kaldılar ve bana internet ve televizyon aracılığıyla yaptıkları saldırılar bende rahatsızlık uyandırdı. Bazı günler bir gazetede yüceltilirken, başka bir gazetede tehlikeli biri olduğum ilan ediliyordu. Başka bir şey daha öğrendim. Bu, toplumsal bir aktarım figürü haline gelmenin yarattığı çılgınlıkla ilgiliydi ve bu koşullar altında dengeli bir durumda kalmak gerekiyordu. Dünyanın her tarafında, gündelik yaşamlarını birer toplumsal aktarım figürü olarak geçirmek zorunda kalan siyasî liderleri düşündüm ve onların yanlış anlaşılmalara dayanma gücünü takdir ettim."

Vamık D. Volkan'ın Divandaki Düşmanlar kitabından, sf 505-6..

~

20 Kasım 2014 Perşembe

Tatar Miski

Bir kimsenin ağzında misk olsa,
sarımsaktan bahsetse de sözlerinde misk kokar.

Bilâkis, ağzında sarımsak bulunsa,
anberden dem vursa da ağzından sarımsak kokusu gelir.
...
Halkta koku almak hissi oldukça,
sâhib-i dillerin sözlerinden pekâla koku sezerler.

Nefsânî olan bir kimse, Hudâ'ya dâir söz söylese, 
halka o sözlerden hevâya taalluk eden koku gelir. 

Âgâh olan bir kimse de dünyâya taalluk eden bir bahsi açsa,
halk o sözlerden de âhirete yol bulur.
.....

İntihâ-name, Sultan Veled, 6290-1. & 6293-5. beyitler

~
Hani her solukta ödağacından, miskten bahseden,
fakat sarımsakla ekmek yiyen adam gibi, 

O, miskten laf eder durur,
ama ağzından sarımsak kokusu gelir

Aksine, birisi de ağız dolusu misk alsa ağzına,
pis kokudan bahsetse de ağzından misk kokusu duyulur

Sarımsaktan dem vursa bile söz söyledikçe
sana Tatar miskinin kokusu gelir

Can, insan vasfından arındı mı,
onun kötüsünü de misk say, iyisini de  

Ama iyi olmadı mı da, arınmadı mı da onun iyiliğini,
hevâ ve hevesten doğan tüm kötülük bil

İbtidâ-nameSultan Veled1890-5. beyitler

Hayatı ve Eserleri & İmam Gazalî

El-Munkizü Mine’d-Dalâl
İmam Gazalî
1990, 4. basım, 20000 adet. Millî Eğitim Basımevi. Çeviren: Hilmi Güngör

~

ÖNSÖZ

Hicrî beşinci yüzyılda İslâm memleketlerinde bir şaşkınlık hüküm sürüyordu. Bir taraftan türlü dinî fırkalara mensup olanlar halkın zihnini karıştırıyor, diğer taraftan felsefe ile uğraşanlar İslâm akidesine aykırı bazı fikirler yayıyorlardı. Ehl-i sünnet mezhebinden olan âlimler bununla mücadele ettiler. Bu mücadelenin ön safında bulunanlardan biri de " El-Munkizü Mine’d-Dalâl"ı yazan büyük İslâm âlimi Gazalî olmuştur.

Gazalî'nin asıl adı Muhammed'dir. İslâm dinine yaptığı büyük hizmetlerden dolayı İslâm âleminde "İmam, Zeyn-üd-din, Hüccet-ül-İslam" gibi şanına lâyık büyük unvanlarla anılır. 450 (1058) tarihinde Horasan'da, bugün adı Meşhed olan, Tus şehri civarında "Gazale" köyünde doğmuş ve bilâhare doğduğu köye nispetle Gazalî adını almıştır. Bu hususta şöyle bir rivayet daha vardır: Babası fakir ve okumamış bir adamdı. Yün eğilip dükkânında satardı. Arapçada zanaatı eğirmek olan kimseye "Gazzal" sıfatı verilir. Büyük âlim, babasının zanaatı dolayısıyla "Gazzalî" adını aldı.

Her iki rivayet de muteber kitaplarda kaydedilmiştir. Ancak amcası da ulemadan olup "Büyük Gazalî" adıyla tarihe geçmiştir. Bu zatın, kardeşinin yün eğirme zanaatıyla bir ilgisi yoktur. Bu cihetle birinci rivayete göre Gazalî adını aldığı anlaşılır. Memleketimizde büyük âlimin adı hep "Gazalî" tarzında söylendiği için biz de bu şekli kabul ettik.

Gazalî, tahsilini Tus'ta yaptı. Sonra Curcan'a gitti, orada Şafiî fıkhını tahsil etti. Memleketine dönerken yolda başından şöyle bir vaka geçti:

Beraber yolculuk yaptığı kervanın yolunu eşkıya kesti. Bütün yolcuları soydular. Gazalî'nin, içinde notları bulunan torbasını da aldılar. Gazalî başkanlarına müracaat etti. Senelerce ömür sarf edip elde ettiği bilgilere ait notlarının torbada olduğunu ve bu notların kendilerine hiçbir faydası olmayacağını anlatarak geri verilmesini istedi. Başkan gülümsedi: "Elinden kâğıt parçaları alınınca cahil kalıyorsun. Bilgi böyle mi olur?" dedi, adamlarına torbanın geri verilmesini söyledi. Gazalî bu sözden ders alarak Tus'ta üç sene bu notları ezberlemekle meşgul oldu. Sonra Nişabur'a gitti "İmam-ül-haremeyn" adını taşıyan büyük âlimden ders almaya başladı. Hocası onu çok beğenirdi. Hattâ son zamanlarda zekâsına gıpta ederdi. Gazalî bu sıralarda daha genç yaşında iken eser telifine başladı ve şöhret kazandı. Hocası vefat edince Bağdat'a bağlı bulunan ve bugünkü adı Samra olan "Serre men rea" şehrine gidip değerli âlimleri himaye etmekle tanınmış meşhur vezir "Nizam-ül-Mülk"ün ikram ve tazimine mazhar oldu. 484 tarihinde Bağdat'taki "Medrese-i Nizamiye"nin müderrisliğine tayin olundu. Dört sene sonra -sebebi tercüme olunan bir risalede tafsilatıyla görüleceği üzere- tedrisi bıraktı, Şam'a vardı. İki seneye yakın orada kaldı. Sonra ziyaret için Kudüs'e ve Hicaz'a gitti. Nihayet vatanına döndü. On sene kadar inzivada yaşadı. Sonra -kendi tabiriyle- vaktin padişahı1 onu Nişabur'a gitmeye davet etti. Orada yeniden tedrise başladı. Fakat bilâhare bu vazifeyi de bırakarak Tus'a döndü. Yaptırdığı bir tekke ile bir medresede tedris ve irşat ile meşgul oldu. 14 Cemaziyelâhir 505 (1111) tarihinde 55 (53) yaşında vefat etti. Mezarı Tus'ta meşhur şair Firdevsî'nin mezarı karşısındadır.

19 Kasım 2014 Çarşamba

Çocuklarda Küfür Davranışı

"Çok uzaktalar Kaptan, seni duyamazlar..."

~

Çocuklarda Küfür Davranışının Önlenmesi 

Çocuklarda küfür üç temel gruba ayrılır:

- Ya beddua etmek yada birine zarar verilmesi dileğini yansıtan konuşma biçimi
- Cinsel içerikli küfürler, müstehcen konuşmalar
- Kişiliğe yönelik küfürler. Manyak, salak, aptal, cahil... 

Çocuklarda Küfürün Nedenleri

1- Dikkat çekme: Bazı çocuklar ana-babadan yeterli ilgiyi göremiyorlarsa, dikkat çekmek için küfrederler. 
2- Sarsma: Bazı çocuklar için yetişkinleri şok etme, rahatsız etme eğlenceli olabilir. 
3- Ağızdan kaçıverme: İnsanlarda engellenme yada kızgınlık hissedildiğinde yada fiziksel bir gerginlik olduğunda küfürün ağızdan çıkıvermesi çok doğaldır. Çok engellenen, yaşama alanı çok daraltılan çocuk, kızgınlık olarak küfredebilir. 
4- Savunma: Bazıları için kötü söz söyleme bir savunma davranışıdır. Küfür etmenin tam anlamıyla yasak olduğu çevrede yetişenler, isyan ederek bağımsızlıklarını göstermek isterler. 
5- Olgunlaşma: Bazen de çocuklar yetişkin olmanın bir sembolü olarak, kötü söz söylerler. 
6- Akranları tarafından onaylanması: Arkadaş çevresinden övgü ve beğeni toplaması, kötü söz söyleme eğilimine yol açar. 
7- Çocukça bir zevk: Küçük çocuklarda banyo ve ona ilişkin konuşmak, çocuklarda bir tür çocuksu seksüel zevk alma durumu ortaya çıkarmaktadır. 

Küfürü Önlemek İçin Yapılması Gerekenler 

1- Örnek oluşturma: Eğer kaba ve küfürlü bir konuşma eğilimini kendinizde engelleyebiliyorsanız, çocuğunuz da bu kontrolü sizi taklit ederek öğrenecektir. 
2- Dürtülerini ifade edebilme: Eğer çocuk, size olan kızgınlıklarını rahatlıkla dile getirebiliyorsa, bu özgürlüğe sahip ise, olumsuz duygularını belirtmek için daha az küfürlü sözcük kullanacaktır. 
3- Tartışma: Bu kelimeler bir kağıda yazılarak tanımlanır ve daha sonra tartışılır. 
4- Önemsememek: Çocuklar kötü sözcükler kullandığında, anne-babalar bu duruma pek fazla üzülüp şaşırmıyorlarsa,çocukların bu sözcükleri söylemeleri için bir nedenleri kalmayabilir. 
5- “Dilsizlik Oyunu”: Ana-babalar böyle durumlarda şoke olmaktan çok, sessizlik oyunu oynayarak çocuğu yönlendirebilirler. “Senin kullandığın kelimenin anlamı nedir?”, “anlamıyorum”, denilerek çocuktan yanıtlaması istenir. 
6- Yaratıcı olmaya özendirmek: Yaratıcı uğraşlar, yazınsal faaliyetler, spor vb. yaratıcılığı artırıp kötü söz kullanımını engeller. 
7- Kötü sözcüklerin yıpratılması: Çocuk bu kelimeyi kullandığında 5 dakika boyunca bu kelimeyi söylemesini isteyin. Büyük olasılıkla bir daha kullanmayacaktır. Söylemek istemediği zaman, ancak kötü sözcüğü kullanmaktan dolayı verilen cezayı uyguladıktan sonra, istediğini yapabileceğini söyleyin. 
8- Ciddi cezalandırmama: Eğer çocuğunuzu, döverek, bağırarak, tehdit ederek cezalandırırsanız; çocuğunuz bu kelimeleri yakalanıp cezalandırılmamak için, gizlice kullanmayı öğrenir. 

Uygun olmayan bu sözcüklerin yerine, uygun kabul edilebilir sözcükler kullanması için çocuğu bilgilendirmek gerekir. Çocuk olumlu sözcük kullandığında, çocuğun övülmesi, teşvik edilmesi gerekir.

~

Küfür Etmek Konusunda Araştırma Örnekleri

LONDRA - İngiliz bilim insanları, küfür etmenin acıyı azalttığını saptadı. İngiltere’nin Keele Üniversitesi’nde yapılan araştırmada, gönüllülerin küfür ettiklerinde acıya daha çok dayandıkları görüldü. Araştırmaya başkanlık eden Dr. Richard Stephens, bulguların küfür etmenin tüm dünya dillerinde niye aynı olduğunu açıklayabileceğini belirterek, "Küfür etmek dilin duygusal bir biçimi ve insan dil olgusunda evrensel bir yeri var" dedi. Ebelerin kadınların doğum sırasında küfür ettiklerini ve bu durumun kendisini düşündürdüğünü belirten Dr. Stephens, eşinin de kızlarını dünyaya getirirken küfür ettiğini ve sonrasında bundan utanç duyduğunu anlattı. Dr. Stephens, "Araştırmamız, küfür etmenin neden ortaya çıktığını ve kalıcı olduğunun nedenlerini göstermesi açısından önemli" diye konuştu. Bulgularını NeuroReport dergisinde yayınlayan araştırmacılar, deneklerden kendi seçtikleri küfürleri ederken ellerini buzlu suyun içinde mümkün olduğunca uzun süre tutmalarını istediler. Bilim insanları deneklerden daha sonra aynı işi küfür etmeden bir masayı tarif ederek yapmalarını talep ettiler. Araştırmada, gönüllülerin küfür ederken ellerini buzlu suyun içinde ortalama 40 saniye daha uzun süre tutabildikleri görülürken, daha az acı çektikleri belirlendi.

KALİFORNİYA - California Üniversitesinde profesör olan Michael Kahn, Harvard’da öğrenciyken kızgınlığın etkisini görmek için bir deney yapıyor. Tezi de şu: kızgınlıklarını (küfür, bağırma, şikayet etme ve vurma yoluyla) ifade eden kişiler kızgınlıklarını dışa vurdukları için daha iyi hisseder ve stres atar. Bu tezi test etmek için denekleri iki gruba ayırıyor. Onlara bir test veriyor ve bu sırada kan basınçlarını ölçüyor. Testin bir anlamı yok aslında. Bu test sırasında her iki gruptaki kişileri de aşağılıyor ve onlara bağırıyor. Şikayet hakkı: Birinci gruptaki deneklere deney sonunda şöyle bir hak veriyor: “Bu deney sırasında herhangi bir şey sizi rahatsız ettiyse, yan odadaki profesöre şikayette bulanabilirsiniz.” Ama ikinci gruba böyle bir hak vermiyor. Tabii ki ilk gruptaki deneklerin çoğu hemen yan odaya geçip, sinirli bir şekilde Michael hakkında şikayette bulunuyor. Yani kızgınlıklarını ifade ediyor. Bazıları çok ağır kelimeler kullanıyor. Hatta küfür ediyor. Sonuçlar: Michael’in tam beklediğinin tersine çıkıyor. İlk grubun (sinirlerini şikayet ile belirtilen grup) kan basıncı artıyor ve bu denekler daha stresli oluyor. Bu gruba üç hafta sonra bir anket verildiğinde; çoğu denek, Michael’den nefret ettiğini söylüyor. Hala kin besliyorlar. İkinci gruptaki (şikayet etme şansı verilmeyen grup) deneklerin kan basınçları artıyor ama kısa bir süre sonra normale dönüyor. 3 hafta sonra sorulduğunda; çoğu denek, Michael ile bir sorunu olmadığını söylüyor. Michael’in tezi çürüyor ve hayal kırıklığı içinde uzun bir araştırma ve düşünme sürecine giriyor. Ama daha sonra sonuçları açıklayan güzel bir teori buluyor. Bilişsel uyumsuzluk teorisi: Bu teoriye göre, bir birey kendisine yakışmayan bir davranış gösterdiği zaman kafasında bir uyumsuzluk yaşıyor. Bu uyumsuzluğu gidermek için de yaptığı davranışı haklı çıkartacak şekilde düşünce tarzını değiştiriyor. “Bunu iyi ki yapmışım” diyor. Daha da önemlisi bundan sonra göstereceği diğer davranışları mümkün olduğu kadar o ilk davranışına benzetmeye çalışıyor. Deneyin açıklaması: Deneye geri dönersek, ilk gruptaki kişiler şikayet ederek o kişiye karşı olumsuz hislerini ilan etmiş oluyor. Artık bundan sonra bilişsel uyumsuzluk yaşamamak için o kişiden nefret etmeye devam ediyorlar. Nefret ve öfke devam ediyor. 3 hafta sonraki ankette de bunu belirtiyorlar. Ama şikayet etmeyen grup, böyle bir olumsuz düşünce ilan etmedikleri için bilişsel uyumsuzluk yaşamıyor. Nefret ve öfke devam etmiyor. Michael’in kaba davranışlarını şikayet etmeyerek zihinde kayıt altına almıyorlar. Sonuç olarak kızgınlığın küfür ya da başka yollarla ifade edilmesi yarar sağlamıyor. Tam tersine stres seviyesini yukarda tutarak ve nefretin devamını sağlayarak insanlara zarar veriyor.
~