Loading

19 Kasım 2014 Çarşamba

Değerler ve Standartlar


Dinler, Değerler, Doruk Deneyimler
Abraham Harold Maslow
Kuraldışı Yayınları, 1996 İstanbul, çeviren H. Koray Sönmez
Bölüm 1, sf 26-32
~

GİRİŞ

Bir süre önce, devlet okullarında dua edilmesine ilişkin Yargıtay kararının alınmasından sonra, yurtsever kadınlardan oluşan bir grup (hangisiydi unuttum) Yargıtay'ın bu kararına din karşıtı olduğu gerekçesi ile karşı çıkmışlardı. Bu kadınlar, kendilerinin "manevî değerler" yanlısı olduklarını savunuyorlardı ve ne var ki Yargıtay almış olduğu bu kararla savundukları bu "manevî değerler"i zedeliyordu.

Kilisenin ve devletin tamamen ayrı olmasından yana birisi olarak, bu olaya tepkim kendiliğinden olmuştu. Bu kadınların bağlı oldukları örgüt ile karşıt fikirdeydim. Ama, beni daha sonra aylarca düşündüren bir şey oldu. Aslında kendimin de "manevî değerler"den yana olduğunu ve yıllardır süren araştırmalarımın ve kuramsal incelemelerimin de bu değerlerin gerçekliklerini ortaya koymak yolunda ilerliyor olduğunu gördüm. Bu kadınların ortaya koydukları görüşe "manevî değerler" kavramını tamamen yanlış tanımlamış olmalarından ve gerçekte ifade ettiği şeyden tamamen farklı bir anlamda kullanıldığı için birden karşı çıkmıştım. Kısaca, nasıl "yurtsever" kelimesini kendilerine mal ederek bu kelimeye "kendi" anladıklarını yükledilerse, "manevî değerler" kavramını da kendilerince yorumlamalarına ve tekrar tanımlamalarına izin vermiştim. Kendilerince yaptıkları bu tanımı onların açısından görmek için kendime izin verdiğim zaman ancak yapmış oldukları tanımlamayı kabul edebildim. Burada, manevî değerlerin doğalcı bir tanımı olduğunu, örgütlenmiş kiliselerin malı olmadığını, kendisini geçerli kılacak doğaüstü kavramlara gereksinimi olmadığını, uygun bir biçimde gelişen bilimlerin yetkisi ve yargısı içinde olduğunu, bu nedenle de tüm insanlığın sorumluluğunda olduğunu belirtmek istiyorum. Böyle olduğunu varsayarak, eğitimde manevî ve ahlakî değerlerin olası yerini yeniden değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Eğer bu değerler kilisenin egemenliği altında olmaz ise, o zaman okullarda varolan öğretim değerleri ve manevî değerler arasında, kilise ve devlet arasındakine benzer duvarların oluşturulmasına da gerek kalmayacaktır kanısındayım.

Devlet okullarında dua edilmesine ilişkin alınmış bu karar birçok Amerikalı tarafından eğitimde manevî değerlerin reddedilmesi olarak görülmüştür. Karışıklığın çoğu, dua ve bununla ilgili olmaktan çok, yüksek değerlerin ve temel gerçekliklerin savunulmasından doğmuştu. Bu da toplumumuzdaki birçok insanın, örgütlenmiş dini manevî yaşamın merkezi, kaynağı, muhafızı ve tek öğreticisi olarak gördüğünü açıkça göstermektedir. Kilisenin kullandığı metotlar ve öğretim biçimi, yaygın ve resmî bir biçimde çoğu kimse tarafından doğruluğa, adalete, iyiliğe, sağlığa ve erdemliliğe giden tek "yol" olarak görülmektedir.1

Bu görüş çoğu ortodoks pozitivist biliminsanı, filozof ve entellektüel için de geçerlidir. Bir grup olarak dindar pozitivistler de, uzman din adamları gibi karşıt katı gerçeklikleri ve değerleri benimsemişlerdir... Değerleri bilim alanından, kesin olandan, mantıklı ve pozitivist görüşten ayırdıkları için, bütün değerler hükmen biliminsanı ve akılcı olmayan kimseler tarafından sahiplenilmektedir. Ve değerlerin, sanki bir beğeni, bir seçim ya da bilimsel geçerliği kanıtlanamayacak şeylermiş gibi keyfî bir biçimde doğrulandığı düşünülmektedir. Bu nedenle, böylesi biliminsanlarının ya da filozofların kiliselere karşı ya da yandaş bir savlarının gerçekten varolmadığı gibi bir görüş çıkıyor ortaya; bir grup olarak kiliselere pek de değer vermemelerine rağmen. (Bu değer vermeme bile onlar için sadece bir beğeni meselesi olmakta ve böylesi bir beğeni de bilimsel olarak desteklenememektedir.)

Buna benzer bir durum, birçok psikolog ve eğitimci için de kesinlikle geçerlidir. Pozitivist psikologlar, davranışçılar, yeni davranışçılar, aşırı deneyciler, değerler ve değerler yaşantısının profesyonel ilgi alanlarının dışında olduğunu, edebiyatın, sanatın ve herhangi bir dinî ya da aşkın bilinç deneyimlerini ele almasını tümden reddedenler için de bu evrensel olarak geçerlidir. Aslında gerçek bir pozitivist, elde edilen verilerin nesnel olmamasından dolayı bilimsel metotlarla yapılan bir çalışmaya denk düşmediğini, bu verilerin insan bilgilerinin dışında olduğu gerekçesiyle, (toplumsal ve paylaşılan olmaması nedeniyle) her tür "içsel" deneyimi, "bilimsel olmayan" olarak niteler ve reddeder. Bu bir tür "somuta", görülebilene, duyulabilene, elle tutulur olana ve davranışa indirgemektir.2

Bir başka başı çeken kuram; Freudcu kuram ise, tamamen farklı bir yönden yaklaşan ama aynı görüşü doğrulayan bir kuramdır: Manevî veya ahlakî değerlerle yakından uzaktan ilgisi olmadığını iddia eden bu kuramın öncüsü Freud ve takipçisi H. Hartman şunları söylüyorlar: "Psikanalitik metodun tek hedefi, bastırmaların ve acı verici gerçeklerin görülmesini engelleyen savunmaların ortadan kaldırılmasını sağlamaktır; bu metodun ideolojilerle, doktrinlerle, dinî dogmalarla veya bir yaşam biçimi, bir değerler sistemi empoze etmekle bir ilgisi yoktur." (Kapsayıcı ve araştırıcı olabilen Alan Wheelis bile buna benzer bir sonuca varıyor.) Burada, değerlerin öğretilmiş olduğunu (geleneksel anlamda aşılanmış olduğunu) ve bu nedenle keyfî olduklarını, gerçeklerle ve buluşlarla ilgilerinin olmadığını ve insan doğasında derin bir biçimde varolan "değer açlığı" ile ilgisi olmadığını söyleyen gözden geçirilmemiş bir inancın kabullenilişine dikkat etmenizi istiyorum.

Resmî olarak, ortodoks Freudcu psikanaliz, psikopatolojinin bir sistemi ve psikopatolojik bir tedavi yöntemi, gerekli olan bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bize manevî yaşam ya da daha üst düzey bir yaşamın psikolojisini, insanın kendisine doğru gelişebileceği, oluşabileceği (psikanalitik metodun herhangi bir "yüksek" ya da gelişim psikolojisine gerekli bir temel olduğunu kabul etmeme rağmen) bir psikoloji sunmamaktadır. 19. yüzyılda Freud, mekanik, fiziksel, kimyasal ve indirgeyici bir bilimin egemen olduğu bir dönemden seslenmektedir ve en azından değerler kuramına ve değerlerle ilgili her şeye saygı gösteren izleyicileri vardır. Aslında bu indirgeyici tutum, bazen Freudcu psikologlar tarafından "yüksek yaşam (high life)"ın sadece "içgüdülere karşı bir savunmalar zinciri" olduğu ve özellikle bir reddediş ve tepki oluşturma olduğunu söyleyecek kadar ileri gidebilmektedir. Ne yazık ki, yüceltme o kadar zayıf ve yetersiz bir kavram ki, bu büyük anlamın sorumluluğunu taşıyamamakta. Bu nedenle psikanaliz, nihilist ve değer tanımayan insan felsefesine sık sık tehlikeli bir biçimde yaklaşmaktadır. (Gerçekten iyi bir terapist, bu felsefeye uygulamada pek önem vermiyor ve böyle bir terapist genelde insanın bilinçdışı felsefeleri ile uğraşıyor. Yani bu konular üzerinde bilimsel çalışma yapmak için bir başka yüzyıl daha beklememize gerek kalmayacak herhalde... Psikanalizde, günümüzde heyecan verici gelişmeler olduğu bir gerçek ama bunlar da ortodoks olmayan kesimden çıkan biliminsanları tarafından yapılmakta). Sonuç olarak Freud'un görüşleri hakkında şunu söyleyebiliriz. Aşkın bilinç deneyimleri ile ilgili tüm sorulara karşı zayıf kalmış olmasına rağmen, sadece hiçbir yanıtı olmaması nedeniyle davranışçılara tercih edilir durumdadır.

Ne insancıl biliminsanları, ne de sanatçılar, bu konuda günümüzde önemli yardımcılar olabiliyorlar. Olmalılar ve olmaları gerekirdi. Bir topluluk olarak, sonsuz gerçeklikleri, daha yüksek gerçeklikleri yaşayan ve öğretici kişiler olmaları nedeniyle... İnsancıl psikolojinin hedefi; iyinin, güzelin ve gerçeğin algılanması olarak tanımlanmıştır. Bu tür çalışmalar, üstün olan ve olmayan (üstün olan genellikle gerçek, güzel ve iyi olan olarak anlaşılmaktadır) arasındaki önyargının ortadan kaldırılmasını amaçlamıştır. Bu çalışmalar, öğrenciye daha iyi, daha yüksek düzeyli bir yaşamı, iyiliği ve erdemliliği esinlemeyi amaç edinmişlerdir. Mathew Arnolds'ın gerçekten değerlendirilebilecek bir görüşünü burada belirtmek istiyorum: "Kendimizi en iyi biçimde bilgilendirmemiz dünya üzerinde bilinen ve söylenmiş olandan geçmektedir" demiştir ve bu görüşe hiç kimse karşı çıkmamıştır. Burada bir zamanların evrensel olarak kabul edilmiş bir model olan klasik bilgi kuramını anlatmaya çalıştığını söylememe gerek yok sanırım.

Ama son yıllarda bir çok insancıl biliminsanı ve sanatçı, tüm geleneksel değerlerin çöküşüne tanık olmuşlardır. Ve bu değerler çöktüğünde, hazırda yerlerine konulacak yenileri yoktu. Bugün, bu nedenle sanatçıların, romancıların, tiyatro sanatçılarının, eleştirmenlerin, ve tarihçilerin büyük bir bölümünün, karamsar, umutsuzluk içinde, cesareti kırılmış ve daha az bir bölümünün de (iyi yaşamın olası olmadığı ve bununla beraber yüksek değerler olarak tanımlanan şeylerin bir uydurma ve aldatmaca olmasına inanma bağlamında) nihilist ve sinik bir yaklaşıma sahip olduklarını görüyoruz.

Şüphesiz sanat ve insanî bilimler alanında öğrenim görmek üzere aday olan gençler, bu konuda esin verici hiçbir kesinliğin olmadığını anlayacaklardır. Örneğin bu gençler, Kafka ve Tolstoy, Renoir ve Dekooning veya Brahms ve Cage arasında hangi seçim kriterlerine sahip olmalıdırlar? Hangi ünlü sanatçı ve yazar bugün "erdemliliği" öğretmekte, teşvik etmekte ya da buna öncü olmaktadır? Bu kişilerin arasından kaçı "erdem" kelimesini çekinmeden kullanabilmektedir ve aralarından hangisini "idealist" gençler kendilerine model olarak seçebilmektedirler?

Son elli yıl içinde, deneyimlerimiz sonucunda 1914 öncesi hümanistlerin, sanatçıların, tiyatro sanatçılarının, eleştirmenlerin, şairlerin, filozofların ve genel olarak içsel dünyalara yönelik kişilerin göreceliğin karmaşasına yol açtıklarını (izin verdiklerini) görüyoruz. Bu insanların hiç birisi, şimdi neyi, nasıl seçeceğini bilmemekle birlikte, seçtiği şeyin savunmasını yapmayı ve onu geçerli kılmayı da bilmemektedirler. Nihilizm ve değerler boşluğu ile savaşan eleştirmenler bile, Joseph Wood Krutch gibi, uğrunda savaşabileceğimiz ve ölebileceğimiz, esinleyici ve olumlu hiçbir önerileri olmadığını söyleyebilmektedirler.

Geleneklere, kültürel alışkanlıklara, ortak fikirlere ve bize değerlerimizi kazandırmasını beklediğimiz ölü inançlarımıza artık daha fazla bel bağlayamayız. Tüm üzerinde fikir birliği sağlanmış gelenekler artık geçmişte kalmışlardır. Doğal olarak, geleneklere tümüyle ağırlık vermememiz gerekirdi (yarattıkları olumsuzluk ve başarısızlık şimdiden herkesçe apaçık görülmektedir) çünkü gelenekler hiçbir zaman sağlam bir kurum olmamışlardır. Gelenekler her zaman, gerçekler, dürüstlük, bilimsel, yalın, pragmatik olan her şey ve tarihsel başarısızlıklar tarafından çok kolaylıkla yok edilebilir bir konumda olmuşlardır.

Gerçeğin kendisi ancak bizim tek kurumumuz ve üzerine inşa edeceklerimizin temeli olabilir. Şimdi bize sadece deneysel olan, doğalcı bir bilgi (en geniş anlamında) hizmet edebilir. Burada "bilim" kelimesini kullanmakta tereddüt ediyorum çünkü bu kendi içinde de tartışmalı bir kavram ve bu kitabın ilerleyen bölümlerinde "bilimsel" olana dair, değerlerle ilgili amacımıza daha iyi hizmet etmesi açısından, daha kapsayın ve yeni tanımlar getiren, dışlayan olmaktan çok kapsayıcı olan, dünyâyı daha fazla benimseyen, kendi yargıları hakkında daha az züppece tutum sergileyen önerilerim olacak. Geniş anlamda, genel hatları ile çizmeye çalışacağım bu bilim, bütün gelişim evrelerinde, tamamen varolan değerleri de içine ele alabilecek gibi görünüyor.

Özellikle insan doğası hakkında elde edeceğimiz bu yeni bilgi, inançlar için yakaran ve bunun eksikliği içinde olan hümanistlere, sanatçılara ve dindarlara seçimlerinde daha sağlam bir kriter ve aralarında seçim yapılabilmesine olanak verecek birçok değer olasılıkları sunacaktır. İşte o zaman kaosun, aslında değerler boşluğu olarak adlandırabileceğimiz de ortaya çıkacaktır.



Dipnotlar
1. Aslında bu kimlik dilimize öyle derin bir biçimde yerleşmiş ki "manevî yaşam" terimini geleneksel dinden ayırarak kullanmak, bilim adamları ve özellikle psikologlar için neredeyse tatsız bir durum yaratır hale gelmiştir. Bu, konuyla ilgili yazarlar (manevî değerler olarak adlandırılan şeylerin tamamen deneysel, doğalcı, insanî, değişebilir olduğunu anlatmaya çalışan) için de tamamen çözümsüz bir sorun oluşturmaktadır. Ama bu bilimsel çalışmada kullanabileceğim tek dil "tanrıcı” bir dil. Belki bu terminolojik zorluktan başka bir yolla çıkabilirim. Eğer sözlükten "kutsal, ilahî, mukaddes, günah, dua, şükran, tapma, dindarlık, kurtuluş, huşu" sözcüklerine bakarsanız, bunların bir tanrıya, bir dine ait bir biçimde ya da doğaüstücü birtakım anlamlarla ifade edildiğini görürsünüz. Burada söylemek istediğim, bu sözcüklerin tümünün ve diğerlerinin, tanrıcı olmayan kişilerin bana öznel olaylarını anlatmaya çalışırken ve “din dışı" doruk deneyimlerini ve aydınlanmalarını anlatmaya çalışırken kullandıkları sözcükler olduklarıdır. Bu sözcükler doğal hayatımızda yaşanan bazı özel olayların anlatılabilmesi için elimizde bulunan ve kullanmak zorunda olduğumuz sözcüklerdir. Bu sözcük dağarcığı, kişilerin öznel yaşantılarında yaşamış oldukları ile ve bununla ilgili kuramın dilidir. Bu nedenle, bu sözcükleri kullanmak durumundayım ve bu deneyimleri anlatmak için doğanın ve insanın doğasının dışındaki ilkelere başvurmanın da gereksiz olduğunu savunuyorum. [metne dönüş ↩]

2. Bu, konunun özellikle ilgi çekici, harika bir yönü çünkü, insan davranışları genellikle güdülere, duygulara ve itkilere karşı bir savunmadır. Yani bu, dışavurumu engelleme ve gizleme yoludur. Davranış, her şeyin aşırı dışavurumunun engellenmesinde kullanılan bir araçtır ve konuştuğumuz dil de buna dâhildir. [metne dönüş ↩]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder