Loading

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Ne de güzeldir

Hz. İsa beraberinde havariler olduğu halde bir köpek leşinin yanından geçti. Havariler 'Bu köpeğin kokusu amma da fena' dediler. İsa 'Onun dişinin parlaklığı ne de güzeldir' diye karşılık verdi.

Melodilerden Yükselen Sağlık

Müzikle Tedavi

İnsanoğlu, yüzlerce yıldır hastalıklarla baş edebilmek için çeşitli yol ve yöntemler denemiş; çeşitli otlardan, hayvanlardan, deniz ürünlerinden şifa bulmaya çalışmıştır. Bu şifa arayışlarının içinde en ilginç olanlardan birisi de “müzikle tedavi”dir. 

Müzik, aslı Yunanca olan bir kelimedir ve dünyanın her yerinde aynı anlamı taşımaktadır. Türkçede “musiki” kelimesi de kullanılmaktadır. “Musica” eski Yunanca “mousike” ve “Mouse” kelimesinden alınmıştır. 
Müzikle tedavi, insandaki işitme melekelerini geliştiren, bunları kullanan ve kişinin tedavi edilmesine vesile olan bir yöntemdir. Batı’da “müzik terapi” veya “müzikoterapi” adıyla da anılmaktadır. Ancak tedaviyi her yönüyle olumlu etkilediği müziğin içinde olduğu tedavi anlamında “müzikle tedavi” tabiri olayı ifade edecek en iyi tanımlamadır. 

9. yüzyıldan 18. Yüzyıla kadar, Türk hekimleri müzikle tedaviyi etkin bir şekilde kullanmışlardır. İlk psikiyatri hastanesinin Türkler tarafından Kahire’de açılmış olduğu da tarihi bir gerçektir. Tarih boyunca psikiyatri alanındaki gelişmelerin temelinde Türk imzası olduğunu söylemek abartılı değildir. Batı’da akıl hastaları ancak 18. yüzyılda zincirlerden kurtulabildiler. Hâlbuki Türkler dokuz asırdır akıl hastalarını insanca tedavi ediyor, hastanelerde bir dediklerini iki etmiyorlardı. 

Avrupa 19. Yüzyılda bile, akıl hastalarına gereken önemi verememişti. Esquirol, 1818’de Fransa’da akıl hastalarının hayvanlardan ve canilerden bile daha kötü muamele gördüklerinden bahseder. Hâlbuki aynı tarihlerde İstanbul’da yaşanmış olan şu hadise, Türklerin akıl hastalarına nasıl baktıklarını gözler önüne serer. 

23 Ocak 1802 tarihinde Binbaşı Abdullah Ağa adında bir zat, Ayasofya Camii’nde namaz kıldıktan sonra kılıcını çekmiş ve cemaatten birini yaralamış. Zabıta memurları Abdullah Ağa’yı hemen tutuklamışlar ve Babıâli’ye getirmişler. Yapılan muayene sonunda, Abdullah Ağa’nın bilincinin bozulduğu kararına varılmış ve tedavi görmesi için Süleymaniye Darüşşifası’na (akıl hastanesi) gönderilmiş. Bu olay, hem akıl hastalarına yaklaşım hem de akıl hastalarının adlî durumları adına önemli bir tarihi vesikadır. 
İslâm medeniyetinde müzikle tedavi İslâm tarihinde, özellikle tasavvuf ekolü mensupları (sufîler) müzikle uğraşmışlar ve insanın ruhî (nefsî) hastalıklardan kurtulup olgunlaşmasına katkıda bulunduklarını savunmuşlardır. 

Hem hekim hem de müzikolog kimlikleriyle İslâm tarihinin önemli kilometre taşlarından olan Zekeriya er-Razî (854–932), Farabî (870–950) ve İbni Sina (980–1037) müziğin tedavi edici etkisini incelemişlerdir. O zamandan başlayan “müzikle tedavi” geleneği, Selçuklu ve Osmanlı şifahanelerinde devam etmiştir. 
Dünyaca ünlü Türk bilgini Ebu Nasr Farabî (870–950), müziğin insan bedenine ve ruhuna etkilerini incelemiştir. Farabî’nin en büyük özelliklerinden biri “kanun” sazını icat etmiş olmasıdır. Esrarengiz bir kişilik olarak tarihe geçen Farabî, bir gün bir müzik meclisinde bulunur. Meclisteki kimse onu tanımaz. Farabî, torbanın içinden bir çalgı çıkarır; aleti kurup çalar. Meclistekiler gülmeye başlarlar. Ardından aleti söküp başka bir tarzda çalar. Bu sefer kapıcıya varıncaya kadar, mecliste bulunan herkes uykuya dalar. Hatta denilir ki, Farabî meclistekileri uykuda bırakıp oradan ayrılır. 

Türk İslâm tarihinin büyük isimlerinden biri olan İbni Sina da (980–1037) , musikinin insan bedenine etkisini incelemiştir. Tedavinin etkili olması, hastanın aklî ve ruhî dengesini artırmak için çevresini sevimli hale getirilmesi gerektiğini keşfetmiş, bunun için de musiki dinletmenin en etkili yollardan olacağını savunmuştur. 
Araştırmalarında kaynak olarak sık sık Farabi’ye başvuran İbni Sina, müzik notalarının insanın ruh hallerindeki iniş çıkışları temsil ettiğini tespit etmiştir. Ona göre müziği bize hoş gösteren, işitme gücümüz değil; o besteden çeşitli telkinler çıkaran idrak yeteneğimizdir. Yani, müziğin bizde uyandırdığı duygulardır. 
Razî, Farabî, İbni Sina gibi Türk bilginlerinin ilk adımını attığı, psikolojik sebeplerle başlayan bedensel hastalıklarda (psikosomatik hastalıklar) ilaç, meşguliyet ve müzikle tedavi yöntemi, Selçuklu ve Osmanlı bilginleri tarafından geliştirilmiş ve 18. Yüzyıla kadar başarıyla uygulanmıştır. 


Avrupa yeni keşfetti 

20. Yüzyılın sonları, ilaç tedavisindeki büyük gelişmelerin yanında psikoterapilerin de geliştirildiği bir dönem olmuştur. Bilişçi, davranışsal, destekleyici, dinamik psikoterapiler daha etkin hale gelmiş ve tedavide daha sık kullanılmaya başlanmıştır. İlaç tedavisine ilaveten psikoterapilerin uygulanması tedavideki başarı oranını daha da arttırmıştır. 

Son 50–60 yıl içerisinde kapsayıcı tedavi anlayışının geçerli olmaya başlaması psikiyatri dünyasında yeni arayışları gündeme getirmiş ve kapsayıcı yaklaşımların en ideali olarak “müzikle tedavi” kabul edilmiştir. İlk olarak II. Dünya Savaşı’ndan yaralı çıkmış askerlerin kaldığı hastanelerde müzik kullanımın başlaması sonrasında bu uzmanlık dalının farkına varılmış ve 1960’lı yıllarda sayısı çok az olan müzikle tedavi uzmanlarının arttırılması ve kapsayıcı anlayışına uygun bir eğitim almaları için çalışmalar başlatılmıştır. 

Müzikle tedaviden elbette ki sadece “müziğin kullanıldığı tedavi” anlaşılmamalıdır. Müzikle tedavi, “müziğin içinde bulunduğu tedavi” anlamına gelmektedir. Müzik, tek başına hiçbir fiziksel hastalık etkenini ortadan kaldıramaz, ancak her türlü hastalığın tedavisinde kullanılabilir. Mesela, depresyonlu kişilere müzikle tedavi uygulaması, içinde bulundukları mutsuz durumdan alıkoyup mutlu olmalarını sağlayabilir ama fiziksel ve duygusal fonksiyonlarında, anlamlı ve sürekli bir düzelme sağlayamaz. Bunun olması ancak, biyolojik tedavi yöntemlerinin ve psikoterapilerin birlikte kullanılmasıyla mümkündür.

Dr. Adnan Çoban

Yansımalar - Ercan Irmak - Sabâ Peşrevi

Özgürlük

‎Bir kez özgür kaldınız mı, kendinize kim olduğunuzu sormak zorundasınız..

Jean Baudrillard


Bilgisizlik

Kimse bile bile kötü değildir, her kötülük bilgi sanılan bir bilgisizlikten gelir.
Socrates


Osmanlı'da Veresiye Defteri

Osmanlı'da Ramazan günlerinde tebdil-i kıyâfet ile, pek çok zengin, hiç tanımadıkları mıntıkalardaki bakkal, manav dükkânlarına gider, onlardan Zimem Defteri 'ni (veresiye defteri) çıkarmalarını isterlerdi.

Baştan, sondan ve ortadan rastgele sahifelerin toplamını yaptırıp, miktarını ödedikten sonra; "Bu borçları silin! Allah kabul etsin!" der, kendilerini tanıtmadan çeker giderlerdi. Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu; borcu sildiren, borçtan kimi kurtardığını bilmezdi...

Gizli verilen nâfile sadakanın, açıktan verilen nâfile sadakadan yetmiş kat daha sevap olduğunu bilen zevât, yardımlarını mümkün olduğunca gizliden yapmaya gayret ederdi. Ecdadımız sağ ile verdiğini, sol elinden bile gizler, yaptıkları iyilikleri unutur giderlerdi.



Dünya!

Belki de dünya sizin için yapılmıştır!

Avcı ile Kuş

Kuşun biri, hile ve tuzakla yakalanmıştı. Kuş, kendini yakalayana dedi ki:
“ Ey efendi! Sen hayatında birçok sığır ve koyun yemişsindir; birçok deve de kur­ban etmişsindir! Sen onların etleriyle dahî doymadın, benim bedenimle mi doyacaksın?! Beni serbest bırak da, sana üç öğüt vereyim. Vereyim de, bil bakalım akıllı mıyım, aptal mıyım? O üç öğüdümün birincisini senin elinde vereyim, ikinci öğüdümü sa­manla karışık balçıktan yapılmış damının üstünde vereyim. Üçüncüsünü de ağacın üstüne konunca söylerim. Sen, bu üç öğüt yüzünden mes’ûd olursun! Elinde iken vereceğim öğüt şudur:
Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin, inanma!

Kuş o değerli olan ilk öğüdü söyleyince, kendini yakalamış olan el gevşedi, âzâd oldu, uçtu ve duvarın üstüne kondu. Orada ikinci öğüdünü söyledi:
Bir de geçmiş gitmiş şeye gam çekme! Bir şey senden geçip gittikten sonra, onun hasretini çekme!

Ondan sonra dedi ki:
“ A efendi, içimde on dirhem ağırlığında çok kıymetli, eşi bulunmaz bir inci vardır! O inci, seni de, çocuklarını da devlete ve saadete kavuştururdu! Fakat, kısmetin değilmiş; dünyada eşi bulunmayan o inciyi kaçırdın!”

Bunun üzerine avcı feryâd-ı figân etmeye koyuldu. Kuş, avcının bu hareketi üzerine:
“-Sakın «Geçmiş bir şeye gam çekme!» demedim mi!?” dedi. “Mâdem ki inci elinden gitti, neden gam çekiyorsun? Sonra, bir de sana, «Olmayacak şeye sakın aldanma!» demedim mi!?” dedi.
Ve devamla:
“ A aslanım; benim kendim üç dirhem gelmez bir serçe kuşu iken, içimde on dirhemlik inci nasıl bulunabilir?”

Adam kendine geldi de:
“ Pekiyi!” dedi. “Haydi, o üçüncü öğüdü de söyle!”
“ Evet!” dedi kuş. “Öbür öğütleri tuttun da, üçüncüsünü sana bedâva söyleyeyim, öyle mi?"


24 Temmuz 2011 Pazar

Bölünmüş Beyin

Serebrumun iki serebral yarımküreden oluştuğunu ve sol yarımkürenin bedenin sağ tarafını, sağ yarımkürenin ise sol tarafını kontrol ettiğini daha önce ifade etmiştik. Normal insanlarda yarımkürelerden birindeki bilgi anında diğerine aktarılır. Bu aktarım CORPUS CALLOSUM adı verilen geniş bir sinir lifleri bağlantısıyla yapılır. Bu bağ kesildiğinde, ki buna bölünmüş beyin denir, neler olduğuna bakmadan önce beynin bir bütün olarak nasıl işlediğine bakalım. 

Sol yarımküre bedenin sağ tarafını, sağ yarımküre ise bedenin sol tarafını kontrol eder. Sol yarımkürede konuşma merkezi yer alır. Gözler doğrudan ileriye sabitleştiğinde, bu sabitleşmenin solundaki görüntü hayali her iki gözden beynin sağ tarafına gider, sabitleşmenin sağındakiler ise sol tarafına gider. Böylece her iki yarımküre yazı yazan elin normal işleyişini gösteren görsel sahanın yarı görüntüsüne sahiptir. Normal bir beyinde bir yarımküreye giden uyaran diğer yarımküreye corpus callosum tarafından çok hızlı bir şekilde iletilir, dolayısıyla beynimiz tek bir birim gibi iş görür.

Roger Sperry ikiye ayrılmış beyin üzerine yaptığı araştırmasıyla 1981'de Nobel ödülünü kazanmıştır. Kurduğu test düzeneklerinde birinde Sperry, beyin-ayırma ameliyatı geçirmiş bir erkek deneğin ellerini deneğin göremeyeceği şekilde gizlemiş ve bir perde önüne oturtmuştur [-> şekil]. Deneğin bakışları perdenin ortasında yer alan bir noktaya sabitleştirilmiş ve perdenin sol tarafına saniyenin 1/10'i kadar bir süre fındık kelimesi yansıtılmıştır. Bu görsel imajın bedenin sol tarafını kontrol eden beynin sağ tarafına gittiğini unutmayın. Denek sol eli ile görüntüden gizlenen nesnelerden fındığı alabilir fakat denek deneyciye perdede gözüken kelimenin ne olduğunu söyleyemez çünkü konuşma sol yarımküreye bağlıdır ve fındığın görsel hayali bu sol tarafa aktarılmamıştır. Fakat görüntü imajının saniyenin onda biri için yansıtıldığını unutmayın, eğer daha uzun süre için yansıtılırsa bu beyin ameliyatı geçirmiş denek gözlerini oynatabilme imkanı bulacağından "fındık" kelimesi sol yarımküreye de yansıtılmış olacaktır yani bilgi her iki yarımküreye de gidecektir. İşte bu sebeple corpus callosum'un kesilmesi sonucu ortaya çıkan bu eksiklik deneğin günlük hayatındaki faaliyetlerini etkilemez.


(Resimde gösterilen deney anında sağ beyne gitmiş bilgi "fındık" değil de "anahtar"..)

Kaynak: Psikoloji, Zihin Süreçleri Bilimi. Sibel Ayşen ARKONAÇ


~

...
Yetmezmiş gibi, kendi kendimize anlattığımız hikâyelerin pek çoğu da, kafamızda gerçekten olup bitenleri ifade etmekten uzaktır. Beyin hasarlı hastalar üzerinde yapılmış meşhur araştırmalardan biri, bu durumu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Hastalar ağır epilepsi yüzünden tedavi görmüş ve beyin kortekslerinin sağ ve sol yarıları, nöbetlerin bir taraftan diğerine yayılmasına engel olmak için cerrahi müdahaleyle birbirlerinden ayrılmıştır. Bu da, beynin sol ve sağ yanlarının, diğer tarafın ne yaptığından tamamen habersiz olması demektir.

Bir deneyde, bilimciler hastanın beyninin konuşmayla ilgili merkezlerin yer aldığı sol tarafına bir tavuk ayağının fotoğrafını ve konuşma üretme yetisine sahip olmayan sağ tarafına da karlı bir manzara fotoğrafı gösterirler. Başka bir dizi fotoğraf arasından, daha önce gördükleriyle ilgili bir fotoğraf seçmesi istendiğinde, hasta doğru tercihte bulunup, beynin sağ yarısı tarafından kontrol edilen sol eliyle bir kürek ve beynin sol yarısı tarafından kontrol edilen sağ eliyle de bir tavuk resmi seçer. Neden bu fotoğrafları tercih ettiğini açıklaması istenildiğinde, hasta: "Oo, çok kolay" der; "tavuk ayağı ve tavuk birbirlerini tamamlar ve kümesi temizlemek için de bir kürek gerekir." Bu deney sonucunda, bilimciler beynin sol yarısının, o an tam olarak neler olduğunu kavrayamıyor olmasına rağmen, dünyada olup bitenleri anlamlandırmakla görevli bir "yorumlayıcı" barındırdığı sonucuna vardı.
...

  
Beyninize Hoş Geldiniz adlı kitaptan..

Bölünmüş Beyin Hastası 'Joe'

Split-brain patient 'Joe' being tested with stimuli presented in different visual fields
Split-brain patient 'Joe' being tested by Michael Gazzaniga who worked with Roger Sperry

Bölünmüş Beyin Deneyleri

...
Nörobilim dünyasına büyük katkılar sağlamakla birlikte, Sperry'e Nobel ödülünü kazandıran çalışmalar bunlar değildi.
Sperry ve öğrencileri eğer beynin iki yarımküresi, corpus callosum (iki yarımküreyi birbirine bağlayan büyük sinir bandı) kesilmek suretiyle birbirininden ayrılırsa, yarımküreler arasındaki bilgi iletiminin sona erdiğini ve aynı bireyde, işlevsel olarak birbirinden bağımsız iki ayrı beynin varlığının söz konusu olduğunu gösterdiler.

Bu bulgular, corpus callosumun kesilmesinin belirgin hiçbir davranışsal etki yaratmadığı yönünde olan (ve yine birtakım bulguların yanlış yorumlanması sonucu ortaya çıkan) genel inanışı çürüttü.

Olası açıklama, iki yarımkürenin her ne kadar birbirlerinden ayrılmış olsalar da, genel olarak ortak bir karar içinde olmaları ve bu sayede de açık seçik bir anlaşmazlığın ortaya çıkmaması.

Bununla birlikte Sperry ve grubu, yaptıkları dahiyane testlerle, bölünmüş beyin operasyonunu takiben davranış farklılıklarının gösterilebileceğini kanıtladılar.

Sperry araştırmalarına kedi ve maymunlarla başladı fakat daha sonra, epilepsiyi kontrol altına alabilmek için beyin yarımküreleri cerrahi müdahale ile birbirinden ayrılarak tedavi edilmiş hastalarla çalışmalarına devam etti. Her iki yarımkürede bilinçli birer zihnin varolduğunu bu hastalarla gösterdi. Konuşma ile ilgili işlevleri yürüttüğü bilinen sol beyin, dil, aritmetik ve analizi içeren her türlü etkinlikte baskındır. Sağ beyin ise "sessiz" ve sadece basit toplamaları yapabilme yetisine sahip olduğu halde, mekansal algılama - haritaların anlaşılması gibi- ya da insanların yüzlerini tanıma gibi konularda sol beyine baskındır. Söz konusu hastalar incelenene kadar, sağ yarımkürenin bilinçli olduğundan bile şüphe ediliyordu.

Sperry, sağ lob ile iletişim kurmayı sağlayan yollar tasarlayarak, sağ yarımkürenin düşünülenin aksine kendi içinde bilinçli, düşünen, algılayan, hatırlayan, sorgulayan, isteyen, hisseden bir sistem olduğunu ve hem sağ hem de sol yarımkürelerin aynı anda bilinçli olabileceğini gösterdi.

Çifte bilincin keşfini sağlayan bu bölünmüş beyin deneyleri, beyin araştırmalarında, yeni yeni alanların açılmasına ve günümüzde bu konuların biyologlar ve elbette filozoflar tarafından çalışılmasına olanak sağladı.


Roger Sperry (1913-1994)

Görünenler ve Okunanlar

Yaşayan varlıkların hepsi; zayıf, güçlü, uzun, kısa, büyük, orta veya küçük görünen, görünmeyen; doğmuş olan veya doğmakta olan, hepsi mutlu olsun! Kimse kimseyi aldatmasın, kimse kimseyi küçümsemesin, kimse kimseye öfke ile darılma ile zarar vermek istemesin. 

Öfkeyi sevgiyle, kötülüğü iyilikle yen. Açgözlülüğü cömertlikle, yalanı gerçekle yen.

Hınca hınçla cevap verilirse, hınç ortadan kalkar mı?

Bir derdin varsa, derman bulmaya çalış; bulamıyorsan da, onu dert etme. 

Bırakmayı öğren. Mutluluğun anahtarı budur. 

Buddha



Ben demiş olsam bile

Bir şeye sırf kulaktan duydunuz diye körü körüne inanmayın, birkaç kuşaktan beri itibar görüyorlar diye, geleneklerin de doğru olduğuna inanmayın. Sırf hocalarınızın ya da rahiplerin otoritesine dayanıyor diye hiçbir şeye inanmayın. Ancak bizzat hissettiğiniz, denediğiniz ve doğru olarak kabul ettiğiniz, kendinizin ve başkalarının hayrına olan şeylere inanın ve tutumunuzu onlara uydurun. 


Nedensellikler, zerreler, en küçük şeyler, madde, fiziksellikler hepsi gerçekte zihinde oluşan, zihnin oluşturduğu şeylerdir.

İnsan isimlere, formlara ve maddesel dünyaya bağlanır ve onların zihnin bir yanılsaması olduğunu, zihinde oluştuğunu unutur ve hata yapar, böylece zihnin özgürlüğü engellenmiş olur.


Bizim olan her şey düşüncelerimiz sonucundadır. Düşüncelerimizde kurulur, düşüncelerimizde oluşur. Eğer bir kimse kötü düşünceyle konuşur ya da davranırsa onu tıpkı tekerleğin kağnı çeken bir öküzü izlemesi gibi, acı izler.

Aklınla ve sağlıklı zihninle uzlaşmıyorsa hiçbir şeye inanma, onu ben demiş olsam bile. 

Siddharta Gautama Buddha




23 Temmuz 2011 Cumartesi

Poyraz ile Güneş


Poyraz ile güneş, bir gün başlamışlar cenkleşmeye. Biri dermiş: « Ben kuvvetliyim! » ; öteki dermiş: « Yok, ben daha kuvvetliyim. » En sonunda: « Şu yolcunun sırtından elbiselerini hangimiz çıkarırsak en kuvvetlimiz odur » demişler.

Önce işe poyraz girişmiş: bir esmiş, bir esmiş... Bakmış ki yolcu üşüyüp elbiselerine daha sıkıca sarınıyor, esmesini bir kat daha artırmış. Ama adamcağız soğuktan büsbütün rahatsız olup arkasına bir şey daha almış. Poyraz o işi beceremediğini görünce güneşe bırakmış. 

Güneş önce yavaştan almış; yolcunun arkasına sonradan giydiği elbiseyi çıkardığını görünce ısısını artırmış, başlamış yakmaya. En sonunda yolcu, ısıya dayanamamış, üstünde nesi var nesi yoksa hepsini çıkarıp ırmağa çimmeye girmiş. 

Bu masal da gösteriyor: zorlamak para etmez, tatlılıkla davranmalı..


Ezop Masalları'ndan..

22 Temmuz 2011 Cuma

Ben ne sordum, sen ne anladın

Timurlenk Akşehir'de bulunurken bu şehre yabancı diyarlardan derin bilgiye sahip bir adam gelmiş. Timurlenk'le sohbet etmiş. Bu sırada tercüman aracılığı ile Timurlenk'e:
— Birkaç sorum var. Eğer sizin uzağı görür ve bilim sahasında tam anlamiyle yetişmiş adamlarınız varsa onlarla imtihan olayım! demiş.

Bunun üzerine Timur şehrin ileri gelen büyüklerini huzuruna çağırtıp onlara:
— Şehrimize uzak diyarlardan yabancı bir bilgin geldi. Tabiat ilimlerinden ve maddî fenlerden imtihan olmak istiyor. Bunlar gezegen kişilerdir. Eğer biz bu bilginin karşısına ona cevap verebilecek bir bilgini çıkaramazsak bizim oturmakta olduğumuz bu diyar-ı Rum da ilim sınıfının yıkılmış olduğunu, bilgi yönünden çok yoksun bulunduğunu, dolaştığı her yerde ilân eder, bu da Türklüğe yakışmaz, sizin bütün devletlerce kültür bakımından çok düşük seviyede olduğunuz ortaya çıkar. Mevkiiniz sarsılır, haysiyetiniz kırılır, der.

Şehrin ileri gelenleri bunun üzerine bir odada toplanırlar ve aralarında konuşurlar, şehirlerinde bu yabancıya cevap verebilecek bir bilgin kişinin yokluğuna esef ederler. Sonra da bir karara varırlar:
— Böyle boş sözlerle vakit geçirmeğe değmez. Bir çare düşünelim de bu vartayı başımızdan savalım!
diyerek bir hayli konuşurlar ve ilim adamları ile tanınmış Konya'dan, Kayseri'den, yabancı bilginin sorularını cevaplandırabilecek yetkide ilim adamları getirtmeyi kararlaştırırlar.
Nihayet içlerinden biri:
— İl dışından, şehir dışından ilim adamları getirtmek hem zaman alır, hem de büyük masraflara mal olur. Bundan vaz geçelim. Bu şehir namına utanç doğuracak bir harekettir. Dışardan bilgin çağırırsak hem Emir Timur'a karşı hakaret etmiş olur, hem de şehir halkı yanında küçük düşeriz. Atalarımız (deliden uslu haber) derler: Biz ilk önce bizim hazırcevap Nasrettin Hoca'mıza danışalım, onun fikrini alalım. Belki onun alacağı garip tedbirlerle bu bilgin yabancıyı mat eder, atlatırız!
demiş. Toplananların hepsi de bu fikri çok beğenmiş.

İkinci toplantıya Hoca'yı da çağırmışlar. Meseleyi ona anlatmışlar. Hoca, meclisin şehir namına üzüntülerini anlamış. Şehrin ileri gelenlerine:
— Merak etmeyin. Siz o işi bana bırakın. Eğer onun sorularına uygun cevaplar verebilir de yabancıyı susturabilirsem ne âlâ! Eğer başaramazsam (O, deli tabiatlı ermiş bir hocadır. Biz çağırmadan meclisimize geldi. O sayılmaz. Sizin karşınıza cevap verebilecek değerli bir bilginimizi çıkaracağız!..) der, başka insan ararsınız. Yok eğer onun sorularına cevap vermeyi başarırsam hepinizden ayrı ayrı emeğimin karşılığını isterim. Tabii ki Emir Timur'un ihsanı da ayrı olur! demiş. Şehrin salonunda toplanmış olan ileri gelenler:
— Aman Hocam!.. Sen bizim yüzümüzü yabancıya karşı ağart da her ne dilersen Allah kerim!..
demişler.

Nihayet Timurlenk'le yabancı arasında kararlaştırılan karşılaşma günü gelmiş. O gün şehrin meydanında çadırlar kurulmuş. Meydanda kurulan tahtına Timurlenk gelerek yerleşmiş. Bilgin yabancı da, kendisine mahsus yaptırılan kürsüye çıkarak oturmuş. Herkes Hoca'nın gelişini beklemeye başlamış. Nihayet Hoca başında kocaman beyaz sarığı, sırtında geniş kollu binişiyle karşıdan görünmüş. Ardında öğrencisi Hammad'la, bir iki öğrencisi daha varmış. Timurlenk'in yakınında, kendisine ayrılan yere oturmuş, etrafını da Hammad ve diğer öğrencileri sarmış. Sohbet edilmiş, şerbetler içilmiş, nihayet imtihan sırası gelmiş. Yabancı bilgin orta yere gelerek büyük bir dikkatle toprağa geniş bir daire çizmiş. Buna ne cevap verecek diye Hoca'nın yüzüne gözlerini dikmiş. Hoca hemen eline asasını alarak yerinden kalkmış, asası ile dairenin tam ortasından bir çizgi çekip daireyi ikiye böldükten sonra yabancı bilginin yüzüne bakmış. Sonra yine elindeki asâ ile bir çizgi daha çekip daireyi dörde bölmüş. Sonra eliyle işaret ederek dairenin 3 bölüğünü kendine doğru çeker gibi yapıp bir bölüğünü yabancı bilgine doğru elinin tersiyle iter gibi yapmış. Bundan sonra tekrar yabancı bilginin yüzüne bakmış. Yabancı bilgin Hoca'mn bu hareketini çok beğenmiş. Eliyle işaret ederek ve gülümseyerek onun bilgisini takdir ettiğini anlatmak istemiş. Bakışları ile onu ödüllendirmiş.

Ondan sonra yabancı bilgin ikinci sorusuna geçmiş. Bu sefer de açılmış bir lâle gibi elinin üstünü yere doğru, parmaklarını da açık ve toplu olarak havaya doğru bir vaziyette tutup birkaç kere yukarı doğru sallar. Hoca da onun tersine elinin üstü havada, parmakları aşağıda olmak üzere bir işaret yapar. Bunun üzerine yabancı bilgin takdir dolu bakışlarla Hoca'nın yüzüne bakar ve bu bakışlariyle ikinci sorusunun cevabını da vermiş olduğunu Hoca'ya hissettirir.

Bundan sonra yabancı bilgin üçüncü ve sonuncu sorusuna geçer. Kendisini eliyle gösterip parmaklariyle yerde hayvan yürümesini taklid edip, sonra karnını işaret edip bir şey çıkar gibi işaret yapar. Bu işaret üzerine Hoca cebinden bir tavuk yumurtası çıkararak yabancıya gösterir. Hemen arkasından da iki kollarını sallayarak uçar gibi yapar. Yabancı bilginin yüzünde sevinç belirmiştir. Hoca, kendisinin son sorusuna da cevap vermiştir.

Bunun üzerine yabancı bilgin Hoca'ya yaklaşır. Onun önünde eğilerek iki elini birden öper. Böyle derin bir bilgiye sahip bir adam yetiştirdiğinden dolayı hem Timur'u hem de şehrin ileri gelenlerini tebrik eder. Toplantıda hazır bulunan şehrin ileri gelenleri de Timur gibi fazlasiyle memnun olurlar. Memleketin yüzünü ağarttığı için Hoca'yı tebrik eder, daha evvelden ihtiyat olarak hazırladıktan para keselerini Hoca'ya mükâfat olarak verirler. Emir Timur da büyük bir kese altınla Hoca'nın gönlünü eder. Herkes dağılır, evine gider.

Halk dağıldıktan sonra Timur ve adamları bu işe şaştıklarından yabancıyı yanlarına çağırırlar. Ona tercüman vasıtasiyle:
— Biz sizin Hoca ile işaretleşmenizden bir şey anlayamadık. Siz ne dediniz, Hoca ne yolda cevap verdi ki cevabın uygun olduğuna inandınız?

Bunun üzerine yabancı bilgin Emir Timur'u ve etrafındakileri Hoca'ya sorduğu sorular hakkında aydınlatır:
— Dünyanın yaradılışı hakkında Yunan bilginleri ile İsrail evlatlarının düşünceleri ayrıdır. Bu hususta İslâm ilim adamlarının ne düşündükleri bence bilinmediğinden, onların ne düşündüklerini öğrenmek istedim: İlk sorumda dünyanın yuvarlak olduğunu işaretledim. Hoca efendi bu yuvarlaklığı tasdik ettikten başka sonradan çektiği hatlar ile evvela denklem hattını belirtti. Böylelikle kuzey yarım küresi ile güney yarım küresini ayırdı. Sonra bir hat daha çekerek üçünü kendine ve birini de bana doğru işaret etmekle dünyanın üç kısmının deniz, bir kısmının da kara olduğunu belirtti. İkinci sualimde bütün yaratıklan ve bu yaradılışın sırlarını meydana çkarmak için parmaklarımı havaya doğru sallayarak topraktan bitkiler, ağaçlar, sular ve madenlerin nasıl meydana geldiğini sordum. Hocafendi buna da cevap olarak, ellerini yukarıdan aşağıya sallamak suretiyle, gökten yağmur yağdığını, güneş ışığının bitkilere ve madenlere hayat verdiğini, diğer gök olaylarının bütün mevcudatı meydana getirdiğini dünya bilginlerinin en son inceleme ve görgülerine uygun bir şekilde bana anlatmış oldu. Son soru olarak da kendimi gösterip ve elimle yer yüzünde doğmuş ve üremiş bulunan yaratıkların birbirinden ayrılarak çoğaldıklarını işaret ettim. Benden üstün bilgiye sahip olan Hocafendi benim yaratıklardan büyük bir kısmını ihmal ettiğimi sezerek hemen cebinden bir tavuk yumurtası çıkardı. Bunu bana gösterdi ve uçar gibi işaretler yaparak havada uçan kuşları unuttuğumu bana hissettirdi. Bu suretle değerli bilgininiz benim bütün sorularıma çok iyi cevaplar verdi. Anladım ki sizin bilgininiz bütün yer ve gök ilimlerine temamiyle vakıf bir dahi, misline az rastlanır bir ilim ve fen adamıdır. Bu yüzden siz hemşehrileri onunla ne kadar iftihar etseniz yeridir.

Timur, yabancı bilginden bu cevabı aldıktan sonra onu uğurlamış, bu sefer de Hoca'nın onun derin ve etraflı sorularına ne yolda cevap verdiğini öğrenmek istemiş. Onu huzuruna çağırtmış, etrafını da adamları sarmış. Hoca'ya bilginin sorularına ne şekilde cevap verdiğini kendilerine anlatmalarını söylemişler. Hoca da:
— A canım; bu adam hapazan, aç gözlü, köpek gibi açlık illetine uğramış bir hasta kişidir. Halbuki siz bana kendisini «bu dünyaca ün yapmış bir bilgindir!» diye tanıttınız. Boş yere telaşa düşmüşsünüz. Vaktaki huzurunuza geldim. Sizin de gördüğünüz gibi orta yere eliyle bir daire çizdi. «Ah, bir tepsi börek olsa!» dedi. Ben bu tepsi böreği evvela ikiye böldüm. Kardeş payı yaptım. Baktım ki aldırış ettiği yok. Bu sefer börek tepsisini dörde böldüm, üçünü kendime aldım, birini ona verdim, zavallı razı oldu. Başını salladı. Sanki gözleriyle bana «benim için o kadarı da yeteri» demek istedi. Meğerse daha isteği varmış. Sonra bana işaretle «Bir tencere pilâv kaynatılsa da, tabaklara doldurup yesek» demek istedi. Ben de işaretle «Tuz, biber de ekilmek, üzüm ve fıstık da konmak lazımdır!» dedim. O mesele de hal oldu. Sonra eliyle kendisini ve karnını işaret edip ve eliyle yürümek işaretini yapıp uzak yoldan geldiğini, epey zamandan beri aç olduğunu, iyice karnını doyurmanın imkanını bulamadığını, yemeğe hasret olduğunu belirtti. Ben de ona işaretle «Ben senden daha çok açım. Karnımın boşluğundan o kadar hafifim ki kuş gibi uçacak bir haldeyim. Sabahleyin kalktım. Karım katık olmak üzere topu topu bir yumurta verdi. Siz beni acele çağırınca onu da yemeğe vakit bulamadım. İhtiyat olarak yumurtayı cebime koydum, hemen koşarak size geldim. Mesele bundan ibarettir, der.

Bunun üzerine gerek Emir Timur, gerekse etrafındakiler «Ben ne sordum, sen ne anladın? Bu acaip bir efsanedir!» mantıkınca düşünceye dalarak bu soru ve cevabın her iki tarafı da memnun etmesine hayran kalmış ve Hoca'yı tekrar tekrar tebrik ve takdir etmişler.


Görme Algımızın Güvenilirliği

BBC'nin Brain Story adlı belgeselinden alınmış bir kesit, ve Türkçe altyazılı hali...
Kesit yukarıdaki videonun ikinci yarısında, altyazılı hal ise aşağıdaki adreste bulunabilir.


Çeviri: AylinER
Hazırlayan: Hakan Çakmak

Sizi ağırlamak adına sunacağım hiçbir şeyim yok
der yavaşça Hactar,
 ama sunacak olsam tek sunacağım şey de ışığın aldatmacaları olur. 
Işığın aldatmacaları ile rahatlama imkânı da vardır, aslında. 
Eğer tüm sahip olduğunuz o ise...
Hayat, Evren ve Her şey
Douglas Adams


Araştırmalar artarak göstermekte ki; beynimiz sürekli gördüğünü çarpıtıp değiştirmekte. Beynimiz hayal ederek cesurca kestirmeden gitmekte. Her seferinde elde ettiğimiz görüntüyü, yeni baştan değerlendirmeye alacağımız yere... Dışımızda neler olduğunu, geçmiş deneyimlerimizden yola çıkarak tahmin ediyoruz. 

Gözlerimizi her açtığımız an, beynimiz çok yoğun oranda ek bilgiyle dolmakta. Beyin, dışarıda ne olduğunu görmemize izin vermez, çoğunlukla uydurur durur. On yıldan  fazla zamandır nörobilimciler kendi özel dünyamızı nasıl yarattığımızı yavaş yavaş anlamaya başladılar.

 Eğer etrafınıza bakarsanız dünya oldukça yüksek çözünürlüklü,neredeyse fotografik olarak net ve tam gibi gözükmekte. Aslında bu resmin oldukça küçük bir kısmını elde ediyorsunuz. Gerçekte gördüğünüz ya da gördüğünüzü düşündüğünüz pek çok şey ile  hafızanızı dolduruyorsunuz. Kendi dünyanızda, geçmişte yaşadığınız deneyimlerinizi ve elde ettiğiniz bilgileri kullanarak... 

Görsel beynin, gözden ulaşan bilgilerden çok, hafızaya dayalı değerlendirme yaptığı anatomik çalışmalarla ortaya çıkmıştır. Geçmişte gördüğümüz herşeyin bilgisini kullanıyoruz  gerçekte dışarıda ne olduğunu hayal edebilmek için.

En dikkat çekici olay beyinde bilindik 32 adet görsel alan olduğu. Hepsi başka alana sinyal  yolluyor ve o alandan geri sinyaller alıyor ve o geri alınan sinyaller ön taraftan gelenlerle benzer ölçülerde, dolayısıyla inanılmaz derecede geriye dönüşlü bilgi akışı var. 

Bu bilgi akış yollarının keşfi, görsel beyni anlamada tamamen devrim yapmıştır. Görsel beyni artık dış dünyadan gelen bilginin içeriye doğru aktığı tek gidişli cadde gibi düşünemeyiz. Onun yerine, beynin derinliklerinden gelen ve geri beynin derinliğine dönen yoğun miktardaki depolanmış bilgi, çift yönlü bir cadde gibi gözükmekte. Dolayısıyla dünyayı algılamamız, gözümüzün önünde durandan değil görmeyi umduklarımızdan etkilenmekte. 

Bu oda normal gözükmekte ama aslında çok büyük ölçüde şekli bozulmuş. Kızlar tıpa tıp aynı ölçüde ama beyniniz onları o şekilde görmenize izin vermiyor. Odanın sağ tarafının sol tarafa göre daha büyük olduğunu söyleyemezsiniz. Sol köşeye doğru eğimli olan zeminde mobilyalar, beyninizi aldatmak için özel olarak tasarlanmıştır. Tüm bunlar, kızın odanın bir ucundan diğerine doğru yürürken ölçüsünün değiştiği illüzyonunu yaratmakta.

Beyniniz, basit anlamda, size odayı olduğu şekli ile görmenize izin vermiyor, onun yerine sizde kayıtlı olan hafızayı kullanarak kestirmeden gidiyor. Bu odanın bir görüntüsünü yaratmak diğer tüm odaları nasıl görmeyi umduğunuza bağlı.   

Bu, görsel hafızamızın, hayallerimizin gözümüzün önünde duranı algılamamızı nasıl etkilediğine şaşırtıcı bir örnek.

Dans Eden Bayan


The Right Brain vs Left Brain test... 
Do you see the dancer turning clockwise or anti-clockwise?

If clockwise, then you use more of the right side of the brain and vice versa.

Most of us would see the dancer turning anti-clockwise though you can try to focus and change the direction; see if you can do it.

Beyninize güvenebilir misiniz?



Beyniniz size pek çok yalan söyler. Bu haberi vermek zorunda kaldığımız için üzgünüz, ama bu doğru. Beyninizin temel ve zorlu görevlerle uğraştığı zamanlardı bile, siz olup bitenlerin büyük kısmından haberdar olmuyorsunuz.

Tabii ki, beyniniz özellikle size yalan söylemek için çabalıyor değil. Hayatta kalmanıza yardımcı olmak ve karmaşık bir dünyada hedeflerinize ulaşmanızı sağlamak için çok çalışıp muhteşem bir iş çıkartıyor. Acil durumlara ve benzer şekilde karşınıza çıkan fırsatlara hızlıca tepki göstermek zorunda olduğunuz için, beyniniz de genellikle ortaya çıkması belli bir süre alan mükemmel yanıtlar yerine, hızlıca değerlendirilebilecek yarım yamalak yanıtları tercih eder. Dünyanın karmaşık yapısıyla birleşince, bu durum beyninizin bazı kestirmelere sapmaya ve bir sürü varsayımda bulunmaya mecbur kalması demek. Beyninizin söylediği yalanlar -çoğunlukla- çıkarlarınıza en iyi şekilde hizmet eder, ancak tahmin edilebilir hatalar yapmanıza da yol açabilir.

Temel hedeflerimizden biri, hayatınızı idame ettirebilmeniz için beyninizin başvurduğu kestirme yollan ve gizli varsayım tiplerini keşfetmenizi sağlamak. Bu bilginin, beyninizin ne zaman güvenilir bir bilgi kaynağı olduğunu ve ne zaman da sizi yanlış yönlendiriyor olabileceğini tahmin etmenizi kolaylaştırmasını umuyoruz.

Beyninizin duyular sayesinde dünyadan bazı bilgiler edinmesiyle birlikte, sorunlar hemen ortaya çıkmaya başlar. Bir odada sessizce oturmak haricinde hiçbir şey yapmıyor olsanız da, beyninize takip edebileceğinden ya da nasıl davranacağınıza karar vermek için ihtiyaç duyduğundan çok daha fazla bilgi ulaşır. Halının üzerindeki detaylı renk şablonlarını, duvardaki fotoğrafları ya da dışarıdaki kuş seslerini fark edebilirsiniz. Beyniniz içinde bulunduğunuz ortama dair pek çok başka niteliği de hemen algılar, ancak bunlardan çoğunu çabucak unutur. Genellikle, bunlar gerçekten de önemli değildir, bu yüzden de çoğu zaman ne çok bilgiyi kaybettiğimizin farkında olmayız. Dünyadan edindiği bilgilerin pek çoğunu, önemsiz olduğu ortaya çıkar çıkmaz göz ardı eden beyin, pek çok bilgiyi atlayarak bize yalan söylemiş olur.

Avukatlar bu ilkeyi iyi bilir. Görgü tanıkları son derece güvenilmezdir ve bu durum, kısmen de olsa, gerçekte mümkün olandan daha fazla ayrıntıyı görmeleri ya da hatırlamaları yüzündendir - aslında pek çoğumuz aynı şeyi yaparız. Avukatlar bu bilgi sayesinde, tanığı doğru olmadığını ispat edebilecekleri bir şey söylemeye teşvik eder ve böylece ifadenin geri kalanı üzerinde şüphe uyanmasını sağlayabilirler.

O anki koşullara göre tercihini hız ya da doğruluk lehine kullanacak olan beyin, bazı bilgileri göz ardı etmenin yanı sıra, kestirme yollar kullanıp kullanmayacağına da karar vermek zorundadır. Olayları hayata geçirilmesi kolay, ancak her zaman doğru olmayan tahminî varsayımlarla yorumlayan beynimiz, çoğu zaman hızı ön planda tutar. Geri kalan zamanlarda ise, matematikle uğraşmak ya da bulmaca çözmek gibi işler için uygun olan yavaş, dikkatli yaklaşımları kullanacaktır. Psikolog Daniel Kahneman, bu varsayımları ve gerçek hayat davranışlarını nasıl etkilediklerini inceleyerek ekonomi alanında Nobel ödülü kazanmıştı (uzun bir zamandır birlikte çalıştıkları iş arkadaşı Amos Tversky ise, bu onuru paylaşamadan hayata veda etmişti).

Kahneman ve Tversky'nin yaptığı çalışmanın bizim için en önemli sonucu, mantıklı düşünmenin epey bir çaba gerektirdiğidir. Sözgelimi şu problemi hızlıca çözmeye çalışın: Bir beysbol sopası ve bir beysbol topunun toplam fiyatı 1 Lira 10 Kuruş. Sopanın fiyatı, topun fiyatından 1 Lira daha fazla. Topun fiyatı ne kadar? Çoğu kişi, bu soruya 10 Kuruş yanıtını verecektir, ki bu da sezgilerimize dayanan, ancak doğru olmayan bir cevap (sopanın fiyatı 1 Lira 5 Kuruş ve top da 5 Kuruş değerinde). Buna benzer zihinsel kestirme yollara başvurmak da sık rastlanılan bir durumdur: Aslına bakarsanız, mantıklarını kullanmaları konusunda özellikle uyarılmayan bireyler, buna benzer bütün durumların neredeyse tümünde yukarıdaki gibi kestirmeleri kullanma eğilimi içinde olur. Sezgilere dayanılarak verilen yanıtlar, çoğu zaman, hatta yanlış olduklarında bile, kabul edilebilecek yanıtlardır.

Günlük hayatımızda, genellikle bizden mantık problemleri çözmemiz istenmez, ancak yeterince tanımadığımız insanlar hakkında bazı yargılara varmak durumunda kalırız. Kahneman ve Tversky, bu yargıların da mantıklı olmadığını ispat etmek için farklı bir yaklaşım kullandılar. Örneğin, deneye, katılımcılara Linda hakkında bir şeyler anlatarak başlıyorlardı: "Linda otuz bir yaşında, bekâr, açık sözlü ve son derece başarılı biri. Felsefe okumuş. Öğrenci olduğu zamanlarda ayrımcılık ve sosyal adalet gibi konularla yakından ilgiliymiş ve aynı zamanda nükleer enerji karşıtı gösterilere de katılmış" Sonra da, karşılarındaki kişilerden, dikkatlice oluşturulmuş bir kişisel özellikler listesinden, Linda'yı en iyi tanımladığını düşündükleri ifadeyi seçmelerini istiyorlardı.

Çoğu kişi, a sıkkındaki "Linda, feminist hareket içerisinde aktif rol alan bir banka memurudur" ifadesinin, b sıkkındaki "Linda bir banka memurudur" ifadesinden daha muhtemel olduğunu düşünmüştü. A şıkkı, sezgiler doğrultusunda varılan bir karardı çünkü Linda'nın diğer özelliklerinden pek çoğu, örneğin sosyal adalet ve benzer konulardaki hassasiyetleri, onun feminist harekette aktif bir şekilde rol almasının olası olduğunu düşündürmüştü. Ancak bu doğru yanıt değildi, çünkü a şıkkında ifade edilen ve "feminist hareket içerisinde aktif rol alan bir banka memuru" tanımına uyan tüm kişiler, aynı zamanda b sıkkındaki "bir banka memuru" ifadesinin de kapsamına girmekteydiler. Ve tabii ki, b şıkkında tanımlanan grup, tepki gösteren ya da duyarsız olan diğer banka memurlarını da içine almaktaydı.

Böyle bir deneye tabi tutulduklarında, istatistik bölümlerinden mezun öğrenciler gibi ileri düzeyli katılımcılar bile mantıkla doğrudan çelişen sonuçlara varma hatasına düşer. Birbirleriyle alakalı niteliklerin, ortada pek bir kanıt olmadığı halde kişilere atfedilmesine neden olan bu güçlü eğilim, olası sonuçları hızlı bir şekilde tahmin etmek için kullanılan yöntemlerden biridir, ama aynı zamanda, toplumda yaygın bir şekilde rastladığımız pek çok klişe ve önyargının temel nedeni de olabilir.


Yetmezmiş gibi, kendi kendimize anlattığımız hikâyelerin pek çoğu da, kafamızda gerçekten olup bitenleri ifade etmekten uzaktır. Beyin hasarlı hastalar üzerinde yapılmış meşhur araştırmalardan biri, bu durumu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Hastalar ağır epilepsi yüzünden tedavi görmüş ve beyin kortekslerinin sağ ve sol yarıları, nöbetlerin bir taraftan diğerine yayılmasına engel olmak için cerrahi müdahaleyle birbirlerinden ayrılmıştır. Bu da, beynin sol ve sağ yanlarının, diğer tarafın ne yaptığından tamamen habersiz olması demektir.

Bir deneyde, bilimciler hastanın beyninin konuşmayla ilgili merkezlerin yer aldığı sol tarafına bir tavuk ayağının fotoğrafını ve konuşma üretme yetisine sahip olmayan sağ tarafına da karlı bir manzara fotoğrafı gösterirler. Başka bir dizi fotoğraf arasından, daha önce gördükleriyle ilgili bir fotoğraf seçmesi istendiğinde, hasta doğru tercihte bulunup, beynin sağ yarısı tarafından kontrol edilen sol eliyle bir kürek ve beynin sol yarısı tarafından kontrol edilen sağ eliyle de bir tavuk resmi seçer. Neden bu fotoğrafları tercih ettiğini açıklaması istenildiğinde, hasta: "Oo, çok kolay" der; "tavuk ayağı ve tavuk birbirlerini tamamlar ve kümesi temizlemek için de bir kürek gerekir." Bu deney sonucunda, bilimciler beynin sol yarısının, o an tam olarak neler olduğunu kavrayamıyor olmasına rağmen, dünyada olup bitenleri anlamlandırmakla görevli bir "yorumlayıcı" barındırdığı sonucuna vardı.

Bazı bilgilerin bir kenara atılıp kullanılmaması, zihinsel kestirmelere sapılması ve inanılabilir hikayeler uydurulması gibi problemler, psikologlar tarafından, "değişim körlüğü" olarak adlandırılıyor, örneğin, aşağıdaki iki fotoğrafa bakın. Aralarındaki fark nedir? [Görüntü konmadı]..

Burada gösterilenler gibi karmaşık resimlere bakan kişiler, imgeler hareket etmiyorsa farkların ne olduğunu görebilirler. Ancak bir görüntü hareketliyse ve bir kareden diğerine geçiş sırasında titremeler meydana gelirse, farkların görülmesi çok daha zor olur. Bu durum, görsel belleğimizin çok iyi olmamasından kaynaklanmaktadır.

Bu türden deneyler, psikologları şanslarını zorlamaya ve insanların bazı şeyleri gözden kaçırmalarını sağlamak için daha abartılı yöntemler denemeye sevk etmiştir. Bu deneyler arasında bizim en çok sevdiklerimizden birinde, araştırmacılardan biri sokakta yürüyen bir kişiye yanaşıp, ondan bir yolu tarif etmesini ister. Karşısındaki anlatmakla meşgulken, büyük bir kapı taşıyan işçiler araştırmacı ve yol tarifeden kişinin arasından geçip, ikisinin birbirlerini görmesine engel olur. Kapının engellemesi sayesinde, yol tarifi soran araştırmacının yerine başka biri geçer ve konuşmayı hiçbir şey olmamış gibi devam ettirir. İkinci kişinin birinciden son derece farklı göründüğü durumlarda bile, yol tarifini yapan kişilerin ancak yüzde ellilik bir kısmı konuştukları kişinin değiştiğini fark edecektir.

Diğer bir deneyde, deneklere üzerlerinde beyaz forma bulunan üç öğrencinin bir basketbol topunu aralarında dolaştırdıkları, bu arada da siyah formalı üç başka öğrencinin de, ikinci bir topu birbirlerine attıkları bir video seyrettirilir. İzleyicilerden, beyaz formalı takım tarafından yapılan pasları saymaları istenmiştir. Beyaz ve siyah formalı gruplar birbirlerine karışırken, üzerinde goril kostümü bulunan bir kişi sahanın bir tarafından görüntüye girer ve kameraya dönüp göğsünü yumrukladıktan sonra, diğer taraftan sahayı terk eder. İzleyicilerden yarısı bu olayı hiç fark edemeyecektir. Bu deneyler, çevremizde olup bitenlerin sadece bir kısmını algıladığımızı ortaya koymaktadır.

Geçmişe dair anılarınızın güvenilmez ve yaşadığınız ana ait algılarınızın da epeyce seçici olduğunu ortaya koyduk. Bu noktada, geleceği hayal etme yeteneğinizin de şüpheyle yaklaşmaya değer olduğunu işitmek muhtemelen sizi şaşırtmayacaktır. Daniel Gilbert'in Mutluluk Üzerine Çeşitlemeler isimli eserinde açıkladığı üzere, gelecekteki halimizi hayal etmeye çalıştığımızda, beynimiz gerçekçi olmayabilecek pek çok ayrıntı eklemeye ve önemli olabilecek pek çok detayı da atlamaya meyillidir. Sanki geleceğe dair bir filmmiş gibi kurguladığımız hayali gerçekliğimize bağlı olarak, hayatlarımızı planlarken tehlikeleri de, fırsatları da benzer şekilde gözden kaçırmaya meyilli oluruz.

Şu ana kadar okuduklarınız sonucunda, beyninizin inanılacak bir tarafı kalıp kalmadığını merak etmeye başlamış olabilirsiniz, ancak beyninizin olağandışı görünen tercihlerinin ardında milyonlarca yıllık bir evrim süreci yatar. Beyniniz, hayatta kalmak için tarih boyunca en büyük önemi taşımış ayrıntıları dikkate alarak, seçici bir şekilde işler - beklenmedik olaylara özellikle dikkat ederek. Gördüğümüz üzere, beyniniz size doğruları nadiren söyler; ama söyledikleri de çoğunlukla, her halükârda bilmeniz gerekenlerdir.






Bir fotoğrafa bakmak, satranç oynamaktan daha zordur..
Beyninizin ne yaptığını bildiğinizi düşünüyor olabilirsiniz, ancak aslında, beyin faaliyetlerinizin sadece küçük bir kısmının farkındasınız ve beyninizin siz fark etmeden başardığı işler, karşı karşıya kaldığı en zorlu görevlerden bazılarını oluşturuyor. Bilgisayar bilimciler, insan yeteneklerini taklit eden programlar yazmak için işe koyulduğunda, bilgisayarların mantık kurallarını takip etmelerini ve karmaşık matematiksel işlemler gerçekleştirmelerini sağlamanın nispeten kolay, ancak görsel bir imgede karşılarına çıkan şeyleri tanımlamalarını ya da dünya üzerinde sorunsuz bir şekilde ilerlemelerini sağlamanın son derece zor olduğunu gördüler. Günümüzün en iyi bilgisayar satranç programlan, en büyük satranç oyuncularını arada bir de olsa mağlup edebiliyor, ama görsel dünyayı anlamlandırmak söz konusu olduğunda, yürümeye yeni başlamış, paytak paytak etrafta dolanan sıradan bir çocuk bile, en üst düzey bilgisayar programlarının canına okuyabilir.

Görünüşe bakılırsa, en zor işlerden biri görsel bir sahnede yer alan nesneleri teker teker tanımlamak. Örneğin, bir yemek masasına bakarken, su bardağının diğer bir nesnenin, örneğin çiçekli bir vazonun önünde duran bir nesne olduğunu kolayca görebiliyoruz; ancak bu pek çok olası yanıt barındıran, karmaşık bir hesaplama gerektiriyor. Bu muğlaklığı sadece arada bir, ancak herhangi bir nesneyi, yanlış değerlendirmemize neden olacak kadar kısa bir süreliğine gördüğümüz zaman yaşıyoruz; sözgelimi, karanlık bir yolun ortasında duran taşın aslında komşunun kedisi olduğunu aniden fark ettiğimizde. Beyin karşılaştığı olasılıkları, nesnelerle yaşadığı geçmiş deneyimleri dikkate alarak sınıflandırıyor ve bu deneyimler, nesneleri ayrı ayrı ya da farklı kombinasyonlarla gördüğü durumları da içeriyor. Hiç birilerinin kafasından ağaç çıktığı izlenimini veren bir fotoğraf çektiğiniz oldu mu? Fotoğrafı çektiğiniz sırada herhangi bir problem sezmemiştiniz; çünkü beyniniz nesneleri gözlerinize olan mesafelerini dikkate alarak etkin bir şekilde birbirlerinden ayırmıştı. Ancak daha sonra elinize aldığınız iki boyutlu fotoğraf, mesafelerle İlgili bu bilgiyi içermiyordu ve bu yüzden de. iki nesne size birbirinin üzerine binmiş gibi görünmekteydi.

  


Aklımız başımızda mı?
'Sağ beyin" ya da "sol beyin" ifadelerini kullandığımızda, korteksin iki tarafından bahsediyor oluruz. İşlevler açısından beynin iki yarısı arasında ciddi farklılıklar bulunsa da, bu farklar genellikle yanlış anlaşılır. Çoğu insanın konuşma yeteneği, beyninin matematik ve diğer mantıksal problem çözme yöntemlerinden de sorumlu olan sol kısmı tarafından kontrol edilir. İlgi çekici bir şekilde, bu taraf yanlış hatırlanan ya da yanlış ifade edilen pek çok ayrıntının da sorumlusu konumundadır ve sonraki sayfalarda değineceğimiz "yorumlayıcı" da, beynin bu tarafında yer alır. Ancak ayrıntılı bir şekilde incelendiğinde, beynin sol tarafı yoğun bir mantık ve düzene ihtiyaç duyar görünmektedir; hatta bu ihtiyaç öylesine kuvvetlidir ki, anlam veremediği bir şeyle karşılaştığında, beynin sol tarafı genellikle makul bir açıklama uydurarak tepki verir.

Sağ taraf ise, olanları bildirirken çok daha gerçekçi ve samimidir. Mekânsal algıları ve nesnelerin dokunma yoluyla analizini kontrol eder ve görsel-motor görevlerde ön plana çıkar. "Sanatsal" ya da "duygusal" olmaktan ziyade, beynin sağ tarafının daha gerçekçi olduğunu söyleyebiliriz. Beynin sağ tarafı, aynı eski Amerikan dizisi Dragnet'teki Joe Friday karakteri gibidir ve bir şekilde konuşabilseydi, hiç şüphe yok ki, "Sadece gerçekler, efendim" diyor olacaktı.




Beynimizin ancak yüzde onluk kısmını kullanıyoruz
Rastgele seçtiğiniz bir grup insana, beyin hakkında ne bildiklerim soracak olursanız, en sık karşılaşacağınız yanıt muhtemelen beyin kapasitemizin ancak yüzde onunu kullandığımız olacaktır. Bu inanış, dünyanın dört bir yanındaki nörobilimcilerin acı içinde kıvranmalarına neden oluyor. Yüzde on efsanesi yüz yıldan uzun bir süre önce ABD'de filizlendi ve şimdilerde, Brezilya kadar uzak ülkelerde yasayan nüfusun yarısı buna inanıyor.

Oysa beyin üzerinde çalışmalar yürüten bilimciler için, bu fikir tümüyle saçma; beyin son derece etkin bir cihaz ve görünüşe bakılırsa, hemen hemen tümüne de ihtiyaç duyuluyor. Bu kadar uzun bir zaman zarfı boyunca geçerliliğini koruduğuna göre, bu hurafede işitmek istediğimiz bir şeyler olmalı. Zamana bunca süredir direnmesi, belki de verdiği iyimser mesaj yüzündendir. Eğer normalde beyinlerimizin sadece yüzde onluk kısmım kullanıyorsak, kalan yüzde doksanın ufacık bir kısmını olsun kullanabilirsek yapabileceklerimizi bir düşünsenize! Hiç şüphe yok ki bu oldukça cazip bir düşünce ve bir yandan da içinde bir tür demokrasi hissi barındırıyor. Ne de olsa, eğer herkes böylesine büyük bir beyin kapasitesine sahipse, o zaman aptal insanlarla değil, sadece beyinlerini yeterince kullanmayı öğrenmemiş bir grup potansiyel Einstein’la karşı karşıyayız demektir.

Bu iyimserlik tarzı, beyin gücünü arttırmak için türlü türlü çalışma programlan pazarlamak isteyen kişisel gelişim guruları tarafından istismar edilmiştir. 1940’lı yıllarda Dale Carnegie bu fikri kitap satışlarını arttırmak ve okuyucuları etkilemek için kullanıyordu. Bu düşünceyi modern psikolojinin kurucusu William James'e atfederek hurafenin hızla geniş kitlelere yayılmasına neden oldu. Oysa, James'in yazıları ya da konuşmalarında yüzde on rakamına rastlayan tek bir kişi bile olmadı. Aslında, James halka yaptığı konuşmalarda insanların kullandıklarından daha fazla zihinsel kaynağa sahip olduklarını gerçekten de söylemişti. Belki de girişken bir dinleyici, bir yüzde dile getirerek ederek bu düşüncenin daha da bilimsel bir havaya bürünmesine neden olmuştu.

Bu fikir, özellikle de duyu ötesi algı (ESP) ve diğer psişik fenomenlerle ilgilenen kişiler arasında popülerdir. Bu düşünceye inananlar, yüzde on efsanesini çoğu zaman bu yeteneklerin varlığını açıklamak için kullanır. Bilimin çerçevesi içinde yer almayan bir inanışın bilimsel bir gerçeğe dayandırılması yeni bir şey değil, ancak bunun "bilimsel gerçeğin' de yanlış olduğu bariz bir biçimde ortadayken yapılması, gerçekten de berbat bir durum.

Gerçekte, beyninizin tümünü her gün kullanırsınız. Beynin asla kullanılmayan büyük parçaları olsaydı, bunların zarar görmesi de fark edilebilir sorunlara yol açmazdı. Ama durum asla böyle değil! Ayrıca beyin etkinliklerinin ölçülmesine imkân tanıyan işlevsel görüntüleme yöntemleri, bize basit işlerin bile bütün beyni etkinleştirmek için yeterli olduğunu göstermiştir.
Beynimizin yüzde onunu kullanıyoruz efsanesinin başlangıcıyla ilgili bir diğer olası açıklama da, beynin belli bölgelerinin, hasar sonucu ortaya çıkan etkilerin kolayca anlaşılmasına imkân vermeyecek kadar karmaşık olmasıdır. Örneğin, beyin korteksinin frontal (ön) lobları hasarlı olan kişiler, günlük hayatın gerektirdiği sıradan hareketlerin çoğunu yapmaya devam edebilir, ancak yaşanan durumlara uygun davranış biçimlerini seçmeyi başaramazlar. Mesela, bu durumdaki bir hasta önemli bir iş toplantısının orta yerinde ayağa kalkıp, kendine öğlen yemeği ayarlamak için toplantı salonundan çıkıp gidebilir. Tabii ki, bu durumdaki hastalar dünyaya ayak uydurmakta büyük zorluk yaşar.

Günümüzden önceki nörobilimcilerin ön beyin bölgelerinin işlevlerini anlamakla ilgili bazı sorunlar yaşamalarının bir nedeni, laboratuar fareleriyle çalışmaları olabilir. Laboratuar fareleri oldukça basit bir hayat sürer. Yapmaları gereken, besinlerini ve sularını görmek, bunların yanına gitmek ve tüketmekten ibarettir. Hayatta kalabilmek için bunlar haricinde yapmaları gereken pek bir şey yoktur. Bu işlerin hiçbiri beynin ön bölgelerinin kullanımını gerektirmez. Erken dönem nörobilimcilerden bazıları da, fareleri inceledikten sonra bu bölgelerin fazla bir şey yapmıyor olabileceği düşüncesini geliştirdiler. Sonraki tarihlerde yapılan daha gelişmiş testler, bu düşüncenin doğru olmadığını kanıtlamış olsa da, bu hurafe çoktan akıllarda kendine yer edinmişti.


"Bölüm 1: Beyninize Güvenebilir misiniz?"
Beyninize Hoş Geldiniz
Sam Wang , Sandra Aamodt
NTV Yayınları, 324 sf