Loading

28 Aralık 2014 Pazar

Tatmakla Elde Edilebilen

El-Munkizü Mine’d-Dalâl
İmam Gazalî

~ bölümler ~


Mutasavvıfların Tarikatına Dair

Bu ilimlerin tetkikini bitirdikten sonra bütün himmetimle tasavvuf tarikini tetkike başladım. Şunu anladım ki bu tarik ancak ilim ve amelin ikisiyle tamamlanıyor. Mutasavvıfların ilmi, netice itibariyle nefse ait geçitleri atlatmaktan, onun kötü ahlâkıyla fena vasıflarından kendilerini uzaklaştırmaktan ibarettir. Bu suretle insan, kalbini Allah'ın gayri şeylerden boşaltır, onu Tanrı'nın zikriyle bezer. Tasavvufun bu ilim ciheti bana amelden daha kolay geldi. Bu sebeple evvelâ mutasavvıflardan Ebu Talip-il-Mekkî'nin (kut-ül-kulûb) adındaki kitabını, Hâris-i Muhasıbî'nin kitaplarını, Cüneyd, Şiblî ve Ebu Yezid-i Bistamî ve saire gibi büyük mutasavvıflardan naklolunan sözleri ihtiva eden kitapları mütalaa etmek suretiyle bu ilmi tahsile başladım. Bu zatların ilmî maksatlarının özüne vakıf oldum. Tasavvuf tarikinin öğrenmek ve işitmekle tahsili mümkün olan cihetini tahsil ettim. Anladım ki büyük mutasavvıfların elde etmek istedikleri gaye öğrenmekle değil; tatmak, yaşamak, hal ve sıfatları değiştirmek suretiyle elde edilir. Sıhhatin ve tokluğun tarifelerini, sebeplerini, şartlarını öğrenmekle sağlam olmak, tok olmak, arasında ne kadar büyük fark var! Keza sarhoşluğun "mideden yükselen buharın dimağı istilâ etmesinden hâsıl olan bir haldir" tarzındaki tarifini bilmekle sarhoş olmak arasında da büyük fark vardır. Hakikatte sarhoş sarhoşluğu tarif edemez. Fakat sarhoş olmuştur. Ona dair hiçbir bilgiye sahip değildir. Ayık, sarhoşluğu tarif eder, levazımını bilir. Hâlbuki kendisinde sarhoşluk yoktur. Bir tabip hasta iken sıhhatin tarifini, sebeplerini, ilâçlarını bilir; hâlbuki o anda sıhhatini kaybetmiştir. İşte bunun gibi zühdün (dünyadan yüz çevirmenin) hakikatini, şartlarını, sebeplerini bilmenle zahid hayatı yaşaman, nefsi dünyadan vazgeçirmen arasında da fark vardır. İyice anladım ki mutasavvıflar iyi hallere sahiptirler, kuru sözlerden uzaktırlar. Bu meslekte ilim yoluyla öğrenilmesi mümkün olanı tahsil ettim. Benim için işitmek ve öğrenmekle elde edilemeyip ancak tatmakla, o yolun adamı olmakla elde edilebilenden başka bir şey kalmamıştı. Şer'î ve aklî ilimleri iyice kavramak için lâyıkıyla öğrendiğim ilim branşları ve sülûk ettiğim meslekler bana Allah'a, nübüvvete (peygamberliğe) ve kıyamet gününe şüphe götürmez bir iman vermişti. İmanın bu üç esası, muayyen ve mücerret bir delille değil, belki saymaya gelmeyen sebepler, karineler ve tecrübelerle kalbimde sağlam yerleşmişti. Bende şu kanaat hâsıl olmuştu ki ahirette saadete kavuşmak için tek yol takva (günahlardan sakınmak) ile yaşamak, nefsi heva ve hevesinden menetmek yoludur. Bu hareketin başı da bu gurur diyarından (dünyadan) uzaklaşmak, ahirete bağlanmak, bütün varlığınla Allah'a yönelmek suretiyle dünyadan kalbin ilgisini kesmektir. Bu da ancak makamdan, maldan yüz çevirmek, insanı yüksek gayelerden alıkoyan meselelerden, alâkalardan kaçmak ile tamam olabilirdi. Sonra kendi durumumu göz önüne getirdim. Baktım ki dünya alâkalarına dalmışım. Bu alâkalar her taraftan beni çevrelemişler. Yaptığım işleri düşündüm. En güzeli tedris ve talim idi. Bunda da ahirete pek menfaati olmayan ehemmiyetsiz birtakım ilimlerle meşgul olduğumu gördüm. Tedristeki niyetimi yokladım. Onun da Allah rızası için olmadığını; mevki sahibi olmak, şan ve şeref kazanmak arzusundan ileri geldiğini anladım. Uçurumun kenarında bulunduğuma, vaziyetimi düzeltmeğe uğraşmazsam ateşe yuvarlanacağıma kanaat getirdim. Bir müddet hep bunu düşündüm. Henüz ihtiyarıma sahiptim. Bir gün Bağdat'tan çıkmaya, o hallerden kurtulmaya kat'î karar verirdim; ertesi gün bu karardan vazgeçerdim. Kararsızlık içinde idim. Bir sabah ahiret isteğine meyil ve arzum kuvvet bulsa akşamüzeri muhakkak dünya arzuları bir ordu gibi üzerime saldırarak o arzuyu dağıtırdı. Dünya arzuları zincir gibi beni makam ve mevkie doğru sürüklüyordu. İman münadisi de35 şöyle seslenirdi:
— Göç zamanı gelmiştir. Ömrün sona ermek üzeredir. Önünde uzun ahiret seferi vardır. Şimdiye kadar edindiğin amel ve ilim hep riya ve gösterişten ibarettir. Şimdi ahirete hazırlanmazsan ne zaman hazırlanırsın? Dünya alâkalarını şimdi kesmezsen ne zaman kesersin?

Bu sırada içimde evvelki arzu yeniden uyanır. Bağdat'tan firar etmek kararı kuvvet bulurdu. Bu sefer şeytan gelerek şöyle derdi:
— Bu bana ârız olmuş bir hastalıktır. Sakın itaat edeyim, deme. Çünkü çabuk zail olacak bir haldir. Eğer ona uyarak bugün içinde bulunduğun yüksek mevkii, kimsenin bozmaya imkân bulamayacağı muntazam hayatı, hasımlar tarafından ihlâl edilmek tehlikesinden uzak maişeti terk edersen ihtimal bir gün nefsin onu arzu eder, fakat ona bir daha kavuşmak müyesser olmaz.

488 senesi Recep ayından itibaren altı ay kadar dünya arzuları ile ahiret düşünceleri arasında kararsız kaldım. Bu Recep ayında iş ihtiyarî olmaktan çıktı. İztirar mevkiine düştüm. Çünkü Cenab-ı Hak dilime bir kilit vurdu, tedrisi yapamayacak surette bağlandı. Talebemi memnun etmek için bir gün olsun ders vermeye nefsimi zorladım, fakat dilim bir kelime dahi söyleyemezdi. Buna muktedir olamıyordum. Sonra dilimdeki bu tutukluk kalbime bir hüzün verdi. Bu hüznün tesiri ile midemde hazım kuvveti kalmadı. Yemekten, içmekten kesildim. Kandıracak kadar su boğazımdan geçmiyordu. Bir lokmayı hazmedemiyordum. Bu yüzden bütün bedenî kuvvetlerim zayıf düştü. Doktorlar, ilâcın bana fayda vereceğinden ümit kestiler. Dediler ki: "Bu, kalbe ârız olmuş bir haldir; oradan mizaca sirayet etmiştir. Kalbe ârız olan büyük elem zail olmadıkça ilâçla iyileştirmeye imkân yoktur." Aciz içinde kaldığımı, irademin tamamıyla elden gittiğini görünce çaresiz kalmış bir kimsenin ilticası suretiyle Allah'a iltica ettim. Çaresiz kullarının duasını karşılıksız bırakmayan Allah beni kurtardı. Mevki, mal, aile, evlât ahbap gibi şeylerden yüz çevirmeyi bana kolaylaştırdı. Mekke'ye gitmek kararında olduğumu söyledim. Hâlbuki içimde Şam'a gitmek arzusu vardı. Halife ve bütün beni sevenler Şam'da ikamet etmek arzusunda olduğumu öğrenmesinler diye hakikati sakladım. Bir daha dönmemek üzere Bağdat'tan çıkacağımı "Lâtif hileler" denilen kapalı sözlerle belli etmemeye çalıştım. Bütün Irak âlimlerinin tenkidine hedef oldum. Onların içinde bütün bu şeylerden yüz çevirmemin dinî bir sebepten ileri geldiğini kabul edecek bir kimse yoktu. Zannediyorlardı ki içinde bulunduğum mevki dinin en yüksek mevkiidir. Bilgileri ancak bu anlayışa müsaitti. Sonra halk birtakım tahminler içinde şaşırdı kaldı. Irak'tan uzak olan kimseler bunun memleketi idare eden büyüklerin arzularından ileri geldiğini zannediyorlardı. Bu büyüklere yakın olanlar da onların beni bırakmamak için ne kadar uğraştıklarını, yaptığımı beğenmediklerini, benim de onlardan yüz çevirdiğimi, sözlerine kulak vermediğimi görüyorlardı. "Bu, Allah'tan gelmiş bir iştir. Ehl-i İslam'a ve ulema zümresine göz değdi. Bunun başka türlü sebebi olamaz." diyorlardı.

Bağdat'tan ayrıldım. Yanımdaki malı dağıttım. Benim ve çocuklarımın nafakasına yetecek kadarını bıraktım. Irak malı, müslümanlara vakıf olduğundan böyle işlere ayrılması caizdir. Dünyada bir âlimin kendi çocukları için ayırabileceği bundan daha iyi mal görmedim. Sonra Şam'a vardım. İki seneye yakın bir zaman orada oturdum. Tasavvuf kitaplarından öğrendiğim veçhile nefsimi fena hallerden temizlemek, ahlâkımı düzeltmek, Allah'ı anmak için kalbimi tasfiye etmek gayesiyle vaktimi hep insanlardan ayrı yaşamak, riyazet çekmek, ibadetle meşgul olmak suretiyle geçirdim. Bir müddet Şam'daki Emevî Camii'nde itikâfa girmiştim. Bütün gün camiin minaresine çıkar, kapısını üzerime kilitlerdim. Sonra Kudüs'e gittim. "Beyt-i Mukaddes"e girdim. Her gün "Sahratullah36" mevkiine girer ve üzerime kapısını kilitlerdim.


İbrahim Halilullah'ın ziyaretinden fariğ olduktan sonra hac farzını yerine getirmek, Mekke ve Medine'nin bereketlerinden faydalanmak, Hazreti Peygamber'in kabrini ziyaret etmek arzusu içimde uyandı. Hicaz'a gittim. Daha sonra içimdeki arzu ve çocuklarımın daveti beni vatanıma çekti. Herkesten ziyade dönmek fikrinden uzak iken oraya döndüm. Yine insanlardan ayrı yaşamayı ihtiyar ettim. Yalnız kalmaya ve Allah'ı anmak için mâsivayı (Allah'tan gayrı varlıkları) kalbimden çıkarmağa çok haris idim. Zamanın olayları, çoluk çocuk derdi, geçim zorluğu huzurumu kaçırıyor, yalnızlıktan duyduğum zevki bozuyordu. Ancak ara sıra yalnız yaşamaktaki zevki duyuyordum. Bununla beraber ondan ümidimi kesmiyordum. On sene kadar böyle devam ettim. O yalnızlıklar esnasında bana o kadar çok şeyler malûm oldu ki onları tamamıyla saymak mümkün değildir. Faydalanmak için şu kadarını zikredeyim:

Şüphe götürmeyecek surette anladım ki mutasavvıflar Allah yolunu tutan kimselerdir. Onların gidişi, gidişlerin en iyisidir. Yolları yolların en doğrusudur. Ahlâkları, ahlâkların en temizidir. Dünyadaki bütün akıllı insanların aklı, hâkimlerin hikmeti, şeriatın esrarına vakıf olan âlimlerin ilmi, onların gidişlerinden, ahlâklarından bir kısmını değiştirmek, daha iyi bir hale getirmek için bir araya gelse buna imkân bulamazlar. Onların dışlarındaki ve içlerindeki bütün hareketleri ve durgunlukları hep nübüvvet kandilinin ışığından alınmıştır. Yeryüzünde nübüvvet ışığından başka aydınlanacak bir nur yoktur. Elhasıl: Bir tarikat ki ilk şartı olan temizliği, kalbi tamamıyla mâsivadan temizlemekten, namazdaki iftitah tekbiri mesabesinde olan anahtarı kalbin tamamıyla Tanrı'yı anmakla meşgul olmasından, sonu tamamıyla nefsi Allah'ın varlığında yok etmekten ibarettir, bunun hakkında başka ne denebilir? Allah'ın varlığında yok olmanın son mertebe sayılması başlangıçta ihtiyar ve irade ile yapılabilen hallere nazarandır. Yoksa hakikatte bu, tarikatın başlangıcıdır. Bundan evvelki haller bu yolun yolcuları için sokak kapısı ile evin asıl kapısı arasındaki dehliz mesafesindedir. Tarikatin başlangıcından itibaren keşifler, müşahedeler başlar. Hattâ sâlikler uyanırken melekleri, peygamberlerin ruhlarını görürler, sözlerini duyarlar. Onlardan birçok faydalar iktibas ederler. Sonra bu tarzda şekilleri ve hayalleri görmekten birtakım yüksek derecelere terakki etmek hali gelir ki bunu sözle anlamak imkânı yoktur. Kim o hali ifade etmek isterse sözünde, sakınmak mümkün olmayan, açık hatalar olur. Hulâsa iş Allah'a o kadar yaklaşmak derecesine varır ki bir zümre Allah'a hulul ettiğini, bir zümre Allah ile birleştiğini, bir zümre Allah'a vâsıl olduğunu tahayyül eder. Bunun hepsi de hatadır. Neden hatâ olduğunu da "El-maksad-ül-aksa" adındaki kitabımızda açıkladık. Kendisinde bu hal görülen kimse: "Hatırıma getirmediğim şey vuku buldu. İyi zanda bulun, işin hakikatini sorma." manasındaki beyte uyarak fazla bir şey söylememelidir.

Elhasıl zevk ile vâkıf olmayan kimse nübüvvetin hakikatini anlayamaz, sade ismini söyler. Evliyadan sadır olan kerametler şüphesiz ki peygamberlerden ilk zamanlarında sâdır olan hallerdir. Hazreti Muhammed'in -ona selâm olsun- kendisine peygamberlik gelmeden evvel Hira dağına çekilip Tanrı'sı ile yalnız kalarak ibadet etmesi de bu halin neticesidir. Hattâ Araplar "Muhammed Rabbine âşık oldu." dediler. Bu bir haldir ki yolunu tutan onu zevk ile anlar. Zevkten nasibi olmayanlar onlarla (Sofilerle) musahabede bulunursa tecrübe ve işitme ile iman hasıl eder. Hallerin delâleti ile bunu kesin olarak anlar. Onlarla kalkıp oturan kimse kendilerinden bu imanı istifade etmiş olur. Onlar bir cemaattir ki sohbetlerinde bulunan kimse dalâlette kalmaz. Kendileri ile musahabede bulunmak şerefinden mahrum kalan kimse "İhya ü-ulûm-id-din" adındaki eserimizin "Acaib ül-kalb" kısmında zikrettiğimiz veçhile aklî delillerle bunun mümkün olduğunu anlar. Bir hali, aklî delillerle tahkik etmek ilimdir. O halin kendisi ile hallenmek zevktir. İyi zannın tesiri altında işitmek ve tecrübe etmekle kabul etmek imandır. Bunlar üç derecedir. "Cenabı Hak iman edenlerinizi, ilme nail olanlarınızı daha yüksek derecelere yükseltir.37" Bu zümrelerin ötesinde birtakım cahil kimseler vardır ki bu halleri tamamen inkâr ederler. Böyle sözlere şaşarlar. İşitirler ve alay ederler. "Şaşılacak şey, bunlar ne hezeyanlar yapıyorlar!" derler. Cenab-ı Hak bunlar hakkında Hazreti Peygamber'e Kur'an'ı Kerim'de şöyle buyurmuştur; "Onlardan bazıları seni dinlerler, yanından çıktıkları zaman ilim sahibi olanlara, demin ne söyledi? diye sorarlar. İşte bunlar kalbleri Allah tarafından mühürlenen, nefislerinin havasına tâbi olan kimselerdir."

Mutasavvıfların yolunda devam üzere yürüdüğümden dolayı bana zarurî ilim ile nübüvvetin hakikati ve hassası zahir oldu. Bunun esasına dair biraz malûmat vermek lâzımdır. Çünkü buna çok ihtiyaç vardır.
~

Nübüvvetin Hakikatine ve Bütün İnsanların Ondan Faydalanmaya Muhtaç Olduğuna Dair

Şunu bilmelidir ki insan asıl yaradılışta bilgisiz, Allah'ın yarattığı bütün âlemlerden habersiz olarak yaratılmıştır. Bu âlemler çoktur. Sayılarını Allah'tan başka kimse bilmez. Nitekim Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de "Rabbinin ordularını ondan başka kimse bilmez." buyurmuştur. İnsanın âlemden haberdar olması idrak vasıtasıyla olur. İdraklerden her biri, insan onunla bir âleme vâkıf olsun diye yaratılmıştır. Âlemlerden maksadımız varlıkların çeşitleridir. İnsanda en evvel halk olunan dokunma hassesidir (duyu). Bununla sıcaklık, soğukluk, rutubet, kuraklık, yumuşaklık, sertlik vesaire gibi varlıkların birçok kısımlarını idrak eder. Bu hasse renkleri, sesleri, kafiyen idrak edemez. Bunlar (dokunma) hassesine göre yok demektir. Sonra insanda görme hassesi yaratılır. Bununla da renkleri, şekilleri idrak eder. Bu görme hassesine ait âlem, mahsûsat âlemlerinin en genişidir. Daha sonra insanda işitme hassesi gelişir. Bununla sesleri, nağmeleri işitir. Nihayet onda zevk yaratılır. Mahsûsat âleminden daha ileriye geçecek çağa gelince kendisinde temyiz kudreti halk olunur. Bu yedi yaşına yaklaştığı çağdır. Bu çağda varlığının başka bir durumuna girmiştir. Bu zamanda mahsûsat âleminden gayri şeyleri de idrak eder. Bu idrak ettiği şeyler his âleminde bulunmazlar. Daha sonra da başka duruma yükselir. Kendisinde akıl halk olunur. Onunla vacipleri, caizleri, muhalleri ve evvelki durumlarda kendisinde bulunmayan halleri idrak eder. Aklın ötesinde bir durum daha vardır. O durumda insanda başka bir göz açılır. Onunla gaybı, gelecekte olacak hâdiseleri ve aklın ermediği bazı şeyleri görür. Temyiz kuvveti mâkulâtı; his kuvveti temyiz kuvvetinin idrak edeceği şeyleri idrakten mahrum olduğu gibi akıl da yukarıda işaret edilen noktaları idrakten mahrumdur. Temyiz kuvvetine sahip bir kimseye aklın idrak edebileceği bir şey söylense kabul etmez. Olmaz bir şey telâkki eder. Bunun gibi bazı akıl sahipleri nübüvvetin idrak ettiği şeyleri kabul etmediler, olmaz bir şey telâkki ettiler. Bu, cehlin kendisidir. Çünkü bu iddiaları için bir dayanak gösteremezler. Bu onların varamadığı, kendileri için yok olan bir durumdur. Zannederler ki o durum esasen mevcut değildir. Anadan doğma kör tevatür ile işitmekle renklerin ve şekillerin varlığını öğrenmemiş olsa ilk defa olarak kendisine, bunlardan bahsedilse bir şey anlamaz ve kabule yanaşmaz. Tanrı kullarına lütfederek onlara nübüvvet hassasından bir örnek vermiştir. Bu da uykudur. Uykuda olan kimse gaybden haberdar olur. Gelecekte olacak bir şeyi ya açık olarak yahut tabir ile anlaşılacak bir şekilde idrak eder. Bunu bir insan nefsinde tecrübe etmese ve kendisine "Bazı insanlar baygın bir surette ölü gibi düşerler. Duyguları, işitmeleri, görmeleri zail olur ve bu halde gaybı idrak ederler." dense inkâr eder, bunun mümkün olmadığını delil ile ispata kalkışır: "İdrakin sebepleri his kuvvetleridir. His kuvvetleri meydanda varken herhangi bir şeyi idrak etmeyen kimsenin o hislerin uyuşuk olduğu bir anda o şeyi idrak etmemesi elbette akla daha uygundur." der. Bu bir kıyastır ki hakikat ve müşahede onu yalanlıyor.

Akıl insanların hallerinden bir haldir. Bu hal içinde kendisinde manevî bir göz açılır. Onunla his kuvvetlerinin idrakten uzak kaldığı mâkulât çeşitlerini görür. Bunun gibi nübüvvet de bir haldir ki o hal içinde insanda yine manevî bir göz hâsıl olur. Bu gözde bir nur vardır ki o nur ile gaybı ve aklın idrak edemeyeceği şeyleri görür. Nübüvvet hakkında şek ve şüpheye düşmek ya imkânında, ya vücut ve vukuunda, yahut da muayyen bir şahısta husulünde olur. Mümkün olmasına delil, var olmasıdır. Var olması ise dünyada akıl ile elde edilmesi tasavvur edilmeyen birtakım bilgilerin varlığı ile sabittir. Tıp ilmi, nücum ilmi gibi... Bunlardan bahseden kimse bilir ki bunlar ancak Allah'ın ilhamı ve tevfiki ile idrak olunur. Tecrübe yolu ile elde edilemez. Nücum ilmine ait öyle hâdiseler vardır ki ancak bin senede bir kere vaki olur. Bunun hakkında nasıl tecrübe yapılabilir? İlâçların hassaları da böyledir. Bu delil ile anlaşıldı ki bu gibi akıl ile idrak olunamayan şeylerin idraki için de bir yolun bulunması mümkündür. Nübüvvetten maksat da budur. Çünkü nübüvvet ancak bundan ibarettir. Daha doğrusu aklın idrak edeceği şeyler haricinde kalan bu gibi şeylerin idraki nübüvvetin hassalarından ancak birisidir. Nübüvvetin bundan başka daha birçok hassaları vardır. Anlattığımız cihet nübüvvet denizinden bir damladır. Onu zikrettik; çünkü sende ondan bir örnek vardır. O da uykuda idrak ettiğin şeylerdir. Sende tıp ve nücum ilimlerine ait bu cinsten bilgiler de vardır. Bu bilgiler peygamberlerin mucizesi olarak meydana gelmiştir. Akıl sahipleri yalnız ilim sermayesi ile buna asla yol bulamazlar. Nübüvvetin bundan başka hassaları tasavvuf tarikine sülûk etmekten hâsıl zevk ile idrak olunur. Çünkü yukarıdaki nübüvvet hassasını ancak sende mevcut olan örnek ile anladın. Bu da uykudur. Bu örnek olmasaydı onu tasdik etmezdin. Peygamber'de, sende örneği olmayan bir hassa varsa onu asla anlayamazsın. O halde nasıl tasdik edebilirsin? Bir şeyi tasdik etmek, onu anladıktan sonra olur. Bu örnek tasavvuf tarikinin başlangıcında hâsıl olur. Sende bu örnekten hâsıl olan miktar nisbetinde bir nevi zevk ve buna kıyas ile örneği hâsıl olmamış hallere ait bir nevi tasdik vücut bulur. Bu tek hassa asıl nübüvvete iman etmek için sana kâfidir.

Muayyen bir şahsın peygamber olup olmadığında şek edersen onun hallerini ya müşahede ile, ya tevatür şeklinde işitmekle öğrenmedikçe sende yakîn hasıl olmaz. Sen tıbbı, fıkhı bilirsen fakihleri, tabipleri; hallerini görmek, kendilerini görmeden sözlerini işitmek suretiyle anlayabilirsin. Keza fıkıhtan ve tıptan bir miktar öğrenip Şafiî’nin ve Calinos'un kitaplarını mütalâa ederek birinin fakih, diğerinin tabip olduğunu, başkasını taklit ile değil, tahkik suretiyle anlamakta güçlük çekmezsin. Onların haline dair sende zarurî bir ilim hâsıl olur. Bunun gibi nübüvvetin manasını anladığın takdirde Kur'an-ı Kerim'i, hadîsleri çok oku, Hazreti Muhammed'in nübüvvet derecelerinin en yükseğinde bulunduğuna dair de sende zarurî bir ilim hâsıl olur. İbadet ve onun kalbi tasfiye etmekteki tesiri hakkında söylediği sözleri tecrübe ederek kanaatini kuvvetlendir. Onun; "Bir kimse bilgisi ile amel ederse Cenab-ı Allah ona bilmediği şeyler hakkında bilgi ihsan eder", "Bir kimse bir zalime yardım ederse Cenab-ı Hak o zalimi ona musallat eder", "Bir kimse sabahleyin kalktığı vakit endişeleri yalnız bir nokta etrafında toplanıyorsa (yani yalnız Allah’ı düşünüyorsa) Cenab-ı Hak onu dünya ve ahiret endişelerinden kurtarır" manalarındaki hadîslerde nasıl sadık olduğunu anlamak için bin defa iki bin defa hattâ binlerce defa tecrübe edersen sende zarurî bir ilim hasıl olur. Artık hiç şüpheye düşmezsin. Nübüvvet hakkında yakîni hasıl etmek için bu yolda yürümeğe gayret et. Yoksa sade değneği ejderha yapmak38, ayı ikiye bölmek39 gibi mucizelere bakmak kâfi gelmez. Çünkü yalnız bu mucizelere bakıp sayılamayacak derecede çok olan meydandaki karineleri göz önünde tutmazsan ekseriya o mucizeleri sihir ve hayal sayar, Allah'ın onunla bazı kimseleri dalâlete düşürmek istediğini telâkki edersin. Çünkü "Cenab-ı Hak istediği adamı dalâlete düşürür, istediğini hidayete eriştirir." Bu takdirde mucizeler hakkında sana sorulacak sual karşısında şaşırırsın. Nübüvvete olan imanının dayanağı (Kur'an-ı Kerim olduğu gibi) sadece çok düzgün ve tesirli kelâmdan ibaret olduğu takdirde ona benzeyen diğer muntazam bir kelâm ile sende şüphe uyanır, imanın yıkılır. Böyle harikalar sende bu husustaki delillerin, karinelerin bir tanesi olsun. Bu suretle sende belli bir dayanağı zikredilmeyen zarurî bir ilim hâsıl olur. Meselâ: bir kimse bir cemaatten tevatür suretiyle bir haber duymuş, ona inanmış. Kendisinde hâsıl olan yakîni belli bir şahsın sözünden istifade ettiğini zikredemez, yakîninin ne siretle hâsıl olduğunu bilemez. Gerçi yakîn o cemaatin ayrı ayrı verdiği haberden hariç kalmaz. Fakat şahıs belli olmaz. İşte kuvvetli ve ilmî iman budur.

Zevk; gözle görmek, elle tutmak gibidir. Ancak tasavvuf tarikinde bulunur. Nübüvvetin hakikatine dair bu kadar malûmat, burada anlatmak istediğimiz derecede maksadımızı anlatmaya kâfidir. Bu açıklamalara neden ihtiyaç görüldüğünün sebebini ileride anlatırım.
~


Dipnotlar
35. Münadi: Halkı herhangi bir şeyden haberdar etmek için yüksek ses ile bağıran kimse. [metne dönüş ↩]
36. Beyt-i Mukaddes'te birçok Peygamberlerin ve Allah adamlarının ibadet yeri olan bir kaya. [metne dönüş ↩]
37. Tırnak işareti içinde alınan bu cümle âyet-i kerime tercümesidir. [metne dönüş ↩]
38. Hazreti Musa'nın Kuran-ı Kerim'de anlatılan bir mucizesine işarettir. Firavunun huzurunda sihirbazlara karşı Allah'ın emri üzerine değneğini yere bıraktı, büyük bir ejderha olduğunu gördü. [metne dönüş ↩]
39. Peygamberimizin bir mucizesine işarettir: Mekke ahalisi kendisinden bir mucize göstermesini istemiş, Ay ikiye bölünmüştür. Buna "inşikak-ı Kamer" denir. [metne dönüş ↩]
~

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder