Loading

23 Haziran 2012 Cumartesi

Mağara Benzetmesi

Platon: Devlet'in 7. kitabında yer alan mağara benzetmesi..

~


- İnsanları yeraltındaki mağaramsı bir yerde yaşıyor farz et; buranın mağara boyunca uzanan ışığa karşıl bir girişi olsun. Bu mağarada insanlar çocukluklarından beri boyunlarından ve bileklerinden zincire vurulmuş olsunlar; öyle ki yerlerinden kıpırdayamıyorlar ve sadece önlerini görüp başlarını sağa sola çeviremiyorlar zincirler yüzünden. Işık üstlerinden ama arkalarından yanan bir ateşten geliyor. Tutsakların arkalarında, tepede yanan arasında yukarıya bir yol uzanıyor, bu yol boyunca da bir duvar uzanıyor, hani şu kukla oynatıcılarının seyirciler ile aralarına çektikleri ve üzerinde sanatlarını icra ettikleri paravan gibi.
- Tasarlayabiliyorum, dedi Glaukon.
- Bu duvar boyunca insanlar her türlü şeyi, mermer, tahta sütunlar, resimler taşıyorlar. Bu her türlü çalışmanın ürünü olan nesneler (zincirli tutsakların arkasındaki) bu duvarın üstünden taşıyor. (Duvarın arkasında bunları taşıyanların) elbette kimileri susuyor, kimileri konuşuyor. (...)
- Garip bir sahne doğrusu ve garip mahpuslar!
- Ama tıpkı bizler gibi! Bu durumdaki insanlar kendilerini ve yanlarındakileri nasıl görürler? Ancak arkalarındaki ateşin aydınlığıyla mağarada karşılarına vuran gölgeleri görebilirler, değil mi?
- Ömürleri boyunca başlarını oynatamadıklarına göre, başka türlü olamaz.
- Arkalarındaki paravan duvarın üzerinden taşan nesneleri önlerindeki mağara duvarına yansıyan gölgelerini de.
- Şüphesiz. 
- Şimdi bu adamlar aralarında konuşacak olurlarsa, gölgelere verdikleri adlarla gerçek nesneleri anlattıklarını sanırlar, değil mi?
- Öyle ya.
- Bu zindanın içinde bir de yankı düşün. Geçenlerden biri her konuştukça, mahpuslar bu sesi karşılarındaki gölgenin sesi sanmazlar mı?
- Sanırlar tabii.
- Bu adamların gözünde gerçek, yapma nesnelerin gölgelerinden başka bir şey olamaz ister istemez, değil mi?
- İster istemez.
- Şimdi düşün: Bu adamların zincirlerini çözer, bilgisizliklerine son verirsen, her şeyi olduğu gibi görürlerse, ne yaparlar? Mahpuslardan birini kurtaralım; zorla ayağa kaldıralım; başını çevirelim, yürütelim onu; gözlerini ışığa kaldırsın. Bütün bu hareketler ona acı verecektir. Gölgelerini gördüğü nesnelere gözü kamaşarak bakacaktır. Ona önceden gördüğün şeyler sadece boş gölgelerdi, şimdiyse gerçeğe daha yakınsın, gerçek nesnelere daha çevriksin, daha doğru görüyorsun, dersek; önünden geçen her şeyi birer birer ona gösterir, bunların ne olduğunu sorarsak ne der? Şaşırıp kalmaz mı? Önceleri gördüğü şeyler, ona şimdikilerden daha gerçek gelmez mi?
- Daha gerçek gelir.
- Ya onu aydınlığın ta kendisine bakmaya zorlarsak? Gözlerine ağrı girmez mi? Kaçıp ötekilerin yanına gitmek istemez, başını bakabildiği şeylere çevirmez mi? Kendi gördüğü şeyleri, sizin gösterdiklerinizden daha açık, daha seçik bulmaz mı?
- Öyle sanırım.
- Onu zorla alıp götürsek, mağaradan çıkarıp, dışarıya, gün ışığına sürüklersek, canı yanmaz, karşı koymaz mı bize? Gün ışığında gözleri kamaşıp bizim şimdi gerçek dediğimiz nesnelerin hiçbirini göremeyecek hale gelmez mi?
- İlkin bir şey göremez herhalde.
- Yukarı dünyayı görmek isterse, buna alışması gerekir. Rahatça görebildiği ilk şeyler gölgeler olacaktır. Sonra, insanların ve nesnelerin sudaki yansıları, sonra da kendileri. Daha sonra da, gözlerini yukarı kaldırıp, Güneş'ten önce yıldızları, Ay'ı, gökyüzünü seyredecek.
- Herhalde.
- En sonunda da, Güneş'i; ama artık sularda ya da başka şeylerdeki yansılarıyla değil, olduğu yerde, olduğu gibi.
- Öyle olsa gerek.
- İşte ancak o zaman anlayabilir ki, mevsimleri, yılları yapan Güneş'tir. Bütün görünen Dünya'yı Güneş düzenler. Mağarada onun ve arkadaşlarının gördükleri her şeyin asıl kaynağı Güneş'tir.
- Bu değişik görgülerden sonra, varacağı sonuç da bu olur elbet.
- O zaman ilk yaşadığı yeri, orada bildiklerini, zindan arkadaşlarını hatırlayınca, haline şükretmez, orada kalanlara acımaz mı?
- Elbette.
- Ya orada birbirlerine verdikleri değerler, ünler? Gelip geçen şeyleri en iyi gören, ilk veya son geçenleri ya da hepsini en iyi aklında tutup, gelecek şeylerin ne olabileceğini de en doğru kestirenin elde ettiği kazançlar? Mağaradan kurtulan adam artık onlara imrenir mi? O ünleri, o kazançları sağlayanları kıskanır mı? O boş hayallere dönmekten, eskiden yaşadığı gibi yaşamaktansa, Homeros'taki Akhilleus gibi, "fakir bir çiftçinin hizmetinde uşak olmayı" bin kere daha iyi bulmaz mı?
- Bence bulur; her mihneti kabul eder de bir daha dönmez o hayata
- Bir de şunu düşün: Bu dediğimiz adam yeniden mağaraya dönüp eski yerini alsa; gün ışığından ayrılan gözleri karanlıklara dayanabilir mi?
- Dayanamaz.
- Daha gözleri karanlığa alışmadan, ki kolay kolay da alışamaz, yeniden bu karanlık içinde düşünmek, zincirlerinden hiç kurtulmamış mahpuslarla gördükleri üzerinde tartışmak zorunda kalsa, hepsi gülmez mi ona? Yukarıya, boşu boşuna çıkmış, üstelik de gözlerini bozup dönmüş demezler mi? Bu adam onları çözmeye, yukarıya götürmeye kalkışınca, ellerinden gelse, öldürmezler mi onu?
- Hiç şaşmaz, öldürürler.
~


Etiğe Giriş, Annemarie Pieper. Ayrıntı Yayınları. Sf 176-178.

12 Haziran 2012 Salı

İmtihan Et

Bu sözler sana imtihan gibi geliyorsa bir defacık o imtihanı imtihan et.

Mesnevî, 2684. beyit

~

Bahsin tamam olabilmesi için burada tafsilâta lüzum vardır. 
Lâkin ey tâlib; onu sen, ehli olanı ara ve ondan sor, öğren vesselam.

Mesnevî, 2643. beyit

11 Haziran 2012 Pazartesi

Bilginin Elde Edilmesi

Her şeyi bilme şeklindeki bu kendini beğenmiş küstahlığın temeli hiçbir zaman hiçbir şeyi anlamamış olmaktan başka birşey değildir. Bir kerecik bile olsa, tek bir şeyi tam olarak anlama deneyimi olan ve bilginin nasıl elde edildiğini gerçekten duyumsamış olan bir kimse, kendisinin hiç anlamadığı, sonsuz sayıda başka hakikatlerin de var olduğunu fark eder.

Galileo Galilei

10 Haziran 2012 Pazar

En Bilge Kişi

Sokrates'in Savunması
Eflatun [Platon] 
Aşağıdaki metin şuradaki adresten alınmıştır. 
(Çeviri biraz daha iyi olabilirmiş, onun haricinde harika)

~

Beni suçlayanların üzerinizde nasıl bir etki bıraktıklarını bilemem, Atinalılar; ama öylesine inandırıcı konuştular ki, neredeyse bana kendimi unutturdular; ve gene de söylediklerinin hemen hemen tek bir sözcüğü bile doğru değil. Ama söyledikleri sayısız yalan arasında beni en çok biri şaşırttı: Sizlere benim tarafımdan aldatılmamak için kendinizi kollamanız gerektiği, çünkü çok inandırıcı bir konuşmacı olduğum söylendi. Aslında ağzımı açar açmaz büyük bir konuşmacı olmaktan nasıl uzak olduğumu göstereceğimi bile bile bunu söylemeleri bana çok utanmazca göründü -hiç kuşkusuz usta bir konuşmacı ile demek istedikleri şey gerçekliği dile getiren biri değilse. Ama demek istedikleri buysa, usta bir konuşmacı olduğumu kabul ederim, hiç kuşkusuz onlarla aynı tarzda olmamak üzere. Evet, dediğim gibi, söyledikleri arasında gerçek tek bir sözcük bile yok; ama benden yalnızca gerçeği işiteceksiniz. Gene de, Atinalılar, onlarınki gibi güzel sözlerle ve deyimlerle süslenmiş bir konuşma biçiminde değil. Hayır, hiç de değil; benden duyacaklarınız dosdoğru o anda aklıma gelen sözler ve uslamlamalar olacaktır; çünkü söylediklerimin haklılığına inanıyorum.

Aslında, benim gibi yaşlı bir insana sizlerin karşısına sözlerini hoş göstermeye çabalayan genç bir söylevci gibi çıkmak yakışmaz -ve kimse benden bunu beklemesin. Ama, Atinalılar, sizlerden bir ricada bulunmam gerekiyor: Eğer kendimi alışıldık tarzımda savunursam, ve eğer pazar yerlerinde ya da başka yerlerde kullanma alışkanlığında olduğum sözleri kullandığımı duyarsanız, şaşırmamanızı ve bu yüzden sözümü kesmemenizi isteyeceğim. Çünkü yaşım yetmişin üstünde, ve şimdi ilk kez bir mahkeme önüne çıktığım için buranın diline oldukça yabancıyım. Bu yüzden bana sanki gerçekten de bir yabancıymışım gibi, eğer büyürken işittiği kendi lehçesinde ve kendi ülkesinin tarzında konuşursa bağışlayacak olduğunuz biri gibi bakmanızı istiyorum. Sizlerden haksız bir istekte mi bulunuyorum? Lütfen tarzıma aldırmayın, iyi olabilir ya da olmayabilir; ama yalnızca sözlerimin haklı olup olmadığını düşünün ve yalnızca bunu dikkate alın. Çünkü yargıcın erdemi budur, tıpkı konuşmacının erdeminin gerçeği söylemek olması gibi.

Benim için doğru olan şey ilkin bana yöneltilen ilk yalancı suçlamalara ve beni ilk suçlayanlara karşı savunma yapmaktır, ve ardından daha sonraki suçlamalara ve suçlayıcılara geçeceğim. Bu ayrımı yapıyorum çünkü sizden önce birçokları tarafından yıllarca yalan yanlış suçlandım; ve bunlardan Anitus ve arkadaşlarından olduğundan daha çok korkarım, üstelik onların da kendi yollarında oldukça tehlikeli olmalarına karşın. Ama sizleri daha birer çocukken yakalayıp kafalarınızı bana karşı doğru olmayan suçlamalarla dolduran ötekiler çok daha tehlikelidir. Bunlar bir Sokrates'ten, yukarıda gökyüzündeki şeyler hakkında kafasını yorup aşağıda yeraltındaki şeyleri araştıran, zayıf uslamlamayı kuvvetliye çeviren bir bilge insandan söz ettiler. Beni korkutan suçlayıcılar bu masalı yayanlardır, Atinalılar; çünkü onları dinleyenler böyle şeyleri araştıranların tanrılara tapınmaya bile inanmadıklarını sanırlar. Dahası, bunlar sayıca kalabalıktır, ve bana karşı suçlamaları eskilere gider, ve üstelik bu suçlamaları onlara en kolay inanabileceğiniz çağda yaptılar -çocukluğunuzda, ya da belki de gençliğinizde; ve yargı gıyaben verildi, çünkü beni savunacak kimse yoktu. Ve tüm bunların içinde en usdışı olanı suçlayıcılarımın pek çoğunu tanımamam ve adlarını bile bilmememdir -tek bir durum, bir güldürü ozanının durumu dışında. Kıskançlık ve çekememezlikten sizi bana karşı döndürmüş olanların tümü -ki bunlardan bir bölümü yalnızca başkalarından duyup inandıklarını yinelemişlerdir - tüm bu insanlar uğraşılması en güç olanlardır; çünkü onları buraya getirtemem ve yakından sorgulayamam; bu yüzden kendimi savunmak için bir bakıma gölgelerle savaşmak ve yanıtlayacak kimse yokken sorgulamak zorundayım. O zaman lütfen, söylediğim gibi, karşıtlarımın iki sınıfa düştüğünü anımsayın; birinciler suçlamalarını şimdi getirmiş olan yeniler, ötekiler çok önceden getirmiş olan eskiler. Ve umarım kendimi ilkin ikincilere karşı savunmamın yerinde olduğunu kabul edeceksiniz, çünkü bunların suçlamalarını yenilerden çok daha önce ve çok daha büyük bir şiddetle yaptıklarını duydunuz.

9 Haziran 2012 Cumartesi

Hapishane

Ufak iş bizimkisi
asıl en kötüsü,
bilerek bilmeyerek,
hapishaneyi insanın kendi içinde taşıması! 

Nazım Hikmet Ran

Duyarlı Bir Bilinç

Tarih boyunca bazı azizlerin kendilerinden "günahkârların başı" diye söz ettiklerine dikkat edelim. Açıkçası bu, günahkârlar alenî, objektif suçlar işlemiştir anlamına gelmez. Ama sıradan insanlardan daha gelişmiş bir ruhanîlik sahibi olarak gururlarının, kibirlerinin, katı kalpliliklerinin ve duygusuz anlayışlarının bu yüksek vicdana uygun olarak daha derin bir farkındalıkları olduğu anlamına gelir. Günaha içinden bakarsak, gerçekten iddiaları anlam kazanır. Paul Tillich, duyarlı bir bilinç ile iyi bir bilincin aynı zamanda bir arada bulunmasının imkansız olduğunu hatırlatırken, kişinin, duyarlı bir bilince sahip olduğu takdirde dünyadaki kötülüklere bizlerin insanlar olarak katıldığımızı da fark edeceğine işaret etmektedir. O halde berrak, iyi bir bilinç yoktur, kötülüklere ilişkin aktif bir kavram vardır.

Rollo MayÖzgürlük ve Kader. Sf 299-300.

8 Haziran 2012 Cuma

Özgürlüğün Emsalsizliği


Özgürlük aynı zamanda bütün değerlerin anası olarak da emsalsizdir. Dürüstlük, sevgi ya da cesaret gibi değerleri ele alırsak, garip bir şekilde bunların özgürlüğün değerine paralel tutulamayacağını görürüz. Diğer değerler, değerlerini özgür olmaktan alırlar, hepsi özgürlüğe bağımlıdırlar.

Sevginin değerini ele alın. Bir kimsenin sevgisine, eğer bu sevginin belli bir ölçüde özgürce verilmemiş olduğunu bilirsem, nasıl değer verebilirim? Sevgi denilen şey sadece bir bağımlılık ya da tekdüzelikten nasıl korunabilir? Jacques Ellul "Çünkü sevgi, ancak somut özgürlük içinde biçim bulur" diyor. "O özgür bir insanı sevgiye götürür, çünkü sevgi hem öbürünün umulmadık keşfi, hem de onun için bir şeyler yapmaya hazır oluştur."

Ya da dürüstlük değerini alın. Ben Franklin, sözde etik ilkesinde "Dürüstlük en iyi politikadır" diye ilan etmektedir. Ama o en iyi politika ise hiç de dürüstlük değil, sadece iyi bir iştir. Eğer birisi ortaklığın maddi çıkarlarına karşı hareket etmekte özgür olursa, dürüstlüğün otantik değeri budur. Özgürlük ön koşulu olmaksızın dürüstlük etik karakterini yitirir. Cesaret de, eğer buna zorlanmakta olan birisi tarafından gösterilirse değerini yitirir.

Böylece özgürlük, bir değer olmaktan daha fazla bir şeydir: O, değerlendirme olasılığından önce gelir, değerlendirme kapasitemizin temelidir. Özgürlük olmaksızın adını hak eden hiçbir değer yoktur. Kamu yararı ve kişisel onurun böylesine ayrıştığı, değerlerin feda edildiği bu çağda, kendimizi toparlamamız -eğer bunu başarmak zorundaysak- bütün değerlerin kaynağı olan bu şeyle, özgürlükle uzlaşmamıza bağlıdır. Bunun için özgürlük, psikoterapinin amacı olarak çok önemlidir; hastanın, hangisi olursa olsun değer geliştirmesi, otonomiyi algılaması, kendi gücü ve olanaklarını hissetmesi hep terapide ulaşacağını umduğu özgürlüğe dayalıdır.

Rollo May, Özgürlük ve Kader. Sf 10-11.
Başka bir alıntı için: Hastalıkta ve Sağlıkta Özgürlük ve Kader

7 Haziran 2012 Perşembe

Yavaşlık

Teennî: Acele etmeden, ihtiyatlı, düşünceli ve yavaş hareket etmek, temkinli davranmak.
~


Ashaptan birisi Hazret-i Peygamber'e, "Ben alışverişimde hep aldanıyorum.
Hayrettir ki alıcının da, satıcının da hilesi banadır, sanki büyü yaparlar" dedi.
Hazret-i Peygamber dedi ki, "Alışverişinde aldanmaktan tereddüt ediyorsan, alacağın şeyi üç günlüğüne muhayyer olarak al."
Zira teennî Rahman'dandır. Mel'un şeytansa acele etmeye sevk eder.
Köpeğin bile önünde bir lokma ekmek olsa onu, önce koklar, sonra yer.
Köpeğin koku alan burnu bizim aklımızdır. Biz bu koklamaya onunla katılırız.
Bu yerler ve gökler bile altı günde yavaşlıkla halk oldu.
Yoksa "Kün (Ol)" emriyle Cenabıhak bir anda yüzlerce yer ve gök yaratmaya kâdirdir
O, insanı yavaş yavaş kırk (yılda) tamamlar.
Gerçi bir nefeste yoktan yüz binlerce insan yaratmaya kudreti yeter.
İsa'ya, dua edince ölüleri diriltme kudretini verdi.
Öyleyse İsa'yı yaratan bir anda insanları yaratmaya kadir olmaz mı?
İşte bu teenni, bu yavaşlık bize öğretmek içindir. Mânası, maksadın yavaşlık olmasıdır.
Devamlı akan küçük ırmak kokup kirlenmez.
İkbal ve devlet bu yavaşlıktandır. Teennî yumurta, devlet de kuştur.
Gerçi kuş yumurtadan çıktıysa da, hiç ona benzer mi?
Sen de çalış, cüzlerin yumurta gibi olsun, nice uçan kuşlar çıkarsın.
Gerçi yılan yumurtası serçenin yumurtasına benzer, ama aralarındaki mesafe uzak!
Ayva çekirdeğiyle elma çekirdeği benzerlerse de, ey kardeş! Farkları çoktur.
Baksan, yapraklar da aynı renkte, fakat meyveler başka başka.
Vücud yaprakları da birbirine benzer. Lâkin her can, başka surette tespit olunmuştur.
Halk yolda çarşıda beraberce yürür, ama kimisi dert sahibi, kimisi mesut.
Ölüm zamanı da bunun gibi, yarısı hüsran içinde, yarısı bahtlı.

Mesnevî, III. cilt, 3514-3536. beyitler
~


Hilâlle dolunay birdir, ikilikten eksilmekten uzaktırlar.
Hilâl, kendinden küçülmekten beridir. Onun zâhirdeki noksanlığı tedrice, yavaş yavaş kemale visaldir.
Geceye, yavaş yavaş olma dersi verir.
Teennî, darlıktan kurtulmaya sebeptir.
"Aceleci olma, teennî kıl, dama basamak basamak çıkılır" der.
Tencerenin, yavaş yavaş kaynaması lâzımdır. Birden delice kaynayan yemekten hayır gelmez.
Cenabıhak, şüphesiz "Ol" diye bir anda kâinatı yaratmaya kâdir iken,
Niçin altı günde yarattı? Ki her bir gün de bin yıl kadardı.
Çocuğun da yaradılışı dokuz aydır. Çünkü yavaş yavaş oluş, Cenabıhakk'ın hikmetidir.
Âdem'in yaradılışı da kırk gün sürdü. O çamur, yavaş yavaş kemal buldu.

Mesnevî, VI. cilt, 1229-1237. beyitler

Kaynak kitap: Mesnevî-i Şerif, Timaş yayınları. İlgili bağlantı: şurası.

5 Haziran 2012 Salı

Filin Tamamı


Konunun uzmanları, fil tarif eden körler gibi, yalnızca dokundukları kısmı anlatır, kimi hortumudan söz eder, kimi kalın derisinden, kimi de kocaman bacaklardan. Ama filin tamamı bir türlü anlatılamaz. Çünkü gerçekten de filin tamamını görmek mümkün değildir.

İyiyi istemenin Yetmezliği


İyiyi istemenin tek başına yetmezliği, Camus'nün de dikkatini çekmişti. Veba'nın bir yerinde, olayı anlatana şunu dedirtir: «Dünyadaki kötülük hemen hemen hep, bilmemekten gelir; iyiyi isteme de, aydınlanmamışsa, kötüyü isteme kadar zarar verebilir».

Bu Etik, iki anlamda bir aydınlatma girişimidir. Birkaç yoldan ortaya koymaya çalıştığı şey: yaşarken doğru veya değerli eylemlerde bulunabilmenin, bir bilgi sorunu olduğu, birkaç çeşitten bilgiye bağlı bir sorun olduğudur: geç kalmadan -çok genç yaşta- onunla hesaplaşmayı gerektiren bir bilgi sorunu.

 İoanna Kuçuradi, "Etik" kitabının önsözünden... 

~


Dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır ve eğer aydınlatılmamışsa, iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir. İnsanlar kötü olmak yerine daha çok iyidir ve gerçekte sorun bu değildir. Ancak insanlar bir şeyin farkında değillerdir, şu erdem ya da kusur denilen şeyin; en umut kırıcı kusur, her şeyi bildiğini sanan ve böylece kendine öldürme hakkı tanıyan cehalettir. Katilin ruhu kördür ve insan her türlü sağduyudan yoksunsa güzel aşk ve gerçek iyilik diye bir şey olamaz. 

Albert Camus, Veba / La Peste..

Mektep

Çocuklar da zorla mektebe giderler, çünkü faydalarını bilmezler.
Ama faydasını anlayınca da seve seve giderler, bundan canları zevk alır.

Mevlana Celaleddin Rumî 
Mesnevî, III. Cilt, 4626-27. beyitler

Uh!


Rembrandt, kendi portresi..

Başına Buyruk Beyin


Tam kafamızın içinde saklarız da onu, içeride neler karıştırdığını bilmeyiz. Bildiğimizi sanırız belki, ama bir dolu çeliciyle bizi öyle bir kandırır ki bazen neye uğradığımızı şaşırırız. İsimler karışır, rakamlar, duygular,düşünceler… Bedenimizin olduğu yerden çok uzaklarda dolaşabilir zihnimiz. Gözlerimiz bilgisayarın ekranına çevrilmiştir belki ama düşüncelerimizde gezinen o tilkiler yok mu… Bu haller herkese tanıdık – sebebini öğrenmek içinse bu kitap var şimdi:

Başına Buyruk Beyin, beynimizin olayları nasıl çarpıtabildiğini, bizi nasıl kandırabildiğini örneklerle gösteriyor. Yazar Cordelia Fine, sekiz bölümlük kitabına yazdığı önsöze şu cümleyle başlıyor: “Kendi beyninize güvenebileceğinizi mi düşünüyorsunuz?” Siz de bu cümle karşısında bir an duraksamıyor musunuz? Alain de Botton’un “baştan sona etkileyici bir üslupta yazılmış, başarılı bir inceleme” olarak tanımladığı Başına Buyruk Beyin, hayatımızı temelden etkileyen bu organ üzerine yapılmış, alanındaki en yetkin çalışmalardan biri.

Başına Buyruk Beyin, hem kendinizi hem çevrenizdekileri anlamak için mutlaka okumanız gereken bir kitap.


“Beyniniz gururludur. Duygusal ve ahlaksızdır. Sizi aldatır. Dik kafalı, gizemli ve zayıf iradelidir. Ve aynı zamanda oldukça sabit fikirlidir. Kafatasınızın içerisindeki bu şehvetli ceviz, kendiniz ve dünya hakkında bilmeniz gereken her şeydir. Başına buyruk, güvenilmez beyninizin sahte tavırları nedeniyle bildiğinizi sandığınız şeylerin çoğu aslında göründüğü gibi değildir.”

4 Haziran 2012 Pazartesi

Konfüçyus

Konfüçyus

Bildiğini bilenin arkasından gidiniz, bildiğini bilmeyeni uyarınız, bilmediğini bilene öğretiniz, bilmediğini bilmeyenden kaçınız.
~

Sana bir şeyi nasıl bilebileceğini öğreteyim mi? Bildiğin zaman bildiğini anla, bilmediğin zaman ise bilmediğini anla.
~

Ne yapılacağını sormayanlar için hiçbir şey yapamam.
~

Bir öğrenci Konfüçyus’e hükümeti sordu: “ Kişiyi hükümete katılmaya yeterli kılan nedir?”
Konfüçyus dedi ki: “ Beş inceliği yücelt, dört kötülükten kurtul. O zaman hükümete katılabilirsin.”
Öğrenci sordu: "Bu beş incelik nedir?"
Konfüçyus dedi ki: “ İyi insanlar müsrif olmadan eli açık olurlar, gocunmasız çalışkan olurlar, haris olmadan istek duyarlar, mağrur olmadan rahat davranırlar, ürkütücü olmadan saygın olurlar.”
Öğrenci sordu: “Dört kötülük nedir?”
Konfüçyus dedi ki: “ Nasihatsiz infaz etmek; bu, gaddarlıktır. Öğretmeden başarıları ölçmek; bu kabalıktır. Yönetimde gevşek olup sınırlar koymak; bu kötü niyettir. Başkalarının hakkını verirken cimri davranmak; bu bürokrat olmaktır.”
~

Kimin doğru olduğunu tartışmayın, neyin doğru olduğuna karar verin.

İçinin Bahçesi


Eğer hiç kimseden sana fenalık gelmesini istemezsen; fena söyleyici, fena öğretici, fena düşünceli olma.. 
Çünkü bir adamı dostlukla anarsan, daima sevinç içinde olursun. İşte o sevinç cennetin ta kendisidir. 
Eğer bir kimseyi düşmanlıkla anarsan, daima üzüntü içinde olursun. İşte bu gam da cehennemin ta kendisidir. 
Dostlarını andığın vakit içinin bahçesi, çiçeklenir, gül ve fesleğenlerle dolar. 
Düşmanları andığın vakit, için, dikenler ve yılanlarla dolar, canın sıkılır, içine pejmürdelik gelir.

Mevlânâ Celâleddin Rumî

Selametle Geç

Hz. İsa'nın yanında geçen bir domuza: "Selametle geç," dediğini duyanlar: "Domuza da böyle denir mi? derler. 
Hz. İsa ise şöyle cevap verir: "Dilimi kötü söze alıştırmak istemedim."

3 Haziran 2012 Pazar

Olmam Demez

‎Kitaptan maksat, bahsettiği fen olmakla beraber, sen onu yastık yapsan da olur.
Lâkin maksat, onun yastık yapılması değil; ilim, irfan ve irşâd idi.
Eğer sen kılıcı çivi yapacak olursan, olmam demez. 
Lâkin böyle yapmakla hezimeti, zafer ve nusrete tercih etmiş olursun.

Mesnevî, 10662. beyit.

Doğanın Onlara Vereceğinden

‎Tüm dilekler anında kabul olsaydı, insanlar hayatlarını nasıl meşgul eder, nasıl zaman geçirirdi? Bu yarışın Ütopya'da gerçekleştiğini, orada her şeyin kendi kendine yetiştiğini, nar gibi kızarmış hindilerin etrafta uçuştuğunu, âşıkların hiç aksilik olmadan kavuştuğunu ve hiç zorlanmadan ilişkilerini yürüttüğünü hayal edin: böyle bir yerde bazıları can sıkıntısından ölür ya da kendini asar, bazıları kavga edip birbirini öldürür, böylece doğanın onlara vereceğinden daha fazla acıya kendi kendilerine sebep olurlardı.

Arthur Schopenhauer

Masal

Sevip de yanmaktan kaçanların 
Masal anlatmaktır bütün işi.
Ömer Hayyam

Kanunları Bilmemek

Ignorantia juris non excusat
Kanunları bilmemek mazeret sayılmaz
Ignorance of the law affords no excuse
L'ignorance du droit ne constitue pas une excuse

..ilgili TCK maddeleri için: site..

madde 4. 
(1) Ceza kanunlarını bilmemek mazeret sayılmaz.
(2) Ancak sakınamayacağı bir hata nedeniyle kanunu bilmediği için meşru sanarak bir suç işleyen kimse
cezaen sorumlu olmaz.

Zincirler

Hareket etmeyen, zincirlerini fark edemez.
Rosa Luxemburg


Süheyl Ünver

‎Herkesin bir mesleği, bir de meşgalesi olmalı. O meşgale bütün kültürümüzdür.
Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver



Gözlemle!

Gözlemle, dinle, sus, az yargıla, çok sor!
Platon

Mübadele İlişkileri

Psikoloji ve Sosyoloji Arasında Bir Bağ Olarak Bileşik Fert

Yapılar Mübadele Yapılarıdır

Sosyolojiyi tamamen ilgilendirmemekle birlikte sosyoloji ile kaynaşmış yapısal organizasyonun on kadar evresinden oluşan yukarıdaki şemayı oluşturan şey her evrenin yapısıdır. Yani Up From Eden 'in göstermeye çalıştığı gibi, her evre, genellikle dünya olaylarındaki yapısal organizasyonlara tekabül eden bir değiş-tokuş sürecidir; psikolojisini ve bu bölümün önereceği gibi, sosyal psikolojisini, bu mübadele süreci oluşturur.

Anlaşılması için yapısal organizasyona ait evrelerin sayısını beşe indireceğim ve Batılıların en iyi bildiği isimleri kullanacağım. Madde (1), beden (2-3), akıl (4-6), nefs (soul) (7-8) ve manevi üst varlık-ruh (spirit) (9-10). Yapısal organizasyonun her evresinin kendinden öncekini aşkın olması ve aynı zamanda onu içermesinden dolayı gelişimin her yapısı önceki yapıları da kapsar.

Bundan dolayı gelişim psikolojisi ve evrim teorisi ile Whitehead ve Hartshore'un felsefî çalışmalarını birleştirme gayretini de dikkate alarak insan varlığının gelişimin bütün geçmiş evrelerinden mürekkep ve şu anki evre ile simgelenen terkip edilmiş bir birey olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir deyişle insan varlığı potansiyel olarak madde, prana, akıl, nefs ve ruhtan mürekkeptir. Maddî beden fiziksel çevreyle ilişkili işlerde kullanılırken; pranik (içgüdüsel) beden heyecan, cinsellik ve diğer pranik yapılarla hislerde kullanılır; nefs (soul) psişik ve ince kavrayışlı ilişkilerde; ruh ise Tanrı'yla mutlak ilişkide ve O'nunla (Tanrı komünyonu ve Tanrı kimliği) bütünleşmede kullanılır. Yani mürekkep insan bireyinin her evresi genel anlamda dünya işleyişinin yapısal organizasyonunun ilgili evreleri ile ideal olarak engellenmemiş ilişkilerin kompleks bir sisteminde gerçekleşir.

Ayrıca insanlık her evrede o evrenin unsurlarının uygun bir alışverişi ile kendini tamamen yeniden üretir (dünya tarihindeki evrelere de, benzer bir gelişme tekabül eder). İnsanlık kendisini doğal ortamdan sağladığı yiyeceğin alışverişi ile fiziksel olarak yeniden üretir. Vücut olarak (veya biyolojik olarak) canlılık ve cinsellik yoluyla tekrar üretir. Zihinsel olarak eğitim ve iletişim alışverişiyle kendini yeniden üretir. Ruhsal olarak (soul ve spirit) üstadlıktan müritliğe geçiş alışverişini yaşayarak yeniden üretir.

Böylece her evre etkileşim alışverişlerinin birbiri içine geçmiş olduğu bir zincirin parçasıdır ve bundan dolayı da her evre temelde bir mübadeleler topluluğu ve sosyal ilişkidir. En düşük evre olan maddî beden dahi gıda alımı, özümsemesi ve rahliyesinden oluşan bir süreçtir ve alışveriş partnerlerinin oluşturduğu topluluk olarak bağımlıdır. Cinsel olarak yeniden üretim ilişkisel bir alışveriştir. Zihinsel evreye gelince, (diğer birçok kişinin yanında) Levi-Strauss bunu çok bariz bir şekilde göstermiştir. "Matematikte, mantıkta ve hayatta bir sembolün başka biri ile mübadelesi yapılmalıdır; mübadele eyleminde sembol bir ilişki oluşturur ve bu ilişkinin devamını sağlar. Bu sebeple sembol kelimesi bize orijinal Yunanca anlamını çağrıştırır: sözleşme, ilişki, anlaşma, fikir alışverişi veya bağ." Ve ruhsal evreler sadece Tanrılıkla veya Tanrısal komünyon-kimlikle mübadeleler değil, aynı zamanda ruhsal üstad ve derin tefekkür ehlinin oluşturduğu toplulukla gerçekleşen bir mübadeledir. Topluluklar içinde diğer insanlarla birbirine bağlı bir topluluk oluşturan mürekkep insanla her evre bir ilişkiler topluluğu veya mübadele olaylarıdır.

İlişkisel mübadele düşüncesi zaman zaman "dürtü" ve "ihtiyaç" kavramlarıyla ifade edilir. İnsanlığa dair her evre kendisi ile ilgili çevre ile bir mübadele süreci olduğu için insan fiziksel ihtiyaçlar (yiyecek, su, hava, barınak), hissî ihtiyaçlar (kişiler arası iletişim, kendine saygı, düşünce-anlam), manevî ihtiyaçlar (Tanrı-komünyonu, derin bilgi) ve benzeri gibi değişik ortamlara ihtiyacı ifade eden güdülere sahiptir. Sanki fiziksel gıda, duygusal gıda, zihinsel gıda, ruhsal gıda gibi "beslenme" veya "mânâ-gizli güç"le ilgili evreler mevcuttur. Büyüme ve gelişme basit olarak her evrenin kendine has gıdasını sindirmeyi öğrenme ve adaptasyon sürecidir, gelişme ve büyümenin her aşaması belli bir gıda türüne özel bir adaptasyon safhası ile belirlenir (ileriki bölümde "belli mânâya özgü safha" kavramını tekrar ele alacağız).

Her yapı-evre, bir mübadele ilişkisi (veya gıda ihtiyacı) süreci olduğu için bu ihtiyaçları gideren nesnelere bağlıdır. "Yapı", "ihtiyaç", "obje-ilişkileri" basit olarak her evrede işleyen tek mübadele sürecinin üç yönünü oluşturur. Bir yapının ihtiyacı olan obje veya gıdayı kaldırmak yapının kendisini kaldırmaktır. Beslenmeye yönelik gıdayı kaldırdığınızda fiziksel beden zayıflamaya başlar; duygu, heyecan gibi hayatî ihtiyaçları kaldırırsanız duygusal yapı zayıflamaya başlar; "düşüncenin gıdası" olan özneler arası iletişim veya sembolik alışverişi kaldırırsanız akıl zayıflamaya başlar, manevî ilişkiler veya inanç bağlılığı gibi aşkın gıdayı kaldırırsanız ruh zayıflayıp solmaya başlar. Kısaca ihtiyaç veya dürtü düşüncesi, bir yapının kendisi ile ilgili obje-ilişkilerinin sağlanması gerektiğini, aksi durumda bu yapının yok olacağını ifade eder.

Mübadele İlişkilerinin Bozukluğu

Yapısal organizasyon ve mübadele ilişkileri (veya gıda - ihtiyaç) ile ilgili bu evrelerin gelişim niteliği belirtilmelidir, çünkü bütün evreler birey-insanda doğuştan açık değillerdir. Bilakis insan bireyi, büyüme ve gelişmesine fiziksel dünyaya (ve ona ait gıdaya) sonra duygusal dünyaya (ve gıdasına), daha sonra sözlü-zihinsel dünyaya, sonra da aşkınlık dünyası ve ilerisine (büyüme kendi örneğinde durana kadar) uyum sağlayarak başlar. Bununla birlikte bu gelişim evreleri, paralel gelişmelerine veya birbiri üstüne binmelerine rağmen her evre kendinden hemen önceki evreye dayanır, her evrenin temelini önceki evre oluşturur. Ancak bana göre bu fazla vurgulanmamalı; çünkü daha üst evre daha alt bir evreye dayanırken, üst evre alt evrenin bir sonucu veya onun tarafından oluşturulmuş değildir. Daha üst evre kısmen bir yeniden oluş, kırılma, dönüm noktası, bir devrimdir. Daha üst evre daha alt evrenin vasıtası ile ortaya çıkar; ancak ondan hasıl olmaz, tıpkı bir civcivin yumurta kabuğundan çıkmasına rağmen, yumurta kabuğundan meydana gelmiyor olması gibi. Örneğin akıl cinsel içgüdü yoluyla gelir, ama cinsel içgüdüden oluşmaz.

Daha üst evre oluşmaya, ortaya çıkmaya başladığında alt evrenin içinden geçmek zorundadır. Çünkü daha alt evre önceden orada mevcuttur. Daha üst evre sahnede görüldüğünde, sahne bir önceki daha alt evrenin kendisidir ve bundan dolayı üst evre başlangıçta kendinden önceki alt evreye nüfuz eder, onunla karışır -ilk başlarda ondan ayrışmamış bir durumdadır.

Daha üst evrenin gelişmesi, kısmen oluşumu sırasında içinden geçtiği daha alt evreyi dikey bir aşma, ondan ayrışma (ve daha sonra bütünleşme) sürecidir. Bundan dolayı örneğin birbuçuk yaş öncesinde bebek kendi vücudunu fiziksel çevreden ayırt edemez; protoplazmik bir ayırt etme durumunda yaşar (Piaget "Bu aşamada beden bir maddedir" der); vücut ve maddî dünya tam olarak ayırt edilir edilmez. Bir buçuk ve üç yaş arası bebek bedenini nesnel fiziksel dünyadan ayırt etmeyi öğrenir, böylece bedenin bu ilkel maddesel kaynaşma durumunu aşması sağlanır. Sembolik akıl oluşmaya başladığında (iki yaş dolaylarında), başlangıçta fizikî bedenden ayrışmış değildir -zihin- akıl ve beden birbiri ile kaynaşmış ve ayırt edilemez bir durumdadır (Werner'in açıkladığı gibi düşünme henüz belirginleşmemiş fizyonomidir veya Piaget'e göre duyumsal güdü kategoriler ile karışık durumdadır). 7 yaş dolaylarına kadar zihin ve beden ayrışmamıştır ve 11-15 yaşlarında açık bir şekilde ayrışırlar, nihayet zihin-akıl bedeni aşar (aynı zamanda içerir). Benzer şekilde, en sonunda ruh ortaya çıktığında, başlangıçta akılla kaynaşmış ve belirsizdir (henüz akla ait zihinsel form ve düşüncelerle kaplıdır, kendine has gerçek vizyon ve aydınlanmaya sahip değildir). Her örnekte daha üst evre daha alt evrenin vasıtası ile onun içinden ancak onu aşarak doğar ve nihayetinde ondan ayrışır. Gelişmenin ve doğuşun her aşamasını bu ayrışma-olgunlaşma veya aşma süreci belirler. Ancak daha üst olanın, alt evre vasıtası ile gelmesine rağmen ondan hasıl olmadığını, özünün varlığının kısmen yeni bir oluş, yeniden doğuş olduğunu vurgulamalıyız.

Bununla birlikte tıpkı kolay kırılır veya sert bir yumurta kabuğunun oluşumu ve doğuşu sırasında civcive zarar vereceği gibi, bozuk bir alt aşama da kendi içinde daha üst aşamanın bozuk olarak yeniden üretimine sebep olacağından, bu daha alt evre vasıtası ile yeniden doğuş süreci ölümcül sonuçlara sebep olabilir. Burada daha güzel bir metafor olarak gökdelen örneği verilebilir: daha yüksek kat hem daha alttaki kattan çıktığı, hem de onun temeline dayandığı için ilk kattaki bir eğrilik ikinci, üçüncü ve daha üst katlarda da benzer bir eğriliğe sebep olur. Fiziksel bir yara duygusal bir karışıklığa ve üzüntüye; duygusal üzüntüler zihinsel kararsızlıklara sebep olabilir.

Ancak bu mutlak bir nedensellik ilişkisi değildir; alttaki bir bozukluk kısmen sonraki aşamalara geçmeyebilir, daha üst aşama da bağımsız oluşumundan dolayı dengeyi yeniden kurabilir. O halde, alttaki bir bozukluğun eğer bozukluk kendi alanında ise üstteki aşamada da benzerinin üretilmesine yatkın hale getirdiğini (sebep olduğunu değil) söyleyebiliriz.

Öte yandan daha alttakini kısmen aştığı için daha üst aşama daha alttakini bastırabilir. Örneğin seks seksi bastıramaz ama akıl seksi bastırabilir; çünkü yapısal organizasyonda akıl seksten daha yüksektir.

Burada kullandığım şekli ile baskı kavramı içsel bir olayı anlatır; önceki (evreye) karşı sağlam olmayan varlık duygusunu savunmak için ayrı benlik tarafından kışkırtılır. Bastırma diğerleri tarafından sebep olunmamakta veya ortaya çıkarılmamaktadır, ve değişik derecelerde en kırsal çevrede dahi vuku bulacaktır. Çünkü James'in söylediği gibi şölende sırıtacak kafatasından azâde çevre yoktur. Kişilik sisteminin çok tehlikeli olan, çok fazla ölüm-suç içeren, tabu ile suçlanan his, seziş, coşku, idrak gibi herhangi bir boyutu sistemden ayrılacak, feshedilecek, yok edilecektir. Bununla birlikte bu tür baskı bozukluğu gerçekten yok etmiyor ama kesin olarak kapalı semboller (gizli metin) ve rahatsız edici belirtiler göndererek varlığını hissettirdiği bilinçaltına gönderir.

Bir birey başka birini direkt olarak bastıramaz, engelleyemez, ama ona eziyet ve sıkıntı verebilir. Bu sıkıntının birkaç sonucu vardır. Bunlardan ikisi şunlardır: (1) Eziyet mübadele süreçlerini ve mürekkep bireyin bütün evrelerine veya herhangi birine ait kapasiteyi bozar ve çarpıtır (Marx'ın maddî alışverişi, Freud'un cinsel içgüdü alışverişini, Socrates'in zihinsel komünikatif alışverişi ve İsa'nın ruhsal-manevî alışverişi araştırması gibi); ve (2) ayrı kişilik, bu tür sıkıntı atmosferine maruz kaldığı (ve adapte olmaya ve intibak etmeye çalıştığı) için özünde haricî olan baskıyı içselleştirir ve içselleştirilmiş sıkıntı, eziyet kişiliğin kendi kendine üreteceği, neden olacağı baskıdan fazla artı bir baskıya dönüşür.

Şu ana kadarki genellemelerimiz şunlardır: (1) Daha üst evre daha alt olanın vasıtası ile, onun içinden gelmekle birlikte ondan meydana gelmez; (2) bozuk bir alt aşama daha üst aşamanın kendi alanında benzer bozuklukları yeniden üretmesi eğilimindedir, ancak (3) kesin olarak üst evrenin bu bozuklukları üretmesine sebep olmaz (üst evre belli ölçülerde bu bozuklukları onarabilir, telafi edebilir); (4) birey savunma şeklinde (fiziksel, duygusal, zihinsel, ruhsal) alışveriş düzeylerinden hepsini veya herhangi birini bir dereceye kadar bastırabilir veya içten bozabilir; (5) haricî bir (güçlü) kişilik bir bireyin alışveriş evrelerini bozabilir ve sıkıntıya sokabilir; ve (6) içselleştirilmiş sıkıntı artı bastırmadır.

Sosyolojide Kapsamlı Bir Eleştirel Teorinin Temeli

Başka bir yerde bu genellemelerin, indirgemeci eğilimlerini almaksızın Marx ve Freud gibi teorisyenlerin esaslarını yeniden kurmaya nasıl yardımcı olabileceğini savunmuştum. Mürekkep bireyin etkileşim alışverişinin ve yapısal organizasyonun evrelerini incelerken birçok teorisyenin bir evreyi aldığını ve onu paradigma yapmaya çalıştıklarını görürüz. İdealistlerin yaptıkları gibi eğer üst bir evreyi almışlarsa alt evreleri uygun olmadıkları üst düzeylere yükseltme veya alt evrelerin hepsini birden gözardı etme eğilimindedirler. Örneğin tarihi Hegel'e göre okuyan biri her zaman maddî dünyanın her an uçup gittiği gibi bir izlenime kapılır. Bu Marx'ı o kadar rahatsız etti ki, o da bunun zıddı ama tamamen standart indirgemeci yaklaşımı benimsedi. "Tek gerçek evre" olarak adlandırdığı alt bir evreyi aldı, sonra da bütün daha yüksek evreleri bu evreye indirgedi veya en azından bütün üst evreleri bu evre açısından açıkladı. Burada Marx'ın maddî evreyi ve onun alışveriş paradigmasını bütün mevcudiyetin temeli yaptığını söylememize gerek yoktur. Freud da ikinci evre için tamamen aynı şeyi yapmıştır; cinsel içgüdü enerjileri gerçekliğin kendisidir ve kültür, benlik, akıl-zihin, din gibi cinsel içgüdünün dışındaki herşey libidoyu saran, onu örten unsurlardır. Bir sonraki aşamada genellikle zihinsel bilinçliliği cinsel sonuçlara veya maddesel üretim biçimine indirgemeyi takdire şayan bir şekilde reddeden, bunun yerine zihni-aklı gelişim aşamalarında kendine uygun doğru ve üst konumuna yerleştiren teorisyenler vardır, ancak bunlar da aklın üstündeki alanların varlığını reddetme eğilimindeler, bu sebeple de "manevî ruhsal gerçeklikleri" gerçek referansları olmayan sadece işlevsel semboller olarak açıklayan yaklaşımlarıyla standart indirgemeciliğe düşmektedirler. Bu teorisyenler için (Habermas gibi) iletişim paradigma olmakta ve doğrudan ruhsal bilinçlilik türemiş bir statüye uydurulmaktadır.

Ancak bu teorisyenlerin yapmış oldukları çok önemli katkıları da görebilirsiniz. Örneğin Marx, materyal-ekonomik alışveriş süreci bastırıldığında, bozuk-çarpıtılmış yapının yabancılaşmış düşünce ve duygular veya "yanlış bilinçlilik" oluşturma eğiliminde olduğunu, böylece sanat, felsefe ve din gibi üst kültürel ürünlerin zulmün, baskının hizmetinde ideoloji olarak zorla kabul ettirildiklerini, herbirinin kendine has yöntemi ile "kitlelerin afyonu" olduklarını ısrarla göstermeye çalışmıştır. Benzer şekilde Freud cinsel içgüdü sapma ve bozulmalarının bilinçte zihinsel düşüncelerin serbest akımını engelleyen semptomatik (patolojik) sertleşmeler oluşturduğunu ve genellikle kendi mevcudiyetinin görünüşüne yabancılaşmış sahte bir kişilik veya aldatıcı görüntü formunda yanlış bilinçliliğin başka bir türünü oluşturduğunu gösterdi. (Çünkü kişilik diğerleri ile bağımlı alışverişleri görüntülerinden sapmıştır, obje-ilişkileri teorisi üzerine modern vurgu bu sebepledir.)

Şimdi bütün bu yaklaşımları indirgemeci yönlerini bırakarak almak istiyoruz. Marx ve Freud'un her ikisi de "Bozuk bir alt aşama üst aşamada da benzer bozukluğu yeniden üretme eğilimindedir" (doğru bir ifade olduğunu belirtmeliyiz) yaklaşımından "üst evredeki bozuklukların tamamen alttaki bozukluklardan kaynaklandığı," "bu sebeple daha üst evrenin varlığının alttaki bozukluğa bağlı olduğu, eğer altta bir bozukluk veya sapma yoksa üst aşamada da olmayacağı" yaklaşımına varırlar. Üstteki bozukluklar kısmen alttakilerden kaynaklanmakla birlikte, tamamen kendilerine has sebeplerden dolayı da bozukluk gösterebilirler. Üst evrelerin varlığını alttaki bozukluklara bağlamak içten ve dışarıdan gelen baskıyı gelişimin bütünü için esas kabul etme anlamına gelir ki, bu da tam anlamıyla indirgemeciliktir. Bu sebeple ortodoks Marksist yaklaşıma göre maddesel alışveriş komünleştirilince felsefe, sanat, din ve benzer şeylere ihtiyaç olmayacaktır; benzer şekilde Freudçu düşünce de içgüdüsel dürtülerin bozulmaması, sapmaması durumunda aklın hiçbir zaman ortaya çıkmayacağını, gelişmeyeceğini ileri sürer. İndirgemeci yönlerini birinci ve üçüncü genellemelerle telafi ederek bu teorisyenlerin görüşlerinden ikinci genellemeyle birlikte yararlanabiliriz.

Benim maksadım mürekkep insan tekini oluşturan (psiko-sosyal) alış-veriş ilişkilerinin hiyerarşik evreleri ve gelişim mantığının ayrıntılı, çok disiplinli bir analizi ile kapsamlı, birleşik bir eleştirel sosyolojik teorinin en iyi şekilde kurulabileceğini göstermektir. Teori iki önemli açıdan eleştirel olacaktır: (1) yapısal organizasyonun her üst evresinin belirleyiciliği ve her alt evrenin karşılaştırmalı kısmîliğinin eleştirisi. İkincisi, ekonomik, duygusal, komünikatif veya ruhsal alanlardan birinde bozukluğa ve sapmaya sebep olan tarihsel oluşumları düzeltici bir sorgulama olarak taleplerde ve aşamanın kendi sınırları içinde bir eleştiridir. Birincisi ise daha üst evrelere yükselmeyi düzenleyici olarak talepler ve aşamalar arasında bir eleştiridir. Biri yatay, diğeri dikey bir iyileşme düzelmedir ve birbirlerine bağımlı değildirler - üst bir evreye geçiş alt bir evrenin sağlıklı bir normalleşmesini sağlamayacağı gibi, alt bir evrenin iyileşmesi üst bir evrenin oluşumuna neden olmaz. (8. bölümde bu konuya tekrar döneceğiz).

Kısaca analiz düzeylerimiz şunları içerecektir: (1) paradigması yiyecek tüketimi ve tabiî ortamdan yiyecek elde edilişi olan, alanı (teknik) işçilik, örnek analizcisi Marx olan maddî alış-verişin fiziksel aşaması; (2) paradigması nefes alma ve seks, alanı cinsellikten ve güçten duyulan duygusal coşku ve örnek analizcisi Freud olan pranik (cinsel) alış-verişin coşku = duygu evresi; (3) paradigması söylev (dil), alanı iletişim ve örnek analizcisi Sokrates olan sembolik alış-verişin zihinsel evresi; (4) paradigması siddhi (veya psişik sezgi ve genelde görüş mantığı), alanı yogik kundalini ve örnek analizcisi Patanjali olan sezgisel alış-verişin psişik evresi; (5) paradigması shabd-vahy ve ince kavrayışlı aydınlanma (savikalpa samadhi), alanı azizlere mahsus "göksellik" (Brahma-Loka, bir kimsenin sahip olduğu birleşik kişiliğin üst yapısal potansiyeli) ve ilk örnek analizcisi Musa/St. Paul/Kirpal Singh olan evre; ve (6) paradigması Tanrı'da (Nirvikalpa/sahaj samadhi) tam bir özümseniş ve bütünleşme, alanı bilgece tanrısallık ve ilk örnek analizcisi Buddha/Krishna/İsa olan sınırsız alış-verişin nedensel evresi.

Transandantal Sosyoloji, Ken Wilber. İnsan Yayınları. Bölüm 3, sf 49-59.

~

        

..başka diyagramlar için: şu site..

Ebedî Yineleme

~

Uzun bir sessizlik oldu, sessizliği bozan Breuer'in yorgun sesiydi. "Ama uyuyamıyorum, artık göğsümdeki bu baskıya dayanamıyorum." Dondurucu rüzgâr paltosundan içeri giriyordu, titreyerek atkısını boynuna daha sıkı doladı. 

Nietzsche, kendisinden beklenmeyen bir hareketle onun koluna girdi. "Dostum," diye fısıldadı, "nasıl farklı yaşanacağını size ben söyleyemem; diyelim ki söyledim, o zaman da başka birinin tasarladığı bir yaşamı yaşıyor olurdunuz. Ama Josef, sizin için yapabileceğim bir şey var. Size bir hediye verebilirim, düşüncelerimin içinden en değerlisini, en büyük fikrimi hediye edebilirim. Belki bunu siz de biraz biliyor olabilirsiniz, çünkü İnsanca, Pek İnsanca kitabımda bundan biraz söz etmiştim. Bu fikir beni bir sonraki kitabıma götüren, hatta gelecekteki bütün kitaplarıma götürecek bir kılavuz güç."

Sesi iyice alçalmıştı, ağırbaşlı ve fevkalade bir tonla adeta gelmiş geçmiş her şeyin özünü açıklayacaktı. İki adam kol kola yürüyor, Nietzsche'den duyacağı sözleri bekleyen Breuer ileriye doğru bakıyordu. 

"Josef, düşüncelerinizi netleştirmeye çalışın. Şöyle bir düşünce deneyi yapalım! Diyelim ki bir cin karşınıza çıkıverdi ve size, yaşamınızı; şu anda yaşamakta olduğunuz ve geçmişte yaşadığınız yaşamınızı bir kez daha yaşayacağınızı, hatta sayısız kereler yaşayacağınızı söyledi; öyle ki yaşamınızdaki her acı, her neşe ve sözlere sığmayacak küçük büyük her şey birer birer yine başınıza gelecek, hem de aynı sırayla... Hatta bu rüzgâr, şu ağaçlar ve şu kaygan yol, hatta mezarlık ve korku, hatta siz ve benim kol kola yürüyüp bu sözleri mırıldandığımız şu hassas an, hepsi yinelenecek... Ne olurdu?"

Breuer sesini çıkarmadı. Nietzsche devam etti: "Düşünün ki varoluşun ebedî kum saati defalarca tersine, bir daha tersine çevrilip duruyor. Her seferinde siz de, ben de, içindeki her zerre de sürekli tersine çevriliyoruz."

Breuer onu anlamak için gayret gösterdi. "Peki bu fantezi nasıl?.."

"Bu, fanteziden öte bir şey," diye ısrar etti Nietzsche. "Bir düşünce deneyinden de fazla bir şey. Siz yalnızca benim sözlerime kulak verin! Geri kalan her şeye kapatın kendinizi! Sonsuzluğu düşünün. Arkanıza bakın, geçmişin sonsuzluklarına baktığınızı hayal edin. Zaman ezeli; zaman sonsuza dek geriye uzanıyorsa, olabilecek her şey, zaten daha önce olmuş şeyler değil midir? Şu anda geçen her şey daha önce de aynı şekilde geçmiş değil midir? Burada yürüyen her neyse, bu yoldan daha önce geçmiş olmalı, değil mi? Bu zaman sonsuzluğunda her şey önceden geçmiş ise Josef, içinde bulunduğumuz şu an bu ağaç dallarının arasında fısıldaşmamıza ne diyeceksiniz? Bu da daha önce olmuş bir şey değil midir? Sonsuza dek geri uzanabilen zaman, sonsuza dek ileriye doğru da uzanmaz mı? Şu anda, her anda, her şeyi bir daha, bir daha yaşıyor olmuyor muyuz?"

Nietzsche susup Breuer'in mesajı almasına fırsat verdi. Daha öğlen saatleriydi, ama hava kararmıştı. Hafif hafif kar serpiştirmeye başladı. Uzaktan arabayla Fischmann'ın silüeti belirdi. 

Kliniğe geri dönerken iki adam konuşmalarının bir değerlendirmesini yaptılar. Nietzsche, bu yaptığını düşünce deneyi olarak adlandırmasına karşın, ebedî yinelemenin bilimsel olarak da kanıtlanabileceğini öne sürüyordu. Breuer Nietzsche'nin kanıtlarından kuşkuluydu; çünkü bu kanıtlar iki metafizik ilkeye dayanıyordu: Zamanın sonsuz olması ve gücün (evrenin temel maddesi) sonlu olması. Nietzsche'nin iddiasına göre dünyanın potansiyel durumlarının sınırlı sayısı ve geçen zaman miktarı göz önüne alınırsa, olası bütün durumlar olmuş olan durumlardı; ve şimdiki durum bir yinelemeydi; ve aynı şekilde o an'ı doğuran da, o andan kaynaklanan da, geçmişe doğru geriye, geleceğe doğru ileriye uzanan yinelemelerdi. 

Breuer'in şaşkınlığı artıyordu. "Tamamen rastgele meydana gelen olaylar sonucu şu yaşadığımız an'ın daha önce de oluştuğunu söylemek istiyorsunuz?"

"Zamanın hep var olduğunu, sonsuza dek geriye uzandığını düşünün. Böyle sonsuz bir zamanda, dünyayı oluşturan bütün olayların yeniden bir araya gelişleri, sonsuz kereler kendilerini yinelemeleri demek olmuyor mu?"

"Büyük bir zar oyunu gibi mi?"

"Aynen! Varoluşun zar oyunu!"

Breuer, Nietzsche'nin ebedî yinelemeye ilişkin kozmolojik kanıtlamasını sorgulamaya devam etti. Nietzsche her soruya cevap vermesine karşın, sonunda sabrı taştı ve ellerini kaldırdı. 

"Josef, defalarca benden somut yardımda bulunmamı istediniz. Konunun dışına çıkmamamızı, sizi değiştirecek bir şeyler vermemi benden kaç kez rica ettiniz. İşte şimdi, ricanızı yerine getiriyorum, ama siz ayrıntılarla uğraşarak asıl noktayı kaçırıyorsunuz. Beni dinleyin, dostum size şimdiye kadar söylediğim en önemli şey bu olacak; bu düşüncenin size sahip olmasına izin verin; o zaman ben de bunun sizi sonsuza dek değiştireceğine söz veririm!"

Breuer etkilenmemişti. "Ama kanıtı olmayan bir şeye nasıl inanabilirim? Durup dururken kendimi buna inandıramam. Ben dini, başka bir dinin kucağına atlamak için mi bıraktım?"

"Bunun kanıtı son derece karmaşıktır. Hâlâ bitmiş değil ve yılların çalışmasını alacak. Şimdi ise, konuşmamızın sonucunda, kozmolojik kanıtlamayla uğraştığım zamanın boşa gittiğini düşünüyorum; belki ötekiler de sizin gibi buna takılıp kalacaklar. Belki onlar da kanıtlamanın çapraşıklığına dalıp gidecek ve önemli olan noktayı göz ardı edecekler, ebedî yinelemenin psikolojik sonuçlarını göremeyecekler."

Breuer bir şey söylemedi. Arabanın penceresinden dışarı bakıyor ve ağır ağır başını iki yana sallıyordu.

"Başka türlü anlatayım, " diye devam etti Nietzsche. "Ebedî yinelemenin muhtemel olduğunu kabul edemez misiniz? Hayır, durun, buna bile ihtiyacım yok! Bunun mümkün olduğunu, yalnızca mümkün olduğunu söylememiz yeterli. Ebedî lanetlenme masalından çok daha mümkün ve çok daha kolay kanıtlanabilir bir şey olduğu kesin! Bunun mümkün olduğunu düşünürseniz ne kaybedersiniz ki? Bir bahiste 'Nietzsche'nin tuttuğu taraf' olarak düşünün."

Breuer başıyla onayladı.

"O halde, sizden ebedî hayatınızın ne anlama geldiğini düşünmenizi isteyeceğim; soyut anlamda değil, bugün için, en somut anlamıyla!"

"Yani demek istediğiniz," dedi Breuer, "yaptığım her eylem, yaşadığım her acı bu sonsuz döngü içinde yine mi yaşanacak?"

"Evet, ebedî yinelemenin anlamı şudur: Bir eylemi yapmayı seçtiğinizde, o eylemi sonsuza dek tekrar tekrar yapmayı da kendi arzunuzla seçmiş oluyorsunuz. Bu, yapmadığınız bütün eylemler, ölü doğan düşünceler, kaçındığınız tercihler için de geçerli. Yaşanmamış o yaşam, sonsuza dek içinizde kabaracak ve sonsuza dek yaşanmamış kalacak. Vicdanınız dinlemediğiniz o sesi, sonsuza dek haykıracak."

Breuer'in başı dönmeye başladı; bunları dinlemek çok zordu. Nietzsche'nin ağzından çıkan her sözcükle inip kalkan devasa bıyığına konsantre olmaya çalışıyordu. Ağzı ve dudakları tamamen kılların altında kaldığı için, çıkacak sözcüğü tahmin etmek imkansızdı. Zaman zaman Nietzsche'yle göz göze geliyor, ama bakışlarının keskinliği yüzünden gözlerini ondan kaçırıp etli, ama güçlü burnuna ya da bıyığı kadar heybetli kaşlarına bakıyordu. 

Sonunda Breuer bir soru sormaya yeltendi: "Yani, anladığım kadarıyla, ebedî yineleme, bir tür ölümsüzlük de vaat ediyor?"

"Hayır!" Nietzsche hiddetlenmişti. "Ben, gelecekteki başka bir tür yaşam için bu yaşamın asla değiştirilmemesi, bastırılmaması gerektiğini öğretiyorum. Ölümsüz olan bu yaşamdır, bu andır. Ölümden sonra yaşam yoktur, bu yaşamın varması gereken bir hedef, kıyamet günü yargıları yoktur. Bu an sonsuza dek varlığını sürdürür ve tek seyirci siz, yalnızca sizsiniz."

Breuer'e bir titreme geldi. Nietzsche'nin ürpertici sözlerinin anlamı belirginleştikçe o karşı koymayı bırakmış, tuhaf bir konsantrasyona girmişti.

"İşte böyle Josef, bir daha söylüyorum, bu düşüncenin size sahip olmasına izin verin. Şimdi size bir sorum olacak: Bu fikirden nefret mi ediyorsunuz? Yoksa hoşunuza mı gidiyor?"

"Nefret ediyorum!" Breuer neredeyse haykırmıştı. "Sonsuza dek, yaşamadığım duygusuyla, hiç özgürlük tatmadığım yaşam fikri, içime dehşet salıyor."

"O halde," diye öğütledi Nietzsche, "bu fikri sevecek şekilde yaşayın!"

"Şu anda hoşuma giden tek şey Friedrich, başkalarına karşı ödevlerimin hepsini yerine getirmiş olmam."

"Ödev mi? Ödevleriniz, koşulsuz özgürlük arayışınız ve kendinize olan sevginizin yerine geçebilecek kadar önemli mi? Siz kendi kendinize erişemediyseniz, 'görev' dediğiniz şey, sırf kendinizi büyütmek için kullandığınız kılıftan başka bir şey değildir."

Breuer Nietzsche'nin fikirlerini çürütmek için son bir kez daha gücünü topladı. "Başkalarına karşı sorumlu olduğumuz ödev diye bir şey var ve ben ödevlerimi yerine getirdim. En azından bu noktada inandığım şeylerden cesaret alabiliyorum."

"İnançlarınızı değiştirme cesaretinizin olması bundan iyidir Josef, çok daha iyidir. Görev ve sadakat sahte görüntülerdir, arkasına saklanılan perdelerdir. Kendini özgür kılma kutsal bir hayır demektir, ödeve bile."

Breuer korkmuş bir halde Nietzsche'ye bakıyordu.

"Siz, kendiniz olmak istiyorsunuz," diye devam etti Nietzsche. "Bunu bana kaç kez söylediğinizi duydum! Kaç kere özgürlüğü hiç tanımadığınızdan yakındınız. Sizin iyiliğiniz, ödeviniz, sadakatiniz; bunlar sizi hapseden duvarlar. Bu küçük erdemler sizi yok edecekler. Kendi kötülüğünüzü tanımak zorundasınız. Kısmen özgür olunamaz: İçgüdüleriniz, özgürlük özleminiz; odada kapalı tutulan vahşi köpekleriniz; hepsi de özgürleşmek için feryat ediyorlar. İyi dinleyin, hâlâ duyamıyor musunuz onları?"

...
Nietzsche Ağladığında, Irvin Yalom, sf 304-309.

~

Her ne ki onu işlerken ölüm sana kerâhetsiz ve nefretsiz dost görünürse işte o amel, sana dosttur.

Mesnevî, 12261. beyit. 
Çeviri: Tâhir-ül Mevlevî. Kırkambar Kitaplığı.