Loading

30 Aralık 2011 Cuma

Soyutlama ve Ötesi


Soyutlama özünde nesnenin tüm yönlerinin içinden yalnızca işimize yarar olanların, sakıncalı olanların, bize tanıdık gelenlerin ya da dil kategorilerimize uyanların seçilmesidir. Vivanti'den beri pek çok felsefeciye olduğu gibi, bu durum Whitehead ve Bergson tarafından yeterince açık bir şekilde ortaya konmuştur. Soyutlamalar yararlı oldukları kadar yanlıştır da. Kısacası, bir nesneyi soyut bir şekilde algılamak kimi yönlerini algılayamamak anlamına gelir. Kimi niteliklerinin seçilmesi, diğerlerinin yadsınması ve yine bazılarının yaratılması ya da çarpıtılması söz konusudur. Nesneye dilediğimiz biçimi veririz. Onu yaratır, türetiriz. Bunun yanı sıra, çok önemli bir nokta da nesnenin niteliklerini dilsel dizgemiz ile ilişkilendirmek amacıyla soyutlamaya çokça yatkın olmamızdır. Bu da belirli sorunlar yaratır, çünkü Freudcu bağlamda dil birincil değil ikincil süreçtir. Tinsel gerçeklikle ve bilinçdışı ile değil dış gerçeklikle ve bilinçle ilişkilidir. Bu eksikliğin şiirsel ya da coşkulu bir dil ile bir dereceye kadar giderilebileceği doğrudur, ancak son çözümlemede deneyimlerin çoğu anlatılamaz ve çoğunun dilde hiçbir yeri yoktur. 

Bir resmin ya da bir kimsenin algılanışını örnek alalım. Bunları tam olarak algılayabilmek için sınıflandırma, karşılaştırma, değer biçme, gereksinme ve kullanma eğilimlerimizle savaşmamız gerekir. Örneğin bir kimsenin yabancı olduğunu söylediğimiz anda onu sınıflandırmış, soyutlayıcı bir eylemde bulunmuş, bir dereceye kadar onu eşsiz ve tüm dünyadaki diğer insanlardan ayrı bir bütün olarak görme olasılığının önünü kesmiş oluruz. Duvardaki bir resme altındaki imzayı okuma amacıyla yaklaştığımız anda onu kendi içinde eşsizliği ile yeni bir şekilde görme olasılığını yok etmiş oluruz. Öyle ise, bir deneyimi kavramlar, sözcükler ya da ilişkiler dizgesi içine yerleştirmek olan bilme (knowing, bilgi: knowledge), bir yere kadar, bütünüyle biliş (cognizing, cognition) olasılığını ortadan kaldırır. Herbert Read bir çocuğun "arı gözlü" olduğu, yani ilk kez görüyormuş gibi görme yeteneğine sahip olduğu üzerinde durur (zaten çoğunlukla ilk kez görüyordur). Böylece ona şaşkınlıkla bakar, her yönünü inceler, bütün niteliklerini benimser; çünkü çocuk için bu durumda yabancı nesnenin hiçbir niteliği bir diğerinden daha önemli değildir. Onu düzenlemez, yalnızca bakar. Cantril ve Murphy'nin betimlediği gibi, deneyimin niteliklerinin tadını çıkarır. Aynı şekilde, bir yetişkin de kendini soyutlamaktan, adlandırmaktan, yerleştirmekten, karşılaştırmaktan, ilişkilendirmekten alıkoyabildiği oranda bir kimseyi ya da resmi birçok niteliği ile çok yönlü bir şekilde görebilme olanağına sahiptir. Özellikle de betimlenemez, sözcüklerle anlatılamaz olanı algılayabilme yeteneğinin altını çizmem gerekiyor. Sözcüklere uymaya zorlamak onu değiştirecek ve olduğundan başka bir şey, onun gibi, ona benzer ama yine de kendinden farklı bir şey yapacaktır. 

Çeşitli doruk deneyimlerdeki bilişin ayırıcı özelliği işte bu bütünü algılayabilme ve parçaların ötesine geçebilme yeteneğidir. Ancak bu şekilde bir kimseyi sözcüğün en geniş anlamıyla bütün olarak tanıyabileceğimizden, kendini gerçekleştiren insanların diğer insanları algılamada, onun temeline yada özüne girebilmede daha kavrayışlı olmaları da şaşırtıcı değildir. İşte bu nedenle ideal bir terapistin, uzmanlığının gereği olarak karşısındaki insanı eşsizliği ve bütünlüğü içinde anlayabilmek için, en azından oldukça sağlıklı bir insan olması gerektiğine inanıyorum. Bu görüşümün arkasında durmakla birlikte, bu tip algılamada ortaya konulamayan kimi kişisel farklılıkların olduğunu da yadsımıyorum. Terapötik deneyim, bir diğer insanın Varlığının kavranılmasında bir çeşit alıştırma yerini de tutabilir. Bu da estetik algılama ve yaratı alıştırmalarının klinik alıştırmaların yararlı bir parçası olabileceğini inancımı açıklıyor. 


Abraham Maslow
İnsan Olmanın Psikolojisi, sf 96-98..

24 Kasım 2011 Perşembe

Başına Buyruk Beyin



Aşağıdaki yazı şu kitaptan bir alıntıdır:
Başına Buyruk Beyin - Cordelia Fine


~

Son söz
Savunmasız Beyin

Peki bu durumda kendimizle ne yapacağız? Tüm kitap boyunca her zaman doğruyu yapacağına kesin olarak güvendiğimiz beynimizin, ne kadar başına buyruk olduğunu gördük. Bilginin bu android manipülatörü gerçekliğe saf bir cepheden bakarken bizi terk eder. Kibir bizi kendimizle ilgili nahoş gerçeklerden korur. Korkak ahlaki muhasebe yollarımız, başkasının pahasına da olsa, kendimizi övme esasına hizmet eder. Duygularımızın başlı başına yanıltıcı bir parlaklığı vardır. Düşüncelerimizi karmaşıklaştırıp yanıltırlarken davranışlarımızı ve varoluşumuzu da fark ettirmeden yönetirler. Yargılarımızı irrasyonellik bulutlan kaplar, bizleri hatalara ve hayallere karşı hassas bırakır. Bu durum inatçılığımızın devreye girmesiyle daha da kötüleşebilir. Gizemli bilinçdışımız düşüncelerimiz ve eylemlerimizi etkileyen birçok gerçeği bizden saklamaktadır. Değişken ve kaprisli irademiz istenmeyen etkilere ve dikkat dağılmalarına karşı zayıftır. Ve, iyi niyetimizden bağımsız olarak beynimiz kaçınılmaz bir bağnazlıkla, başkalarına karşı bakışımızda küçültücü stereotipleri kullanabilir.

Beynimizin bu yanıltıcı ve bozucu vitriniyle karşı karşıya olduğumuzu bilmek oldukça rahatsız edicidir. Başına buyruk bir beyin, dünyanın tam bize göründüğü gibi olduğuna dair güçlü hissimizle ve "orada" olana dair keskin ve gerçek inancımızla çelişir. Aslına bakılırsa tutumlarımız, mücadele eden birçok faktörün karışık sonucu gibi görünmektedir. Dünyayı tüm gerçekliğiyle bilme isteğimizle mücadele etmek, kendimize olan güvenimizi, güvenlik hissimizi ve önceden mevcut görüşlerimizi korumamız için güçlü bir güdüdür. Bilişimizin inkar edilemez etkileyicilikteki güçlerine karşı koymak, inancımızın doğruluğunu gizlice baltalamaya çalışan mantıksızlık, önyargı ve tuhaflıkların izdihamından başka bir şey değildir.

İşe giderken elinizdeki gazeteyi gözden geçirmekten başka bir şey yapmadığınızı düşünüyor olabilirsiniz ama bildiğiniz gibi zihniniz aslında tahmin ettiğinizden çok daha fazlasını yapmaktadır. Parmağındaki yeni nişan yüzüğü parlayan bir kadın büyük ihtimalle boşanma oranlarının gittikçe arttığına dair haberi okumayı gözden kaçırmaktadır (1). Kendini gizliden gizliye sosyete sayfalarında ateşi sönmeye yüz tutmuş bir şöhret skandalıyla tanıtan adamın en inanarak savunduğu fikir: "Ateş olmayan yerden duman çıkmaz"dır (2). "Irak'ta Kitle İmha Silahı Bulunamadı" başlığını okuyan bazı Amerikalılar yine de Irak'ta kitle imha silahının bulunduğuna inanacaktır (3). İnançlarımızın psikolojik bağlamdaki hassasiyetine dair yapılan çarpıcı bir çalışmada Amerikalılardan ve Almanlardan Irak'la ilgili bazı haber başlıklarına daha yakından bakmaları istendi. Almanlar (savaşa karşı bir ülke olarak) koalisyonun savaş motivasyonları hakkında oldukça şüpheci yaklaştılar. ("Petrol" kelimesinin de üzerinde duruldu.) Zihnin bu kuşkulu çerçevesinden bakarken savaşla ilgili yanlış bilgileri önemsemiyorlardı: Tahmin ettiğiniz gibi daha sonra geri çekileceğini bildikleri haberlere prim vermiyorlardı. Şüpheci Almanlardan hiçbiri "Irak'ta Kitle İmha Silahı Bulunamadı" haberini yanlış hatırlamadılar.

Ancak Amerikalılarda tuhaf bir tezat söz konusuydu -savaşla ilgili söz konusu bilgilerin geri çekilmiş olduğunu bilmelerine rağmen- onlara inanmaya devam ettiler! Amerika'nın savaş başlatmasında öncelikli sebep olan kitle imha silahlarıyla ilgili haberiyse grubun üçte biri yanlış hatırladı. Savaşın gerekliliğine dair nedenler zihinlerinde doğrulanmıştı. Gerçeklik -savaşın bir felaket olması- ikinci ve güçlü bir darbe daha yemişti.

Aldatıcı aklımız sadece dünya görüşümüzü bozmakla kalmaz, başka insanlara dair izlenimlerimizi de çarpıtır. Pensilvanya'daki küçük bir kasabada yaşayan ve hâlâ ölen kedisinin yasını tutan bir hâkim, hayvanlara işkenceden yargılanan bir suçluya olması gerektiğinden daha sert davranabilir (4). Otistik çocukların tedavi edilemez ve üzücü belirtileriyle uğraşan bir psikiyatrist, kötü ve bozuk ebeveynlik tarzı olan annelerin suçlanması gerektiğini düşünebilir (5). Sokaktan geçen yaya bir dilenciyle karşılaştığında şartların, kötü şansın insanın içindeki iradeyi nasıl emip bitirdiğini ve en iyi niyetleri bile körelttiğim bilmeksizin onun neden kendini toparlayıp bir işe başvurmadığını düşünür (6). Bu esnada başkalarının davranışlarını yorumlarken kullandığımız stereotipler sürekli devrededir: basitleştirme, kıvırma, indirgeme, yaratma. Bir haksızlık karşısında öfkeden köpüren evli bir kadına neden bu kadar sinirli olduğu soruluyor (7). Bir bilim kadını meslektaşlarının ortalamasının altında bir değerlendirmeye tabi tutuluyor (8). Cüzdanını çıkarmaya çalışan bir siyah polisler tarafından vuruluyor (9).

Sadece başkalarını algılayışımız güvenilmez ve çarpık değildir, kendimizi tanımak da oldukça problemlidir. Kendilik algımızın da sürekli olarak değiştiğini, kendini belli algılara, ruh hallerine ve özgüvenin alıngan taleplerine göre istikrarsızca adapte ettiğim keşfettik. Aldatıcı beynimiz her zaman hislerimizin ve görüşlerimizin gerçek kaynakları hakkında da kibarca doğru bilgilendirme yapmaz. Nasıl da utanç verici keyfilikte etkiler bunlar! İşinizle ilgili bir moral bozukluğunuz açık havaya çıktığınızda azalacaktır. Sokakta bulduğunuz yirmi dolarla birlikte içinize Joie de vivre* depolanacaktır. Ofise sıkılan yeni oda parfümünün hoş kokusu sayesinde sevmediğiniz iş arkadaşınıza daha az itiraz edebildiniz (10). Markette rafındaki yerinden dolayı bir spagetti markasını değil diğerini alışveriş sepetinize atarsınız (11). Psikologlar son zamanlarda yaptıkları araştırmalarda, şimdiye dek yeterince utandırdıkları yetmiyormuş gibi, farkında bile değilken, bize diğerlerine oranla çok daha fazla sevdiğimiz bir kişiyi -yani kendimizi- hatırlatan her şeye, kendimizi çok daha yakın hissettiğimizi ortaya koymuştur. Biz kendimize olan aşkımızla körleşmişken beynimiz, belki de sırf ismimizdeki sevgili harfleri taşıdığı için hayatımıza girecek belli yerler, kariyerler ve hayat arkadaşları belirler (12). St Louis'te şans eseri diyemeyeceğimiz kadar fazla Louis isminde insan yaşamaktadır. Bir dişçiyi** Denis veya Denise diye çağırmak onunla aynı popülerlikteki isimler olan Jarrod veya Beverly'den daha kolay gelir. Joseph adını taşıyan bir erkeğin Charlotte'tansa Josephine isminde birinin önünde dizlerinin üzerine çökmesi çok daha olasıdır. (İsminin içinde kaç J harfi var, seni ona göre seveceğim!) İsmi Sean olduğu için Seattle'a taşındığım söyleyen birini duydunuz mu hiç? Hayatımızdaki en önemli kararları verirken bile beynimizin kaprisli kaygıları tarafından hiç farkında olmadan yönlendiriliyoruz.

Yaptıklarımızın gerçek nedenlerinin çoğu zaman belirsiz olması biraz şaşırtıcıdır. Kendi düşüncelerimizin olduğu kadar davranışlarımızın da iç yüzünü çok az kavrayabilmekteyiz. Kendimizin üzerinde bir zamanlar düşündüğümüzden çok daha az kontrolümüz vardır. Bu sadece bilinçli irademizin zayıf ve acımasız olmasından kaynaklanmaz (ve, belki de, mutluluk veren bir hayalden başka bir şey değildir). Davranışlarımızın biz farkında bile değilken, çevremizde olan bitene göre gizlice değiştiğine dair sayısız örnek gördük. Aslında, bir dereceye kadar, içimizde tetiklenen şemaların insafında olduğumuzu kabul etmemiz gerekir. Pis, köhne bir trene içindeki yolcular da daha dikkatsiz davranır (13). Çıplak kadın resimleriyle dolu bir erkek dergisinin okuyucuları kadın arkadaşlarına flört ve arzuyla dolu bakmaya daha eğilimlidir. Irkçı sözleri olan bir rap şarkısı radyoda çaldığında siyahlara karşı düşmanlığı uyandırır (14). Son zamanlarda yapılan araştırmalar başka insanların motivasyonlarının ne kadar bulaşıcı olduğunu ortaya koymuştur. Kendilerine bir kadını cinsel ilişki için baştan çıkarmaya çalışan bir adamdan bahsedilen erkeklerin bu amacı çok daha artan bir arzuyla benimsedikleri görülmüştür (15).

Tüm bu araştırmalarla ilgili en endişe verici durum bu tip algılayamadığımız değişikliklerin bilinçli iznimiz olmadan nasıl gerçekleşebildiğidir. Kadınları her fırsatta takdir eden bir erkek bile işine giderken ilan panolarındaki cinsiyetçi reklamların üstü örtülü etkisine maruz kalmaktadır. Cinsiyetlerle ilgili 'Mars'a karşı Venüs' karikatürlerine gülen ve John Gray'in yeni çıkacak kitaplarını dört gözle bekleyen kadınlar, "kadınların konumunu" savunmak için daha az çaba harcayanlardır. Irkçılığa karşı olan bir kişi bile yeni seyrettiği aksiyon filmindeki agresif ve kötü karakter bir siyahsa, sokakta yanına yanaşıp saati soran bir siyahla karşılaştığında onu ilk başta yanlış anlama eğiliminde olabilir. Değerlerimiz ve ilkelerimiz çevremizin sinsi etkilerine karşı yetersiz savunma yapmaktadır.

Bu kitapta anlatılan beynimizin çarpıcı gerçekleri, dünyayı, kendimizi ve diğer insanları anlamamızda deneysel psikolojinin öneminin altını çizmektedir. Parmağımızla tek bir kişiyi göstermek ve tüm önyargılı suçlarımızla ilgili onu sorumlu tutmak imkansız değilse de zordur. Gerçek yaşam koşulları "Bu sorunun ifade ediliş tarzından, çocuğun durumuyla ilgili ebeveynlerinin sorumlu olduğunu düşünüyorsunuz", veya "Ona sırf kadın olduğu için daha az prim verdiniz" veya "O arabayı seçtiniz çünkü satıcı size kahve ve kurabiye ikram etti" diyerek kestirip atamayacağımız kadar karmaşıktır. Aslında kendimize dair yanılsamalarımız nedeniyle bu tip iradeler bize gülünç bile gelir. Ancak gördüğümüz gibi iyi tasarlanmış bir psikoloji deneyi -ilgi faktörünü dikkatle manipüle ederek- bu garip ve sıklıkla istenmeyen etkilerin kaçınılmaz ve somut kanıtlarını ortaya çıkarmaktadır.

Beynimizin sürekli olarak kullandığı belli başlı hilelerine karşı zayıflığımızı fark etmek ve kabullenmek, onlara karşı kendimizi korumak için en iyi yöntemdir. Zihinsel kirliliğin bazı kaynaklarını basit kaçınmalarla uzakta tutabiliriz (16). Kadın dergilerinin değerlerini farkında olmadan içselleştirmek istemiyorsanız onları satın almayın. Siyah öğrencilerinizin sınavdan nasıl not alacağını içten içe ırkçı beklentilerle merak ettiğinizi fark ediyorsanız, kağıtları üzerinde yazan isimlere bakmadan okuyun. Reklamlarda pompalanan bilgilerle dikkatinizin dağılmasını istemiyorsanız onları izlemeyin (17). Çocuğunuzun da farkında olmadan şiddet, cinsiyetçilik, ırkçılık, gözü doymayan mesajlardan etkilenmesini istemiyorsanız onu mümkün olduğu kadar engelleyin ve nedenini onunla paylaşın.

Size sadece bu kitabı okuyarak bile kendinizi davranışlarınızın ve yargılarınızın birleşiminden oluşan saldırılara karşı koruyacak bir zırhla donatmaya başladığınızı müjdelemekten mutluluk duyuyorum. Beynimizi manipüle eden zihinsel olaylar -duygular, ruh halleri, şemalar, stereotipler ve benzerleri- üzerlerimizdeki potansiyel etkilerinin farkında olduğumuzda etkilerinin bir kısmını yitirirler. 2. Bölüm'de anlatılan deneyi hatırlayın. Deneklerden güneşli ve yağmurlu günlerde yaşamdan aldıkları tatmini değerlendirmeleri istenmişti. Öncesinde hava durumuyla ilgili soru sorulanlar, yaşam tatminleriyle ilgili değerlendirme yaparlarken -o günkü iklim durumuyla ilgili herhangi bir farkındalık yaratılmayanlara oranla- havaya bağlı anlık ruh hallerini göz ardı ederek cevap vermeye eğimlilerdi (18). Bizi kirleten etkilere karşı tam bir şüphecilikle yaklaşmak onları ancak telafi etmemize yardımcı olabilir. Ne yazık ki bunu her zaman tam anlamıyla doğru anlamayız; bazen olduğundan az ya da fazla telafi etmeye çabalarız. Ancak yine de bu hiçbir şey yapmamaktan daha iyidir (19).

Beynimizde gerçekliği sarmalamaya yarayan örtüyü tam olarak kaldırılmamız mümkün değilse de, cesaretimizin bütünüyle kırılmaması için başka sebeplerimiz bulunmaktadır. Dünyayı doğru şekilde görmek için kararlı bir şekilde çabalamamız, beynimizin yarattığı çarpıtmaların önüne biraz olsun geçmemizi sağlayabilir. Duyarlı olmak sizin için yeteri kadar önemliyse, delilleri birleştirme ve düşünme aşamasında daha insaflı olma yeteneğine sahipsinizdir. Eğer belli bir grubu stereotiplerle betimlemiyor olmak sizin için önemliyse, 8. Bölüm'de gördüğünüz gibi oldukça fazla efor sarf etmeniz gerekecektir. Kendilerini etrafındaki şeyleri olduğu gibi görebileceklerine dair motive eden kişilere de tamamen inanmamalıyız. İnsanları başkalarıyla ilgili yargılarından sorumlu tutmak için, onların başka insanlara dair vizyonlarına çok daha şeffaf bir şekilde odaklanmalarını sağlamak ve bu konuda oldukça mesafe kat etmek gerekmektedir (20).

En iyisi beynin serbest çalışan kısmı olan aklı alalım ve kendi çıkarımıza kullanalım. Bilinçdışımızın ruhsal kâhyasını verimli bir şekilde ve çaba harcamadan isteklerimizi tatmin etmek için, bilinçli bir şekilde eğitelim. Üstlendiğimiz biraz çaba ile bilinçdışımız, belli durumlarda otomatik olarak bilincimizin istekleriyle benzer çizgide hareket etmeye başlayacaktır. Bölüm 7'de bahsedilen kilo konusunda hassas kişileri hatırlayın: Ruhsal kâhyalarım iyi eğittiklerinden onlara kalorili ve cazip bir yiyecek teklif edildiğinde kafaları otomatik olarak hayır anlamında sağa sola sallanıyordu. Benzer şekilde 8. Bölüm'de bahsedildiği gibi, beynimizdeki stereotip gruplarının hoşlanmadığımız tepkilerinin yerini, daha aydınlık tutumlarla doldurmamız mümkün görünmektedir.

Beynimizin ürettiği hayallerin kurbanı olmadığımızı kabullenmek sorumluluk üstlenmek anlamına gelmektedir. "Bilgelik en önemli şeydir. O halde onu ele geçirin ve anlamaya çalışın." Bunu başarmak elbette kolay değildir. Burada bahsedilen araştırmalardan çıkan dersleri kendimizdense başkalarına uygulamak çok daha kolaydır (21). İronik bir şekilde insan, kendi beyninin zayıflığı ve kibirliliğine karşı da hassas olduğundan şüphe eden bir varlıktır. (Bu kitabı yazarken kocama daha toleranslı ve anlayışlı bir insan olduğumu hissedip hissetmediğimi sordum. Bana boş gözlerle baktı.)

Şimdi biraz yükselip kendimize yukarıdan bakmaya çalışalım. Beynimizin çeşitli hilelerinin başkalarına ve kendimize zararlı etkilerini -her ne zaman yapabiliyorsak- engelleme sorumluluğumuz bulunmaktadır. Önemli kararlar alırken bizi yoldan çıkarmak üzere yönlendiren etkilere karşı gözlerimizi dört açmalıyız. Karşı fikirlere daha toleranslı olmalıyız ancak dozu da iyi ayarlamalıyız, fazlası bizi "melek" gibi gösterebilir. Arzularımıza, etkilendiklerimize, dikkatimizi dağıtanlara karşı zayıf irademizi desteklemeliyiz. Başkalarını yargılarken stereotiplerin suç ortaklığının basit cazibesine kapılmamalıyız. Asi bilinçdışımızın hareketlerini bilincimizin değerleri ve ilkeleriyle aynı çizgiye getirebilmek için gayret etmeliyiz.

Her şeyden önce, başına buyruk beynimizin çarpıtmalarına ve aldatmalarına karşı sürekli tetikte olmaya çalışmalıyız. Çünkü onlar her zaman bizimle birlikte olacaklardır.

~


* Joie de vivre: Yaşam sevinci. (Fr.) (ç.n.)
** Yazar burada dişçi kelimesinin ingilizce karşılığı olan Dentist kelimesiyle Denis, Denise isimlerinin fonetik benzerlikleri nedeniyle beynimizce daha kolay hatırlanabildiğini vurgulamaktadır, (ç.n.)

7 Kasım 2011 Pazartesi

Yetersiz

Yetersiz olma durumu...
  
Yetersiz olma durumu bir şeyi başarmak için gerekli olan şeylere (güç, yetenek, azim, inanç gibi) sahip olamama durumunu anlatır. Çok çok istemek ama kifayetsiz kalmaktır. Bu bazen hep vardır, bazen belli durumlar karşısında oluşur, bazen de aslında hep var olanı yeni meydana çıkmış sanar şaşırırız. Hep var olan yetersiz olma durumunu fark etmeyebiliriz, ta ki bir işimizi engelleyene kadar. Belki belli belirsiz hissederiz ama baş edilmesi gereken gerçek bir durumla karşılaşana kadar önemsemeyiz bu geçmişten gelen, bizi her yerde takip eden yetersiz olma durumunu. Az çok idare edilebilecek gibidir çünkü. Engellenen iş henüz hayatî değildir. Üstü kapatılır. Başka konularla ilgilenilir, zaten sürekli olarak ilgilenilmesi gereken bir konu bulunur. Ve bütün bunlar fark edilmeden/bilinçsizce yapılır. Zaman içinde bunlar birikir, başka konularla ilgilenme savunmaları bir işe yaramamaya başlar, durumdan kaçılamamaya başlar ya da karşımıza baş edilmesi son derece zor olan ağır bir yas çıkabilir. O zaman bu geçmişten gelen, bizi takip eden yetersiz olma durumu işimizi daha da zorlaştırır. Istırabımızı daha da artırır. Çünkü şimdi geldiğimiz yetişkinlik noktasında o acı ile karşılaşacak ve mücadele edecek donanımda değilizdir. Çünkü bu yetersiz olma durumunun üstünde daha önce durmamışızdır. Bunun nereden kaynaklandığına ve nelerin, hangi çatışmaların, hangi korkuların, hangi terör ve hangi "içselleştirilmiş kötü nesnelerin" bizi arzularımızı sahiplenen ve isteklerimizin arkasında durabilen "yeterli ve kifayetli" bir yetişkin olmaktan alıkoyduğuna bakmamışızdır. Ve aynı zamanda kayıpla mücadele edebilmekten de...

  


Psikanalizin amacı dayanılmaz hale gelmiş bütün acıları azaltmaktır. Bu dayanılmaz acıları azaltmanın yolu geçmişe, mümkün olan en erkene bakmaktan geçer. Bu yetersizlikleri fark ettiğimizde geçmişe bakmayı ne kadar erken ve ne kadar derin yaparsak yeni acılarla baş etmede işimiz o kadar kolaylaşır.

Psikanaliz diğer yandan "unutmama"yı sağlar. Bizim için önemli olan her anının, her arzunun ve her korkunun izini sürmeyi ve bırakmamayı beraberinde getirir. Bunların psişe içine belli bir bütünlük ve anlam içinde yerleşmesine ve sağlamlaşmasına olanak tanır. Yetişkince sahiplenildikten sonra gerçekleşmese bile bütün arzularımıza ne engel olursa olsun sahip çıkmamızı sağlar. Ve gerçek bir kayıp bile olsa o kaybedilenin değerinin sonsuza kadar sürmesine izin verir...


İrem Anlı
'Psikanalize Girişkitabının önsözü..

3 Kasım 2011 Perşembe

Halkın Dilinden Kurtulabilene

Nasrettin Hoca bir gün oğlunu da yanına alarak köye gitmeye karar vermiş. Eşeğine semerini vurmuş, yola çıkmaya hazırlanmış. Oğlu yorulmasın diye onu eşeğe bindirmiş, kendi de yayan olarak eşeğin başını çekip konuşa konuşa gidiyorlarmış. Yolda Hoca'yı yaya, oğlunu eşekte gören bir yolcu:
- Hey gidi zamane gençleri! Ağzının ilmiyle şu ihtiyar babasını yayan yürütüyor da kendisi rahat rahat eşeğe binip gidiyor!
diye söylenmeye başlamış. Bunun üzerine eşeğe binmiş olan oğlu çok üzülmüş:
- Bak baba! Ben sana ısrar etmedim mi, haydi artık, daha ziyade inat etme. İşte eşekte indim, bir daha da binmem. Haydi şu eşeğe bin!
demiş. Bu sefer Hoca eşeğe binmiş, oğlu eşeğin yularından çekerek yola devam ediyorlarmış. Bir hayli yol aldıktan sonra karşılarına birkaç yolcu çıkmış. İçlerinden biri eşeğin sırtında giden Hoca'ya seslenmiş:
- Ayol Hocafendi! Artık senin kemiğin kartlaşmış. Hem işte geldin, gidiyorsun. Bu taze fidanı bu kadar zahmete koşup da bu sıcağın altında yaya yürütmek, onu güneşin sıcağında kavurmak sana yakışır mı?
demiş. Hoca bu sefer oğlunu da eşeğin arkasına bindirmiş. İkisi de ayakları yerden kesilmiş, eşeğin sırtında yollarına devam ederlerken yine yoldan geçen birkaç kişiye rastlamışlar. Bunların içinden birisi:
- Amma insafsızlık ha! Bir eşeğe iki kişi birden biner de uzun yola, sefere çıkar mı? Bakın şu herife; başında sarık var. Bir de hoca olacak!
der. Hoca bu laftan alınır, kızar. Kendi eşekten yere atladığı gibi oğlunu da eşekten indirir. Eşeği önlerine katarak baba-oğul yayan yürümeye başlarlar. Bir hayli daha yol alırlar. Bu sefer yine önlerine birkaç yolcu çıkar. Bunların içinden bir tanesi yayan yürüyen baba-oğula bakarak:
- Allah Allah! Bu ne budalalık. Eşek önlerinde hoplaya zıplaya koşsun da baba-oğul bu sıcakta toza toprağa bulanarak kan ter içinde yayan yürüsünler.. Akıl alacak şey değil. Meğer dünyada ne şaşkın insanlar varmış..
der. Hoca yol boyu bu işittiklerine çok içerlemiş ve kendi kendine:
- Lâkin yahu! Bu halkın dilinden kurtulabilen varsa ona aşkolsun!

24 Ekim 2011 Pazartesi

Philosophia Perennis

"Perenyal Felsefe"

Ken Wilber

TREYA KILLAM WILBER: Niye perenyal felsefe ile neyi kastettiğinizi açıklamakla başlamıyorsunuz?

KEN WILBER: Perenyal felsefe, dünyadaki birçok ruhsal öğretici, düşünür, felsefeci ve hatta bilim adamı tarafından kucaklanan bir dünya görüşüdür. “Perenyal” ya da “evrensel” diye adlandırılıyor, çünkü kültürler arası ve çağlar arası bir kapsama sahip. Bu dünya görüşü ile Hindistan’da, Meksika’da, Çin’de, Japonya’da, Mezopotamya’da, Mısır’da, Tibet’te, Almanya’da ya da Yunanistan’da karşılaşabilirsiniz.

Ve nerede olursa olsun temelde benzer özelliklere sahip herhangi bir şey üzerinde nadiren uzlaşabilen biz modernistler için inanılması güç bir durum. Ama Alan Watts’ın anlaşılır bir biçimde özetlediği gibi: “Kendi durumumuzun garabetini fark etmekte zorlanıyoruz ve evrensel alanı kapsayan, tek bir felsefi uzlaşma olduğu açık gerçeğini kavramakta güçlük çekiyoruz. İster Uzakbatı’daki New Mexico’dan ya da Uzakdoğu’daki Japonya’dan olsun, ister şu anda yaşıyor ya da altı bin yıl önce yaşamış olsun, aynı iç görüyü ve öğretiyi paylaşan insanlar tarafından buna sahip çıkılmıştır.”

Bu gerçekten dikkate değer bir nokta. Öyle sanıyorum ki, bu, temelde evrensel gerçeklerin doğası, insanın durumu ve Kutsal ile olan ilişkisi hakkında, her yerde ortak bir uzlaşmaya varılan, evrensel düzeyde kolektif insan deneyimine ilişkin bir vasiyettir. Bu, “philosophia perennis”i tanımlamanın bir yolu.

TKW: Şimdi, perenyal felsefenin çeşitli kültürlerde temel olarak aynı olduğunu söylüyorsunuz. Peki bilginin, dil ve kültürle biçimlendiğini öne süren modern tartışma hakkında ne düşünüyorsunuz? Ve diller ve kültürler dramatik bir biçimde birbirinden ayrı olduğuna göre insanlık durumu hakkında bir çeşit evrensel ya da kolektif bir gerçeğe ulaşmak imkânsız görünüyor. İnsanlık durumu diye bir şey yoktur, sadece insanlık tarihi diye bir şey vardır ve bu bölgeden bölgeye değişen bir şeydir. Bu kültürel rölativite hakkında ne düşünüyorsunuz?

KW: Bunda gerçeklik payı var - “lokal bilgi”ye ait birçok değişik kültür var ve bu farklılıkları ortaya koymak, dikkate değer bir çabadır. Ama kültürel rölativite, tüm gerçeği kapsamıyor. Yemek tarzları ya da dilbilimsel yapılar ya da evlilik gelenekleri gibi belirgin kültürel farklılıkların yanısıra, evrensel ve kolektif varoluş fenomenleri de bulunmaktadır. Örneğin insan bedeninde 208 kemik, bir kalp, iki böbrek vb. bulunduğu gerçeği Manhattan’da ya da Mozambik’te olsun, günümüzde ya da bundan bin yıl öncesinde olsun, değişmezdir. Her yerde temel oldukları için bu hususiyetlere “derin yapılar” diyoruz. Öte yandan bu, değişik kültürlerin bu “derin yapılar”ı birbirinden çok farklı bir biçimde kullanmalarına bir engel teşkil etmiyor; Çin ayak-bağından, Ubangi dudak-uzatmasına, vücut boyamaya, giyim tarzlarına, bedensel oyun şekillerine, sekse, çalışmaya kadar birçok şey, kültürden kültüre belirgin bir şekilde farklılık gösterir. Evrensel olmayıp lokal oldukları için, biz bu değişikliklere “yüzeysel yapılar” diyoruz.

İnsan zihni için de aynı şeyler geçerli. Kültürden kültüre farklılık gösteren yüzeysel yapılara ek olarak, beden gibi insan zihni de kültürler arası bir farklılık göstermeyen derin yapılara sahiptir. Yani insan zihni, her nerede olursa olsun, imgeler, semboller, algılayış biçimleri ve kurallar üretme kapasitesine sahiptir. Evet, bazı imge ve semboller, kültürden kültüre farklılık gösterir ama bu zihinsel ve dilbilimsel yapıları oluşturma kapasitesi ve bu yapıların kendisi temel olarak her yerde aynıdır. İnsan bedeninin tüy üretmesi gibi insan zihni de semboller üretir. Zihinsel “yüzeysel yapılar” belirgin bir farklılık gösterir ama zihinsel “derin yapılar” hemen hemen aynıdır.

Şimdi, insan bedeninin tüy üretmesi gibi, insan anlığı da evrensel olarak fikir üretir, bundan ötürü insan ruhu da evrensel olarak, Kutsal’a dair sezgiler üretir. Ve bu sezgi ve içgörüler, dünyanın en önemli tinsel ve ilmî geleneklerinin çekirdeğini oluşturur. Ve yine bu geleneklerin yüzeysel yapılan farklılık göstermesine rağmen derin yapıları hemen hemen aynıdır ve genellikle özdeştir. Bu yüzden, perenyal felsefenin ilgilendiği şey çoğunlukla, insanın Kutsal’la ilişkisindeki derin yapılardır. Çünkü Hinduların, Hıristiyanların, Budistlerin, Taoistlerin ve Sufilerin üzerinde uzlaştığı bir gerçek bulduğunuzda, evrensel gerçekler, nihai anlamlar hakkında söyleyecek sözleri olan, insanlık durumunun en temel özüne ulaşan oldukça önemli bir şey keşfettiniz demektir.

TKW: İlk bakışta, Budizm ve Hıristiyanlığın hangi noktada uzlaşabileceğini görmek oldukça zor. Perenyal felsefenin bazı temel özelliklerini açıklayabilir misiniz? Önemli noktaları açıklığa kavuşturabilir misiniz? Uzlaşma noktaları ya da reddedilemez gerçeklerin kaç tane olduğunu söyleyebilir misiniz?

KW: Düzinelerce. Size en önemli olduğunu düşündüğüm yedi noktadan bahsedeyim: Bir, Tin mevcuttur ve iki, Tin içseldir. Üç, çoğumuz bu içsel Tin’in farkında değiliz çünkü bir günah, yabancılaşma ve düalite dünyasında yaşıyoruz -yani “düşmüş” ya da yanılsamalı bir hal içerisindeyiz. Dört, bu yanılsama ve günah dünyasının dışında bir ihtimal daha var; özgürleşmemiz için bir Yol. Beş, bu Yol’u sonuna kadar takip edersek, sonuçta Yeniden Doğuş ya da Aydınlanma, içsel Tin’in doğrudan tecrübesi, bir Ulu Özgürlük bizi bekler; günah ve acı çekmenin sonuna işaret eden -Altı-, sezgisel bir varoluş adına şefkat ve merhametin toplumsal eyleme dönüştüğü -Yedi- bir yer.

TKW: Ne çok bilgi! Bunlar üzerine daha sonra eğiliriz ama Tin mevcuttur mevzuu?

KW: Tin mevcuttur, Tanrı mevcuttur; Ulu bir Gerçeklik mevcuttur. Brahman, Dharmakaya, Kether, Tao, Allah, Shiva, Yehova, Aton -”O’na birçok isim verirler, gerçekte Bir olana.”

TKW: Ama Tin’in mevcudiyetinden nasıl emin olabiliyorsunuz? Mistikler böyle söylüyorlar ama bu iddialarını neye dayandırıyorlar?

KW: Doğrudan deneyime. İddiaları, sadece inanç ya da fikir, teori ya da dogmalara değil daha çok doğrudan deneyime, gerçek mistik deneyime dayanıyor. Bu, mistikleri dogmatik dinî inançlardan ayrı bir yerde konumlayan şeyin ta kendisi.

TKW: Dilegelmez ve dolayısıyla paylaşılmaz olduğu için mistik deneyimin geçerli bir bilgi türü olmadığı tartışmasına ne diyorsunuz?

KW: Mistik deneyim elbette dilegelmez ya da tam olarak sözle ifade edilemez bir şeydir. Kişinin idrak etmek için bire bir yaşaması gereken herhangi bir deneyim -günbatımını izlemek, bir dilim kek yemek, Bach dinlemek- gibi. Ama sırf bu yüzden günbatımının, kekin ya da müziğin olmadığı ya da geçerli olmadığı sonucuna varamayız. Dahası mistik deneyim çoğunlukla dilegelmez bir şey olsa da paylaşılabilir ve ötekilere iletilebilir bir şeydir. Eğer kişi Tinsel pratiği bir üstat ya da öğretmen eşliğinde uygularsa bu mümkün olabilir. Aslında bu aynen, judonun öğretilebilir ama dilegelmez bir şey olması gibidir.

TKW: Bir mistiğe kesin gözüken mistik bir deneyim aslında basit bir yanılgıdan ibaret olabilir. Mistikler Tanrı’yla bir olduklarını düşünebilirler ama bu, bunun gerçekten vuku bulduğu anlamına gelmez. Hiçbir bilgi çeşidi mutlak bir kesinliğe sahip değildir.

KW: Mistik deneyimin, başka herhangi bir doğrudan deneyimden, ilkesel olarak daha kesin bir gerçekliğe sahip olmadığını kabul ediyorum. Ama bu görüş, mistiklerin iddialarını çürütmekten öte aslında mistik bilgiyi diğer deneyimsel bilgilerle aynı statüye konumlandırıyor ki, bu, benim kesinlikle kabulleneceğim bir statü. Başka bir deyişle, mistik bilgi karşıtı bu yaklaşım, aslında deneyime dayanılan tüm bilgi formlarına uygulanabilir, buna ampirik bilimler de dâhil. Ay’a baktığımı sanıyorum ama yanılıyor olabilirim; fizikçiler elektronların varolduğuna inanıyorlar ama yanılıyor olabilirler; eleştirmenler Hamlet ’in Shakespeare adında tarihî bir karakter tarafından yazıldığına inanıyorlar ama yanılıyor olabilirler... v.b. Pekiyi buna nasıl karar veriyoruz? Mistiklerin, tarihsel olarak deneyimlerini onyıllar, yüzyıllar ve hatta binyıllar boyunca kontrol ve tasfiye ettiği gibi, biz de bunu deneyime dayandırarak kontrol edip, bir yargıya varıyoruz. Ve tüm bu mistik deneyimin kaydı, modern bilimin bir “tecrübesizlik abidesi” gibi gözükmesini sağlıyor. Yani hadise şu; bu yaklaşım, mistik iddiaları çürütmek bir yana, onları tam anlamıyla herhangi bir alandaki deneyime dayalı bilgiyle aynı statüye yerleştiriyor.

TKW: Gayet akla uygun gözüküyor. Ama sık sık, mistik vizyonun aslında şizofrenik bir nitelik taşıdığının söylendiğini duyuyorum. Bu genel ithama karşı nasıl bir cevabınız var?

KW: Ben, hiç kimsenin bazı mistiklerin ayrıca bazı şizofrenik unsurlar ifşa ettiklerinden ve bazı şizofrenlerin de, ayrıca mistik içgörü taşıyabileceklerinden şüphelendiğini sanmıyorum. Bu alanda, mistik deneyimlerin de şizofrenik halüsinasyonlar olduğuna inanan bir otoritenin varlığından haberdar değilim. Ama böyle düşünen birçok “önemsiz” kişi tanıyorum ve bu dar alanda, onları bunun doğru olmadığına ikna etmek cidden zor. Yani şunu belirtmeme izin verin: Mistiklerin uyguladığı tinsel ya da tefekkürî pratikler -tefekkürî ibadet ya da meditasyon gibi- kişi üzerinde oldukça etkili olabilir ama çok sayıda normal, sağlıklı yetişkin kadın ve erkeği etkisi altına alıp, birkaç yıl içinde, halüsinasyonlar üreten kronik şizofrenlere dönüştürecek kadar olmadığı kuşku götürmez bir şey. Zen üstadı Hakuin, ardında Japon Zen öğretisini revize edip yeniden organize eden 83 tane “dönüşmüş” öğrenci bıraktı. Japon Zen öğretisi bir yana, 83 halüsinatif şizofren bir tuvalet turu bile organize edemezdi.

TKW: (Gülerek) Son bir itiraz: “Tin’le bir olma” tasavvuru sadece, kişiyi ölümlülüğün ve faniliğin korkularından uzak tutmaya yönelik pasif bir savunma mekanizmasıdır.

KW: Eğer “Tin’Ie olmak” bir idea ya da bir ümit olarak sadece, varlığına inanılan bir şeyse bu aynı zamanda Up from Eden ve A Sociable God  adlı kitaplarımda açıklamaya çalıştığım üzere, kişinin “ölümsüzlük projesinin” de bir parçasıdır, ölümü savuşturup bir hayat devamlılığı sözü veren bir savunma sistemidir. Ama Tin’le kurulan zamandışı birleşme deneyimi, bir idea ya da ümit değildir, doğrudan (bire-bir) bir kavrayıştır. Ve biz bu doğrudan deneyime şu üç bakış açısından biriyle yaklaşabiliriz: Halüsinatif olduğu iddia ederek ki bunu cevapladım; ya da bunu, Tin’e yönelik doğrudan bir deneyim olduğunu zaten kendisi yankılıyormuş gibi kabul ederek.

TKW: Yani sonuçta, bu dâhiyane mistizmin, dogmatik dinin aksine gayet bilimsel olduğunu çünkü ampirik bulguya ve tecrübeye dayandığını mı iddia ediyorsunuz?

KW: Evet, kesinlikle. Mistikler sizden saltık inanç üzere konumlanmanızı istemiyorlar. Daha çok onlar size, kendi bilinçliliğiniz ve deneyiminize vurarak test etmeniz için bir deneyim birleşimi sunarlar. Laboratuvar sizin kendi zihniniz, deney biçimi ise meditasyondur. Siz kendiniz bunu deneyip, test sonuçlarınızı, bu deneyi daha önce yapmışlarınkiyle mukayese edersiniz. Gerçekliği üzerinde uzlaşılan bu deneysel bilgi havuzunun ötesinde, Tin’in kesin yasalarına ulaşırsınız -kesin, derin gerçeklere, tabii eğer isterseniz. Ve ilk yasa Tanrı’dır.

TKW: Böylece bu bizi perenyal ya da mistik felsefeye ve onun yedi önemli noktasına geri götürüyor. İkincisi şuydu: Tin içseldir.

KW: Tin içseldir ve içsel bir evren vardır. Mistiklerin alt-üst edici mesajı şudur: Varoluşunuzun en özünde Siz Tanrısınız. Tam manasıyla şu; Tanrı ne içsel ne de dışsaldır -Tin tüm düaliteyi aşan bir şeydir. Ama kişi bunu ancak, durmaksızın içsel olana bakmakla keşfedebilir ta ki “içsel” olan “aşırı” olana dek. Chandogya Upanishad ’ın şu sözleri perenyal gerçeğin en ünlü versiyonuna işaret eder: “Varoluşunuzda bunu, bu Gerçeği fark etmiyorsunuz ama aslında o var. Sizin kendi varoluşunuzun gizli özü olan şey. Varolan her şey kendi özüne sahiptir! Görünmez ve gizli bir öz tüm evrenin Tin’idir. Bu ‘Gerçek’tir, bu ‘Öz’dür ve siz, siz Bu’sunuz.”

Siz ‘Bu’sunuz - tat twam asi. Söylemeye bile gerek yok, ‘Bu’ olan siz, ‘Siz’ olan Tanrı, sizin bireysel ya da izole özünüz ya da egonuz, şu ya da bu öz, Bay ya da Bayan ... v.b. değildir. Aslında, bireysel öz ya da ego, tam da Ulu Kimliğin ayırdına varmamızı engelleyen şeydir. Daha çok şu: Bahsi geçen “siz”, sizin en derin noktanızdır -ya da eğer isterseniz, en yüksek nokta deyin- gizli öz ise Upanishad ’ın belirttiği gibi, sizin fani egonuzu aşıp, doğrudan Kutsalla ilişki kuran şeydir. Yahudilikte buna ‘ruach ’ denir, bu ‘nefesh’ ya da bireysel ego değil, kutsal ya da birey-ötesi tindir. Hıristiyanlık’ta bu, en iyi ihtimalle Tanrı’ya bağlanabilen ‘psyche’ ya da ruh değil, Tanrı’yla aynı özden olan ‘pneuma’ ya da tindir. Coomaraswamy’nin belirttiği gibi, kişinin ölümsüz-sonsuz tini ile bireysel-ölümlü ruhu (ego) arasındaki ayrım, perenyal felsefenin temel ilkesidir. Sanırım bu, Mesih’in “kendi ruhundan nefret etmedikçe” kişi gerçek bir Hıristiyan olamaz, vurgusunu anlayabilmenin en iyi yolu. Sadece, ölümlü ruhunuzdan “nefret etmek”, onu “fırlatıp atmak” ya da onu “aşmak” suretiyle ölümsüz ruhunuzu, Tüm’le bir oluşunuzu keşfedebilirsiniz.

TKW: St. Paul, “Yaşıyorum, ama aslında ben değil, içimdeki Mesih yaşıyor” diyordu. Siz, St. Paul’un Mesih’le bir olan gerçek Öz’ünü keşfettiğini ve bunu eski ya da değersiz özüyle, bireysel ‘psyche’ ya da ruhu ile değiştirdiğini mi söylüyorsunuz?

KW: Evet. Sizin ‘ruach’ ya da yurdunuz, ‘nefesh’ ya da ego değil, Ulu Gerçekliktir. Şu çok açık ki, eğer siz bireysel özünüzün Tanrı olduğunu sanıyorsanız, başınız dertte demektir -yanı bu durumda, psikoz ya da paranoid şizofreniden mustaripsinizdir. Bu, dünyanın en önemli felsefecileri ve bilgelerinin kesinlikle uzak durduğu bir şeydir.

TKW: Ama öyleyse, neden daha fazla insan bunun ayırdına varmıyor? Eğer Tin gerçekten içsel değilse neden bu durum herkes için net değil?

KW: İşte bu, üçüncü nokta. Eğer ben gerçekten Tanrı ile bir isem neden bunu fark etmiyorum? Bir şeyler Beni Tin’den ayırıyor olmalı. Neden bu Düşüş? Günah nedir?

TKW: Elmayı yeme hikâyesi değil.

KW: (Gülerek) Elmayı yeme hikâyesi değil. Çeşidi gelenekler, bu soruya birçok değişik cevap sunuyorlar ama hepsi, temelde şu noktada birleşiyor: Ben, kendi gerçek kimliğimi ya da Tin’le bir oluşumu algılayamıyorum çünkü benim “uyanıklığım” şu anda içinde bulunduğum belirgin bir aktivite tarafından bulanıklaştırılıyor ya da bloke ediliyor. Ve bu aktivite birçok isimle anılıyor olmasına karşın, aslında kendi uyanıklığımı, bireysel özüme ya da egoma odaklama eylemimden başka bir şey değildir. Bu demektir ki, uyanıklığım açık, rahat ve Tanrı’ya odaklanmış değil; aksine, kapalı, sıkışık ve kendine odaklanmış bir durumdadır. Ve tam olarak, her şeyi dışarıda bırakarak kendime çekilmem nedeniyle, Tüm’le bir oluşumu, gerçek kimliğimi ya da ilksel kimliğimi keşfedemiyorum. Benim bireysel doğam, “doğal insan”, bu yüzden “düşmüş”tür ve günahla, ayrık oluşla ve yabancılaşmayla örülmüş olarak Tinden ve dünyanın geri kalan kısmından ayrık bir varoluşa sahiptir. Kendi bilincimde, varoluşum karşısında dışsal, yabancı ve düşman bir konuma yerleştirdiğim “dış” dünyadan izole edilmiş ve ayrık kodlanmış bir benliğe sahibim. Ve varoluşumun kendisi, Tüm’le bir olmak, varolan her şeyle bir olmak ve sonsuz Tin’le bir olmaktan öte, bu izole, ölümlü bedenin duvarları arasında hapsedilmiş gözüküyor.

TKW: Bu durum genellikle “düalizm” olarak anılıyor, öyle değil mi?

KW: Evet, bu doğru. Kendimi, dış dünyanın “nesne”lerinden ayrılan bir “özne” olarak ikiye bölüyorum ve bu keskin düalizmi temel alarak dünyayı uyuşmaz zıtlıklara bölmeye devam ediyorum; hazza karşı acı, iyiye karşı kötü, doğruya karşı yanlış... v.b. ve perenyal felsefeye göre kişi, kendine çekilmeye, özne/nesne düalizmine odaklanmış bir uyanıklıkla asla Gerçekliği olduğu gibi, bütünlük içinde ve bir Ulu Kimlik olarak algılayamaz. Başka bir deyişle; günah, kendine çekilmektir, ayrık-öz algılayışıdır, egonun kendisidir. Günah, özün eylediği bir şey değil, özün kendisidir.

Ayrıca, kendine çekilme, izole özne “buradadır”, çünkü Tüm’le bir olan gerçek kimliğinin ayırdında değildir, keskin bir yokluk, yoksunluk ve parçalanma hissi taşımaktır. Başka bir deyişle, ayrık-öz acı çekmeye mahkûmdur -daha ilk varoluş anında “düşmüş” bir şeydir. Acı çekmek ayrık-özün doğası gereğidir. “Günah”, “acı çekmek” ve “öz” aynı sürece verilen farklı adlardır; geri çekilme ve parçalanma sürecine. Özünüzü acı çekmekten kurtaramazsınız. Gautama Buda’nın belirttiği gibi, acıyı çok etmek için özünüzü yok etmelisiniz -bunların ikisi birbirine bağlıdır.

TKW: Yani, bu düalistik dünya, “düşmüş” bir dünyadır ve ilk günah kendine çekilme eylemidir, diyorsunuz. Ve sadece Doğu mistiklerinin değil, Batı mistiklerinin de günah ve cehennemi ayrık-öze bağlı olarak tanımladıklarını mı iddia ediyorsunuz?

KW: Evet, kesinlikle -ayrık öz ve onun sevimsiz açgözlülüğü, tutkuları... Doğu’da özellikle de Hinduizm ve Budizm’de ayrık-öz ile Cehennem ya da Samsara ’nın birbirine eşdeğer oluşunun belirgin bir şekilde vurgulandığı doğru. Katolik, Gnostik, Quaker, Kabala ve İslamî mistizm yazılarında da aynı tema ile karşılaşırsınız. İngiltere’de yaşamış olan Hıristiyan Mistiği William Law’dan bir şey okuyacağım: “Bütün gerçek burada gizli. Bütün günah, ölüm, lanetlenme ve cehennem, ruhu Tanrı’dan ayırıp sonsuz ölüm ve cehenneme hapseden, öz-krallığı ya da öz-sevgiden, öz-güven ya da öz-arayışın çeşitli biçimlerinden başka bir şey değildir.” Ya da “Daha önce şeytanı hiç görmediyseniz, kendi özünüze bakın.” diyen Celaleddin Rumî’yi hatırlayalım. Ya da Sufî Ebu’l-Hayr’ı: “Cehennem diye bir şey yoktur ama öz-zindanı vardır, cennet diye bir şey yoktur ama özden kurtuluş vardır.” Bu ayrıca, Theologia Germanica ’da da geçen, cehennemde yanacak olan şey, öz-arzudan başka bir şey değildir, iddiasının ardında yatan şeydir.

TKW: Evet, anlıyorum. Yani “küçük-öz”ün aşılması, “büyük-Öz”ün keşfidir.

KW: Evet. Bu “küçük öz’ ya da bireysel ruh, Sanskritçe’de “düğüm” ya da “büzülme” anlamına gelen, ‘ahamkara’ olarak bilinir yani bu ‘ahamkara’, bu uyanıklıktaki düalistik ya da ego merkezli büzülme bizim “düşmüş” durumumuzun çatısını oluşturur.
İşte bu bizi, perenyal felsefenin dördüncü önemli noktasına getiriyor; Düşüş’ü tersine çevirecek bir yol vardır, illüzyon düğümünü çözecek bir yol vardır...

TKW: Küçük özden kurtulmak.

KW: (Gülerek) Evet, küçük özden kurtulmak. Hayatta kalmak ya da ayrık-öz bilincinin, küçük özün, kendine-çekilmenin ölümü. Eğer Tüm’le bir olan kimliğimizin keşfine yönelmek istiyorsak, izole egodan feyiz alan yanılsamalı kimliğimizin yok olmasına izin vermeliyiz. Bu Düşüş, hemen şimdi, aslında bütün bunların hiç varolmadığı -sadece Tanrı’nın varolduğunu, ayrık-özün bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını idrak etmekle, tersine çevrilebilir Ama birçoğumuz için bu Düşüş, adım adım, yavaşça tersine çevrilmelidir. Başka bir deyişle dördüncü önemli nokta şudur; bir yol mevcuttur -eğer sonuna dek izlenirse, bizi bu düşmüş durumdan aydınlanmış bir duruma, Samsara’dan Nirvana’ya, Cehennem’den Cennet’e yükseltebilecek bir Yol. Plotinus’un belirttiği gibi bu, ferdden Ferd’e, özden Öz’e doğru yapılan bir uçuştur.

TKW: Bu Yol meditasyon mudur?

KW: Öyle ki benim “Yol”dan kastettiğim şeyi kapsayan, çeşitli “yollar” vardır diyebiliriz -yine aynı derin yapıları paylaşan birçok yüzeysel yapı vardır. Örneğin Hinduizm’de beş temel yol ya da yoga olduğu söylenir. “Yoga”, basitçe, “birleşme” demektir, ruhu Tanrı’yla birleştirmenin bir yolu. İngilizce’de bu kelimenin karşılığı “bağ”dır [yoke]. Yani buna göre, Mesih “bana ulaşan bağ [yoke] kolaydır” derken “bana ulaşan Yoga kolaydır” demiş oluyor. Aynı kökenle, Hititçe’de “yugan”, Latince’de “jugum” ve Yunanca’da “zugon” ile ... karşılaşırız.
Ama belki hadiseyi şöyle basitleştirebilirim: Hinduizm’de ya da başka herhangi bir düşünsel gelenekte bulunsun, bütün yollar temelde ikiye ayrılır. Burada, Swami Ramdas’tan bir alıntı yapmak istiyorum: “İki yol vardır; biri egonuzu sonsuzluğa dek genişletmeniz ve ikincisi, egonuzu sıfıra indirgemeniz, birincisi bilgiyle, ikincisi ise bağlılıkla mümkündür. Jnani (birinci yol) şöyle der: ‘Ben Tanrıyım, Evrensel Gerçek.’ Sofu ise şöyle der: Tanrım, ben bir hiçim, sen her şeysin.’ İki durumda da ego bilinci yok olur.”

Önemli olan nokta şu ki, her iki durumda da, bu Yol’da ilerleyen birey, küçük özü aşmak ya da küçük özden bertaraf etmek suretiyle, Evrensel Tin’le bir olan Ulu kimliğini yeniden keşfeder. Ve bu bizi, perenyal felsefenin beşinci önemli noktasına götürüyor yani, Yeniden Doğuş, Yeniden Dirilme ve Aydınlanma meselesine. Varoluşunda, küçük öz ölmeli ki, büyük Öz yeniden dirilebilsin. Bu, ölüm ve yeniden doğuş olayı farklı gelenekler tarafından birçok değişik terimle ifade ediliyor. Hıristiyanlıkta bu, prototipini tabii ki Âdem ve İsa’da buluyor -Mistiklerin, “Eski insan” ya da “Dışsal İnsan” dediği Âdem, Cehennemin kapılarını aralarken: “Yeni insan” ya da “İçsel İnsan” İsa, Cennetin kapılarını aralar. Mistiklere göre İsa’nın ölümü ve yeniden dirilmesi, ayrık-özün ölüp, yeni ve sonsuz bir alın yazısıyla yeniden dirilmesinin ya da başka bir deyişle, Kutsala ya da Mesih Öz’üne ve miracına bürünmesinin arketipidir. St. Augustine’in dediği gibi. “Tanrı insan oldu, demek ki insan da Tanrı olabilir”. İnsanlıktan Tanrılığa ya da dışsal kişiden içsel kişiye veyahut özden Öz’e dönüşme süreci, Hıristiyanlıkta, hem “tövbe” hem de “dönüşüm” anlamına gelen ‘metanoia’ terimi ile adlandırılır -özden (ya da günahtan) tövbe ediyoruz ve Öz (ya da Mesih) olarak dönüşüyoruz, yani sizin dediğiniz gibi “Ben değil, içimdeki Mesih yaşadı”. Benzer bir şekilde, İslamiyet’te de bu ölüm-ve-yeniden dirilme olayı hem “tövbe” anlamına gelen ‘tevbe’, hem de “dönüşüm” anlamına gelen ‘kalb’ terimi ile anılıyor; her ikisi de el-Bistami’nin şu özlü deyişiyle özetlenebilir: “Özün unutulması, Tanrının hatırlanmasıdır.”

Hem Hinduizm’de hem de Budizm’de, bu ölüm-ve-yeniden dirilme olayı, daima bireysel ruhun (jivatman) ölümü ve insanın gerçek doğasının tekrar uyanması olarak tanımlanmıştır. Metaforik olarak Hindular bunu, Bütün Varoluş (Brahman), Budistler ise Safî Açıklık (Shunyata) olarak tanımlarlar. Gerçek yeniden doğum ya da öteye geçiş anı, aydınlanma ya da özgürleşme (moksha ya da bodhi) olarak anılır. Lankavatara Sutra’da bu aydınlanma deneyimi “bilinçliliğin en derin noktasında mutlak bir dönüşüm” olarak tanımlanıyor. Bu “dönüşüm” basitçe; gerçekte, sadece büyük, açık, kesin bir uyanıklığın olduğu yerde, ayrık ve cismani bir öz yaratma eğilimimizin tasfiyesidir. Zen’de bu dönüşüm ya da ‘metanoia’satori ya da kensho olarak bilinir. “Ken” gerçek doğa, “sho” ise “doğrudan görmek” demektir. Kişinin, gerçek doğasını doğrudan görmesi Buda olması demektir. Meister Eckhart’ın belirttiği gibi, “Bu öteye geçiş eyleminde, Tanrı ve ‘ben’in aynı olduğunu keşfettim.”

TKW: Bu aydınlanma, gerçekten gerçek-ölüm deneyimi ile mi vuku buluyor yoksa bu, sadece genel bir metafor mu?

KW: Evet, gerçek anlamda egonun ölümü. Bu bir metafor değil. Bu deneyimin sonuçları dramatik olabilir ya da olmayabilir ama siz kesinlikle uyanır ve diğer şeylerin yanı sıra, sizin gerçek varlımızın şu anda baktığınız her şey olduğunu fark edersiniz, yani bütün görüngü dünyasıyla, bütün evrenle bir olduğunuzu keşfedersiniz. Bu kulağa aşırı gelebilir ama gerçek şu ki siz, Tanrı ve Bütünle bir olmamışsınızdır; hal-i hazırda, sonsuzca bu birliğe nail olmuş fakat bunu daha önce fark etmemişsinizdir.

Tüm’ü -kapsayan Öz’ü- keşfetmenizin yanı sıra, küçük özünüzün öldüğünü, gerçekten öldüğünü hissedersiniz. Zen’desatori  “Müthiş ölüm” demektir. Eckhart da bunu açıkça ortaya koyuyor: “Ruh, kendini ölüme bırakmalı.” Coomaraswamy ise şöyle açıklıyor: “Ancak, kendi özümüzü temsil edecek hiçbir şey kalmayıncaya kadar ölü-öz tuğlalarımızı üst üste dizersek, gerçekten olduğumuz şey oluruz.” Ve yine Eckhart şöyle diyor; “Tanrı’nın Krallığı hiçbir şeyle değil ama ölümle günışığına çıkar.”

TKW: Küçük öz olarak ölmek, sonsuzluğun keşfidir.

KW: [Uzun bir duraksama] Evet, sonsuzluğu, sonsuz bir zaman değil, zamansız bir nokta olarak algılarız, yanı sonsuz şu an ya da zamansız şimdi olarak. Öz, zaman içinde sonsuza kadar değil, zaman öncesi, tarih öncesi, değişim ve süreklilik öncesi zamansız bir şimdide yaşar. Öz, Saf Varlık gibi şimdiye aittir, sonsuz bir sürekliliğe sahip değildir; bunun aksi, korkunç bir kavrayış olurdu.

Her neyse, bu bizi perenyal felsefenin altıncı önemli noktasına getiriyor; aydınlanma ya da özgürleşme, acı çekmeye bir son verir. Örneğin Buda Gautama, sadece iki şey öğrettiğini söyler: Acı çekmenin sebepleri ve acı çekmenin nasıl sona erdirileceği. Acı çekmeye sebebiyet veren şey, ayrık özün açgözlülüğü ve tutkusudur ve bunu sona erdiren şey ise, özü ve arzuyu aşan meditatif bir yoldur. Önemli olan nokta şu ki, acı çekmek düğüm ya da büzülme olarak anılan özün doğasında gizlidir ve acı çekmeye bir son vermenin tek yolu öze bir son vermektir. Ama bu, aydınlanmadan ya da genel tinsel bir pratikten sonra bir daha hiç acıyı hissetmeyeceğiniz, ıstırap çekmeyeceğiniz, korku duymayacağınız ya da canınızın yanmayacağı anlamına gelmez. Bütün bunlar olmaya devam eder. Ama basitçe şu ki, bütün bunlar artık sizin varoluşunuz için bir tehdit unsuru değildir ve bir problematik oluşturmazlar. Artık ne onlar tarafından temsil edilir, ne onları dramatize eder, ne de onlar tarafından tehdit edilirsiniz. Çünkü artık tehdit edilebilecek bir parçalanmış Öz mevcut değildir ve büyük öz de “Tüm” olduğu ve dış dünyada onu incitebilecek hiçbir şey olmadığı için tehdit edilemez bir durumdadır. Kişinin kalbinde, müthiş bir rahatlama ve çözülme hissi uyarır. Birey, çekilen acının dozu ne kadar yüksek olursa olsun, bunun temelde gerçek Varlığını etkilemeyeceğinin farkına varır. Acı silsilesi gelir ve geçer ama kişi artık “tüm kavrayışı kaplayan huzur”a sahiptir. Bilge kişi acıyı hisseder ama “canı yanmaz”. Çünkü bilge kişi, acı çekmenin ayırdındadır, onun motivasyonu, acı çeken ve bu acının gerçek olduğuna inanan diğer insanlara yardım etme isteği ve şefkattir.

TKW: Ve bu bizi, aydınlanmış motivasyon hakkındaki yedinci noktaya ulaştırır.

KW: Evet. Gerçek aydınlanma, sosyal eyleme merhamet ve şefkatin hâkim olmasını ve herkese “Ulu Özgürleşme” yolunda yardım elini uzatılmasını da beraberinde getirir. Aydınlanmış eylem basitçe, öz-dışına yönelmiş eylemdir (hizmet). Hepimiz aynı öz’de ya da Mesih’in mistik vücudunda ya da aynı Dharmakaya’da bir olduğumuza göre, diğerlerine hizmet etmem demek, kendime, kendi Öz’üme hizmet etmem demektir. Sanırım Mesih İsa “Komşularınızı kendi özünüz [your self ] gibi sevin” derken aslında “Komşularınızı kendi Öz’ünüz [your Self ] gibi sevin” demek istemiş olmalı.

TKW: Teşekkürler.
~
Kaynak
Merhamet ve Metanet - Ken Wilber
Çeviren: Ahmet Ergenç
İnsan Yayınları, sf 96-107