El-Munkizü Mine’d-Dalâl
İmam Gazalî
~ bölümler ~
Önsöz - Derin Denizin Dalgaları - Hakikati Araştıranların Dört Sınıfı - Mutasavvıfların Tarikatine Dair - Son Bölüm
Hakikati Araştıranlara Dair
Cenab-ı Hak lûtfu ve keremi ile beni bu hastalıktan iyi edince hakikati araştıranların dört sınıftan ibaret olduğuna dikkat ettim. Birinci sınıf İlm-i Kelâm âlimleridir. Bunlar rey ve istidlal sahibi olduklarını iddia ederler. İkinci sınıf Bâtıniye fırkasıdır. Bunlar, talim ashabından olduklarını, hakikatleri "İmam-ı masum12"dan öğrendiklerini söylerler. Üçüncü sınıf felsefecilerdir. Bunlar da mantık ve bürhan13 erbabı olduklarını iddia ederler. Dördüncü sınıf mutasavvıflardır. Bunlar Tanrı'nın huzurunda bulunduklarını, müşahede ve keşif ashabından olduklarını iddia ederler.
Ben de kendi kendime dedim ki hakikat bu dört mesleğin dışında kalamaz. Bu meslekler erbabı hakikati aramak yolunda yürüyorlar. Hakikat bu meslekler dışında kalırsa o, zaman ona ulaşmak ümidi kalmaz. Çünkü taklitten ayrıldıktan sonra tekrar ona dönmek imkânı yoktur. Mukallidin mukallit olduğunu bilememesi şarttır. Mukallit olduğunu bildiği anda taklide dayanan bilgisi bir şişe gibi parçalanır, hiçe iner. Bu parçalar birbirine eklenmekle düzelmiş olmaz. Meğerki dimağda eritilerek yeni bir kalıba dökülmüş olsun. Bu yola girmeye, bu fırkaların düşüncelerinin mahiyetini araştırmaya koyuldum. Önce ilmi kelâmı, sonra felsefe yolunu, daha sonra Bâtınîlerin talimatını, dördüncü olarak tasavvuf mezhebini inceledim.
İlm-i Kelâmdan Maksat ve Gaye Ne Olduğuna Dair
Evvelâ ilm-i kelâma başladım. Onu lâyıkıyla öğrendim. Özüne vâkıf oldum. Bu ilimde "Muhakkik"14 sayılan kimselerin kitaplarını mütalâa ettim. Arzu ettiğim konulara dair kitap tasnif ettim. Gördüm ki bu ilim kendi gayesini temine kâfi geliyor. Fakat benim maksadımı temin edemiyor. İlm-i kelâmın gayesi Ehl-i sünnetin akidesini muhafaza etmek, onu bidat erbabının karıştırmasından korumaktır. Tanrı, elçisinin diliyle kendi kullarına din ve dünyalarının iyiliğini sağlayan hak bir itikadı telkin etti. Kur'an-ı Kerim, Peygamber'in sözleri (hadîsler) bunu bize haber veriyor. Sonra Şeytan, bidat ashabının vesveselerine, sünnete muhalif birtakım kanaatler karıştırdı. Onu yaydılar, müslümanların doğru itikatlarını teşvik edeyazdılar. Cenab-ı Hak İlm-i Kelâm âlimlerini yarattı. Geleneğe bağlı Ehl-i sünnete muhalif olan türemiş bidat ashabının kötü gidişlerini meydana koyacak sözlerle sünnete yardım etmek arzusunu onlarda uyandırdı.
İşte İlm-i Kelâm ve Mütekellimîn bundan doğdu. Bunlardan bir taife Cenab-ı Hakk'ın kendilerine verdiği vazifeyi yerine getirdi. Sünneti iyi müdafaa, Peygamber'in telkin ettiği akideyi muhafaza ettiler. Uydurma bidatlere karşı koydular. Lâkin bu müdafaalarda, hasımları tarafından ileri sürülmüş, kendileri tarafından ya taklit, ya icma-i ümmet, yahut da Kur'an ve hadîse uygunluk dolayısıyla kabul ve teslim edilmiş bazı mukaddemetlere15 dayandılar. En çok hasımlarının sözlerindeki tenakuzları meydana koymak, onların kabul ettikleri esasların doğurduğu batıl fikirleri muaheze etmek gibi şeylerle uğraştılar. (Bedihî) sözlerden başka sözleri asla kabul etmeyen bir kimse için bu çeşit sözlerin faydası pek az olur. Binaenaleyh ilm-i kelâm kâfi derecede beni tatmin etmedi. Yukarıda şikâyet ettiğim derdime şifa olmadı. Evet "Kelâm" sanatı meydana geldikten sonra onunla iştigal çoğalıp zaman geçince "Mütekellimîn" sünneti müdafaa ederken eşyanın hakikatlerini anlatmaya özendiler. Cevherden, arazdan ve bunların ahkâmından bahsetmeğe başladılar. Fakat ilm-i kelâmdan maksat bu değildi. Bunun için sözleri asıl gayeyi temin edemedi. Halkın akide ihtilâfından doğan şaşkınlık karanlığını tamamıyla gideremedi. Benden başkası için böyle bir gaye tahakkuk etmiş olabilir. Hattâ bir kısım insanlarda böyle bir gayenin tahakkuk etmiş olduğuna şüphe etmem. Fakat bunun "evveliyat"tan16 olmayan bazı noktalarda taklit ile karışık olduğu da şüphesizdir. Ben şimdi kendi halimi anlatıyorum. Yoksa ilm-i kelâmdan şifa bekleyenlere diyeceğim yok. Şifa veren ilâçlar derdin başkalığına göre değişir. Ne kadar ilâç vardır ki bir hastaya menfaat, diğer birine mazarrat verir.
Felsefenin Gayesine Dair
(Felsefenin gayesi nedir? Kötü olan ve olmayan kısımları hangileridir? Felsefeciler hangi sözlerinde tekfir olunurlar, hangilerinde olunmazlar? Hangi sözlerinde ehli bidatten sayılırlar, hangilerinde sayılmazlar? Ehl-i hakkın sözlerinden çalıp bâtıl maksatlarını kabul ettirmek için kendi sözlerine karıştırdıkları sözler nelerdir? Hak dedikleri bu sözlerden halk nasıl nefret etmiştir? Hakikat sarrafı olan kimseler felsefecilerin sözlerindeki halis hakkı kalp ve mağşuş haktan nasıl ayırt etmişlerdir? Bu cihetleri izah edeceğim.)
İlm-i kelâmı bitirdikten sonra felsefeye başladım. Şunu kesin olarak anladım ki bir ilme son haddine kadar vâkıf olmayan kimse o ilimdeki bozukluğa vâkıf olamaz. O derece vâkıf olmalı ki o ilimde en büyük âlim sayılan kimseye eşit olmakla kalmayıp onun derecesini geçmeli ve onun kavrayamadığı derin noktaları, gaileleri kavramalıdır. Ancak o zaman o ilmin fasit olduğuna dair iddiası doğru olabilir. İslâm âlimleri içinde himmetini bu noktaya sarfetmiş bir kimseyi göremedim. Mütekellimînin, kitaplarında felsefecileri reddettikleri yerlerde onlardan aldıkları sözlerin hep vuzuhsuz, perişan, tenakuz ve fesatla dolu olduğunu gördüm. İlimlerin inceliklerine nüfuz ettiğini iddia edenler şöyle dursun, cahil halktan bir kimse bile o sözlere kanamaz. Anladım ki bir mezhebi iyice anlamadan, özüne vâkıf olmadan reddetmek karanlığa kubur sıkmak gibidir. Bu sebeple felsefe tahsiline ciddiyetle sarıldım. Bu bapta yazılmış kitapları bir üstattan yardım görmeğe muhtaç olmadan mütalaaya koyuldum. Şer'î ilimlerin tedris ve tasnifinden boş kaldığım saatlerde buna çalıştım. O sıralarda Bağdat'ta üç yüz talebeye ders veriyordum. Cenab-ı Hak, boş zamanlarımdaki bu mütalâalarla iki seneden az bir vakitte beni bu ilmin en son haddine muttali kıldı. İlmi tamamıyla anladıktan sonra bir sene kadar da daimî surette onu düşündüm, tekrarladım, derinliklerine daldım. Nihayet oradaki aldatmalara, tezvirlere, hakikat ve hayallere şek ve şüpheye mahal kalmayacak surette vâkıf oldum. Şimdi felsefecilerin ve ilimlerinin hikâyesini benden dinle. Bunların birkaç sınıf olduğunu, ilimlerinin de birkaç kısımdan ibaret bulunduğunu gördüm. Bütün bu sınıflar; eskilerle daha öncekiler, sonrakilerle evvelkiler arasında, hakikatten uzak ve yakın olmak hususunda büyük fark bulunmakla beraber hepsi küfür ve ilhat17 damgasını taşırlar.
Felsefecilerin Sınıflarına ve Hepsinde Küfür Damgasının Bulunduğuna Dair
Felsefeciler; fırkaları çok, mezhepleri muhtelif olmakla beraber üç kısma ayrılırlar: Dehrîler, tabiîler, ilâhîler.
Birinci sınıf dehrîlerdir. Bunlar en eski felsefecilerden bir taifedir. Kâinatın tedbirli, âlim, ve muktedir bir yaratıcısı bulunduğunu inkâr ettiler, âlem öteden beri kendiliğinden böylece mevcuttur, bir yaratıcısı yoktur. Hayvan meniden vücuda gelir. Meni de hayvandan hâsıl olur. Öteden beri böyledir ve böyle gidecektir; dediler. Bu kısım felsefeciler zındıktırlar.
İkinci sınıf tabiîlerdir. Bunlar bir zümredir ki en çok tabiat âleminden, hayvanların ve nebatların acaibinden bahsettiler. "Hayvanların azasını teşrih" ilmi ile çok meşgul oldular ve bu ilimde Cenab-ı Hakk'ın çok hayret verici sanatlarını ve yüksek hikmetlerini gördüler. İşlerin gayelerine vâkıf, kadir ve hakîm bir halikın varlığını itirafa mecbur kaldılar. Teşrihi ve menafilül'aza ilminin acayip cihetlerini mütalâa eden her insanda hayvan yapısını, bahusus insan yapısını bina eden Allah'ın tedbirlerindeki kemale dair böyle zarurî bir ilim hâsıl olur. Fakat, tabiîler tabiattan çok bahsettikleri için hayvanî kuvvetlerin kıvam ve kemal üzere bulunmasında mizacın itidal üzere bulunmasının büyük tesiri olduğuna vâkıf oldular. İnsandaki "Kuvve-i âkıle18"nin de mizaca tâbi olduğunu zannettiler ve mizacın bozulmasıyla o da bozulur ve yok olmuş bir şey tekrar var olamaz, dediler. Bu sebeple bunlar "Nefs ölür, bir daha dönmez" fikrine sahip oldular ve ahiret yoktur, dediler. Cenneti, cehennemi, kıyameti ve hesabı inkâr ettiler. İbadet için sevap, günah için azap olacağını kabul etmediler, gemsiz, başıboş kaldılar. Hayvanlar gibi, şehvetlere daldılar, Bunlar da zındıktırlar. Çünkü imanın esası Allah'a ve ahirete inanmaktır. Bunlar Allah'a ve sıfatlarına inandılarsa da ahireti inkâr ettiler.
Üçüncü sınıf ilâhîlerdir. Bunlar daha sonra yetişen felsefecilerdir. Bunlardan biri Eflâtun'un hocası olan Sokrat'tır. Eflâtun da Aristo'nun hocasıdır. Mantık ilmini tertip eden, felsefî ilimleri telhis edip kolayca istifade edilir hale getiren Aristo olmuştur. Bu suretle bu ilimlerin, anlaşılması güç kısımları daha kolay anlaşılır bir hale geldi. Bunların hepsi, yukarıdaki iki sınıfı, yani dehrîlerle tabiîleri reddettiler. Onların büyük hatalarını başkalarına söz bırakmayacak surette açıkladılar. Onların bu suretle birbiriyle çarpışmaları "Allah müminleri çarpışmadan kurtardı" manasındaki âyet-i kerime fehvasınca müminlerin onları reddetmek için uğraşmasına hacet bırakmadı. Sonra Aristo, Eflâtun'un, Sokrat'ın ve daha önce yaşamış ilâhîlerin felsefesini şiddetle reddetti, hepsinden uzaklaştı, ayrı kaldı. Bununla beraber onların küfür ve bidat sayılan bazı fikirlerini kabul etti, kendini o gibi fikirlerden kurtaramadı. Bu sebeple gerek bunları, gerek İbn-i Sina, Farabî ve başkaları gibi onlara uyan islâm felsefecilerini tekfir etmek vacip oldu. Şunu da ilâve edelim ki hiçbir müslüman filozof İbn-i Sina ve Farabî kadar Aristo'nun ilmini bize lâyıkıyla nakletmeğe muvaffak olamamıştır. Başkalarının naklettikleri hep hatalı ve karışıktır. Okuyanların zihni karışır, anlayamaz. Anlaşılmayan bir şey nasıl red veya kabul edilebilir? İbn-i Sina ve Farabî'nin nakillerine göre Aristo'nun bizce malûm olan bütün felsefesi üç kısma ayrılır. Bir kısmı küfre gider, bir kısmı bidat sayılır, bir kısmının da asla inkârı icap etmez.
Bunları tafsil edelim.
Felsefenin Kısımlarına Dair
Felsefî ilimler, elde etmek istediğimiz maksada göre, altı kısımdır: Riyaziye, mantık, tabiîye, ilâhiye, siyasiye, ahlâk.
1. Riyaziye
Riyaziye; hesap, hendese ve heyet ilimlerinden ibarettir. Bunların hiçbirinde ne müsbet, ne de menfi cihetten dine taallûk eden bir cihet yoktur. Bunlar aklî delillerle ispat olunan şeylerdir. Anlaşılıp öğrenildikten sonra inkâra mahal kalmaz. Fakat bunlardan iki fenalık doğmuştur. Birisi şudur: Bu ilimleri mütalâa eden kimse oradaki incelikleri ve delilleri hayret ve taaccüp ile karşılar. Bu yüzden felsefecilere karşı içinde takdir hissi uyanır. Zanneder ki felsefecilerin bütün ilimleri açık olmak ve kuvvetli delile dayanmak hususunda bu ilim gibidir. Sonra felsefecilerin küfrünü, Allah'ı inkâr ettiklerini, maneviyata kıymet vermediklerini şundan bundan işitir, sırf onları taklit etmek sebebiyle kâfir olur. Kendi kendine «Din hak bir şey olsaydı riyaziyeyi bu kadar incelemiş olan bu büyük adamlarca malûm olurdu, gizli kalmazdı.» der, onların küfrünü, inkârını işitince dini inkâr etmenin doğru olduğuna kanaat getirir. Başka hiçbir dayanağı olmadığı halde yalnız böyle bir düşünce ile doğru yoldan çıkan ne kadar adam gördüm! Taklit ile doğru yoldan çıkan bu adama: «Bir ilimde mahareti olan kimsenin diğer ilimlerde de mahir olması lâzım gelmez. "Fıkıh, Kelâm" ilimlerini iyi bilen bir insanın "tıp" ilminde de hazık olması icap etmez. Sonra aklî ilimleri bilmeyen bir kimsenin "Nahiv" ilmini de bilmemesi iddia edilmez. Her ünün erbabı vardır. O ilimde ilerlemişler, başkalarını geçmişlerdir. Bazen bunlar başka ilimlerde cahil ve ahmak mevkiine düşerler. Eskilerin riyaziyata ait sözleri delile dayanır. Fakat ilahiyatta tahminîdir. Bunu ancak tecrübe eden, onunla meşgul olan anlar.» dense kulağına girmez, kabul etmez. Nefsinin galebesi, tembellik arzuları, kendini akıllı göstermekten hoşlanması gibi haller onu bütün ilimlerde felsefecilere iyi gözle bakmakta ısrar etmeğe sevk eder. Bu büyük bir afettir. Bu sebeple bu ilimlerle fazla meşgul olanları menetmek vacip olur. Çünkü bu ilimler gerçi dine taallûk etmezler, ancak felsefecilere ait ilimlerin başlangıcı olduğu için felsefecilerin fenalığı ve uğursuzluğu okuyana sirayet eder. Bununla fazla uğraşanlar içinde dinden çıkmayan, takva gemini başından atmayan pek az kimse vardır.
İkinci fenalık, islâm dininin cahil taraflarından gelmiştir. Bunlar felsefecilere ait bütün ilimleri inkâr etmeyi dine hizmet ve yardım saydılar. Bu suretle onların bütün ilimlerini red, cahil olduklarını iddia ettiler. Hattâ onların ay ve güneşin tutulması hakkındaki sözlerini kabul etmediler. Bu iddiaların şer'a muhalif olduğunu söylediler. Cahillere yakışan bu iddialar, ay ve güneşin tutulmasını kat'î burhan (aklî delil) ile bilen bir kimsenin kulağına vardığı zaman kendi delilinde şüpheye düşmez, ancak islâm dininin cehil üzerine kurulduğuna, kat'î bürhanları tanımadığına hükmeder, felsefeye karşı sevgisi artar, islâm dininden yüz çevirir. Bu ilimleri inkâr etmekle islâm dinine hizmet ettiklerini zannedenlerin din aleyhinde işledikleri cinayet çok büyüktür. Şeriat, bu ilimler hakkında ne müsbet, ne menfî bir şey söylemiş değildir. Bu ilimlerde de din işlerine dokunacak cihetler yoktur. Hazreti Peygamber'in şu mânada bir sözü vardır: «Güneş ile Ay Allah'ın âyetlerinden (alâmetlerinden) iki âyettirler. Bir kimsenin ne ölümü19 ne de yaşaması için tutulmazlar. Böyle bir şey gördüğünüz vakit Allah'ı anmaya ve namaza koşunuz.» Bu hadîste güneş ile ayın seyrini, onların belli durumlarda içtima ettiklerini, yahut karşılaştıklarını tarif eden hesap ilmini inkâra sebep olacak bir şey yoktur. Bu hadîs-i şerifin sonu olarak gösterilen «Ancak Allah bir şeye tecelli ettiği zaman o şey hudua (baş eğmek demek) varır.» cümlesi «sahih» denilen muteber hadîs kitaplarında yoktur. İşte riyaziyatın hikmeti ve afeti budur.
2. Mantık
Mantıkta da ne müsbet, ne de menfî cihetten dine taallûk eden bir şey yoktur. Mantık delilerin, kıyaslarını usulünü, burhanın mukaddimelerinin şartlarını, bu mukaddimelerin nasıl tertip edileceğini, (hadd-i sahih) denilen tariflerin şartlarını, bunun nasıl takip edileceğini, ilmin ya tasavvurdan -ki tarif yoluyla öğrenilir- ya tasdikten -ki bürhan yoluyla öğrenilir- ibaret olduğunu tetkik eder. Bunlarda inkâr edilmesi gereken bir cihat yoktur. Bunlar "Mütekillimîn"in ve ilim erbabının delile ait zikrettikleri şeyler cinsindendirler. Aralarındaki fark ifade şekillerinde, terimlerde görülür. Bir de mantık âlimleri tariflere, taksimlere fazla ehemmiyet verirler, bunları etraflı olarak anlatırlar. Mantıkçıların sözlerine dair misal verelim. Derler ki: Her (a)'nın (b) olduğu sabit olursa, bazı (b)'nin (a) olması lâzım gelir. Yani (her insan hayvandır) sözü sabit olunca bundan (bazı hayvanın insan olduğu) manası çıkar. Bunu şöyle bir kaide ile ifade ederler: "Mucibe-i külliyenin aksi, mucibe-i cüziyedir". Bu sözlerin, dinin esaslarına ne taallûku vardır ki inkâr olunsun. İnkâr edilirse, mantıkçılar inkâr edenin aklında, hattâ dininde kusur olduğu zannına düşerler. Çünkü o adam dinin bu gibi inkârlar üzerine kurulduğu kanaatinde olduğunu göstermiştir.
Evet, mantıkçıların da bu ilimde bazı fenalıkları görülmektedir. Bunlar "Burhan" için birtakım şartlar ortaya koymuşlardır. Bu şartlarla (burhan) şüphesiz (yakîn) ifade eder. Fakat dinî meseleleri tetkik sırasında bu şartlara tamamıyla riayet edememişler, çok müsamahakâr davranmışlardır. Çok kere mantığı tetkik eden bir kimse onu beğenir, çok açık ve kat'i bulur. Sanır ki mantıkçılar kendilerinden rivayet olunan ve küfre varan meseleleri bu gibi bürhanlarla ispat etmişlerdir. Dinî ilimlerde o meseleler hakkında yapılan tahkikata iyice vakıf olmadan o yanlış fikirleri kabul ederek küfre düşer. Bu afet de mantığa ârız olmaktadır.
3. Tabiî İlimler
Bu ilim, âlemdeki cisimlerden; yani göklerden, yıldızlardan, yerdeki su, hava, toprak, ateş gibi basit cisimlerden; hayvan, nebat, madenler gibi mürekkep cisimlerden; bunların değişmeleri, istihale geçirmeleri, imtizaç etmeleri sebeplerinden bahseder. Bu, bir tabibin insan cisminden, mühim ve tâli âzasından ve mizacının istihalesi sebeplerinden bahsetmesine benzer. Din tıp ilmini inkâr etmediği gibi tabiî ilimleri de inkâr etmez. Ancak belli ve sayılı bazı meseleleri reddeder ki onları "Tehafût-ül-Felâsife"20 adındaki kitabımızda zikrettik. O kitapta zikrettiğimizden başka dine uymadığı görülen meselelerin, iyi düşünüldüğü takdirde, anlattığım meselelerde dâhil olduğu anlaşılır. Hepsinde esas olan nokta şudur: Tabiat Allah'ın emri altındadır. Kendiliğinden bir şey yapmaz. Halik'i ona yaptırır. Güneş, ay, yıldızlar ve diğer eşya Allah'ın emrine tabidirler. Hiçbiri kendiliğinden bir iş yapacak durumda değildir.
4. İlâhî İlimler
Felsefecilerin en çok yanıldıkları meseleler bu kısımdadır. Mantıkta (burhan) için kabul ettikleri şartlara lâyıkıyla riayet edemediler. Bu yüzden aralarında çok ihtilâf oldu. İbn-i Sina ve Farabî'nin anlattıklarına nazaran Aristo ilahiyatta mezhebini islamların mezheplerine yaklaştırmıştır. Fakat felsefecilerin ilahiyat bahsinde yaptıkları hatalar yirmi esasa dayanır. Üçü küfre varır, on yedisi islâm dinine nazaran bidat sayılır. Bu yirmi meseledeki kanaatlerini yıkmak için (Tehafût) kitabını tasnif ettik. Küfre varan üç meselede bütün müslümanlara muhalefet etmişlerdir. Birinci mesela şudur: İnsan öldükten sonra cesedi tekrar dirilmez. Sevap ve azap gören ruhlardır. Azaplar, ruhanîdir, cismanî değildir. "Ruhun azap duyacağını kabul etmelerinde isbat etmişlerdir. Ruh azabı duyacaktır. Ancak cesedin dirilmesini inkâr etmelerinde hatâ etmişlerdir. Ve bu iddia ile şeriat nazarında küfür irtikâp etmiş sayılırlar.
İkinci mesele: "Cenab-ı Hak külliyatı bilir, cüziyatı21
bilmez". Bu söz de şeriat nazarında açık bir küfürdür. Kur'an-ı Kerim'de şöyle denilmiştir: "Yerde ve gökte bir zerre miktarı dâhil Allah'ın ilminden hariç kalmaz." Hakikat budur.
Üçüncü mesele: Felsefeciler âlemin kadim ve ezelî olduğuna inanmışlardır. Müslümanlardan hiçbir kimse bu meseleleri bu tarzda kabul etmemiştir. Bu meselelerden başka meselelerde, meselâ, Allah'ın sıfatlarını nefiy eylemekte, "Allah zatı ile bilir, ayrıca bir ilim sıfatı yoktur." tarzındaki iddialarda mezhepleri mutezile mezhebine yakın görülmektedir. Bu gibi sözlerle mutezilenin tekfiri lâzım gelmez. "Feysal-üt-tefrika beynel-islâmi ve'-ez-zendeka" adındaki kitabımızla, kendi mezhebine muhalif olanları hemen tekfir edenlerin doğru düşünmediklerini gösterecek izahatı verdik.
5. Siyasiyat
Felsefecilerin bu husustaki bütün sözleri «dünya işlerine ait saltanat tarafından maslahata binaen kabul olunan tedbirler" diye hülâsa edilebilir. Bu baptaki bilgileri Allah tarafından Peygamberlere gönderilen kitaplardan ve geçmişte yaşamış velilerden naklolunan hikmetlerden almışlardır.
6. Ahlâk
Felsefelerin bu husustaki bütün sözleri de «nefsin sıfatlarını saymak, ahlâkını beyan etmek, bunların cins ve nevilerini anlatmak, fena olanların düzeltilmesi için lâzım gelen tedbirleri almak ve mücahedede bulunmak» tarzında hulâsa edilebilir. Bu bilgileri mutasavvıfların sözlerinden almışlardır. Mutasavvıflar Allah'a inanan bir zümredir. Allah'ın zikrine devam, nefsin arzularına muhalefet ederler. Dünyadan yüz çevirerek Allah'a giden yolda yürürler. Bu suretle vukû bulan mücahedelerinde nefsin ahlâkı, kayıpları, hareketlerinin kötü tarafları kendilerine malûm olur. Bunları açık olarak anlatmışlar, felsefeciler de alıp kendi sözlerine karıştırmışlardır. Maksatları sözlerini hoşa gidecek bir şekle sokarak bâtıl fikirlerini kabul ettirmektir. Felsefeciler asrında, daha doğrusu bütün asırlarda bu gibi Allah adamlarından bir cemaat bulunmuştur. Cenab-ı Hak dünyayı onlarsız bırakmaz. Onlar yeryüzünün manevî büyükleri, temel taşları sayılır22. Onların bereketiyle yeryüzündeki halka rahmet yağar. Hazreti Peygamber bir hadîste: "Bunların yüzü suyu hürmetine insanlara yağmur yağar, rızk ihsan olunur. Ashab-ı kehf bunlardan bir cemaat idi." buyurmuştur. Sofiler, Kur'an-ı Kerim'in beyanı veçhile eski zamanlarda da yaşamışlardır. Felsefecilerin, peygamberlerle tasavvuf erbabının sözlerini kendi kitaplarına dercetmeleri yüzünde iki fenalık meydana geldi. Biri o sözleri kabul edenler, diğeri de reddedenler hakkındadır. O sözleri reddedenler hakkındaki fenalık büyüktür. Çünkü bilgisi zayıf olan bir zümre zannetti ki o sözler onların kitaplarında yazılı ve onların bâtıl fikirleriyle karışmış olduğu için terk edilmek, okunmamak icap eder. Hattâ onları anlatanlara itiraz etmelidir, dediler. O sözleri ilk önce felsefecilerden işittikleri için bâtıl olduğu zayıf akıllarına yerleşti. Çünkü söyleyen, sözleri bâtıl bir insandır. Bir misal verelim: birisi bir Hırıstiyan'dan "Tanrı'dan başka tapacak yoktur. İsa Tanrı'nın elçisidir" sözünü işitiyor, kabul etmiyor. Diyor ki bu, Hıristiyan sözüdür. Düşünmüyor ki Hıristiyan bu sözle mi kâfir oluyor? Yoksa Hazreti Muhammed'in peygamberliğini inkâr etmekle mi? Eğer Hazreti Muhammed'in peygamberliğini inkâr dolayısıyla kâfir oluyorsa küfrünü icap eden şeylerden başka, haddi zatında hak olan şeylerde isterse o şeyin hak olduğunu o Hıristiyan da kabul etsin, ona muhalefet etmek doğru olmaz. Çünkü bu, aklı zayıf olanların âdetidir. Hakkı adam ile tanırlar, adamı hak ile değil. Akıl sahibi olan kimse akıllı insanların en büyüğü olan Hazreti Ali'ye uyar. Buyurmuş ki: "Hakkı adamla bilemezsin. Önce hakkı tanı, o münasebetle ehlini de tanırsın". Akıllı adam esasen hakkı tanır. Bir söz işittiği vakit ona bakar. Hak ise kabul eder. Söyleyen, ister bozuk fikirli bir kimse olsun, ister doğru düşünceli. Hattâ çok kere sapık kimselerin sözlerinden hakikati çıkarmağa çalışır. Bilir ki altının çıktığı yer topraktır. Bir sarrafın kendi anlayışına güveni oldukça elini kalpazanın kesesine sokup halis altını kalpından ayırarak çıkarmasında bir zarar tasavvur olunmaz. Kalpazanla muamelede ancak köylü zarar görür, sarraf değil. Yüzme bilmeyenler deniz kıyısında dolaşmaktan men olunur, mahir yüzgeçler değil. Yılana dokunmaktan çocuk men olunur, efsunlu23 olup bu hususta mahareti olan bir kimse men olunmaz. Hayatıma yemin ederim ki insanların çoğu hakkı bâtıldan, doğru yolu eğri yoldan ayırt etmek hususunda kendilerini maharetli ve çok akıllı sanırlar. Bu sebeple mümkün olduğu kadar hepsini sapıtmış olanların kitaplarını okumaktan menetmek, kapıyı kapamak vacip olmuştur. Çünkü bunlar anlattığım bu afetten kendilerini korusalar bile ileride anlatacağım ikinci afetten salim kalmazlar. Kültür itibarıyla ilimlerin mahiyetini kavrayacak derecede kuvvet bulmamış, kalb gözleri mezheplerin yüksek gayelerine doğru açılmamış bir zümre din ilimlerinin sırlarına ait yazdığımız eserlerde kaydettiğimiz bazı noktalara itiraz ettiler ve iddia ettiler ki onlar eski felsefecilerin sözlerinden alınmıştır. Hâlbuki onların bazısı bizim kendi fikirlerimizdir. "Bazen bir at evvelce geçen bir atın izine basar." atasözünde anlatıldığı veçhile bizim hatırımıza gelmiş olan bir şey önce başkasının da hatırına gelmiş olabilir. İtiraz olunan sözlerin bazısı da şer’î kitaplarda, birçoklarının manası da tasavvuf kitaplarında mevcuttur. Farz edelim ki o sözlerin hepsi ancak felsefecilerin kitaplarında vardır. Bundan ne çıkar? O sözler haddi zatında mâkul ve bürhan ile sabit ise, Kur’an'a ve hadîse muhalif değilse niçin terk ve inkâr edilmek icap etsin? Bu kapıyı açarsak, bir hakikati evvelce bir ehl-i bâtılın hatırına gelmiş diye reddetmeğe kalkışırsak birçok hakikatleri reddetmemiş lâzım gelir. Hattâ Kur’an'ın ayetlerinden, Peygamber'in hadîslerinden, geçmişteki büyüklerin hikâyelerinden, hükema ve mutasavvıfların sözlerinden bazılarını reddetmek iktiza eder. Çünkü "İhvan-üs Safa" adındaki kitabın sahibi bu saydıklarımızı kitabında zikretmiştir. Bunları kendi dâvasına delil göstermiş ve bu vasıta ile ahmakların kalblerini kendi bâtıl fikrine celbetmeğe çalışmıştır. Böyle bir kanaat, ehl-i bâtılın hakikatleri, kitaplarında kendi sözlerine karıştırmak suretiyle elimizden almalarına sebep olur. Bir âlimin en aşağı derecesi koyu cahil halktan farklı olmaktır. Baldan, -hacamat şişesinde görse bile- tiksinmez. Düşünür ki şişe balın kendisini bozmaz. Nefsin ondan iğrenmesi cehilden ileri geliyor. Esasen şişe pis kan için yapılmıştır. Cahil zanneder ki kan şişede olduğu için pis olmuştur. Bilmiyor ki kan kendinde mevcut bir sıfattan dolayı pistir, balda bu sıfat olmayınca mücerret o şişede olması ona o hali vermez ve pis olmasına sebep olmaz. Bu, bâtıl bir vehimdir, halkın birçoğuna galip gelmiştir. Bir sözü onların büyük tanıdığı bir adama isnat etsen bâtıl dahi olsa hemen kabul ederler. Fena, değersiz bildikleri bir kimseye isnat etsen doğru da olsa reddederler. Daima hakkı adamla ölçerler. Adamı haktan tanımazlar. Bu çok büyük bir delâlettir.
İzah ettiğim bu afet, felsefe kitaplarını mütalaa etmeyi reddedenlere aittir. İkinci afet o kitapları mütalaa etmeyi kabul edenlere taallûk eder. Felsefeye ait "İhvan-üs Safa" ve saire gibi kitapları okuyan kimse, içinde Peygamber'in sözlerinden alınmış hikmetleri, mutasavvıfların fikirlerini görür, ekseriye o kitapları beğenir ve kabul eder. Onlara karşı sevgi besler. Okuduğu ve beğendiği sözlerin verdiği iyi zan sebebiyle ona karıştırılmış olan bâtıl fikirleri de hemen kabul eder. İşte bu, bir nevi bâtıl fikirleri telkin demektir. Bu afetten dolayı o kitapları okumayı menetmek lâzımdır. Çünkü onları okumakta büyük mahzur vardır. İyi yüzmeyi bilmeyen kimseleri nehir kenarlarında dolaşmaktan korumak iktiza ettiği gibi halkı bu kitapları okumaktan korumak da iktiza eder. Çocukları yılanlara ilişmekten menetmek lâzım olduğu gibi halkı, bâtıl fikirlerle dolu bu sözleri dinlemekten de menetmek lâzım gelir. Efsunlu kimse, küçük çocuğunun kendisini taklit edeceğini, "Ben de babam gibi yapabilirim" diyeceğini anlarsa onun yanında yılana el sürmemelidir. Bu suretle, çocuğu böyle bir harekette bulunmaktan sakındırmak lâzım gelir. Hakikî bir âlime böyle yapmak düşer. Bir mahir efsunlu yılanı tutup panzehir ile zehiri ayırdığı, panzehiri çıkararak zehiri yok ettiği vakit panzehiri muhtaç olandan esirgemesi yerinde değildir. Sağlam para ile kalp parayı iyi ayırt eden bir sarraf kalpazanın kesesine eline sokup halis altını alarak kalpı iade ettiği zaman iyi ve sağlam parayı muhtaç olan kimseden esirgemesi doğru olamaz. Âlim de böyledir24. Panzehire muhtaç olan kimse zehir merkezi olan yılandan çıkarılmış olmasından dolayı ona karşı yüzünü ekşitirse, paraya muhtaç olan fakir, kalpazanın kesesinden çıkarılmış altını kabulden nefret ederse kendilerine hatırlatmak lâzım gelir ki bu nefret onları arzu ettikleri faideden mahrum bırakacak tam bir cehilden başka bir şey değildir. Şunu da anlatmalı ki iyi para ile kalp para arasında, bir kese içinde bulunmak suretiyle, yakınlık bulunması iyi parayı kalba çevirmez. Nasıl ki kalp parayı da iyi yapmaz. Bunun gibi hak ile bâtıl arasında yakınlık olması, yani bir ilim içinde karışık olarak zikredilmiş olması bâtılı hak yapamaz. İşte felsefenin afeti ve zararı hakkında anlatmak istediğimiz bu kadardır.
Tâlim Mezhebi ile Gailesine Dair
Felsefe ilminden, onu öğrenip anlatmaktan, tenkit edilmesi lâzım gelen yerleri tenkit etmekten fariğ olduktan sonra anladım ki bu da maksadı lâyıkıyla temin edemez. Akıl bütün meseleleri, davaları kavramakta müstakil değildir. Bütün karışık meselelerin üzerinden (anlaşılmazlık) perdesini kaldıramaz. Şimdi "Talimiye mezhebi" denilen mezhep zuhur etmiştir. "Biz her şeyin manasını, hakkı öğretmeğe memur masum bir imamdan öğrenmişiz" tarzındaki iddiaları halk arasında yayılmıştır. Kitaplarında yazılı şeylere vukuf kesbetmek için onların da sözlerinden bahsetmek arzusu bende uyandı. Bu sırada tesadüfen onların mezheplerinin hakikatini meydana koyacak bir kitap yazmaklığım için hilâfet makamından25 kat'î bir emir aldım. Bu emri ihmal etmek elimden gelmezdi. Bu, içimdeki arzuya haricî güzel bir saik oldu. Kitaplarını aramağa, sözlerini toplamaya başladım. Onların, eski talimiyecilerden duyulmuş sözlere pek de uygun olmayan, bu zamanın insanları tarafından ortaya atıldığı anlaşılan bazı sözlerini duymuştum. O sözleri topladım. İyice inceledim. Sonra sağlam bir tarzda sıraladım, cevaplarını tamamıyla verdim. O derecede ki Ehl-i sünnetten bir zat, onların delillerini anlatmakta fazla gayret göstermiş olmamı doğru bulmadı:
— Bu, onlara bir hizmettir. Sizin bu tahkikleriniz, sıralamalarınız olmasaydı onlar bu gibi karışıklıklar, şüpheler dolayısıyla mezheplerini müdafaadan âciz kalırlardı, dedi.
Bu söz bir cihetten doğrudur. Ahmet İbn Hambel26, mutezileyi red hakkında bir kitap yazan "Hâris-i Muhasibî"27'ye iyi yapmadığını söyledi. Haris:
— Bidati reddetmek farzdır, dedi. Ahmet:
— Evet, fakat sen ilkin şüphelerini anlattın, sonra cevap verdin. Mütalaa edenlerin bu şüphelere zihni takılıp verdiğin cevaba iltifat etmemesi, yahut verdiğin cevabın hakikî manasını anlamaması varittir, cevabını verdi.
Ahmed'in dediği doğrudur, eğer bahsedilen şüphe yayılmamış ve şöhret bulmamışsa. Fakat şüphe yayılmışsa ona cevap vermek vaciptir. Cevap vermek için de evvelâ şüpheyi anlatmak lâzımdır. Evet onların ehemmiyet vermedikleri şüphelere fazla ehemmiyet vermemeli. Ben de böyle hareket ettim. Ben, şüpheleri, evvelce "Talimiye"cilere katılıp onların mezhebini benimsemiş olan, sonra bana gelip gitmeye başlayan birisinden işittim. "Onlar mezheplerini reddeden musanniflere gülüyorlar, çünkü bu musannifler hâlâ onların delillerini anlayamamışlar" dedi, bana o delilleri zikretti ve onlardan hikâye etti. Asıl delillerinden gafil olduğumu zannetmelerine nefsim razı olmadı. Bunun için onu zikrettim. Delilleri işitip de anlamadığımı sanmalarına da gönlüm razı olmadı. Bunun için de şüpheyi anlattım. Demek istiyorum ki evvelâ şüphelerini imkânın son haddine kadar açıkladım. Sonra fesadını gösterdim. Hulâsa: mezheplerinin esası, sözlerinin kıymeti yoktur. Eğer cahil dostun kötü yardımı olmasaydı o bidat zayıflığı ile beraber bu dereceye kadar şöhret bulamazdı. Fakat taassubun şiddeti, hakkı müdafaa edenleri yapılan münakaşaların başlangıcında niza'ı uzatmağa, onların her dediğini red ve inkâr etmeğe sevk etti "Talim ve muallime ihtiyaç vardır", "Her muallim işe yaramaz. Belki masum muallim lâzımdır." yolundaki dâvalarını reddettiler. Fakat "Talime ve muallime ihtiyaç vardır" dâvasında talimiyeciler haklı çıktılar. Bu davayı reddedenlerin sözü hükümsüz kaldı. Bazı kimseler buna aldandılar. Sandılar ki bu cihet onların mezheplerinin kuvvetinden ve muhaliflerin mezheplerinin zayıflığından ileri geliyor. Hâlbuki bu, hakka yardım edenin zayıflığından ve yardımı yoluyla yapmayı bilmediğinden ileri gelmiştir. Bunu anlayamadılar. Doğrusu şudur ki muallime ihtiyaç vardır ve bu muallimin masum olması gerektir. Bunu itiraf etmek lâzımdır. Fakat bizim masum muallimimiz Hazreti Muhammed'dir -Allah'ın selâmı ona olsun-. Onlar:
— Hazreti Muhammed vefat etmiştir.
derlerse biz de:
— Sizin mualliminiz de gaiptir28.
deriz. Onlar:
— Muallimimiz insanları doğru yola davet edecek rehberler yetiştirdi ve her tarafa gönderdi. Rehberler ihtilâfa düşerlerse, yahut müşkül karşısında kalırlarsa kendisine müracaat etmelerini beklemektedir.
derlerse biz de:
— Bizim muallimimiz de rehberler yetiştirdi ve her tarafa gönderdi. Öğretmedik bir şey bırakmadı. Cenabı Hak Kur'an-ı Kerim’de: "Bugün size dininizi ikmal ettim" buyurmuştur. Her şey öğretildikten sonra muallimin vefat etmesi zarar vermez. Nasıl ki ortadan kaybolması zarar vermiyor, deriz.
Çözülmesi gereken bir mesele kaldı. Bu rehberler işitmedikleri hususlarda nasıl hükmederler? Nas ile29 mi? Bu, olamaz. Çünkü o husus için nas yoktur. İçtihat ve rey ile mi? Aradaki ihtilâf da buradadır. Deriz ki:
Hazreti Peygamber tarafından Yemen'e gönderilen Muaz'ın yaptığı gibi yaparlar. Mesele hakkında nas varsa onunla, yoksa içtihat ile hükmederler.
Daha doğrusu onların "daî"lerinin30 imamdan uzaklaşarak doğunun en uzak yerine gittikleri zaman yaptıklarını yaparlar. Onlar (daîler) daima nas ile hükmedemezler. Çünkü naslar mahduttur. Tükenmeyen vakaları tamamıyla göstermez. İcap eden her vakada uzun mesafeleri yürüyerek imamın bulunduğu şehre gidip sormak da mümkün değildir. O vakte kadar, meseleyi sormuş olan kimse vefat etmiş olabilir. Bu takdirde oraya kadar gidip gelmek bir fayda temin etmiş olmaz. Birisi kıblenin hangi tarafta olduğundan şüpheye düşse kendi içtihadı ile (araştırarak) hangi tarafta olduğuna hükmeder ve o tarafa doğru namaz kılar. Başka yol yoktur. Çünkü kıbleyi öğrenmek için imamın bulunduğu memlekete gitse namaz vakti geçer. O halde içtihada binaen kıbleden başka bir tarafa doğru namaz kılmak caiz olur. Şöyle bir esas kabul olunmuştur: İçtihadında hatâ etmiş olan bir kimseye bir sevap, isabet edene iki sevap vardır. İçtihada bağlı bütün meselelerde hüküm böyledir. Fakire zekât vermek işi de böyledir. Çok kere insan, zengin olduğu halde malını saklayarak kendini fakir gösteren bir kimseyi fakir zanneder, ona zekât verir. Bundan dolayı muaheze olunmaz. Hatâ etmiş olsa bile... Çünkü insan ancak kendi zannına göre muaheze olunur.
Burada talimiyeci dese ki:
— O adamın muhalifinin zannı da kendi zannı gibidir.
Deriz ki:
— İnsan kendi zannına uymakla memurdur. Kıblenin hangi tarafta olduğunda şüpheye düşen bir kimse kendi zannına uyar. İsterse başkası kendisine muhalefet etsin.
Buna karşı da dese ki:
— Amelde31 mukallit olan kimseler Ebu Hanife'ye, Şafiî'ye ve diğer müçtehidlere uyarlar.
Derim ki:
— Kıblede şüpheye düşen kimse, reyleri birbirine uymayan birkaç içtihat sahibi arasında kalsa ne yapar? O reylerin sahiplerinden hangisinin daha faziletli, kıble hakkındaki delillere daha âlim olduğuna kendi içtihadıyla hükmeder ve onun içtihadına uyar. Mezhepler hakkında da böyle yapmak zarurî olur ki yine kendi içtihadına uymuş olur demektir.
Peygamberler, İmamlar ilimleri olduğu halde bazen hatâ ederler. Peygamberimiz -Allah'ın selâmı ona olsun- buyurmuş ki "Ben zahire göre hükmederim. Kalblerde saklı cihetleri Allah bilir." Yani ben şahitlerin sözlerinden hâsıl olan galip zanna göre hükmederim. Bazen şahitler hatâ ederler.
Böyle içtihada tâbi meselelerde peygamberler dahi yanılmaktan kurtulamazlar. O halde yanılmamak bizden nasıl beklenebilir?
Burada (ehl-i talim)'in iki sorusu vardır:
Birisi şudur:
— İçtihad meselesi, içtihada tâbi meselelerde doğru olabilir. Fakat itikada ait esaslarda doğru olamaz. Çünkü bunda yanılan mazur sayılmaz. O halde böyle meselelerde ne yapılır?
Derim ki:
— Akaid esasları Kur'an-ı Kerim'de ve hadîslerde zikredilmiştir. Geriye kalan tafsillerde ve niza'lı meselelerde hakikat, "kıstas-ı müstakim" yani doğru mizan ile tartılarak anlaşılır. Kıstas-ı müstakim dediğim şey, Cenab-ı Hakk'ın kendi kitabında zikrettiği beş esastır ki onları "Kıstas-ı Müstakim" adındaki kitabımda anlattım.
Talimiyeci dese ki:
— Hasımların bu mizanda sana muhalefet ediyorlar.
Derim ki:
— Bu mizan anlaşıldıktan sonra ona muhalefet edilemez. İzah edeyim: Ehl-i talim muhalefet edemez; çünkü onu Kur'an'dan aldım, Kur'an'dan öğrendim. Mantıkçılar muhalefet edemez; çünkü mantıkta gösterilen şartlara uygundur, muhalif değildir. İlm-i kelâm âlimleri muhalefet edemez; çünkü nazarî meseleleri ispat eden deliller hakkında anlattıkları cihetlere uygundur. İlm-i kelâm meselelerinde hak bu veçhile meydana çıkar.
Buna karşı da:
— Elinde böyle bir mizan varsa niçin halk arasındaki ihtilâfı kaldırmıyorsun?
dese, derim ki:
— Beni dinleseler aralarındaki ihtilâfı kaldırırım. İhtilâfı kaldırmak yolunu "Kıstas-ı Müstakim" kitabında bildirdim. Dikkatle oku ki hak olduğunu bilesin. Halk onu dinlediği takdirde aralarındaki ihtilâfı kesin surette kaldıracağını anlarsın. Fakat onların hepsi dinlemiyor. Ancak bir zümre dinledi, aralarındaki ihtilâfı kaldırdım. Senin İmamın (talimiyecilerin imamı), halk kendisini dinlemediği halde, aralarındaki ihtilâfı zorla kaldırmak istiyor. Peki, şimdiye kadar niçin kaldıramadı? İmamların başı olan Hazreti Ali bile -Allah ondan razı olsun- ihtilâfı kaldıramadı. Niçin?... Bir de senin imamın bütün halkı zorla kendini dinlemeye mecbur edebileceğini iddia ediyor. O halde bugüne kadar niçin zorlamadı. Hangi güne bıraktı? Onun halkı kendi tarafına davet etmesi, ihtilâfı ve muhalifleri çoğaltmaktan başka bir netice vermedi. Halk arasındaki ihtilâf; kan dökmeye, şehirleri yıkmaya, çocukları öksüz bırakmaya, yol kesmeye, malları yağma etmeye sebep olmasın diye korkuluyordu. İşte sizin ihtilâfı kaldırmanızın iyi neticesi olarak (!) dünyada öyle haller zuhur etti ki misli görülmemiştir32.
Yine dese ki:
— Halk arasındaki ihtilâfı kaldıracağını iddia ediyorsun. Birbirine uymayan mezhepler, karşılıklı ihtilâflar arasında şaşıran bir kimseye seni dinleyip hasmına kulak vermemesi lâzım gelmez. Sana muhalefet eden birçok hasımların vardır. Seninle onlar arasında ne fark var?
İşte bu onların ikinci sorusudur. Şöyle cevap verilir:
— Bu, soru evvelâ senin aleyhine döner; çünkü o şaşırmış adam kendi tarafına davet etmek istersen "Senin, muhalifinden daha iyi olduğun ne ile sabittir? Hâlbuki ilim ehlinin çoğu sana muhaliftir" diyecek. Buna nasıl cevap vereceğini merak ediyorum. "Benim imamım hakkında (nas) vardır33." mı diyeceksin? Nas dâvasında seni ne zaman tasdik eder. Çünkü o, nassı Peygamber'den işitmemiştir. Bunu ancak senin iddia ettiğini işitiyor. Hâlbuki ilim eshabı bu hususta senin yalan söylediğini kabulde mutabık kalmışlardır. Haydi o adam nassa ait dâvanı kabul etti diyelim. Eğer asıl nübüvvette (peygamberlikte) yani "nübüvvet var mı, yok mu?" meselesinde şaşırıp:
"Farz edelim ki senin İmamın bana karşı Hazreti İsa'nın mucizesi ile sözünü teyide kalkışsın, hakkı söylediğine delil olarak "Ben babanı diriltirim" desin ve hakikaten babanı diriltsin, bunun üzerine bana haklı olduğunu söylesin. Onun doğru söylediğini ne ile kabul ederim? Halkın hepsi bu mucize ile Hazreti İsa'nın doğru söylediğini kabul etmedi. Bu mesele üzerine öyle güç sualler sorulabilir ki aklî delilden başka bir şey ile cevap verilemez. Aklî delillere de sence itimat olunmaz. Sihrin mahiyeti ve mucizeden farkı anlaşılmadıkça ve Cenab-ı Hakk'ın kullarını dalâlete düşürmeyeceği34 bilinmedikçe mucizenin doğruluğa delâlet edeceği anlaşılamaz. Allah kullarını dalâlete sevk eder mi? suali ve buna cevap vermenin güçlüğü meşhurdur."
dese, bütün bu itirazlara ne suretle cevap verilir? Hâlbuki senin iddia ettiğin imam kendisine uymak hususunda muhalifinden daha uygun değildir. Bu itirazlar karşısında ister istemez inkâr etmekte olduğu aklî delillere müracaat eder. Bu takdirde hasmı onunkinden daha açık delillerle dâvasına kuvvet verir.
Görülüyor ki bu ikinci sualleri öyle bir tarzda aleyhlerine döndü ki (Talimiye) taifesinin eskileri ve yenileri hep bir araya gelseler, buna cevap vermeye uğraşsalar başaramazlar.
Onların bu ikinci suallerinin ortalığa yaydığı fesada, ilmî ehliyetleri zayıf birtakım kimselerin onlarla tartışmaya tutuşmaları, anlattığımız bu sualin aleyhlerine çevirme cihetini bırakıp cevap vermeye kalkışmaları sebep olmuştur. Cevap vermeye kalkışmak, sözü uzatmak demektir. Maksat arzu edildiği veçhile çabuk anlatılamaz. Bu sebeple hasmı cevaptan aciz bırakmaya yaramaz.
Birisi dese ki:
— Suali aleyhlerine çevirmek suretiyle onları susturmak ciheti anlaşıldı. Fakat bu suallerine cevap da verebilir mi?
— Evet derim, eğer bahsolunan şaşkın adam "Ben hayrette kaldım", derse ve hayrette kaldığı meseleyi tayin etmezse ona denir ki "Sen bir hasta gibisin ki ben hastayım, diyor, fakat hastalığının ne olduğunu söylemiyor. Yalnız bana ilâç veriniz, diyor. O hastaya denir ki dünyada mutlak hastalığa ilâç yoktur. İlâçlar muayyen hastalıklar için verilir. Baş ağrısı, ishal ve saire gibi..." Hayrette kalmış olan kimse de böyledir. Hangi meselede hayrette kaldığını tayin etmelidir. Tayin ederse yukarda bahsettiğim beş mizan ile tartarak hakikati kendisine anlatırım, o mizanlar ki kim onları lâyıkıyla anlarsa doğru olduklarını kabul eder. Onlarla tartılan her meselede kendisine kanaat gelir. Hem mizanı, hem de tartının doğru olduğunu anlar. Nasıl ki bir hesap ilmi öğrencisi hem hesabı, hem de öğretmenin hesap bildiğini ve doğru yaptığını anlar. Bu ciheti "El-kıstas" yirmi yaprak kadar tutan sözlerle açıkladım. Dikkat olunsun! Şimdi maksadım onların (talimiyecilerin) mezheplerinin fasit olduğunu anlatmak değildir. Bu ciheti ilkin "El-müstazhiri" kitabında, sonra onların Bağdat'ta bana anlatılan bir sözüne cevap olarak yazdığım Hüccet-ül-hak" kitabında, üçüncü defa Hemedan'da bana anlatılan bir sözlerine cevap olarak yazdığım on iki fasıladan ibaret "Mufassal-ül-hilaf" adındaki kitapta, dördüncü defa olarak Tus'ta bana söylenen birtakım çürük fikirlerine cevap olarak yazdığım cetvel şeklindeki "Kitap-üd-derec" adlı eserimde, beşinci defa olarak da başlı başına bir kitap olan, gayesi bilgilerin mizanını göstermekten ve bu mizanları iyi anlayan bir kimsenin ayrıca bir imama uyması lâzım gelmeyeceğini anlatmaktan ibaret olan "El kıstas" kitabında zikrettim. Burada maksadım şunu anlatmaktır ki bu adamlardan, insanı karışık ve karanlık fikirlerden kurtaracak bir şifa beklenemez. Bunlar imam tayini hususunda delil göstermekten âcizdirler. Uzun müddet onları denedik. Talime ve masum muallime ihtiyaç bulunduğu hakkındaki iddialarını tasdik ettik. İmam, onların tayin ettiği zat olduğunu kabul eder göründük. Sonra "Bu masum imamdan ne öğrendiniz?" diye sorduk. Bu hususta aklımıza gelen bazı müşkülleri onlara anlattık. Müşküllerimizi çözmek şöyle dursun anlayamadılar bile. Kendi acizlerini görünce işi gaip imama havale ettiler. "Gidip ondan sormak lâzım" dediler. Gariptir ki bunlar muallimi aramak ve onu bularak kurtuluşa kavuşmak fikriyle ömürlerini boşa harcadılar. Ve ondan hiçbir şey öğrenmediler. Pisliğe bulaşmış bir insan gibi ki su arayarak yorulur. Suyu bulunca da kullanmaz yine pisliğe bulaşmış olarak kalır. Bunlardan bazıları imamdan öğrenilmiş bazı bilgileri olduğunu iddia eder. Anlattığının hulâsası Pisagor'un bozuk felsefesinden ibarettir. Pisagor en eski felsefecilerden biridir. Mezhebi felsefe mezheplerinin en kötüsüdür. Aristo reddetmiştir. Hattâ çok zayıf bulmuş ve rezil etmiştir. İhvan-üs Safa adındaki kitapta anlatılan felsefe budur. Hakikatte bu, felsefenin en manasız kısmıdır. Taaccüp olunur ki bazı kimseler ömürleri boyunca ilim tahsili yolunda yorulurlar. Sonra böyle çürük ve bozuk ilimlerle kanaat ederler. Ve zannederler ki ilimlerden maksat ne ise onun en yüksek derecesine nail olmuşlardır. Bunları da tecrübe ettik, zahîr ve bâtınlarına dikkat ettik. Gayeleri cahil halkı, aklı zayıf olanları muallime ihtiyaç bulunduğuna inandırmak, "Muallime ihtiyaç yoktur" diyenlere karşı kuvvetli ve susturucu sözlerle mücadele etmektir. Birisi "muallime ihtiyaç vardır" diye onlardan birine uyar gibi görünse ve "Muallimden öğrendiğini anlat, onun taliminden bizi de faydalandır." dese, duraklar. "Şimdi mademki sözümü kabul ettin, muallimi ara. Benim maksadım yalnız bu idi." tarzında cevap verir. Çünkü bilir ki başka şeyler söylemeye kalkışsa rüsva olacak, en ufak bir karışık meseleyi çözmekten âciz kalacak. Hattâ çözmek şöyle dursun onu anlamaktan bile âciz kalacak. İşte onların hakiki halleri budur. Tecrübe et, kendilerinden nefret edersin. Biz tecrübe ettik ve onlardan el çektik.
~
Dipnotlar
12. Masum, günahtan sakınma melekesine sahip, demektir. [metne dönüş ↩]13. Yakîn ifade eden bilgilerden tertip edilmiş delil. [metne dönüş ↩]
14. Meseleleri delil ile ispat ederek kabul eden âlim. [metne dönüş ↩]
15. Mukaddime: Mantıkta bir kıyasta bulunan iki cümleden her biri. Burada prensip diyebiliriz. [metne dönüş ↩]
16. İspat muhtaç olmayan bedihî bilgiler. [metne dönüş ↩]
17. Bâtıl mezhepte sülûk etmek. [metne dönüş ↩]
18. Hayat ve idrak kuvveti. [metne dönüş ↩]
19. Hazreti Peygamber'in oğlu İbrahim vefat ettiği gün güneş tutulmuştu. Halk, Peygamber'in oğlu öldüğü için güneş tutuldu, demeye başladı. Hazreti Peygamber onları irşad etti. [metne dönüş ↩]
20. Tehafût, arka arkaya bir şeyin üzerine düşmek, çarpmak manasınadır. Pervanenin lâmbaya çarpması gibi "Tehafût-ül-Felâsife" filozofların hatalara düşmesi, dökülmesi demek olur. [metne dönüş ↩]
21. Bir cinsten olan birçok varlıkları gösteren mefhumlara «küllî» denir, aksi "cüzî"dir. Meselâ deniz küllidir, bütün denizleri gösterir. Fakat Marmara cüzîdir, yalnız bir denizi gösterir. [metne dönüş ↩]
22. Metinde bu zatlar hakkında (evtat) kelimesi kullanılmıştır. Tasavvuf dilinde (evtat) şark, garp, şimal, cenup olmak üzere dünyanın dört köşesinde oturan dört büyük zata denir. [metne dönüş ↩]
23. Efsun esasen büyü demektir. Eskiden bazı derviş geçinenler yılanın kendilerine zarar vermemesi için şeyhlerin elinden şerbet içerlerdi. Bunlar yılanları tutarlar, çoluk çocuğa teşhir ederlerdi. Halk onlara efsunlu, şerbetli derdi. Yaptıkları iş bir nevi maharetten ibarettir. [metne dönüş ↩]
24. Yani bilgisi, halkın zihnini karıştırmadan onlara felsefenin iyi taraflarını anlatmaya kâfi ise bunu esirgememelidir. [metne dönüş ↩]
25. Yirmi sekizinci Abbasî Halifesi Müstazhir Billâh İbn-i Muktedî. [metne dönüş ↩]
26. Hambelî mezhebinin imamı. [metne dönüş ↩]
27. Basralı meşhur bir mutasavvıftır. Cüneyd Bağdadî'nin amcasıdır. Vefatı: 243. [metne dönüş ↩]
28. Şiiler, Hazreti Peygamber'den sonra imam (yani Halife) olmak Hazreti Ali'nin hakkıdır; ondan sonra bu hak onun evlâdına geçer, derler. Bu suretle imam tanınan on iki zat vardır. On ikinci imam Muhammed Mehdî, babası Hasan-ı Askerî öldüğü zaman ortadan kayboldu. Ahir zamanda meydana çıkacağını bekliyorlar. Fakat yukarıda bahsedilen imamlar hakkında Şîi zümreleri arasında ihtilâf var. Burada (Talimiye) dediğimiz zümre, altıncı imam Cafer-i Sadık'tan sonra diğer Şîiler gibi onun ikinci oğlu Musa Kâzım'ı değil, kendinden evvel ölmüş olan büyük oğlu İsmail'i imam tanıdılar. Bu suretle onlara İsmailiye adı verilmiştir. Kendilerini şîi telâkki etmezler. İmamların ne suretle meydanda olmadığına dair vazıh malûmat elde edilemedi. [metne dönüş ↩]
29. Ayet. Hadîs. [metne dönüş ↩]
30. Daî: Talimiye mezhebinde halkı bu mezhebe davet etmeye vazifeli kimse. [metne dönüş ↩]
31. Amel, itikat karşılığıdır. Bedenle yapılan işler ve ibadetler demektir. [metne dönüş ↩]
32. Talimiyeciler tarafından yapılan zulümlere işarettir. Tafsilâtı tarih kitaplarında yazılıdır. [metne dönüş ↩]
33. Talimiyeciler, Hazreti Ali'nin ve evlâdının imamlığı hakkında bazı hadîsler bulunduğunu rivayet ederler. [metne dönüş ↩]
34. Kur'an-ı Kerim'de "Tanrı istediği kulunu doğru yoldan ayırır, istediğini doğru yola götürür." manasında bir âyet vardır. Tanrı'nın kullarını doğru yoldan ayırması, tartışma konusudur. Burada bu cihete işaret edilmiştir. [metne dönüş ↩]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder