Aşağıdaki yazı Cemil Koçak'ın "Geçmiş Ayrıntıda Saklıdır" kitabından alınmıştır (sf 9-40).
(Vurgular buradaki paylaşımda eklenmiştir, orijinal metinde yoktur.)
~
Kaynaklar Üzerine
Tarih ve Toplum dergisinin ünlü "kitabiyat" bölümünü kim unutabilir? Orada pek çok yazım yayınlanmıştı. Bunların pek çoğu, o zamanlar artık neredeyse tamamen unutulmuş, literatürde pek rastlanmayan, ama kanımca değerli bilgiler içeren"eskimiş" hatıratları, günlükleri ve kitapları yeniden hatırlatmaya çalışan, bu arada içerikleri hakkında bilgiler de veren yazılardı. Bu kısa, ama tarz itibariyle daha çok Gotthard Jaeschke'nin uzun yıllar önce yaptığına benzer yazılar, bir kaynak kritiği olarak da görülmeli ve hatırlanmalıdır. Kaynakların değerini, önemini ve anlamını ortaya koymaya çalışan bu yazılar, tarihçiler açısından çok önemli bir metot sorunu olan kaynak eleştirisi bahsinde yer alır.
Tarihçi için kaynaklar tehlikeli birer kuyudur. Çünkü içine hapsolmak gibi bir tehlikeyi içerirler. Kaynağın/kuyunun dibine inip oradan çıkamamak gibi bir riski her zaman beraberinde getirirler. Bu tehlikelerden sakınmak mümkündür, ama nasıl? Elbette kaynak kritiği denilen yöntem sayesinde... Kaynaklar, bize yol gösterebileceği, ipucu sağlayabileceği gibi, eğer onlara gereken eleştirel gözle bakmayı ihmal edersek bizi yanlış tarafa da yönlendirebilirler. Kaynağın bilgisini bir diğeri ile karşılaştırmak, kaynağın bilgisini kendisi ile karşılaştırmak, bilginin iç tutarlılığını gözetmek, onu mevcut bilgi ve literatürün yanı sıra arşivle/belgelerle, günlük gazeteler ya da dergilerle ve başkaca kaynaklarla karşılaştırmak, bu bilgiyi mantık süzgecinden geçirmek, işte bütün bunlar, kaynak kritiği dediğimiz bitip tükenmek bilmeyen bir sürecin parçalarıdır.
Yakın tarihimizle ilgili daha çok sayıda kaynağa ihtiyacımız var. Hatta daha açık bir tabirle bu kaynaklara muhtacız. Bir kısmı kütüphanelerin ıssız köşelerinde bizi bekliyorlar. Bazıları, dolap diplerinde, çekmecelerin arkalarında, tavan aralarında ulaşılmayı bekliyorlar. Bazılarına artık hiç ulaşma imkânımız kalmamış olabilir. Ankara'da Millî Kütüphane'nin 1980'li yıllarda eski katalog sisteminde yer bulmuş 1950 öncesi yayınlanmış kitaplar kartlarında epey zaman geçirmiş ve kendimce ilginç olabileceğini düşündüklerimi "kitabiyat" köşesinde yayınlamak için çaba harcamıştım. Bu yazılar yeniden hayat bulurken, bugün dahi onların hatırlanmasına ve hatırlatılmasına ihtiyaç olduğu kanısındayım.
Eskimiş, solmuş, unutulmuş, köşede kalmış, zamanında dahi gözden kaçmış, bugün ise hatırlanması bile mümkün olmayan, dahası yayınlandığı sırada önemli bulunmuşsa da artık terk edilmiş, bazıları tanınmamış, bazıları zor hatırlanabilir kitaplar, günlükler, gazete tefrikası olup orada kalmış, dergi koleksiyonlarında saklanmış anılar, kısaca kaybolmuş seslerin yeniden duyulabilmesi, tarihçinin ve araştırmacının himmetine kalmıştır.
Araştırmacıların yeni yeni kaynaklar bulmak bakımından heyecan verici avcılık dönemleri hiç sona ermemelidir. Türkiye'de bir araştırmacının zamanının çoğunu bu avcılık dönemi alır. Kütüphaneler, yeni bilgisayar neslinin jargonu ile ifade edersek, genellikle hiç de kullanıcı dostu değildirler. Sizden ne aradığınızı bilmenizi isterler. Oysa, bir araştırmacı, bazen ne aradığını bilmeyebilir, hatta neyi nerede ve nasıl arayacağına ilişkin hiçbir fikri de olmayabilir. Yani, bazen olmaz. Olsa, zaten araştırmacı olmaz(dı). Bir şeylerin bir yerlerde olduğunu hisseder.Mantıken olmalıdır. Sonra, ne aradığını bazen tam olarak bil(e)meden avcılığa başlar. Av süreci, hem heyecanlıdır hem de meşakkatli... En zoru, nerede ne arayacağını bilememenin getirdiği ifade zorluğudur. O meseleye ait bilmediğimiz, pek bilinmeyen, yeni, ama aslında epey eski kaynakları aramak, bu meramı anlatmak hiç de kolay değildir. Aradığınız, yazarı belli, ismi belli bir kitap değildir sonuçta. Öyle olsa idi, yeni bir kaynak bulmak imkânsız olurdu.Sadece yeni, el değmemiş bir kaynağın sizi çağırdığını hisseder ya da işitirsiniz. Aksi gibi, bu sese sizden başkası pek kulak vermediği gibi, bu türden bir sesin var olduğuna inanmakta da zorluk çekerler. Yardım almanız nerede ise imkânsızdır. Bu aşamada yapılabilecek tek şey, benim bir zamanlar Millî Kütüphane'de yaptığım gibi, eski kataloglardaki kartları tek tek çevirmektir. Ayakta saatlerce, günlerce sürecek bir iştir bu... Size el sallayan bir kartı, istek kâğıdına yazmak ve sonra da onun size ulaşmasını beklemek... Denizdeki balık misali, elinize geçen, çok kez sizin beklediğiniz tatta, kıvamda ve boyutta bir balık değildir. Bu durumda onu yeniden denize bırakmaktan başka çare yoktur. Diğerini beklemek için yola koyulursunuz. Zorlu geçen zaman eğer size sabırlı olmayı öğret(e)memişse avcılıktan vazgeçmenizi öneririm. Sonra bir anda beklediğiniz, umduğunuz şeyi, hatta hiç ummadığınızı elinizin altında bulursunuz. Artık yeni bir kaynağınız var demektir. Birisi ya da birileri, size yılların ötesinden yeniden seslenme imkânı bulmuştur artık... Size düşen onu dikkatle ve özenle dinlemektir. Dert ortağı olmanıza mâni olamam, ama yine de eleştirel okumadan geri durmamanız gerekir. Hukukun aksine, "Aksi kanıtlanana dek hiç kimse masum değildir" ilkesini hiç unutmayınız! Bizim işimizde bu ilke işinize daha çok yarayacaktır.
Bazen de işiniz görünürde daha kolaydır. Bildiğiniz bir kaynağın peşine düşersiniz. Şansınız varsa, onu bir meslektaşınızda ya da bir sahafta bulabilirsiniz. Kütüphaneler, en sona bıraktığınız mekânlardır. Zorunlu olmadıkça uğramak istemeyebilirsiniz. Fakat bunun da nihayet bir sonu vardır. Kütüphaneler, hatta internet çağında dahi, bir gün muhakkak aşındırmanız gereken yolun üzerinde yer alırlar. Ne kadar kaçmaya çalışırsanız çalışınız, unutmayın, kütüphanesiz de asla olmaz!
Kaynaklar, paradigmamızı, yani konuya yaklaşımımızı, konuya bakış açımızı tayin eder ya da değiştirir. Her ikisi de mümkündür. Hangisinin başına geleceğine ise araştırmacının kendisi karar verir. Yanlı kaynaklar, zaten yansız olanı var mıdır ki, paradigmamızı daraltır, karartır ve bizi kör edebilir. Körlükten kastım, olanı göremez hale gelmektir. Paradigma körlüğü, bizim bakış açımızı daraltmakla kalmaz, başka paradigmaları seçebilmemizi ve olguları görmemizi de engeller. Tarihçi için bu bir felakettir. Esir alınmış, zihni işgale uğramış demektir. Yeniden düşünme süreci iflah olmaz bir şekilde mefluçtur.
Yeni kaynaklar, paradigmamızı sarsabilir, hatta yıkabilir. Paradigma değişikliklerini tetikleyebilir. Bu bakımdan önemlidir. Ya da pek marjinal kalmış bir paradigmanın canlanmasına ya da hayat bulmasına yol açabilir. Ama sadece avcılık yeterli midir? Elbette, hayır... Kaynak okuma, değerlendirme ve kritik etme sürecini başarı ile tamamlamadan, bir sonuç almak yanıltıcıdır. Bu bakımdan, yeniden başa dönmek ve süreci tamamlamak gerekir. Bu sürecin ayrıntılarından da aşağıda yeniden söz edeceğim.
Fakat bazen yeni kaynaklar da sadece eski bilgilerimizi doğrulamaktan öteye geçmez. Bu, onların değerini ya da önemini azaltmaz; aksine, mevcut paradigmanın yeniden test edilmesine ve bir kez daha onaylanmasına neden oldukları için değerlidirler. Sonuçta, kaynağın değeri, onun mutlaka yeni bir paradigmaya can vermesi ile ilgili değildir. Tarihçi, bir paradigmayı onaylamak ya da reddetmek gibi, daha baştan sıkış(tırıl)mış, darlaş(tırıl)mış bir araştırma alanının içinde sıkışıp kalmak tehlikesini göze almamalıdır.