Loading

17 Temmuz 2011 Pazar

O an uyandım

Herkes zaman zaman, "kafamda bir şimşek çaktı", "birden içime doğdu", "o an uyandım", "bende şafak söktü", "kafama dank etti" gibi ifadeler kullanır durur. Bunlar yaygın bir yaşantıyı anlatmanın değişik yolları: Farkındalık düzeyimizin altındaki bir derinlikten fikirlerin fırlayıp gelmeleri. Bu diyarı, bilinçaltının, bilinç öncesinin ve farkındalığın altındaki diğer düzeyleri barındıran bir çanta gibi görüp "bilinçdışı" diye adlandıracağım. 

Bilinçdışı tabirini kullandığımda, hiç şüphesiz bir steno gibi anlamlıyorum. Belli bir bilinçdışı yoktur; bilinçdışı daha çok yaşantının bilinçdışı kalan boyutlarıdır (ya da kaynakları, çehreleri). Bilinçdışını, bireyin gerçekleyemeyeceği veya gerçeklemeyeceği eylem ve farkındalık gizilgüçleri* olarak tanımlıyorum. Bu gizilgüçler "özgür yaratıcılık" diye adlandırabileceğimiz şeyin kaynağıdır. Bilinçdışı fenomenlerin keşfedilip açımlanmasının yaratıcılıkla çarpıcı bir ilişkisi var. Kaynağı kişiliğin bu bilinçdışı derinliklerinde olan yaratıcılığın doğası ve öznitelikleri nelerdir?

...

Bu sıçrama cereyan ettiğinde, o anda olup biten neydi? Benim deneyimimi bir başlangıç olarak alırsak, ilk göze çarpan, kavrayışın bilinçli zihnime, ussal bir biçimde düşünme çabama karşı zorlayarak girdiği. İyi ve güçlü bir savım vardı ve çok sıkı bir şekilde onu kanıtlamaya çalışıyordum. Tabir caizse, bilinçdışı, sımsıkı sarıldığım bilinçli inancımı yarıp geçti

Carl Jung sık sık, bilinçdışı yaşantı ile bilinç arasında bir çeşit zıtlaşma, kutuplaşma olduğu meselesini ortaya getirmiştir. Bu ilişkinin telafi edici olduğuna inanıyordu: Bilinç, bilinçdışının yabanıl, mantıksız sapkınlıklarını kontrol ederken, bilinçdışı da bilincin bayağı, boş, yavan ussallıkta kuruyup gitmesine engel oluyordu. Bu telafi özel sorunlarda da geçerlidir: Eğer bir konu üzerinde bilinçli olarak bir yönde fazla ileri gitmişsem, bilinçdışı diğer yöne meyledecektir. Bu şüphesiz, bir fikir için girdiğimiz mücadelede bilinçli savlarımızda daha da dogmatikleştikçe, bilinçdışından şüphenin darbeleriyle daha çok sarsılmamızın da nedeni. Şam yolundaki Aziz Paul ve Bowery'nin alkoliği gibi değişik insanlar da böylesi kökten dönüşümlere bu yüzden uğruyorlar -diyalektiğin bastırılmış bilinçdışı yanı infilak ediyor ve kişiliğini eline geçiriyor. Eğer böyle ifade edebilirsem; bilinçdışı tam da bilinçli düşüncemizle en katı nereye yapışmışsak orada delip geçmekten -bozup dağıtmaktan- haz alıyor.

Bu hamlede cereyan eden basit bir biçimde genişleme değil; çok daha dinamik bir şeydir. Salt farkındalığın yayılması değil; daha çok bir nevi cenk. Kişinin içinde, bir yanda bilinçli olarak düşündükleri ile diğer yandan doğmaya çabalayan bir perspektif, bir kavrayış arasında dinamik bir mücadele kopar gider. Ardından kaygı, suç, coşku ve yeni bir fikrin ya da görüşün gerçekleştirilmesini her zaman izleyen memnuniyet eşliğinde kavrayış doğar.

Kavrayışın birşeyleri yıkıp devireceği gerçeği bu hamlede duyulan suçun nedenidir. Kavrayışım diğer varsayımımı yıktı, bu kavrayışın birçok profesörümün inandığını da yıkabilecek olduğu gerçeği beni endişelendirdi. Ne zaman bilimde önemli bir fikrin, ya da sanatta önemli bir biçimin öne çıkması söz konusu olsa, bu yeni fikir bir yığın insanın entelektüel, tinsel dünyalarının sürmesini sağlayan özü yıkar dağıtır. Has yaratıcı üründeki suçun kaynağı budur. Picasso'nun altını çizdiği gibi, "Her yaratma edimi, ilk önce bir yıkma edimidir."

Bu hamle kendisinde bir kaygı unsurunu da taşır. Çünkü, daha önceki varsayımımı yıkmakla kalmadı, kendi dünyamla ilişkimi de sarstı. Böyle bir zamanda kendimi, varolduğunu henüz bilmediğim bir dayanağı arar durumda bulurum. İleri çıkarak her yanı kaplayan kaygı duygusunun kaynağı budur; bu sarsıntının belli bir dereceye kadar olmadığı bir durumda, gerçekten yeni bir fikrin oluşmasına imkan yoktur.

Ama, yukarıda söylediğim gibi, suç ve kaygının ötesinde bu hamleyle gelen esas duygu memnuniyettir. Yeni bir şey görmüşüzdür. Fizikçi ve diğer doğa bilimcilerin "zarafet" deneyimi dedikleri yaşantıya katılmanın coşkusudur içimizdeki.

Rollo May
Yaratma Cesareti, sf 75, 77-78.

* gizilgüç = potansiyel


~



Eureka!
Arşimed

~


Zen Budizm'in amacı, bize dünyayı da, yaşamı da yeni bir gözle görebilecek bir bakış açısı kazandırmaktır. Bununla şunu demek istiyorum: Zen yaşamının ta en derin yerine kadar inmek istiyorsak bizim günlük yaşamımızı yöneten düşünme alışkanlıklarından kendimizi kurtarmalıyız; olaylara bakmanın, olaylar üzerinde yargılara, kararlara varmanın daha başka bir yolu olup olmadığını, ya da daha doğrusu bizim bugüne dek yaşam konusundaki tutumumuzun ruhsal gereksinmelerimizi tam anlamıyla doyurmaya yetmiş olup olmadığını iyice görüp anlamaya çalışmalıyız. Yaşadığımız biçimiyle yaşam bizi doyurmuyorsa, eğer bizim her günkü yaşam biçimimiz, en iç, en derin, en kutsal anlamıyla alındığı zaman bizim özgürlüğümüzü engelliyorsa, özgürce, dolu dolu yaşamamıza olanak verecek, kana kana, doya doya yaşadığımızı bize duyuracak bir yol bulmalıyız. Zen bunu yapmayı öneriyor; yaşama yepyeni, daha derin, daha doyurucu bir görünüm kazandıracak bir bakış açısı vermeyi üstleniyor. Bu bakış açısını kazanmak kuşkusuz insanın yaşam süreci boyunca başından geçebilecek en acılı zihinsel ve doğal bir değişimi de zorluyor. Kolay bir iş değil bu. Bir ateş vaftizinden, fırtınalardan, dağların devrilip, kayaların tuzla buz olduğu yer sarsıntılarından geçmek gibi bir şey...

...

Zihin hemen hemen her zaman çeşit çeşit saçma sapan yargılarla, kararlarla, kanılarla birtakım anlamsız duygusallıklarla tıka basa doludur. Kuşkusuz bunlar bizim günlük yaşamımızda yerine göre yararlı ve gerekli olabilirler. Bunun tersini söyleyemeyiz. Ama kendimizi mutsuz, perişan duruma düşürmemizin, bağımlılık duygusu altında ezilip inlememizin başlıca nedeni zihnimizde biriktirdiğimiz bu gibi şeylerdir. Her yapmak istediğimiz harekette bunlar bizi zincirliyor, boğazımızı sıkıyor, ruhsal ufkumuza kalın bir perde çekiyorlar. Hep engellerle çevrelenmişiz gibi bir duygu içinde yaşıyoruz. Özgür olmak, doğallıkla, içtenlikle davranmak istiyoruz ama buralara gelebilmek elimizden gelmiyor. Zen ustaları da bir zamanlar bu yaşantılardan kendileri de geçtiklerinden bu durumları biliyorlar. Asıl gerçeğin ayırdında olarak, uyanmış, aydınlanmış bir kimse olarak yaşamımızı yürütebilmemiz için taşımamızda hiçbir gerek olmayan bu ezici, yıpratıcı yüklerden bizleri kurtarmak istiyorlar. Bu amaçla birkaç lakırdı ediyorlar ve davranışlarıyla da destekleyerek eğer bu lakırdılar gereği gibi anlaşılıp değerlendirilirse zihnimizde birikmiş yargıların, kararların, kanıların zorbaca baskısından bizi kurtarabileceklerini göstermek istiyorlar. Ama bunlar kolaylıkla anlaşılabilecek şeyler değil. Yargıların, kararların, kanıların zorbalığı altında yaşamaya o kadar uzun bir süreden beri alışmışız ki zihnimizi tembellikten kurtarıp devinime geçirebilmemiz çok güç. Varlığımızın öyle derinine işlemişler ki bunlar, bütün kişiliğimizi altüst edip yeni baştan yapmaktan başka seçenek yok elimizde. Bu yeni baştan yapım işlemi de kanlı gözyaşları akıtılmadan olamıyor. Ama büyük ustaların çıktıkları doruklara erişmenin başka yolu da yok. Zen'in gerçeğini kişiliğimizin olanca gücünü harcamadan ele geçiremeyiz. Zen'e götüren geçitin her bir yanı dikenli çalılarla, devedikenleriyle örtülü, bayırlarsa son derece kaygan. Bu iş öyle boş vakit doldurmak için bir eğlence değil, yaşamda en önemli, en önde gelen ciddi bir iş bu. Aylakların, boş vakit harcayanların gözlerinin kesebileceği bir iş değil. Bu öyle bir örs ki üstünde karakterimiz balyozlana balyozlana biçimleniyor. "Zen nedir?" sorusuna bir usta "Kızgın ateş üstünde kaynar yağ", diye yanıt vermiş. Kızgın yağlarla gövdemiz dağlanmadan Zen bize güler yüzünü gösterip "Hoş geldin, işte burası senin evin" demiyor.

Daisetsu Teitaro Suzuki

Zen Budizm, D. T. Suzuki'den Seçme Yazılar, sf 69-70, 56-57.
Çeviri: İlhan Güngören



~


İnsanın mizacı toprak yemeye alışırsa rengi sararır, kötüleşir. İnsan hastalanır, düşkün bir hale gelir.
Fakat kötü mizacı değişirse kötülüğü gider, yüzü çırağ gibi parlar.
Dadı, süt emer çocuğunu, türlü türlü nimetlerden gıdalandırır.
Ama çoğunu memeden kesti mi ona yüzlerce bahçelerin, bostanların yolunu açar.
Çünkü meme, o zayıf çocuk için binlerce nimetlerin, binlerce yemeklerin, binlerce ekmeklerin hicabıdır.
Hulâsa yaşamamız, sütten kesilmemize bağlıdır. Sen de yavaş yavaş kendini gıdadan kesmeye çalış, vesselâm.

...

Bu gönlü ateş üstündeki kazanda kaynayan bir su bil!

Mevlana Celaleddin Rumî
Mesnevî



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder