Loading

22 Temmuz 2011 Cuma

Beyninize güvenebilir misiniz?



Beyniniz size pek çok yalan söyler. Bu haberi vermek zorunda kaldığımız için üzgünüz, ama bu doğru. Beyninizin temel ve zorlu görevlerle uğraştığı zamanlardı bile, siz olup bitenlerin büyük kısmından haberdar olmuyorsunuz.

Tabii ki, beyniniz özellikle size yalan söylemek için çabalıyor değil. Hayatta kalmanıza yardımcı olmak ve karmaşık bir dünyada hedeflerinize ulaşmanızı sağlamak için çok çalışıp muhteşem bir iş çıkartıyor. Acil durumlara ve benzer şekilde karşınıza çıkan fırsatlara hızlıca tepki göstermek zorunda olduğunuz için, beyniniz de genellikle ortaya çıkması belli bir süre alan mükemmel yanıtlar yerine, hızlıca değerlendirilebilecek yarım yamalak yanıtları tercih eder. Dünyanın karmaşık yapısıyla birleşince, bu durum beyninizin bazı kestirmelere sapmaya ve bir sürü varsayımda bulunmaya mecbur kalması demek. Beyninizin söylediği yalanlar -çoğunlukla- çıkarlarınıza en iyi şekilde hizmet eder, ancak tahmin edilebilir hatalar yapmanıza da yol açabilir.

Temel hedeflerimizden biri, hayatınızı idame ettirebilmeniz için beyninizin başvurduğu kestirme yollan ve gizli varsayım tiplerini keşfetmenizi sağlamak. Bu bilginin, beyninizin ne zaman güvenilir bir bilgi kaynağı olduğunu ve ne zaman da sizi yanlış yönlendiriyor olabileceğini tahmin etmenizi kolaylaştırmasını umuyoruz.

Beyninizin duyular sayesinde dünyadan bazı bilgiler edinmesiyle birlikte, sorunlar hemen ortaya çıkmaya başlar. Bir odada sessizce oturmak haricinde hiçbir şey yapmıyor olsanız da, beyninize takip edebileceğinden ya da nasıl davranacağınıza karar vermek için ihtiyaç duyduğundan çok daha fazla bilgi ulaşır. Halının üzerindeki detaylı renk şablonlarını, duvardaki fotoğrafları ya da dışarıdaki kuş seslerini fark edebilirsiniz. Beyniniz içinde bulunduğunuz ortama dair pek çok başka niteliği de hemen algılar, ancak bunlardan çoğunu çabucak unutur. Genellikle, bunlar gerçekten de önemli değildir, bu yüzden de çoğu zaman ne çok bilgiyi kaybettiğimizin farkında olmayız. Dünyadan edindiği bilgilerin pek çoğunu, önemsiz olduğu ortaya çıkar çıkmaz göz ardı eden beyin, pek çok bilgiyi atlayarak bize yalan söylemiş olur.

Avukatlar bu ilkeyi iyi bilir. Görgü tanıkları son derece güvenilmezdir ve bu durum, kısmen de olsa, gerçekte mümkün olandan daha fazla ayrıntıyı görmeleri ya da hatırlamaları yüzündendir - aslında pek çoğumuz aynı şeyi yaparız. Avukatlar bu bilgi sayesinde, tanığı doğru olmadığını ispat edebilecekleri bir şey söylemeye teşvik eder ve böylece ifadenin geri kalanı üzerinde şüphe uyanmasını sağlayabilirler.

O anki koşullara göre tercihini hız ya da doğruluk lehine kullanacak olan beyin, bazı bilgileri göz ardı etmenin yanı sıra, kestirme yollar kullanıp kullanmayacağına da karar vermek zorundadır. Olayları hayata geçirilmesi kolay, ancak her zaman doğru olmayan tahminî varsayımlarla yorumlayan beynimiz, çoğu zaman hızı ön planda tutar. Geri kalan zamanlarda ise, matematikle uğraşmak ya da bulmaca çözmek gibi işler için uygun olan yavaş, dikkatli yaklaşımları kullanacaktır. Psikolog Daniel Kahneman, bu varsayımları ve gerçek hayat davranışlarını nasıl etkilediklerini inceleyerek ekonomi alanında Nobel ödülü kazanmıştı (uzun bir zamandır birlikte çalıştıkları iş arkadaşı Amos Tversky ise, bu onuru paylaşamadan hayata veda etmişti).

Kahneman ve Tversky'nin yaptığı çalışmanın bizim için en önemli sonucu, mantıklı düşünmenin epey bir çaba gerektirdiğidir. Sözgelimi şu problemi hızlıca çözmeye çalışın: Bir beysbol sopası ve bir beysbol topunun toplam fiyatı 1 Lira 10 Kuruş. Sopanın fiyatı, topun fiyatından 1 Lira daha fazla. Topun fiyatı ne kadar? Çoğu kişi, bu soruya 10 Kuruş yanıtını verecektir, ki bu da sezgilerimize dayanan, ancak doğru olmayan bir cevap (sopanın fiyatı 1 Lira 5 Kuruş ve top da 5 Kuruş değerinde). Buna benzer zihinsel kestirme yollara başvurmak da sık rastlanılan bir durumdur: Aslına bakarsanız, mantıklarını kullanmaları konusunda özellikle uyarılmayan bireyler, buna benzer bütün durumların neredeyse tümünde yukarıdaki gibi kestirmeleri kullanma eğilimi içinde olur. Sezgilere dayanılarak verilen yanıtlar, çoğu zaman, hatta yanlış olduklarında bile, kabul edilebilecek yanıtlardır.

Günlük hayatımızda, genellikle bizden mantık problemleri çözmemiz istenmez, ancak yeterince tanımadığımız insanlar hakkında bazı yargılara varmak durumunda kalırız. Kahneman ve Tversky, bu yargıların da mantıklı olmadığını ispat etmek için farklı bir yaklaşım kullandılar. Örneğin, deneye, katılımcılara Linda hakkında bir şeyler anlatarak başlıyorlardı: "Linda otuz bir yaşında, bekâr, açık sözlü ve son derece başarılı biri. Felsefe okumuş. Öğrenci olduğu zamanlarda ayrımcılık ve sosyal adalet gibi konularla yakından ilgiliymiş ve aynı zamanda nükleer enerji karşıtı gösterilere de katılmış" Sonra da, karşılarındaki kişilerden, dikkatlice oluşturulmuş bir kişisel özellikler listesinden, Linda'yı en iyi tanımladığını düşündükleri ifadeyi seçmelerini istiyorlardı.

Çoğu kişi, a sıkkındaki "Linda, feminist hareket içerisinde aktif rol alan bir banka memurudur" ifadesinin, b sıkkındaki "Linda bir banka memurudur" ifadesinden daha muhtemel olduğunu düşünmüştü. A şıkkı, sezgiler doğrultusunda varılan bir karardı çünkü Linda'nın diğer özelliklerinden pek çoğu, örneğin sosyal adalet ve benzer konulardaki hassasiyetleri, onun feminist harekette aktif bir şekilde rol almasının olası olduğunu düşündürmüştü. Ancak bu doğru yanıt değildi, çünkü a şıkkında ifade edilen ve "feminist hareket içerisinde aktif rol alan bir banka memuru" tanımına uyan tüm kişiler, aynı zamanda b sıkkındaki "bir banka memuru" ifadesinin de kapsamına girmekteydiler. Ve tabii ki, b şıkkında tanımlanan grup, tepki gösteren ya da duyarsız olan diğer banka memurlarını da içine almaktaydı.

Böyle bir deneye tabi tutulduklarında, istatistik bölümlerinden mezun öğrenciler gibi ileri düzeyli katılımcılar bile mantıkla doğrudan çelişen sonuçlara varma hatasına düşer. Birbirleriyle alakalı niteliklerin, ortada pek bir kanıt olmadığı halde kişilere atfedilmesine neden olan bu güçlü eğilim, olası sonuçları hızlı bir şekilde tahmin etmek için kullanılan yöntemlerden biridir, ama aynı zamanda, toplumda yaygın bir şekilde rastladığımız pek çok klişe ve önyargının temel nedeni de olabilir.


Yetmezmiş gibi, kendi kendimize anlattığımız hikâyelerin pek çoğu da, kafamızda gerçekten olup bitenleri ifade etmekten uzaktır. Beyin hasarlı hastalar üzerinde yapılmış meşhur araştırmalardan biri, bu durumu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Hastalar ağır epilepsi yüzünden tedavi görmüş ve beyin kortekslerinin sağ ve sol yarıları, nöbetlerin bir taraftan diğerine yayılmasına engel olmak için cerrahi müdahaleyle birbirlerinden ayrılmıştır. Bu da, beynin sol ve sağ yanlarının, diğer tarafın ne yaptığından tamamen habersiz olması demektir.

Bir deneyde, bilimciler hastanın beyninin konuşmayla ilgili merkezlerin yer aldığı sol tarafına bir tavuk ayağının fotoğrafını ve konuşma üretme yetisine sahip olmayan sağ tarafına da karlı bir manzara fotoğrafı gösterirler. Başka bir dizi fotoğraf arasından, daha önce gördükleriyle ilgili bir fotoğraf seçmesi istendiğinde, hasta doğru tercihte bulunup, beynin sağ yarısı tarafından kontrol edilen sol eliyle bir kürek ve beynin sol yarısı tarafından kontrol edilen sağ eliyle de bir tavuk resmi seçer. Neden bu fotoğrafları tercih ettiğini açıklaması istenildiğinde, hasta: "Oo, çok kolay" der; "tavuk ayağı ve tavuk birbirlerini tamamlar ve kümesi temizlemek için de bir kürek gerekir." Bu deney sonucunda, bilimciler beynin sol yarısının, o an tam olarak neler olduğunu kavrayamıyor olmasına rağmen, dünyada olup bitenleri anlamlandırmakla görevli bir "yorumlayıcı" barındırdığı sonucuna vardı.

Bazı bilgilerin bir kenara atılıp kullanılmaması, zihinsel kestirmelere sapılması ve inanılabilir hikayeler uydurulması gibi problemler, psikologlar tarafından, "değişim körlüğü" olarak adlandırılıyor, örneğin, aşağıdaki iki fotoğrafa bakın. Aralarındaki fark nedir? [Görüntü konmadı]..

Burada gösterilenler gibi karmaşık resimlere bakan kişiler, imgeler hareket etmiyorsa farkların ne olduğunu görebilirler. Ancak bir görüntü hareketliyse ve bir kareden diğerine geçiş sırasında titremeler meydana gelirse, farkların görülmesi çok daha zor olur. Bu durum, görsel belleğimizin çok iyi olmamasından kaynaklanmaktadır.

Bu türden deneyler, psikologları şanslarını zorlamaya ve insanların bazı şeyleri gözden kaçırmalarını sağlamak için daha abartılı yöntemler denemeye sevk etmiştir. Bu deneyler arasında bizim en çok sevdiklerimizden birinde, araştırmacılardan biri sokakta yürüyen bir kişiye yanaşıp, ondan bir yolu tarif etmesini ister. Karşısındaki anlatmakla meşgulken, büyük bir kapı taşıyan işçiler araştırmacı ve yol tarifeden kişinin arasından geçip, ikisinin birbirlerini görmesine engel olur. Kapının engellemesi sayesinde, yol tarifi soran araştırmacının yerine başka biri geçer ve konuşmayı hiçbir şey olmamış gibi devam ettirir. İkinci kişinin birinciden son derece farklı göründüğü durumlarda bile, yol tarifini yapan kişilerin ancak yüzde ellilik bir kısmı konuştukları kişinin değiştiğini fark edecektir.

Diğer bir deneyde, deneklere üzerlerinde beyaz forma bulunan üç öğrencinin bir basketbol topunu aralarında dolaştırdıkları, bu arada da siyah formalı üç başka öğrencinin de, ikinci bir topu birbirlerine attıkları bir video seyrettirilir. İzleyicilerden, beyaz formalı takım tarafından yapılan pasları saymaları istenmiştir. Beyaz ve siyah formalı gruplar birbirlerine karışırken, üzerinde goril kostümü bulunan bir kişi sahanın bir tarafından görüntüye girer ve kameraya dönüp göğsünü yumrukladıktan sonra, diğer taraftan sahayı terk eder. İzleyicilerden yarısı bu olayı hiç fark edemeyecektir. Bu deneyler, çevremizde olup bitenlerin sadece bir kısmını algıladığımızı ortaya koymaktadır.

Geçmişe dair anılarınızın güvenilmez ve yaşadığınız ana ait algılarınızın da epeyce seçici olduğunu ortaya koyduk. Bu noktada, geleceği hayal etme yeteneğinizin de şüpheyle yaklaşmaya değer olduğunu işitmek muhtemelen sizi şaşırtmayacaktır. Daniel Gilbert'in Mutluluk Üzerine Çeşitlemeler isimli eserinde açıkladığı üzere, gelecekteki halimizi hayal etmeye çalıştığımızda, beynimiz gerçekçi olmayabilecek pek çok ayrıntı eklemeye ve önemli olabilecek pek çok detayı da atlamaya meyillidir. Sanki geleceğe dair bir filmmiş gibi kurguladığımız hayali gerçekliğimize bağlı olarak, hayatlarımızı planlarken tehlikeleri de, fırsatları da benzer şekilde gözden kaçırmaya meyilli oluruz.

Şu ana kadar okuduklarınız sonucunda, beyninizin inanılacak bir tarafı kalıp kalmadığını merak etmeye başlamış olabilirsiniz, ancak beyninizin olağandışı görünen tercihlerinin ardında milyonlarca yıllık bir evrim süreci yatar. Beyniniz, hayatta kalmak için tarih boyunca en büyük önemi taşımış ayrıntıları dikkate alarak, seçici bir şekilde işler - beklenmedik olaylara özellikle dikkat ederek. Gördüğümüz üzere, beyniniz size doğruları nadiren söyler; ama söyledikleri de çoğunlukla, her halükârda bilmeniz gerekenlerdir.






Bir fotoğrafa bakmak, satranç oynamaktan daha zordur..
Beyninizin ne yaptığını bildiğinizi düşünüyor olabilirsiniz, ancak aslında, beyin faaliyetlerinizin sadece küçük bir kısmının farkındasınız ve beyninizin siz fark etmeden başardığı işler, karşı karşıya kaldığı en zorlu görevlerden bazılarını oluşturuyor. Bilgisayar bilimciler, insan yeteneklerini taklit eden programlar yazmak için işe koyulduğunda, bilgisayarların mantık kurallarını takip etmelerini ve karmaşık matematiksel işlemler gerçekleştirmelerini sağlamanın nispeten kolay, ancak görsel bir imgede karşılarına çıkan şeyleri tanımlamalarını ya da dünya üzerinde sorunsuz bir şekilde ilerlemelerini sağlamanın son derece zor olduğunu gördüler. Günümüzün en iyi bilgisayar satranç programlan, en büyük satranç oyuncularını arada bir de olsa mağlup edebiliyor, ama görsel dünyayı anlamlandırmak söz konusu olduğunda, yürümeye yeni başlamış, paytak paytak etrafta dolanan sıradan bir çocuk bile, en üst düzey bilgisayar programlarının canına okuyabilir.

Görünüşe bakılırsa, en zor işlerden biri görsel bir sahnede yer alan nesneleri teker teker tanımlamak. Örneğin, bir yemek masasına bakarken, su bardağının diğer bir nesnenin, örneğin çiçekli bir vazonun önünde duran bir nesne olduğunu kolayca görebiliyoruz; ancak bu pek çok olası yanıt barındıran, karmaşık bir hesaplama gerektiriyor. Bu muğlaklığı sadece arada bir, ancak herhangi bir nesneyi, yanlış değerlendirmemize neden olacak kadar kısa bir süreliğine gördüğümüz zaman yaşıyoruz; sözgelimi, karanlık bir yolun ortasında duran taşın aslında komşunun kedisi olduğunu aniden fark ettiğimizde. Beyin karşılaştığı olasılıkları, nesnelerle yaşadığı geçmiş deneyimleri dikkate alarak sınıflandırıyor ve bu deneyimler, nesneleri ayrı ayrı ya da farklı kombinasyonlarla gördüğü durumları da içeriyor. Hiç birilerinin kafasından ağaç çıktığı izlenimini veren bir fotoğraf çektiğiniz oldu mu? Fotoğrafı çektiğiniz sırada herhangi bir problem sezmemiştiniz; çünkü beyniniz nesneleri gözlerinize olan mesafelerini dikkate alarak etkin bir şekilde birbirlerinden ayırmıştı. Ancak daha sonra elinize aldığınız iki boyutlu fotoğraf, mesafelerle İlgili bu bilgiyi içermiyordu ve bu yüzden de. iki nesne size birbirinin üzerine binmiş gibi görünmekteydi.

  


Aklımız başımızda mı?
'Sağ beyin" ya da "sol beyin" ifadelerini kullandığımızda, korteksin iki tarafından bahsediyor oluruz. İşlevler açısından beynin iki yarısı arasında ciddi farklılıklar bulunsa da, bu farklar genellikle yanlış anlaşılır. Çoğu insanın konuşma yeteneği, beyninin matematik ve diğer mantıksal problem çözme yöntemlerinden de sorumlu olan sol kısmı tarafından kontrol edilir. İlgi çekici bir şekilde, bu taraf yanlış hatırlanan ya da yanlış ifade edilen pek çok ayrıntının da sorumlusu konumundadır ve sonraki sayfalarda değineceğimiz "yorumlayıcı" da, beynin bu tarafında yer alır. Ancak ayrıntılı bir şekilde incelendiğinde, beynin sol tarafı yoğun bir mantık ve düzene ihtiyaç duyar görünmektedir; hatta bu ihtiyaç öylesine kuvvetlidir ki, anlam veremediği bir şeyle karşılaştığında, beynin sol tarafı genellikle makul bir açıklama uydurarak tepki verir.

Sağ taraf ise, olanları bildirirken çok daha gerçekçi ve samimidir. Mekânsal algıları ve nesnelerin dokunma yoluyla analizini kontrol eder ve görsel-motor görevlerde ön plana çıkar. "Sanatsal" ya da "duygusal" olmaktan ziyade, beynin sağ tarafının daha gerçekçi olduğunu söyleyebiliriz. Beynin sağ tarafı, aynı eski Amerikan dizisi Dragnet'teki Joe Friday karakteri gibidir ve bir şekilde konuşabilseydi, hiç şüphe yok ki, "Sadece gerçekler, efendim" diyor olacaktı.




Beynimizin ancak yüzde onluk kısmını kullanıyoruz
Rastgele seçtiğiniz bir grup insana, beyin hakkında ne bildiklerim soracak olursanız, en sık karşılaşacağınız yanıt muhtemelen beyin kapasitemizin ancak yüzde onunu kullandığımız olacaktır. Bu inanış, dünyanın dört bir yanındaki nörobilimcilerin acı içinde kıvranmalarına neden oluyor. Yüzde on efsanesi yüz yıldan uzun bir süre önce ABD'de filizlendi ve şimdilerde, Brezilya kadar uzak ülkelerde yasayan nüfusun yarısı buna inanıyor.

Oysa beyin üzerinde çalışmalar yürüten bilimciler için, bu fikir tümüyle saçma; beyin son derece etkin bir cihaz ve görünüşe bakılırsa, hemen hemen tümüne de ihtiyaç duyuluyor. Bu kadar uzun bir zaman zarfı boyunca geçerliliğini koruduğuna göre, bu hurafede işitmek istediğimiz bir şeyler olmalı. Zamana bunca süredir direnmesi, belki de verdiği iyimser mesaj yüzündendir. Eğer normalde beyinlerimizin sadece yüzde onluk kısmım kullanıyorsak, kalan yüzde doksanın ufacık bir kısmını olsun kullanabilirsek yapabileceklerimizi bir düşünsenize! Hiç şüphe yok ki bu oldukça cazip bir düşünce ve bir yandan da içinde bir tür demokrasi hissi barındırıyor. Ne de olsa, eğer herkes böylesine büyük bir beyin kapasitesine sahipse, o zaman aptal insanlarla değil, sadece beyinlerini yeterince kullanmayı öğrenmemiş bir grup potansiyel Einstein’la karşı karşıyayız demektir.

Bu iyimserlik tarzı, beyin gücünü arttırmak için türlü türlü çalışma programlan pazarlamak isteyen kişisel gelişim guruları tarafından istismar edilmiştir. 1940’lı yıllarda Dale Carnegie bu fikri kitap satışlarını arttırmak ve okuyucuları etkilemek için kullanıyordu. Bu düşünceyi modern psikolojinin kurucusu William James'e atfederek hurafenin hızla geniş kitlelere yayılmasına neden oldu. Oysa, James'in yazıları ya da konuşmalarında yüzde on rakamına rastlayan tek bir kişi bile olmadı. Aslında, James halka yaptığı konuşmalarda insanların kullandıklarından daha fazla zihinsel kaynağa sahip olduklarını gerçekten de söylemişti. Belki de girişken bir dinleyici, bir yüzde dile getirerek ederek bu düşüncenin daha da bilimsel bir havaya bürünmesine neden olmuştu.

Bu fikir, özellikle de duyu ötesi algı (ESP) ve diğer psişik fenomenlerle ilgilenen kişiler arasında popülerdir. Bu düşünceye inananlar, yüzde on efsanesini çoğu zaman bu yeteneklerin varlığını açıklamak için kullanır. Bilimin çerçevesi içinde yer almayan bir inanışın bilimsel bir gerçeğe dayandırılması yeni bir şey değil, ancak bunun "bilimsel gerçeğin' de yanlış olduğu bariz bir biçimde ortadayken yapılması, gerçekten de berbat bir durum.

Gerçekte, beyninizin tümünü her gün kullanırsınız. Beynin asla kullanılmayan büyük parçaları olsaydı, bunların zarar görmesi de fark edilebilir sorunlara yol açmazdı. Ama durum asla böyle değil! Ayrıca beyin etkinliklerinin ölçülmesine imkân tanıyan işlevsel görüntüleme yöntemleri, bize basit işlerin bile bütün beyni etkinleştirmek için yeterli olduğunu göstermiştir.
Beynimizin yüzde onunu kullanıyoruz efsanesinin başlangıcıyla ilgili bir diğer olası açıklama da, beynin belli bölgelerinin, hasar sonucu ortaya çıkan etkilerin kolayca anlaşılmasına imkân vermeyecek kadar karmaşık olmasıdır. Örneğin, beyin korteksinin frontal (ön) lobları hasarlı olan kişiler, günlük hayatın gerektirdiği sıradan hareketlerin çoğunu yapmaya devam edebilir, ancak yaşanan durumlara uygun davranış biçimlerini seçmeyi başaramazlar. Mesela, bu durumdaki bir hasta önemli bir iş toplantısının orta yerinde ayağa kalkıp, kendine öğlen yemeği ayarlamak için toplantı salonundan çıkıp gidebilir. Tabii ki, bu durumdaki hastalar dünyaya ayak uydurmakta büyük zorluk yaşar.

Günümüzden önceki nörobilimcilerin ön beyin bölgelerinin işlevlerini anlamakla ilgili bazı sorunlar yaşamalarının bir nedeni, laboratuar fareleriyle çalışmaları olabilir. Laboratuar fareleri oldukça basit bir hayat sürer. Yapmaları gereken, besinlerini ve sularını görmek, bunların yanına gitmek ve tüketmekten ibarettir. Hayatta kalabilmek için bunlar haricinde yapmaları gereken pek bir şey yoktur. Bu işlerin hiçbiri beynin ön bölgelerinin kullanımını gerektirmez. Erken dönem nörobilimcilerden bazıları da, fareleri inceledikten sonra bu bölgelerin fazla bir şey yapmıyor olabileceği düşüncesini geliştirdiler. Sonraki tarihlerde yapılan daha gelişmiş testler, bu düşüncenin doğru olmadığını kanıtlamış olsa da, bu hurafe çoktan akıllarda kendine yer edinmişti.


"Bölüm 1: Beyninize Güvenebilir misiniz?"
Beyninize Hoş Geldiniz
Sam Wang , Sandra Aamodt
NTV Yayınları, 324 sf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder