Loading

21 Temmuz 2011 Perşembe

Kant'ın Ödev Etiği

"Doğru Eylem" Problemini Başat Sayan Etik Tipleri:


Kant'ın Ödev Etiği (Deontolojik Etik*)

Etik tarihine bakıldığında, antikçağdan yeniçağda Kant'a kadar etikte başat problemin "en yüksek iyi" problemi olarak kaldığı ve çözüm denemelerinin mutlulukçu bir çizgiyi izledikleri görülür. Hazcılıktan, Epikürosçuluktan, stoacılıktan, yeniçağın yararcı, pragmatist ve operasyonalist öğretilerine kadar, tüm öğretilerde en yüksek iyi "mutluluk" olarak görülür ve bu mutluluk, bedensel haz, sürekli hoşnutluk durumu, doğaya akıl yoluyla uyum göstermek yoluyla ulaşılan dinginlik, bireysel yarar, toplumsal yarar vb. olarak değişik şekillerde tanımlanır. Örneğin etiğin kurucusu olarak gördüğümüz Aristoteles de, bir ahlakçı tavrıyla, insan yaşamının, özellikle ahlaksal yaşamın ereğinin mutluluk olduğunu öğretir; fakat yine de etikçi yanının ağır bastığı bir tavırla, mutluluğun ne olduğu konusunda hiçbir uzlaşım olmadığını da belirtmekten geri kalmaz. Öyle ki, ahlakçı Aristoteles'i etikçi Aristoteles uyarır ve frenler gibidir.


İşte, Kant, etiğin temelini üzerinde hiçbir uzlaşım olmayan "mutluluk" gibi bir ereğe bağlamanın yanlış olacağından hareket eder. Başka bir deyişle, adı "mutluluk" olarak konulmuş olsa da, herkesin üzerinde uzlaşacağı bir "en yüksek iyi" yoktur. O halde etik için bir temel aranacaksa, bu temel başka bir yerde aranmalıdır. Kant, daha önce Salt Aklın Eleştirisi adlı kitabında gerçekleştirdiği teorik akıl analizi ile, bilgimizin oluşumunu sağlayan a priori temeller olarak zihin kategorileri ve duyarlık formlarını ele almıştı. Bunlar bilgimizin oluşumunu sağlayan a priori temeller, bilgi yapıcı yasalar, epistemolojik formlardı. Şimdi Kant, etik alanında gördüğü ve hiçbirinin sağlam ve genelgeçerli temellere dayanmadığını saptadığı öğretiler çokluğu karşısında, etiğin de a priori temelleri olabileceği sayıltısıyla yola çıkmaktadır. Bir başka ifadeyle, Kant'a göre, bilgide olduğu gibi etiğin temelinde de, herkes için aynı olan, herkes için geçerliliğe sahip bulunan a priori bir temelin, bir yasanın bulunması gerekir. Kısacası, etik, ancak genelgeçerli bir yasaya dayandığı takdirde biricik ve evrensel bir etik olabilir. Böylece Kant, ilk kez sofistlerle Sokrates ve Platon arasında ortaya çıktığını ve daha sonra hemen tüm etik tarihinde karşılaştığımızı daha önce belirttiğimiz etik relativizm - etik mutlakçılık (evrenselcilik) karşıtlığında mutlakçıların, evrenselcilerin yanında yer almış da olur.

Etik için aranan ve mutlak geçerliliğe sahip evrensel yasa, nasıl bir yasa olacaktır? Bu yasa öyle bir yasa olmalıdır ki, bu yasaya uyan tüm insan eylemleri "ahlaksal" olabilsin. Doğa yasası gibi genelgeçerli, evrensel olacak, ama bu kez doğa için değil de ahlaksal yaşam için düşünülmüş böyle bir ahlak yasası nasıl konumlanabilir? Sorunun böyle sorulmuş olması, Kant'ın doğa yasası örneğine göre düşündüğü böyle bir ahlak yasasının doğa yasası gibi olan bir şey değil, bir olması gereken olarak tasarladığını gösterir. Başka terimlerle ifade edilecek olursa, doğa yasası verili bir şey iken; ahlak yasası verilenmiş (gegeben, given), bu demektir ki, doğal belirlenim içindeki insanın sonradan rasyonel yoldan tasarlayıp uygulamaya sokmaya çalıştığı bir yasadır. Kant'a göre böyle bir ahlak yasası, insanın hem kendisi için istemiş ve kendisine koymuş olduğu, eylemlerini ona göre yönlendirdiği bir bireysel ilke, hem de aynı zamanda başkalarının da isteyebileceği ve başkalarının da kendilerine koymuş oldukları, eylemlerini ona göre yönlendirdikleri bir genel ilke olarak konumlanabilir. Böyle bir yasayı ise, ancak özgür bir insan isteyebilir. Özgürlük, zaten, insanın isteyerek, yani istencini (iradesini) harekete geçirerek kendisine yasa koymasından (otonomi; oto: kendinomos: yasa) başka bir şey de değildir. Ahlak yasası bir "en yüksek iyi" de değildir. "İyi", ancak, böyle bir yasayı isteme ve ona uymada kendini gösterebilir.

Bu belirlemelere göre, ahlaksal yaşam ancak istenç (irade) ve ahlak yasası olarak iki temele dayandırılabilir. Bu demektir ki, bu temellerden yoksun bir yaşam ahlaklılık taşımaz. Çünkü herhangi bir ilkeye veya buyruğa isteyerek (iradeyle) bağlanmadan ve sadece bu ilke veya buyruğa sorgusuz sualsiz boyun eğerek yapılan eylemlerle yetinildiğinde veya sadece doğal duygulanım ve güdülere göre hareket edildiğinde, böyle bir durum olsa olsa bir legalite durumu olabilir, birmoralite (ahlaklılık) durumu olmaz.** Öyle ki, doğal eğilim, güdü ve itkilerle, psişik motiflerle ve toplumsal alışkanlıklarla, irdelenmeksizin benimsenmiş ve içsenmiş, kemikleşmiş törelere uyarak yapılan eylemler hiçbir şekilde moralite taşımazlar.

Görülebileceği gibi, Kant, yaptığı bu moralite tanımıyla, insanın doğallığını çıkış noktası yapmış olan tüm etik öğretilerini yadsır; onları ahlaklılık alanının dışına atmış olur. "Mutluluk"u "en yüksek iyi" saymak, onu erek haline getirmek, Kant'a göre tamamen yanlıştır. Ahlaklılık "mutluluk" ile ilgili bir şey olamaz. Çünkü insan mutluluğa, zaten doğal eğilimleri, güdüleri, arzularının yönlendirmesi altında ulaşabilmektedir. Mutluluğa ulaşmakta, özellikle mutluluğu bedensel haz, arzuların tatmini olarak anladığımızda, hayvanlardan herhangi bir ayrımımız yoktur; çünkü hayvanlar da doğaları gereği böyle bir mutluluğu kovalarlar. Ahlaklılığı mutluluğa endekslediğimizde, ahlaklılık artık sadece insana ait bir fenomen veya durum olmaktan çıkar, toplu halde yaşayan, özellikle eşeyli yoldan üreyen tüm hayvanlar için de geçerli bir fenomen veya durum olurdu. Bu nedenle Kant, ahlaklılığı sadece insana özgü bir fenomen veya durum olarak kurabilmek, temellendirebilmek için, insanın doğal yanından az çok özerk olduğunu düşündüğü öbür yanından, akıl sahibi varlık veya kendisinden sonra genişliğine kullanılan bir terimle, akıl sahibi varlık olmayı sadece bir yön olarak içeren tinsel varlık olarak insandan yola çıkmak ister. Biz, doğal yanımızdan belli ölçülerde bağımsız bir yaşam biçimini akıl sahibi varlık olarak gerçekleştirme olanağına sahibizdir. Bu olanağı kullanıp kullanmamak bize kalmıştır. Bu olanağı kullanmadığımız sürece, bir doğa varlığı olarak kalırız. Bu olanağı kullanmaya başladıkça yani "Aklını kullanma cesaretini göster!" buyruğuna uyduğumuz sürece, kendimizin yaptığı ve isteyerek uyduğu bir evrensel ahlak yasasının buyruğu altında yaşamaya geçer, yani ahlaksal varlık olabiliriz. Buradan hareketle tinselliği de tanımlayabiliriz: Tinsellik, insanın kendi aklı, duyguları, istekleri, tutkuları, düşünceleri, ideleri ve idealleri, kurumlaştırmaları vb. doğrultusunda, kendi düşüncesi ve emeği ile ortaya koyduğu her şeydir. Ahlaklılık da, anlaşılacağı üzere, tinselliğin en önemli bileşenleri arasında yer alır.

Kant felsefesini epistemolojide olduğu gibi etikte de bir dönüm noktası kılan en önemli husus, onun getirmiş olduğu bu yeniahlaklılık tanımı ve etiği bu tanım doğrultusunda yepyeni bir şekilde temellendirmeye girişmiş olmasıdır.

Kant için, evrende uzam ve zaman koordinatları içinde yaşayan bir doğal varoluş olarak insan, tüm gereksinim, güdü, dürtü ve duygulanımlarıyla, doğada hüküm süren nedensellik yasalarına tâbidir. O, bu durumuyla özgür değildir. Doğal varoluş olarak insan heteronom bir konumdadır; yani kendisi dışındaki bir şeyler (doğa yasaları) tarafından belirlenmiştir. Bu durumda o, ancak kendi koyduğu bir yasa, bir ahlak yasası altında yani istenç (irade) sahibi bir varoluş olarak eylemde bulunduğunda özgür olabilir. Ve insan özgür olabilir; çünkü o, istenç (irade) sahibi varoluş olarak otonomi sahibidir.Heteronomi, "yasası kendi dışında olmak" iken; otonomi, "yasası kendi içinde olmak"tır ki, o, özgür olmak anlamına geldiği gibiahlaklılığın da koşuludur.

Peki, ahlak yasasının özgül nitelikleri nelerdir? Ahlak yasası, öncelikle bir imperatif, bir buyruk olarak karşımıza çıkar. O bir buyruktur; fakat kendi istencimizle kendimize koyup gereğini yerine getirmeye çalıştığımız, bizi belirlemesine izin verdiğimiz bir buyruktur. Dolayısıyla ona doğada rastlanmaz. Zaten yukarıda yapılan kesin ayrıma göre, doğada ahlaklılığa rastlanmaz.

Demek ki, ahlak yasası doğa yasası değildir; onun belirleyiciliği doğa yasasınınki gibi zorunlu değildir. Ahlak yasasına uymak bizim için bir zorunluluk değil, bir ödev'dirÖdev, tanımı gereği, yapmayı, yerine getirmeyi kendi istencimizle üstlendiğimiz, sorumluluğunu üzerimize aldığımız bir buyruktur. Onu görev'den ayıran da budur. Görev de gerçi bir ödevdir; o da yapmayı, yerine getirmeyi üstlendiğimiz, yerine getirme sorumluluğunu üzerimize aldığımız bir buyruktur; fakat burada yapmamız gereken, bizim dışımızda, bir otorite (devlet, kurum, aile büyüğü vb.) tarafından bize buyrulmuştur. Ödev’de tam bir otonomi varken, görev’de otonomi ve heteronomi bir aradadır. Yine de görev’deki heteronomi, doğa yasalarının dıştan belirleyiciliğindeki heteronomi değil, insan dünyasında ve insanlararasılık zemininde gerçekleşen bir heteronomidir. Dolayısıyla, kendi dışımızdaki bir otoritenin buyruğu olarak görev, kendisini tam anlamıyla içseyerek, benimseyerek ve özgürce onaylayarak yerine getirdiğimiz sürece ödev'e dönüşür. Aksi halde aynı görev, isteksizce katlanılan bir angaryaya dönüşebilir, hatta bir çeşit zulüm olarak hissedilebilir.

Şimdi bu durumu daha da aydınlatacak iki terime yer vermemiz gerekecektir: İnsan doğa yasasının belirleyiciliğini hipotetik (koşullu) bir belirleyicilik olarak tanır. Başka bir ifadeyle, tüm doğa yasaları, doğa varlığı insan için kendisini dıştan koşullayan şeylerdir. Buna karşılık ahlak yasası kategorik (koşulsuz) bir yasadır. Ahlak yasası her türlü doğal belirlenimin dışında, bizim kendimize koyduğumuz bir buyruk olması anlamında, bir kategorik imperatif (koşulsuz buyruk) olarak kendisini gösterir. Buyruğu koşulsuz olarak geçerli yani kategorik kılan şey, onun eylemi yönlendiren bir yasa, ama özgürce konulmuş bir yasa olmasıdır. Böyle bir yasa, nedensellik yasalarınca belirlenmiş olan doğada bulunmaz. Bu yasa, aynı zamanda her türlü içerikten yoksun, salt ve formel bir yasadır ve özgür insan bu yasaya uymayı kendine ödev olarak koyan, bunu kendisine taahhüt eden insandır.

Kant, ahlak yasasını, birer formül halinde, aşağıdaki cümleleriyle betimler:

"Böylece, bir eylemin dayandığı ilke olması gereken bir yasanın genelliği, bu genelliğin, sadece, bir buyruğa uymakla zorunlu bir şeymişçesine tasarlanmasından başka bir şey değildir. Öyleyse kategorik imperatif biriciktir ve şudur: Öyle bir ilkeye dayanarak eyle ki, bu ilkeye dayanarak isteyebileceğin şey, aynı zamanda bir genel yasa olsun."

"Öyle eyle ki, eyleminin dayandığı ilke, sanki kendi istencinle gerçekleştirmiş olduğun bir doğa yasası olabilsin."

"Öyle eyle ki, eyleminin dayandığı ilke, aynı zamanda öbür insanların eylemleri için de bir ilke ve yasa olabilsin."

Bu yolla elde edilen kategorik imperatif, demiştik ki, fenomenler dünyasında, doğada bulunmaz; o yalnızca insana geçişli, insanın bulduğu ve insana hitap eden bir yasadır; fakat doğa varlığı olarak insana değil, akıl sahibi varlık olarak insana. Kant, ahlak yasası hakkındaki bu bilincimiz doğrultusunda, doğada olmayan, sadece akıl sahibi varlık olarak bizim sayemizde varoluş kazanabilecek olan bir olgu türünden söz eder ve buna aklın olgusu (Faktum der Vernunft) adını verir. Aklın olgusu, insanın kendi özgür istenciyle kendisi için ve kendisine bir yasa koyma olgusudur.

Şimdi, hem kendimiz hem de başkaları için geçerli olabilecek böyle bir yasaya somut ve içerikli örnekler bulup bulamayacağımızı soralım.

Kant için ahlak yasası şu veya bu somut duruma uygun bir içeriğe sahip değildir. Ahlak yasası içerikli değil, formel bir yasadır. Böyle bir yasayı, hazza, mutluluğa, yarara vb. göndermeler yaparak somutlaştıramayız. Çünkü haz, mutluluk, yarar vb. insanın nedensellik yasalarınca belirlenmiş doğal yanına ait şeyler olarak, varoluşlarını heteronomiden alırlar. Dolayısıyla bu türlü içerikler, özgür insanın istençli olarak yönlendiği değil, doğal insanın istençsiz olarak yönlendirildiği ve tam da bu yüzden ahlaklılık taşımayan içeriklerdir. Ahlaklılığın biricik göstergesi, yineleyelim, insanın kendi istenci ve aklıyla kendine koymuş olduğu yasanın buyruğuna girmesidir. Bu yasa, bir doğa yasasının zorunluluğuna sahip değildir. Fakat bu yasa, onu kendisine koyan insan tarafından tıpkı doğa yasasıymış gibi zorunluymuşçasına konumlanır. Dolayısıyla ondaki zorunluluğun kaynağı doğa değil, biziz. Ahlak yasası bize kendisine uymamız gerektiğini buyurur; ona uymak bize bir ödev olarak görünür. Bu yüzden, doğa yasasını zorunluluk (müssen) tasarımı altında düşündüğümüz halde, ahlak yasasınıgereklilik (sollen) tasarımı altına sokarız. Doğada olup biten her şeyi, tek bir sözcükle olan olarak adlandırırsak, ahlak yasasının bize buyurduğu şey, bir olması gereken olarak adlandırılabilir. Zaten ödev teriminde de eylemlerimizi bir olması gerekene göre yönlendirmemizin vurgulandığı açıktır. Burada bu olması gereken, yine de bir neden konumundadır. Fakat onu doğal nedenden ayıran, onun özgürce tasarlanmış ve konulmuş olmasıdır. Bu nedenle Kant için ahlaklılık, özgürlükle gelen bir nedensellik doğrultusunda varoluş kazanabilir. Eylemlerimizi "doğru eylem" kılan, onların özgürlükle gelen bir nedenselliğe tâbi olmalarıdır. Böyle bir nedensellik türü, yineleyelim, doğada yoktur, ancak ahlak alanında, tinsel dünyada bulunur.

Tüm bu belirtilenler, Kant'ın ödev etiğinin etikte temel problemin "doğru eylem" problemi olduğu sayıltısını benimseyen bir anlayışın ürünü olduğunu da gösterebilir. Kant etiğinde doğru eylem, istençle ve akılla, bu demektir ki, özgürce konan bir ödevin gereğini yerine getirmeye yönelik eylemdir ve sadece insana özgü ve insana aittir. Başka bir ifadeyle, doğru eylem, ödevi gerçekleştirmeye yönelik eylemdir. Şu da anlaşılır ki, Kant için etik, doğru eylemin ne olduğu sorusunu yanıtlama girişimidir.

Ahlak yasasının içeriksiz olduğunu belirtmiştik. O, hem bireysel bir ilke, hem de herkesin isteyebileceği ve onaylayabileceği bir genel ilke olarak, formel bir yasadır. Bununla birlikte o, her somut durum için, uygulamada geçerli kılınabilir de. Örneğin bir dükkândan bir ödeme yapmadan mal alınamaz. Çünkü herkes böyle yaparsa, ekonomik, toplumsal, hukuksal ve ahlaksal bir yaşam oluşturulamaz. Böyle bir durumu ise, ne bireyler, ne de genel olarak toplum ister. Bu yüzden salt, formel, içi boş, hiçbir belirli durum için somutlaştırılamayacak olan bu yasa, ancak, kendisine tek tek her bir eylemimiz için bir ölçüt olarak başvurulduğunda bir işlev yüklenebilir, uygulamaya ışık tutabilir. Tüm bu nedenlerle Kant etiğine ödev etiği (deontolojik etik), gereklilik etiği adları yanında formalist etik adı da verilmiştir. Kant, formel bir yasa olarak ahlak yasasını, nasıl ki zihin kategorileri teorik aklın a priorileri iseler, "pratik aklın a priorisi" olarak konumlamak ister. Özgür istencin ve pratik aklın meyvesi olan bu yasayı a priori kılan bir başka önemli yön de, onun bir "istenemeyen yasa" da olamamasıdır. Ahlak yasası istenen ve istendiği için kendisine bağlanılan bir yasadır. İstenmeyen bir yasa ahlak yasası olamaz. Fakat ahlak yasası aynı zamanda kendisine karşı durmayı "isteyemeyeceğimiz" bir yasadır da. Örneğin bir kimse birisinden borç para aldığında borcunu ileride ödemeyi hiç düşünmediği halde en kısa zamanda ödeyeceğine dair yalan söyleyebilir, hatta ödeyeceğine yalan yere yemin bile edebilir. O bunu birkaç kez tekrarlayabilir ve her seferinde borç para aldığına bakarak, sonunda şöyle bir ilkeye bile ulaşabilir: "Geriye ödemeyeceğini bile bile borç para isteyip alabiliyorsan; geriye ödeyeceğine dair söz vermelisin." Diyelim ki, o kimse böyle bir ilkeyi bir ahlak yasası olarak benimsemiş olsun. Ne var ki, o bu ilkeye göre eylemde bulunmaya devam ettiğinde, bir süre sonra ona kimse borç para vermemeye başlayacaktır. Çünkü o kendi istenciyle kendisine bir ilke koymuştur gerçi; fakat bu ilke başkalarının da kendi istençleriyle kendilerine koydukları bir ilke haline gelmediğinden, daha doğrusu gelemediğinden, asla bir ahlak yasasına dönüşemeyecektir. O kimse de, en nihayet, kimseden borç para alamayacağını anladığında, kendisine koyduğu ve bir ahlak yasası haline getirmek istediği bu ilkeyi, bizzat kendisi artık "isteyemeyecektir"; başkalarının istemediği bir ilkeye göre yönlendirdiği eyleminin de "doğru eylem" olmadığını görecektir.


Kant etiğinin etik tarihinde bir dönüm noktası olduğunu belirtmiştik. Gerçekten de, Kant'tan sonra Kant'la tartışmak, genel olarak felsefede, özel olarak etikte, başlıca uğraşlardan biri olmuştur. Örneğin hemen aşağıda ele alacağımız değer etiği de ve daha sonra üzerinde duracağımız özgürlük etiği de, hem Kant'tan hareket eden hem de Kant'la tartışan etikler olmuşlardır. Kant'ın "özgürlük" kavramını tanımlayışı kendisinden sonraki etikler için büyük ölçüde kalkış noktalarından birini oluşturmuşsa da, onun hiçbir doğallığa, özellikle insanın duygu, heyecan, arzu dünyasına yer vermeyen formalizmi, ağır eleştirilere uğramıştır. Örneğin Schiller, Kant'ın ahlak yasasını konumlayış tarzındaki bu sertliği çok ağır bir biçimde eleştirmiş ve bu yasanın despotluğunun korku verici olduğunu söylemiştir. Schiller'e göre, insanın kendisine özgürce koyduğunu düşündüğü ahlak yasasına bağlılığı öylesine bir bağımlılığa dönüşebilir ki, ahlaksal özgürlük, insanın kendi kendisini mahkûm ettiği görkemli bir kölelik haline gelebilir. Hegel’e göre, ahlak yasasının bu formel geçerliliği, her tarihsel dönemde birbirleriyle durmadan çatışan çok çeşitli ahlak ilkeleri ve ahlaksal değerler arasındaki çelişkiyi ortadan kaldıramaz. Hegel için Kant etiği, tarihselliği ihmal eden, hatta tanımayan bir etiktir. Max Scheler, Hegel'den de etkilenerek, Kantçı formalizmin ahlaksal yaşamın çok açık bazı fenomenlerini bile açıklamaktan uzak olduğunu belirtir. Tüm bu eleştirilerin haklı yönleri vardır ve biz de ileride bu eleştirilere yer vereceğiz. Yine de Kant etiği, bu eleştirileri yapanları da derinden etkilemiş, hatta onlara belli ölçülerde yön vermiş bir etik olarak, formel düzeyde de olsa etiğin dayanacağı bir temel ilkeye işaret etmiş olması bakımından, etkileri hâlâ sürmekte olan bir etiktir.


* Grekçe deon “ödev” anlamına gelir. Grekler deon’u, bir yasa veya yükümlülükten çıkan, ona bağlı ve ilişkin olan durum, hareket tarzı olarak tanımlıyorlardı. “Deontoloji” terimi ilk kez J. Bentham’ın 1834 tarihli aynı adlı kitabında kullanılmıştır.


** Bugün legalite terimini dalın çok hukuksal boyutuyla, yasalılık veya yasaya uygunluk anlamında kullanıyoruz. Kant'ta ise terimin daha geniş bir anlamı vardır ve bu geniş anlamıyla legalite, sıradanlık, mevcuda uyma, özel bir ilgi ve çaba göstermeksizin, alışkanlıkla, töre ve geleneklere bağlı olarak eylemde bulunma, ritüele ayak uydurma vb. anlamlarına gelir.

sf 75-84

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder