Loading

18 Aralık 2014 Perşembe

İnançlarından Vazgeçmesini Beklemek

Spinoza'nın 29-31 yaşları arasında (1661-1663) yaşadığı Rijnsburg'daki ev
~

BÖLÜM 11
AMSTERDAM - 1656

Ertesi akşam van den Enden akademide Clara Maria'nın özenli Latince alıştırması babası tarafından kesildi. Kızına resmî bir şekilde selam verdi ve “Araya girdiğim için kusura bakmayın, Matmazel van den Enden” dedi, “ama Bay Spinoza’yla konuşmam lazım”. Bento’ya dönerek, “Lütfen bir saat içinde büyük odaya gelip, Yunanca dersine katılın.” dedi.

“Aristoteles ve Epikür’ün bazı metinlerini tartışacağız. Yunancanız halen başlangıç seviyesinde olsa da bu iki beyefendinin size söyleyecek önemli şeyleri var.” Dirk’e dönüp, “Maalesef artık tıp fakültesinde zorunlu olmadığı için,” dedi. “Yunancayla pek ilgilenmediğinizi biliyorum ama bu tartışmanın bazı yönleri hastalarla gelecekte yapacağınız çalışmalar için faydalı olabilir.”

Van den Enden yine resmî bir şekilde kızına selam verdi: “Matmazel, izninizle şimdi aradan çekiliyorum, Latince alıştırmalarınıza devam edebilirsiniz.”

Clara Maria Cicero’dan metinler okumaya devam etti, Bento ve Dirk de sırayla bunları Flemenkçe'ye çevirdi. Maria, Cicero’yu dinlemektense “multa”, “pater” ve “puer”deki ve hepsinden de güzeli “praestantissimum”daki m ve p’leri telaffuz ederken Clara Maria’nın dudaklarının büründüğü leziz hareketlere takılıp kalmış olan Bento’nun dikkatini toparlamak için cetvelini defalarca masaya vurdu.

“Bugün aklınız nerede, Bento Spinoza?” dedi Clara Maria, on üç yaşındaki, armut şekilli aşırı sevimli yüzünü gerip, haşin bir şekilde kaş çatmak için kendini zorlayarak.
“Pardon, bir an için dalıp gitmişim, Bayan van den Enden.”
“Babamın Yunanca seminerini düşünüyorsunuzdur hiç şüphesiz?”
“Hiç şüphesiz.” diye gerçeği gizledi, babadan çok daha fazla kızını düşünen Bento. Ayrıca birkaç saat önce Jacob’un sarf ettiği, onun yalnız, yalıtılmış bir adam olmaya yazgılı olduğunu öngören öfkeli sözler de aklından çıkmıyordu. Jacob’un beyni yıkanmıştı, zihni kapalıydı ve birçok konuda yanılıyordu ama şu konuda haklıydı: Bento’nun gelecekte bir karısı, ailesi ya da cemaati olmayacaktı. Aklı ona amacının özgürlük olması gerektiğini ve Batınî Yahudi cemaatinin sınırlarından kurtarma mücadelesinin, bu sınırların yerine bir eş ve ailenin kelepçelerini koyarsa, gülünç olacağını söylemişti. Tek gayesi düşünme, inceleme ve zihninde yankılanan sağır edici düşünceleri kayda geçirme özgürlüğüydü. Ama ilgisini Clara Maria’nın tatlı dudaklarından söküp almak o kadar, ah o kadar zordu ki.

~

Van den Enden Yunanca sınıfındaki tartışmaya “Eudaimonia!” diye haykırarak başladı. “Şimdi ‘eu’nun iki kökünü inceleyelim.” Elini kulağa koyup bekledi. Öğrenciler ürkekçe “iyi”, “normal” ve “hoş” dediler. Van den Enden başıyla onayladı ve aynı egzersizi “daimon”la tekrarladı ve daha canlı bir koro yükseldi: “ruh”, “şeytan”, “küçük ilah”.

“Evet, evet, evet. Hepsi doğru ama ‘eu’ ile birleşince anlam ‘iyi talih’e doğru kayıyor, dolayısıyla eudaimonia genellikle ‘esenlik’, ‘mutluluk’ ya da ‘refah’ anlamına gelir. Bu üç kelime eşanlamlı mıdır? İlk bakışta öyle görünüyor ama aslında sayısız filozof aralıklarındaki küçük farklılıklar üzerine söylev çekmiştir. Eudaimonia bir ruh hali midir? Bir yaşam şekli midir?” Cevap beklemeden, “Yoksa katışıksız hedonistik haz mıdır?” diye ekledi. “Yoksa arete kavramıyla bağlantılı olabilir mi? Arete ne anlama gelir peki?” Elini kulağına götürerek, iki öğrenci aynı anda “erdem” diyene kadar bekledi.

“Evet, kesinlikle ve birçok antik Yunan filozofu erdemi eudaimonia kavramına dahil eder böylece de eudaimonia’yı öznel mutluluk hissinden ahlakî, erdemli, arzulanası bir hayat sürmeye yönelik daha yüce bir uğraşa yükseltirler. Sokrates bu konuda güçlü hislere sahip: geçen hafta okuduğumuz Platon’un Savunma’sını hatırlayın, Platon bir Atinalı’ya sesleniyor ve arete meselesini şu cümlelerle ortaya koyuyor...” Bu noktada van den Enden teatral bir poz takınıyor ve Platon’u Yunanca olarak ezberden okuyor ve sonra Dirk ve Bento için tane tane Latince'ye çeviriyor: “Bir yandan bilgelik ya da hakikate ya da olası en iyi ruh haline hiç aldırmaz veya bu konuda hiç düşünmezken olabildiğince zenginlik, şan ve şöhret elde etme isteğine sahip olmaktan utanmıyor musun?”

“Şimdi, Platon’un erken dönem eserlerinde hocası Sokrates’in fikirlerini yansıttığını ama Devlet gibi son dönem eserlerinde Platon’un adalet ve metafizik alanındaki diğer erdemlere dair mutlak standartları vurgulayan kendi fikirlerinin ortaya çıktığını gördüğümüzü unutmayın. Platon’un hayatımızdaki temel amaca dair fikri nedir? En yüce bilgi biçimine ulaşmaktır ve bu da, bana göre, diğer her şeyin türediği ‘iyi’ ideasıdır. Ancak o zaman eudemonia’ya ulaşabiliriz ki eudemonia Platon’a göre bir ruh dengesi durumudur. Ruh dengesi ifadesini tekrar etmek isterim. Bunu hatırlamakta fayda var; hayatınızda işinize yarayabilir.

“Şimdi bir sonraki büyük filozofa, Platon’la muhtemelen yirmi yıl çalışmış olan Aristoteles’e bakalım. Yirmi yıl. Benim müfredatımın çok zor ve uzun olduğundan yakınanlar bunu unutmasınlar.”

“Bu hafta okuyacağınız Nichomachean Ethics’ten parçalarda Aristoteles’in de iyi hayata dair güçlü fikirlere sahip olduğunu göreceğiz. İyi hayatın duyusal haz, şöhret ya da zenginlikten ibaret olmadığından emindi. Aristoteles hayatımızdaki amacın ne olduğunu düşünüyordu peki? En derin benzersiz işlevimizi yerine getirmek olduğunu düşünüyordu. ‘Bizi diğer canlılardan ayıran nedir?’ diye soruyor. Bu soruyu size yöneltiyorum.”

Sınıftan hemen gelen bir cevap yok. En sonunda bir öğrenci, “Biz gülebiliyoruz ama diğer hayvanlar gülemiyor.” diyor, sınıf arkadaşları kıkırdamaya başlıyor.
Bir diğeri, “İki bacak üstünde yürüyoruz.” diyor.
“Kahkaha ve bacaklar: sunabildiğiniz en iyi şey bu mu!” diye haykırdı van den Enden. “Böyle aptalca cevaplar bu tartışmayı saçmalaştırıyor. Düşünün! Bizi diğer canlılardan ayıran temel özellik nedir?” Aniden Bento'ya dönüyor: “Bu soruyu sana yöneltiyorum, Bento Spinoza.”
Bir an için bile düşünmeden cevap verdi Bento: “Bize özgü olan akıl yürütme yeteneğimizdir.”

“Kesinlikle. Ve dolayısıyla, Aristoteles en mutlu insanın bu işlevi yerine getiren insan olduğunu iddia etmişti.”
“En yüce ve en mutlu uğraş, filozof olmak mıdır?” diye sordu, Yunanca sınıfındaki en zeki öğrenci olan ve Bento'nun ani cevabı karşısında cesaretinin kırıldığını hisseden Alphonse. “Bir filozof için bu iddiada bulunmak kendi çıkarlarına hizmet etmek değil midir?”

“Evet, Alphonse ve bu sonuca ulaşan ilk düşünür sen değilsin. Ve bu takıntı bize, Eudemonia'ya dair son derece farklı fikirlerle tartışmaya katılan bir diğer önemli Yunan düşünürü Epikür'e geçiş imkânı tanıyor. İki hafta sonra Epikür'ü okuduğunuzda onun da iyi hayattan bahsettiğini ama bunun için tamamen başka bir kavram kullandığını göreceksiniz. Ataraxia'dan sık sık bahsediyor, bu terimi şöyle çevirebilirsiniz...” van den Enden elini yine kulağına götürdü.

Alphonse aniden ‘huzur’ diye bağırdı ve çok geçmeden diğerleri ‘sükûnet’ ve ‘aklî huzur’ diye ekledi.

“Evet, evet, evet” dedi van den Enden, sınıfının performansından gitgide daha memnun olduğu belli olan van den Enden. “Epikür için ataraxia tek gerçek mutluluktu. Peki buna nasıl ulaşırız? Platon’un ruh dengesi ya da Aristoteles’in önerdiği akıl yürütme aracılığıyla değil, basitçe kaygı ve endişenin ortadan kaldırılması aracılığıyla ulaşırız. Eğer Epikür şu anda sizinle konuşuyor olsaydı sizi basitçe hayatınızı basitleştirmeye teşvik ederdi. Eğer bugün burada duruyor olsaydı bunu muhtemelen şöyle ifade edecekti.”

Van den Enden boğazını temizledi ve dost canlısı bir tavırla konuştu. “Arkadaşlar, çok az şeye ihtiyacınız var, bunlara kolayca ulaşabilirsiniz ve zorunlu acılara da kolaylıkla katlanılabilir. Zenginlik ve şöhret gibi saçma amaçlarla hayatınızı karmaşıklaştırmayın: bunlar ataraxia’nın düşmanıdır. Örneğin şöhret diğerlerinin fikirlerinden ibarettir ve hayatımızı diğerlerinin istediği gibi yaşamamızı gerektirir. Şöhrete ulaşmak ve şöhreti muhafaza etmek için diğerlerinin sevdiği şeyleri sevmeli ve kaçındıkları şeylerden kaçınmalıyız. Bu nedenle şöhretle geçen bir hayatın siyasetle geçen bir hayattan farkı yoktur. Uzak durun. Ya zenginlik? Aman ha! Tuzak bu. Daha fazla şey elde ettikçe daha fazla ihtiyaç duyarız ve isteğimiz karşılanmadığında üzüntümüz daha derin olur. Arkadaşlar beni dinleyin: eğer mutluluğu arzuluyorsanız hayatınızı gerçek anlamda ihtiyaç duymadığınız bir şey için mücadele ederek harcamayın.’”

“Şimdi” diye devam etti van den Enden, normal ses tonuna geri dönerek: “Epikür ve öncülleri arasındaki farka dikkat edin. Epikür en yüce iyiliğin bütün kaygılardan kurtularak ataraxia’ya ulaşmak olduğunu düşünüyor. Sorusu ya da yorumu olan? Aa, evet Bay Spinoza. Sorunuz mu var?”

“Epikür sadece negatif bir yaklaşım mı öneriyor? Yani rahatsızlığın ortadan kaldırılmasının ihtiyaç duyduğumuz tek şey olduğunu ve dıştan gelen kaygıları olmayan insanın kusursuz, doğası gereği iyi ve mutlu olduğunu mu kastediyor? Ulaşmaya uğraşmamız gereken hiç olumlu nitelik yok mudur?

“Harika bir soru. Seçtiğim okuma parçaları onun cevabına ışık tutacaktır. Şanslısınız Bay Spinoza Yunancanız kusursuzlaşana kadar beklemek zorunda değilsiniz, Epikür’ün fikirlerini Latince okuyabilirsiniz, Epikür’den yaklaşık iki yüzyıl sonra yaşamış olan Romalı şair Lucretius onun fikirlerini Latince olarak kayda geçirmişti. Zamanı gelince sizin için uygun sayfaları seçerim. Bugün sadece onu diğerlerinden ayırt eden temel fikre temas ettim: iyi hayat kaygıdan kurtulmakta yatar. Ama basit bir okuma bile Epikür’ün çok daha karmaşık bir filozof olduğunu gösterecektir. Bilgi, dostluğu ve erdemli, ılımlı bir hayatı teşvik ediyor. Evet, Dirk sorun var mı? Görünen o ki Latince öğrencilerim Yunanlılara Yunanca öğrencilerimden daha meraklılar.”

“Hamburg’da” dedi Dirk: “‘Epikürcü Haz’ diye bir meyhane var. İyi şarap ve bira da Epikür’ün iyi hayatının bir parçası mı?”

“Bu soruyu bekliyordum, geleceği kesindi. Birçok kişi iyi yemek ya da şarabı ifade etmek için hatalı bir şekilde onun adını kullanıyor. Eger öğrense Epikür buna çok şaşırırdı. Sanırım bu garip hata Epikür’ün katı materyalizminden kaynaklanıyor. Ölümden sonra hayatın olmadığına ve hayat bundan ibaret olduğu için dünyevî mutluluk peşinde koşmamız gerektiğine inanıyordu. Ama Epikür’ün hayatlarımızı duyusal ya da erotik hazlar içinde yüzerek harcamamız gerektiğini önerdiği sonucunu çıkarma hatasına düşmeyin. Kesinlikle öyle değil, neredeyse çileci bir hayat yaşadı ve bunu savundu. Tekrar ediyorum, hazzı azamîye çıkarmanın en iyi yolunun acıyı asgarîye indirmek olduğuna inanıyordu. Temel vargılarından biri ölüm korkusunun temel bir acı kaynağı olduğu idi ve hayatının çoğunu ölüm korkusunu azaltmanın felsefî yöntemlerini aramakla geçirdi. Başka sorusu olan, lütfen.”

“İnsanın diğerlerine ve kendi cemaatine hizmet etmesinden ya da sevgiden hiç bahsediyor mu?”

“Geleceğin doktorundan gelen yerinde bir soru. Kendisini bir doktorun fiziksel rahatsızlıkları tedavi etmesi gibi ruhî rahatsızlıkları tedavi eden tıbbî bir filozof olarak tanımladığını da bilmek ilgini çekecektir sanırım. Bir keresinde ruhu iyileştiremeyen bir felsefenin bedeni iyileştiremeyen bir ilaç kadar değersiz olduğunu söylemişti. Şöhret, güç, zenginlik ve cinsel şehvet arayışından kaynaklanan bazı ruh rahatsızlıklarından bahsetmiştim ama bunlar sadece ikincil önemdedir. Diğer bütün endişelerin temelinde yatan ve onları besleyen kaygı behemotu ölüm ve ölümden sonraki yaşam korkusudur. Aslında öğrencilerinin okuması gereken ‘ilmihal’deki ilk ilkelerden biri de şudur: biz ölümlüyüz, ölümden sonra hayat yok ve dolayısıyla da ölümden sonra tanrılardan korkmamız için hiçbir neden yok. Çok yakında bu konuda Lucretius’un metninde daha fazla şey okuyacaksın Dirk. Sorunun devamını unuttum ama.”

“İlk olarak” dedi Dirk: “‘Behemot’ ne anlama geliyor bilmiyorum.”
“İyi soru. Burada bu kelimeyi bilen var mı?” Sadece Bento elini kaldırdı.
“Söyleyin bize, Bay Spinoza.”
“Canavarımsı hayvan” dedi Bento. “Yaradılış ve Eyüb’de geçen İbranice b’hëmah kelimesinden geliyor.”
“Eyüb, öyle mi. Bunu ben de bilmiyordum. Teşekkürler. Şimdi soruna geri dönelim, Dirk.”
“Sevgi ve insanın cemaatine hizmet etmesi hakkında bir şey sordum.”

“Bildiğim kadarıyla, Epikür evlenmemişti ama bazılarının evlenip aile kurmasına inanıyordu, sorumluluk almaya hazır olanların. Ama seven kişiyi köleleştiren ve nihayetinde hazdan çok acıya yol açan irrasyonel bir şekilde tutkulu aşka ısrarla karşı çıkıyordu. Şehvetli tutku bir kez amacına ulaştığında aşığın sıkıldığını ya da kıskançlığa kapıldığını veya ikisini birden tecrübe ettiğini söylüyor. Ama daha yüce bir sevgiye, bizi bir kutsanmışlık durumuna uyandıran dost sevgisine büyük önem veriyordu. Dışlayıcı bir insan olmadığını ve bütün insanlara eşit davrandığını da belirtmekte fayda var: Epikür’ün okulu Atina’da hem kadın hem de kölelere kapılarını açan tek okuldu.

“Ama hizmete dair sorduğun soru önemli Dirk. Epikür sessiz, yalıtık bir hayat sürmemiz, kamusal sorumluluklardan, resmî görevlerden ve ataraxia’mızı tehlikeye atabilecek bütün sorumluluk türlerinden kaçınmamız gerektiğini savunuyordu.”

“Dinin hiç bahsi geçmiyor.’’ dedi, amcası zamanında Antwerp piskoposluğu yapmış olan Katolik öğrenci Edward. “Arkadaş sevgisinden bahsediliyor ama Tanrı sevgisinden ya da Tanrı’nın Epikür’ün mutluluk şemasındaki yerinden hiç bahsedilmiyor.”

“Önemli bir hususa parmak bastın, Edward. Epikür günümüz okurlarını afallatıyor çünkü mutluluk formülü Tanrı’yı neredeyse hiç ilgilenmiyor. Mutluluğun sadece kendi zihnimizden kaynaklandığına inanıyor ve doğaüstü şeylerle kurulan ilişkilere hiç önem vermiyordu.”

“Tanrı’nın varlığını inkâr ettiğini mi söylüyorsunuz?” diye sordu Edward.

“Çoğul anlamda tanrılar mı demek istiyorsun? Hangi dönemden bahsettiğimizi unutma Edward. MÖ dördüncü yüzyıldayız ve İbranîler hariç bütün erken kültürler gibi Yunan kültürü de çoktanrılıydı.” dedi van den Enden.

Edward başıyla onayladı ve sorusunu yeniden formüle etti: “Epikür İlahları inkâr mı ediyordu?”

“Hayır, cüretkârdı ama kendini tehlikeye atacak kadar değil. Sokrates’in sapkın olduğu gerekçesiyle idam edilmesinden yaklaşık altmış yıl sonra doğmuştu ve tanrılara inanmamanın insanın sağlığı için zararlı olduğunu biliyordu. Daha güvenli bir konum benimsemiş ve tanrıların var olduğunu, Olimpos Dağı’nda mutlu mesut yaşadıklarını ama insanların hayatlarından tamamen bihaber olduklarını ifade etmişti.”

“Ama nasıl bir Tanrı ki bu? İnsan Tanrı’nın bizim onun Plan’ına göre yaşamamızı istemediğini nasıl tahayyül edebilir ki?” diye sordu Edward. “Kendi oğlunu bizim için feda eden bir Tanrı’nın bizden belli, kutsal bir biçimde yaşamamızı istemediğini tahayyül etmek imkânsız.”

Farklı kültürler tarafından icat edilen birçok farklı Tanrı anlayışı var.” diye araya girdi Bento.

“Ama İsa'nın, Efendimizin bizi sevdiğinden ve bizim için kalbinde bir yer ve aklında bir plan olduğuna derinden inanıyorum.” dedi Edward, yukarı bakarak.

Bir inancın kuvvetli olmasının o inancın doğruluyla hiçbir ilişkisi yok.” diye karşılık verdi Bento. “Her Tanrı’nın derunî ve hararetli inananları vardır.

“Beyler, beyler” diye müdahale etti van den Enden: “Bu tartışmayı metinleri okuyup iyice kavrayana kadar erteleyelim. Ama sana şunu söylemek isterim ki Edward, Epikür tanrılar konusunda küstah ve ciddiyetsiz değildi: tanrıları kendi ataraksiya görüşüne dâhil etmiş ve onlara imrenerek onları kalbimizde yaşatmamızı ve mutlu bir sükûnet içinde geçen bir hayat için onları model almamız gerektiğini söylemişti. Dahası, rahatsızlık yaratmaktan kaçınmak adına...” Bu noktada van den Enden Bento’ya doğru bir bakış attı: “Takipçilerine dinî ayinler de dâhil bütün cemaat faaliyetlerine sakin sakin katılmalarını tavsiye etmişti.” 

Edward yatışmamıştı. “Ama sırf rahatsızlıktan kaçınmak için dua etmek sahte bir itaat gibi görünüyor.

“Bu itirazı birçok kişi dile getirdi Edward fakat Epikür ayrıca tanrılara kusursuz varlıklar olarak hürmet etmemiz gerektiğini yazıyor. Dahası, biz tanrıların varlığı üzerine düşünmekten estetik bir haz alıyoruz. Saat geç oldu beyler. Bunların hepsi harika sorular ve Epikür’ün eserini okurken her birini tek tek ele alacağız.”

~

Günün sonunda Bento ve öğretmenleri rol değiştirdi. Van den Enden ve kızına yarım saat İbranice dersi verdi ve sonrasında van den Enden baş başa konuşmak için biraz daha kalmasını istedi.

“İlk karşılaştığımızda yaptığımız konuşmayı hatırlıyor musun?”
“Çok iyi hatırlıyorum ve siz beni hiç şüphesiz benzer düşüncelere sahip yol göstericilerle tanıştırıyorsunuz.”
“Epikür’ün yorumlarının cemaatin içinde düştüğün müşkül duruma son derece uygun olduğunu fark etmişsindir.”
Cemaatin dinî törenlerine sakin sakin katılmak konusundaki yorumlarını beni hedefleyerek mi dile getirdiniz merak ettim.”
“Kesinlikle öyle. Hedeflerine ulaştılar mı peki?”
“Neredeyse ulaşacaklardı ama kendileriyle o kadar çelişiyorlardı ki hedefe varamadılar.”
“Nasıl olur?”
“Şahsen ben huzurun ikiyüzlülüğün topraklarında filizlenemeyeceğini düşünüyorum.”
“Sanırım cemaate ayak uydurmak için toplu ibadetlere katılmak dâhil gereken her şeyin yapılması gerektiği yönündeki tavsiyesinden bahsediyorsun.”
“Evet, ben buna ikiyüzlülük diyorum. Edward bile buna tepki verdi. Eğer insan kendine karşı dürüst değilse iç huzur nasıl var olabilir ki?

“Seninle bilhassa Edward’a dair konuşmak istemiştim. Tartışmamıza ve sana dair olan hisleri konusunda tahminin nedir?”
Bu soruya şaşıran Bento duraksadı. “Bunun cevabını bilmiyorum.”
Tahminde bulunmanı istiyorum.”
“Şey, benden memnun değil. Sanırım biraz kızgın. Belki de tehdit altında hissediyor.”
“Evet, iyi bir tahmin. Bunu öngörmek zor değil, sanırım. Şimdi şu soruya cevap ver. Senin istediğin bu mu?
Bento hayır anlamında başını salladı.

“Peki Epikür senin iyi hayata yol açacak bir şekilde davrandığını düşünür müydü?

“Düşünmeyeceğini kabul etmek zorundayım. Fakat o an için daha fazla şey söylemekten kaçındığım için bilgece davrandığıma inanmıştım.”
“Ne gibi şeyler?”
“Tanrı’nın bizi kendi suretinden yaratmadığı, bizim onu kendi suretimizden yarattığımız gibi şeyler. Biz onun bizim gibi bir varlık olduğunu, mırıldanarak okuduğumuz duaları duyduğunu ve ne istediğimizi önemsediğini hayal ediyoruz...”

Aman Tanrım! Eğer söylemek üzere olduğun şey buyduysa, o zaman haklısın. O halde diyelim ki davranışın bilgelikten uzaktı fakat tamamen aptalca değildi. Edward katı bir Katolik. Amcası Katolik bir piskopostu. Ne kadar mantıklı olurlarsa olsunlar birkaç yorum karşısında onun kendi inançlarından vazgeçmesini beklemek son derece mantıkdışı ve belki de tehlikeli olacaktır. Amsterdam şu anda Avrupa’daki en hoşgörülü şehir olarak ün salmış durumda. Ama ‘hoşgörülü’ kelimesinin anlamını hatırla, mantıkdışı olduklarını düşünsek de diğerlerinin inançlarına hoşgörülü olmayı ifade eder.”

“Gitgide şuna daha fazla inanıyorum ki...” dedi Bento: “Eğer insan çok farklı inançlara sahip insanlar arasında yaşıyorsa, kendisini değiştirmeden onlara ayak uyduramaz.”

“Ajanımın Yahudi cemaatinde sana dair baş gösteren huzursuzluğa ilişkin söylediklerini şimdi anlayabiliyorum. Fikirlerini diğer Yahudilerle paylaşıyor musun?”
“Bir yıl kadar önce yaptığım meditasyonlar esnasında her zaman doğruları söylemeye karar verdim...”
Haa” diye araya girdi van den Enden: “İşlerinin neden bu kadar kesat olduğunu şimdi anladım. Doğruları söyleyen işadamı’ tam bir oksimorondur.”
Bento başını sağa sola salladı. “Oksimoron mu?”
“Yunancadan. ‘Oxys’ keskin anlamına geliyor; ‘moros’ ise aptalca. Dolayısıyla oksimoron bir iç çelişkiyi ifade ediyor. Gerçekleri söyleyen bir tüccarın müşterisine söyleyebileceği şeyleri bir düşünsene: ‘Lütfen bu kuru üzümleri alın, bana büyük bir iyilik yapmış olursunuz. Yıllardır bekliyorlar, buruşup gittiler ve önümüzdeki hafta taze üzümler gelmeden önce bunlardan kurtulmak zorundayım.’”
Bento’nun yüzünde hiçbir gülme izi göremeyen van den Enden hâlihazırda farketmiş olduğu bir şeyi anımsadı, Bento Spinoza’nın hiç espri anlayışı yoktu. Geri adım attı Enden. “Ama senin bana anlattığın ciddi şeyleri hafife almak gibi bir niyetim yok.”

Cemaatim içinde ihtiyatlı olmamı istediniz. Ben de görüşlerim konusunda kardeşim ve Portekiz’den gelip benden yardım isteyen o ikinci yabancı hariç kimseye bir şey söylemedim. Aslında o iki yabancıyı daha birkaç saat önce gördüm ve ruhanî kriz içinde olduğunu itiraf eden kişiye yardımcı olabilmek için batıl inançlara dair görüşlerimi ifade etmekten çekinmedim. Onlarla Kutsal Kitap'a dair eleştirel bir okuma yaptım. Kendimi onlara açık ettiğimden beri ‘iç uyum’ dediğiniz şeyi yaşıyorum.”

“Sanki çok uzun zamandır kendini bastırmış gibi konuşuyorsun.”
“Ailem ya da benden hiç memnun olmayan hahama yetecek kadar değil. Yanlış inançların kölesi olmayan bir toplumun özlemi içerisindeyim.”
Bütün dünyayı dolaşsan bile Batınî olmayan tek bir toplum bulamazsın. Cehalet olduğu sürece batıl inançlara bağlılık devam edecek. Tek çözüm cehaletten kurtulmak. Bu yüzden ders veriyorum.”
Korkarım bu kaybetmeye mahkûm olduğumuz bir savaş.” diye cevap verdi Bento. “Cehalet ve batıl inançlar yangın gibi yayılıyor ve dinî önderler de konumlarını sağlamlaştırmak için bu ateşi körüklüyorlar.”

“Bunlar tehlikeli laflar. Yaşını aşan laflar. Yine söylüyorum, dünyadaki herhangi bir topluluğun parçası olabilmek için ihtiyat şart.”
“Özgür olmam gerektiği kanaatindeyim. Eğer böyle bir topluluk bulamayacaksam, o zaman belki de topluluğum olmaksızın yaşamalıyım.”
“‘Caute’ye dair söylediklerimi unutma. Eğer ihtiyatlı olmazsan isteklerinin ve muhtemelen de korkularının kontrolden çıkması olasıdır.”
“Artık ‘olası’nın ötesine geçti bu. Sanırım bu süreç zaten başladı.” diye yanıt verdi Bento.

Spinoza'nın çalışma odasındaki kitaplığı (Rijnsburg?)
~

Spinoza Problemi
Irvin D. Yalom
Kabalcı Yayınevi, 1. basım İstanbul 2012, çeviren: Ahmet Ergenç, 445 sf.
11. Bölüm 112-124. sayfalar arasında yer alıyor

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder