Loading

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Müteşekkirim

Hayat tatmini ne kadar azsa ölüm anksiyetesi o kadar büyüktür. Bu ilke hastalarımdan biri tarafından açıkça gösterilmiştir. Philip elli üç yaşında oldukça başarılı bir üst düzey yöneticiydi. Her zaman ciddi bir işkolik olmuştu; haftada yetmiş seksen saat çalışır, her akşam evine işle dolup taşan evrak çantasıyla gelirdi ve iki yıllık bir süre boyunca Doğu Sahili'nde çalışmış ve hafta sonlarında Batı Sahili'ndeki evine gitmişti. Hayat tatmini çok azdı: işi güvenlik sağlıyordu, zevk değil; istediği için değil, zorunlu olduğu için çalışıyordu, anksiyetesini azaltmak için. Karısını ve çocuklarını çok az tanıyordu. Yıllar önce karısının evlilik dışı bir ilişkisi olmuştu ve onu asla affetmemişti -olayın kendisine değil, ilişki ve onun verdiği acının kendisini işine vermesine engel olduğu için kızmıştı. Karısı ve çocukları yabancılaşma yüzünden çok çekmişlerdi ve Philip bu güçlü sevgi, hayat tatmini ve anlam deposuna hiçbir zaman girmemişti. 

Derken bütün savunmalarını Philip'ten söküp alan bir felaket ortaya çıkmıştı. Uzay gemileri ve bunların donanımlarını imal eden sanayi kolundaki gerileme nedeniyle şirketi başarısız olmuş ve başka bir şirkete satılmıştı. Philip birdenbire işini kaybetmiş ve yaşı ve yüksek yöneticilik düzeyi yüzünden işsiz kalacağını düşünmüştü. Ciddi biçimde anksiyete yaşamaya başlamış ve bu devrede terapiye girmişti. Başlangıçta anksiyetesi tamamen işine yönelikti. Sürekli olarak işinden söz ediyordu. Düzenli olarak saat sabah 4'te uyanıp saatlerce işini düşünüyordu: bu haberi çalışanlarına nasıl verecekti, bölümünü nasıl aşama aşama ortadan kaldıracaktı, kendisine böyle davranılması yüzünden hissettiği öfkeyi nasıl idare edecekti. 

Philip kendisine yeni bir konum bulamadı. İşin son günü yaklaşırken çılgın gibiydi. Terapide yavaş yavaş bir midyenin rıhtıma yapışması gibi işle ilgili endişelerine yapışan anksiyetesini kurtarmayı başardık. Philip'in ciddi bir ölüm anksiyetesi olduğu ortaya çıktı. Her gece korkunç bir rüya kendisine işkence ediyordu: "simsiyah bir çukurun" kenarında duruyordu. Bir diğer tekrarlayan korkunç rüyası sahilde dik bir kum tepesinin üzerinde yürürken dengesini kaybetmesinden oluşuyordu. Rüyadan, "Başaramayacağım," diye mırıldanarak uyanıyordu tekrar tekrar. (Babası Philip doğmadan önce boğularak ölen bir denizciydi.)

Philip'in zorlayıcı maddi sorunu yoktu: cömert bir tazminat anlaşması vardı ve kısa bir süre önce aldığı büyük bir miras önemli ölçüde güvence sağlıyordu. Peki ya zaman! Zamanını nasıl kullanacaktı. Hiçbir şeyin Philip için çok fazla bir anlamı yoktu. Büyük bir umutsuzluğun içine gömülmüştü. Derken bir gece önemli bir olay meydana geldi. Uyuyamadığı için saat üç civarlarında, bir şey içip biraz okumak için alt kata inmişti. Pencereden gelen bir ses duyup oraya doğru yönelince maskeli, dev gibi bir adamla yüz yüze gelmişti. Şaşkınlığı geçip alarm sustuktan sonra ve polis gidip araştırma sona erdiğinde gerçek paniği başlamıştı. Aklına bir düşünce gelmişti, baştan ayağa güçlü bir şekilde titremesine neden olan sinir bozucu bir düşünce, "Mary ve çocuklara bir şey olabilirdi." Terapi seansımız sırasında olayı, tepkisini ve düşüncesini anlattı. Ben onu rahatlatmaktan çok, Mary'ye, çocuklara ve kendisine de bir şey olacağını söyledim. 

Kendini şaşkın ve afallamış hissettiği bir dönemden geçti. Alışık olduğu bütün o inkâr yapıları artık işlemiyordu: işi, özel oluşu, zafere tırmanışı, zarar görmezlik duygusu. Tıpkı maskeli hırsızla yüz yüze gelişi gibi, hayatın bazı temel gerçekleriyle de önce çekinerek sonra daha sağlam bir şekilde yüz yüze gelmişti: zeminsizlik, zamanın önlenemeyen geçişi ve ölümün kaçınılmazlığı. Bu yüz yüze geliş Philip'e bir aciliyet hissi vermişti ve hayatından doyum almak ve bir anlam bulmak için terapide çok çalıştı. Özellikle yakınlığa odaklandık - onun hiç tadını çıkarmadığı önemli bir hayat tatmin kaynağıydı bu.

Philip özel olduğu inancına o kadar çok yatırım yapmıştı ki, çaresizlik duygusuyla yüzleşmeye (ve başkalarıyla paylaşmaya) korkuyordu. Soran herkese gerçeği söylemesi -yani işi olmadığı ve başka bir iş bulmakta zorlandığını- ve duygularını izlemesi için ısrar ettim. Önce bu görevden kaçındı, ama yavaş yavaş incinebilirliğin paylaşılmasının yakınlığın kapısını açtığını öğrendi. Bir seansta özgeçmişini, ilgili alandaki bir şirketin başkanı olan ve kendisi için bir iş bulabilecek olan bir arkadaşıma göndermesini önerdim. Philip resmî ve kibar bir tavırla teşekkür etti; ama arabasına bindiğinde otuz beş yıldır ilk defa "bir bebek gibi" ağlamıştı. Bu ağlama üzerinde uzun uzun durduk, onun için ne anlama geliyordu, ne hissetmişti ve neden benim önümde ağlayamamıştı. İncinebilirliğini kabul ettikçe, önce benimle, sonra ailesiyle birleşme hissi derinleşmişti; başkalarıyla da daha önce hiç başaramadığı şekilde yakın olmuştu. Zaman yönelimi çarpıcı biçimde değişmişti: artık zamanı bir düşman olarak görmüyordu -gizlenmesi ya da öldürülmesi gereken bir düşman. Şimdi, gün be gün boş vakti olduğu için zamanın tadını ve keyfini çıkarmaya başlamıştı. Ayrıca kendisinin uzun zamandır uyuşuk olan bir parçası daha ortaya çıkmış ve onlarca yıldır ilk defa yaratıcı dürtülerinin resim ve yazmada ifadesini bulmaya izin vermişti. Sekiz aylık işsizlikten sonra başka bir şehirde yeni ve mücadele gerektiren bir iş buldu Philip. Son seansımızda, "Son birkaç aydır cehennem azabı çektim. Ama bu durum ne kadar korkunç olursa olsun hemen iş bulamadığım için memnunum. Bu süreçten geçmek zorunda kaldığım için müteşekkirim," dedi. Philip'in öğrendiği şey, gerçeği gizlemeye ve ölümün inkârına adanan hayatın deneyimi sınırlayacağı ve en sonunda kendi üzerine çökeceğiydi. 

Varoluşçu Psikoterapi 
Irvin Yalom
sf 334-337

~

"Oyun" filmi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder