Loading

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Tasa

Doğuştan gelen tek bir yanılgı vardır. O da mutlu olmak için burada olduğumuzu sandığımızdır.

Arthur Schopenhauer











Yaşam çoğumuzun yaşadığı biçimiyle acı çekmek, tasalara katlanmaktır. Bu gerçeği yadsıyamayız. Yaşam bir itiş kakış, bir çatışma, bir çekişme olduğu sürece acıdan, tasadan başka bir şey getirmiyor. Çatışma demek iki karşıt gücün ötekine üstün çıkmak için savaşmaları demek değil mi? Savaşta yenik düşmenin sonucu ölüm olabilir; dünyada en korkulacak şeyse ölümdür. Ölüm yenilgiye uğratılsa bile insan yalnız kalır. Yalnızlığa katlanmaksa çatışmayı sürdürmekten bile daha katlanılmaz bir şey... İnsan bunların bilincinde olmayabilir, duyuların sağladığı anlık zevklerin, keyiflerin tadını çıkarmanın peşinde olabilir. Ama bunların bilincinde olup olmamak yaşam gerçeğini değiştirmez. Körler dirençle güneşin varlığını yadsıyabilirler, ama böyle yaparak güneşi yok edemezler. Güneyin kızgın güneşi acımasızca onları kavurabilir, gereken önlemleri almazlarsa bu dünyadan silinip giderler. 

Buda, birincisi yaşamın acı çekip tasalara katlanmak olduğunu vurgulayan «dört soylu gerçeği» ortaya koyduğu zaman çok haklıydı. Hepimiz bu dünyaya bağıra çağıra, bir anlamda karşı koyarak, karşı çıkarak gelmiyor muyuz? Ana karnının sıcak yumuşak ortamından sonra bu soğuk, engellerle dolu çevreye çıkıvermek en azından acılı bir rastlantı. Büyüme, acıyı da yanında getiriyor. Diş çıkarma az ya da çok acılı bir süreç... Ergenlik zihinde de, gövdede de birtakım çalkantılara neden oluyor. Toplum adı verilen organizmanın da gelişmesi acılı büyük değişimlerle olabiliyor. Çağımızda da böyle acılı doğum sancılarına tanık oluyoruz. Sakin sakin oturup bunların kaçınılmaz şeyler olduğunu, her yeni yapının eski düzenin yıkılmasını gerektirdiğini, bu acılı işlemlerden kurtulmanın bir yolu olmadığını düşünebiliriz. Ama böyle soğukkanlı, akılcı çözümlemeler bu işlemlerin bizi sürükleyeceği acılı duyguların gücünü azaltmaya yetmez. Sinir dokumuza öylesine acımasızca işlemiş olan acı giderilemez. Bu konuda ne dersek diyelim, yaşam acılı bir itiş-kakış, bir boğuşma, çekişmeden başka nedir ki?

Bunun böyle olması, yazgının değiştirilemez çizgisi. Ne kadar çok acı çekilirse karakter de o kadar derinlemesine gelişiyor. Karakteriniz ne kadar derinlemesine gelişirse yaşamın gizemlerine o kadar derinlemesine girebiliyorsunuz. Bütün büyük sanatçılar, bütün büyük din önderleri, bütün büyük toplum düzeltimcileri (reformcu) çok defa gözyaşlarıyla, kanayan yürekleriyle, gözüpeklikle sürdürdükleri bu savaşımların en zorlularından başarıyla çıkmışlardır. Ekmeğinizi acıyla, gönül üzüntüsüyle, kaygıyla kazanmadıkça gerçek yaşamın tadına varamazsınız. Mencius, Tanrı bir kimseyi eksiksiz, yetkin bir insan yapmayı aklına koydu mu, sonunda bütün acılı sınavlardan başarıyla çıkabilmesi için onu akla gelebilecek her türlü deneyden geçirir dediği zaman çok haklıydı.

Daisetsu Teitaro Suzuki


















Yıllar boyu hepsinde ilerlemiş kanser bulunan hastaların gruplarını yönettim. Ölümle yüz yüze gelme durumunda yok olma veya hiçlikten o kadar korkmadığımızı, fakat buna eşlik eden mutlak yalnızlıktan çok korktuğumuzu kerelerce gözledim. Ölmekte olan hastaların ilgilerinin kişiler arası ilişkilere yönelik olması ender değildir. Yaşamlarını sürdürenlerin kendisini terk etmesinden ve hatta kaçınmasından dolayı acı çekebilir. Örneğin bir kadın hasta, büyük bir akşam yemeği vermeyi planlamıştı ve kısa bir süre önce gelişmiş olan kanser hastalığının metastaz yapmış olduğunu öğrendi. Hastalığının neden olabileceği ağrıların dayanılmazlığı nedeniyle insanlıktan uzaklaşacağı ve başkalarınca reddedileceğine ilişkin korkunç düşünce, onun partide bu sırrını saklamasına neden oldu.


Irvin Yalom
"Grup Terapisinin Teori ve Pratiği" adlı kitabından..


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder