Loading

29 Haziran 2011 Çarşamba

Hastalıkta ve Sağlıkta Özgürlük ve Kader


Aşağıdaki yazı bu kitaptan alınmıştır.
Özgürlük ve Kader, Rollo May
Çevirmen: Ali Babaoğlu
sf 269-285
~

Hastalıkta ve Sağlıkta Özgürlük ve Kader

Zincirlerimin tamamı ve ben dost olduk,
Uzun bir sohbet vesile olduğunca,
Bizi olduğumuz gibi yapmaya: - hatta ben
Özgürlüğümü yeniden kazandım bir ahla.
George Gordon, Lord Byron, "Chillon Mahkûmu"

Ama hastalık hakkında; onun savaşa ve aşka garip benzerliği­ni, uzlaşmalarını, hilelerini, aşırı taleplerini, neşe ve marazdan üremiş bu garip ve emsalsiz alaşımı algılamadıkça hiçbir şey an­lamamıştık.
Marguerite Yourcenar, Hadrian'ın Anıları


Çoğu kimse, hastalıklarının hemen tümüyle kaderin komuta­sı altında olduğunu düşünür. Bir rahatsızlık en fazla "kötü şans" olarak, hastalık da "kaçınılmaz talih" olarak kabul edilir. Tam da kendi dilimiz bu eğilimi ifade eder. Süreç en fazlasından yerçe­kimi kadar şansa bağlı olsa da "hasta" düşeriz. Bir kazaymış gibi mikrop "kaparız." Kanserin "kurbanlarıyız." Hastalanmak yerine "hasta oluruz" ve "iyileştirilmek" için doktora gideriz. Ve bütün yapabileceğimiz, doktor bizi tedavi ederken "sabırlı" olmaktır. Bütün bu kelime ve cümleler edilgendir. Bir talihin komutası al­tında olduğumuzu ve buna karşı hiçbir şey yapamayacağımızı kabul ederiz. İyi hasta uysal ve işbirlikçi, kendisini hekimin elle­rine bırakan biri olarak kabul edilir. Bilinçli kendiliklerimiz dı­şarıda ve kaderleri gökten bile daha büyük olan güçlerce yöneti­lirken köleler gibi durmaktadır.

Hastalığa karşı eğilimler bize Büyük Engizitör'ün şu ifadesini anımsatır: "İnsan, kötü kaderli yaratığın doğuştan getirdiği öz­gürlük armağanını hemen verebileceği birini bulmaktan daha büyük bir anksiyete ile azap çekmemiştir." Bu eğilim ne yazık ki yanlış yönelişli hekimler tarafından, rollerini daha kolay oynaya­bilecekleri hayaliyle daha da öteye götürülmüştür. Psikoterapide bile bu olur. Aşağıdakiler, depresyon yakınmasıyla kliniğe gelen bir hastayla doktor arasında geçen konuşmanın kelime kelime tutanağındandır:

HASTA: Sorunlarım için ne yapayım?
DOKTOR: Derdinizin kaynağını soruşturmayın. Bunu biz doktorlara bırakın. Biz sizi krizin içinden yöneteceğiz... Patolo­jik süreç her neyse... Biz sizi tedavi edeceğiz.
  
Bu eğilimin, hastalık için olmaktan çok ona karşı işlediğini düşünüyorum. Benim inanışım Profesör Eli Ginzberg tarafından ifade edilmiştir. ''Vatandaş kendi iyiliği için sorumluluğu kabul etmedikçe sağlık sisteminde hiçbir gelişme etkili olamaz." Dr. René Dubos da aynı şekilde konuşur: "İyileşme hastanın kendi hastalığa direnç mekanizmalarının mobilize edilmesine dayanır." Dubos tekrar tekrar "vis medicatrix naturae"yi doğanın iyileş­tirici gücünü vurgulamaktadır. Yani bizim tam özgürlüğümüzü yağmalamak şöyle dursun, kader kendini doğa yoluyla, ancak onu kullanabilecek özgürlüğümüz olduğu zaman bizim tarafı­mızdan kullanılabilecek yapıcı bir güçle kendini ifade eder.


I. Batı Tıbbı ve Büyük Devrim

Bunu ortaya getiren sayısız ampirik çalışmadan birini, Journal of the American Medical Association'da yayınlanan ve günlük ba­sında "Hoş Hastalar Çabuk Ölürler" başlığıyla yer alan makaleyi buraya almak istiyorum. Bu, iki grup kadının terminal dönem­deki göğüs kanseriyle nasıl başa çıkmaya çalıştıklarını anlatan bir çalışmaydı: Sonuç, "Karşı koyan savaşçı kadınlar, güvenen, ken­di halinden memnun kadınlardan daha uzun hayatta kalmışlar­dır" olmuştu. En uzun yaşamda kalanlar bir grup olarak daha ça­buk teslim olanlara göre daha anksiyeteli, depresif, saldırgan ve kendi hastalıklarına karşı yabancı olanlardı. "Karşı koyan" ka­dınların umutsuz kurban olmak yerine savaşan bir tutum takındıkları görünüyordu. "Onlar savaşarak yeniliyorlar!" diye yazı­yordu çalışmayı yapan psikolog Dr. Derogatis. "Daha uzun ya­şamda kalan kadınlarda hastalıklarına ilişkin çatışmalarını, kor­kularını ve öfkelerini dışa yansıtan mekanizmalar vardı. Hekim­lere daha fazla ihtiyaç gösteriyor, tedaviden daha az tatmin olu­yor ve daha az uyumlu olarak değerlendiriliyorlardı. Buna karşı­lık daha çabuk ölen öbür kadınlar daha az anksiyeteliydiler, doktorlanna karşı daha pozitiftiler ve kendini değerlendirmeleri da­ha hoşnut olarak değerlendirilmişlerdi. Bence onlar hastalıkla sa­vaşma sorumluluğunu terk etmişlerdi".

Şimdi göğüs kanseri gerçekten kaderin bir darbesi olarak gö­rünür. Gene de özgürlüklerini ele alan ve hastalıkları için sorum­luluk yüklenen, böylece onunla savaşan kadınların daha iyi bir yaşama şansı var. Sorumluluk üzerinde duruşumun Est'inki {22} ile karıştırılmasını istemiyorum. "Yaşantılarınızın tek kaynağı sizsi­niz ve bu yüzden yaşadığınız her şey için tam sorumlusunuz." Est eğitiminin mesajıdır. Doğmamış bebek annesinin kötü bes­lenmesinden olan beyin kusurunun nedeni midir? Bize olan her şeyden sorumlu tutulmamız, kader anlayışımız olmadığında hangi saçmalıklara kadar gideceğimizi gösterir. Özgürlüğümüz ve bu nedenle de sorumluluk duygumuz ancak kaderimizi tanır ve ona angaje olursak var olur.

Norman Cousins'in kitabı Bir Hastalığın Anatomisi, kendisi­nin hayati bir sağlık sorunuyla karşılaşmasını parlak bir şekilde tarif etmektedir. Cousins Rusya'dayken yaşadığı nadir bir kolajen doku hastalığından tedavi edilemeyecek kadar hasta olarak kabul edilmişti. Dikkate değer bir yaşam iradesiyle kendisine şu soruyu sordu: "Eğer negatif duygular vücutta negatif kimyasal değişiklikler yapıyorlarsa, pozitif duygular da pozitif kimyasal değişiklikler yapmazlar mı? Sevgi, umut, sadakat, kahkaha, gü­ven ve yaşama istencinin terapötik değeri olması mümkün mü?" Uzmanlar kendisine mahkûm olduğunu bildirirken o, sorunu kendi ele alışını ve sağlık istencini seferber etti. İçinde yaşanamaz olan hastaneden çıkıp içinde yaşanabilir bir otele geçti ve kendi hekimine danışarak yeni bir rejime başladı. Çok büyük miktar­larda C vitamini ve aynı şekilde sağlık verici kahkaha içeren bir program uyguladı. Öyküsü, bir bireyin kendi zalim ve kötü ka­derini karşılamak için kendi sınırlı özgürlüğünü nasıl ileri sür­düğünün belgesidir. Bir arkadaşı korkunç bir şekilde yılgın olup olmadığını sorduğunda Cousins, "Özellikle başlangıçta, dokto­rumun benim vücudumu karbüratörün temizlenmesi ya da ben­zin pompasının bağlanması gibi tamir isteyen bir otomobil mo­toru şeklinde ele almasını umduğum sırada" diye yanıtlamıştı.

Yeniden sağlıklı bir insan olduğunda Cousins, hastalığının te­davi edilemez olduğunu bildiren uzmanlardan biriyle buluştu ve iyileşmesinin, "Bazı uzmanların bir insan varlığında bir yıkım haberi vermek için yeterince bilgi sahibi olmadıklarına karar ver­diğim zaman" başladığını söyledi. "Ve başkalarına ne söyledikle­rine dikkat etmelerini umduğumu, çünkü sözlerine inanılabileceğini ve bunun da sonun başlangıcı olacağını söyledim."

Birisi bireyin kendi sağlığı için sorumluluk alması gerektiğini tartışırsa dinleyicilerin eğilimi bu tartışmayı modem tıbba bir saldın gibi yorumlamaktır. Amerikan Mesleki Terapi Derneği'nin bir kongresinde yaptığım "Kişisel özgürlük ve Bakım" ko­nulu konuşmam bir gazetede "Tedavi Eden Hekimler Hastanın Özgürlüğünü, Sorumluluğunu Çalıyorlar" başlığı ile yayınlandı. Bu, eğer bir şeyse, benim konuşmamın tam tersiydi. Ben tıbba bu şekilde saldırmıyordum. Kimse modern tıbbın tıp teknolojisi ve ilaçlardaki muazzam gelişmesine hayran olmaktan kendisini ala­maz. Holistik tıbbı savunmakta olan arkadaşlarım arasında be­nim işim tıp mesleğini düşman olarak görmeye karşı uyarmaktır. Norman Cousins, "Ruhsal faktörlerin pratik olanlardan daha az hayati olmadığı bir harekette, düşmandan söz etmek iyi oturmu­yor" diyor.

Dahası, ne yazılmış bir ilacı almayı, kişi "özgürlüğünü" koru­mak istediği için almamak, ne de gerektiği zaman doktora gitme­yi reddetmek iyi bir şeydir. Çağdaş dünyadan, kendi göbeğimizdeki meselelerle meşgul olmak için bir münzevi gibi geri çekile­nleyiz. Dahası böyle ayaklanmalar çok fazla Luddite'lerin, en­düstri devriminde kendi varlıkları için bir tehdit olarak görüp de kol demirleri ve kazmalarla silahlanıp makinelere saldıran 18'inci yüzyıl işçilerinin havasını verir. Bu isyan, isyan edenlerin ken­dilerine haklılık duygusu vermenin ötesinde işe yaramaz. Her­hangi bir hastalıkta kişinin kendine karşı sorumluluğu, buluna­bilen en iyi tıbbi öneriyi almaktır.

Ama modern tıbbın gelişimi, bu gelişim, insanların tıp mes­leğine zorla yükledikleri ve tıp mesleğinin de çok kolay kabul et­tiği mistikleştirme ve otoriterliği arttırdığından bizim vurgula­mamızı daha gerekli kılmaktadır. Büyük bir metropolde yaşıyor­sam, gereksindiğimde hangi uzmana gitmem gerektiğini bulmak için kendi doktoruma telefon ederim. Sağlık mesleğinde klasik olarak merkezde yer alan "fiziksel muayene" kavramı, şimdi da­ha çok tekniğe havale etmek şekline dönüşmüştür.

Rahibin rolünü kabul etmekle, 16'ncı yüzyılda Paracelsus'dan beri halkın eğilimi hekimde yaşam ve ölüm üzerinde gücü olan Tann'yı görmektir. Ama halkın bilincinde hekimler Tanrı yapı­lınca, halkın bilinçdışı düzeyinde de şeytan yapılırlar. Son yirmi yılda hekim hatası davalanndaki hızlı artış, halkın "şeytan" yüze­ye çıkmış gibi hissettiği düş kırıklığı ve öfkeyi gösterir.

Şimdiki hekimime taşikardi sorunu için bir akupunkturcu ile çalışmakta olduğumu söyleyince, "Batı tıbbı büyük bir devrimin eşiğinde" diye işaret etti. Bunu teknikte yeni buluşlar anlamında söylemiyordu. Daha çok tıbbın felsefi ve etik temelinde devrim­sel bir değişimi, doktorların iş gördüğü kültürel içerikte bir de­ğişimi kastediyordu. Bu devrim en dramatik olarak Doğu içgörüsünün Batı'nın tıbbi tedavisine saldırmasında görülmektedir.


2. Akupunktur ve Batı Tıbbındaki Doğu Etkisi

Bu devrimin tek bir yönünü, Batı kardiyolojisi doktoru iken sonradan akupunkturcu olan Dr. Harold Bailen örneğinde aku­punkturu ele alalım. Onun akupunktura geçmesi, gittikçe artan Batı tıp modelinin en iyi ihtimalle eksik, en kötü ihtimalle doğ­rudan doğruya yanlış olduğu kanaati nedeniyle olmuştu. Düş­man, hastalığın kendisi değildir. Daha çok yanlış yaşam tarzıdır. Hastalığa yönelişli olan Batı tıbbı, hastaların doktora geliş nede­ni olan semptomu bloke edip ayırırken arkasında bin yıllık gele­neğiyle Doğu tıbbı, "Semptom bize ne anlatmaya çalışıyor?" diye sorar.

Semptom, acısıyla, ağrısıyla ve öbür rahatsızlıklanyla, bir şe­yin kusurlu olduğunu anlatan sağ beyin dilidir. Dr. Bailen sık sık hastalarına, "Bedeninizin size bu dille konuşabilmesi ne kadar harika değil mi?" diye anlatır. Büyük ölçüde dil, mantık ve akıl­cılığın çıkıp geldiği sol beynin aksine sağ beyin yarısı fanteziler­le, düşlerle, içe doğuşla ve semptomlarla iletişimini kurar. Semp­tom bir kırmızı uyarı ışığıdır. Sağ beyin diline saf rasyonel bir sol beyin bakış açısından girilemez. Dr. Bailen, "Akupunktur sağ ve sol beyinler arasında ileüşimi arttırır" diyor. Bu bilgileri, yüksel­miş bir bilinçlilik durumundaki gibi sentezler.

Akupunkturun amacı, iğneler kullanmak suretiyle vücudun enerji devrelerini vücudun kendini iyileştirmesi için uyarmaktır. Meridyen denilen bu devreler, vücudun sinirsel yollarıyla eşan­lamlı değildir. Bugünlerde en çok kabul edilen kuram, akupunk­turun vücuttaki morfine benzer bir hormonal madde olan endorfini aktive ettiğidir. Akupunkturcu olmayan Dr. René Dubos bunu çok iyi tarif ediyor:

'Akupunktur omurilik hücrelerine bir şekilde giriş sağlayarak ve böylece ağrı algılamasında afyona benzer bir etki ortaya çıka­rarak pitüiter endorfin salgılanmasını tetiklcyebilır. Diğer hor­monların durumunda olduğu gibi, zihinsel yönelişlerin endorfin salgılanmasını ve hastanın hastalığı algılamasını etkileyebildiğini farz etmek fazla ileri gitmek olmaz.'

Dubos buradan giderek, endorfinin sadece ağrı mekanizma­sını etkilemediğini, ağrıya duygusal tepkiyi de, dolayısıyla yakın­mayı da durdurduğunu söylüyor. Bir dolu dişçi tarafından ağrı karşıtı etkisi için kullanılması bundandır. Akupunktur kişinin sadece "hasta" olarak tedavi edilmemesini, bedeni ve bilincinin, yani bütün kendiliğinin, tedavinin entegre bir parçası olduğunu gerektirir. O basitçe bir hastaya yapılmayacaktır, hastanın her noktada özgürlüğünü ve sorumluluğunu gerektirir. Dr. Bailen, eğer hasla bu mesajı açık seçik alırsa bir "seçim noktası" ile kar­şı karşıya kaldığını anlatmaktadır. Bu, kendi kendine bir soru sormak biçimini alabilir: "Allahım bundan kurtulmak istiyor muyum?" Bazen hastalar, çoğunlukla artritliler, daha iyi olur, içgörü kazanır ve "değişiklik yapmaktansa ağrıyı taşımak daha iyi" karanyla tedaviyi durdururlar. Alışkanlıklarıyla o kadar katılaş­mışlar, o kadar bağımlı olmuşlar ve bakılmak gibi ikincil kazanç­ları vardır ki, seçtikleri yaşamlarını değiştirmek yerine tedaviden çıkmayı seçerler. Bu, bilinçli ve sorumlu bir seçimdir. Kişi artık "kurban" rolünde değildir.
Bu benim yargıma göre psikoterapinin amacına çok benze­mekledir. Psikoterapinin amacı, danışan kişileri konvansiyonel bağlamda "tedavi" etmek değil, ne yaptıklarının farkında olmala­rını ve kurban rolünden çıkmalarını sağlamaktır. Amacı, rahatsız olan olan kişinin, mümkün olduğu sürece kendi yaşam tarzını seçmede özgür olacağı ve kaçınılmaz oldukça yaşamdaki durumunu kabulleneceği bir aşamaya gelmesine yardımcı olmaktır.

Bu "seçim noktası"nı anlatmak için kendi deneyimimi payla­şacağım. Tedavi için Dr. Bailen'e gittiğim sorun ya da semptom dört yaşımdan beri sahip olduğum taşikardi idi. Gençken beni fazla engellememiş olsa da son yıllarda bayılmalara hatta daha tehlikeli semptomlara neden olacak hale gelmişti. Bana kalp atı­şını kontrol eden ilaçlardan biri olan Inderal verilmişti. Başladı­ğımda günde her biri 10 mg olan altı Inderal alıyordum. Bu ger­çekten kalp atışlarımı kontrol etti ama bedeli beynimi kapatmak oldu. Kendimi bir zombi gibi hissediyordum.

Aşağıdakiler akupunkturum sırasında tuttuğum notlardan­dır.

Geçtiğimiz Pazartesi, akupunktur tedavisinden sonra kendi­mi çok iyi hissettim ve keyfim Salı sabahı da mükemmel olmayı sürdürdü. Inderal'i birkaç aylık tedavi sonrasında günde bire dü­şürmüştüm. O zaman Inderal'i tümden kesmeye karar verdim. Ama öğlen, taşikardiyi tümüyle geçirebilme olasılığıyla kendimi iyi hissederken derin ve inatçı bir yalnızlık duygusu belirdi. Ofi­simde bunun ne olabileceğini anlamaya çalışarak ileri geri yürü­yordum. Yalnız olmam için hiçbir özel neden yoktu. Ama dille­rini bilmediğim bir yabancı ülkedeymişim, kaybolduğum ve kimseyle iletişim kuramadığım bir dünyadaymışım duygusunu almayı sürdürdüm. Aynı zamanda kendimi kaybettiğim, sadece yarım bir kimliğim olduğu gibi garip bir duygu da vardı.

Öğleden sonranın ortasında bu yalnızlığın, taşikardinin tam olarak iyileşebileceği ve ondan kurtulacağım fantezisinden geldi­ğini fark ettim. Evet! Kimliğimi geçmişte oluşturan önemli bir parça gidecekti. Bu imaj ile, bu kendilik mitosuyla büyümüştüm; ben bu özel rahatsızlığı, yani taşikardisi olan adamdım. Bu rahat­sızlık sanki benim dostumdu, çok fazla stres altında bulundu­ğum ve aktif dünyadan bir parça çekilmeye ihtiyaç duyduğum zaman hep bana sadık kalmıştı. Chillon mahkûmu gibi tam da zincirlerimle arkadaş olmuştum.

O gece düşümde öldüğümü gördüm. Dostlarım bir araya top­lanmışlardı ve ben bir daire etrafında onlara hoşça kal diyerek yürüyordum. Rüyamda ağlıyordum ve bu dünyaya hoşça kal de­diğimi hissediyordum.

Ertesi gece bir beyin ameliyatı olduğumu ve cerrahların kesi­lecek olan kafatasıma girebilmeleri için o taraftaki saçlarımın ke­silmiş olduğunu gördüm. Baş cerrah uzun boylu, zayıf bir adam­dı. (Dr. Bailen uzun boylu ve zayıftır.) Ameliyat salonundan dı­şarı kaçtım.

Ertesi sabah, yani Çarşamba uyanınca taşikardim bütün gü­cüyle dönmüştü, kalbim dakikada 150 atıyordu. Taşikardi bü­tün sabah bana sıkıntı vermeye devam etti.

O öğleden sonra Dr. Bailen'in ofisine gittiğimde memnun­dum, çünkü düşlerin ve davranışların çok açık, tiz bir çığlığı var­dı; bu rahatsızlığı bırakmaya henüz hazır değildim. Yalnızlık ve ilk düş, taşikardi semptomumu bırakmanın ölüme eşit olacağını ve kendimi bildiğimden beri, dört yaşından beri sahip olduğum kimliği teslim etmek olacağını söylüyordu. İkinci düş taşikardiden aynlmak bakımından daha da belirgin bir çığlıktı; "Daha de­ğil!" diye bağırıyordu. Dr. Bailen, esaslı bir değişiklik yapmadan daha bir aya ihtiyacım olduğu yorumumu gülerek onayladı.

Hastalığa tutunmak ya da kişinin hastalık karşısında özgürlük ve sorumluluğunu karşılaması tarihte ve edebiyatta çok iyi bili­nir. Jean-Jacques Rousseau insanların, "özgürlüklerini güvenceledikleri düşüncesiyle zincirlerine doğru koştuklarına" işaret eder. Bağımsızlık Bildirgesi'nde bile atalarımız bu gerçeği görmüşlerdir:

"Bütün deneyimler göstermiştir ki insanoğlu, günahları boyu aşmadıkça, alışmış olduğu biçimleri kaldırarak kendisini düzelt-mektense, yakınmaya daha yatkındır."

Thomas Mann, öykülerinden birinde kendimizin ya da diğer­lerinin hastalıklarından kendimize nasıl bir yaşam tarzı yaptığı­mızı gösterir. "Tobias Mindernickel"de aşırı bağımsız, yalnızlığı seven ve efendisine karşı da fazla dostça olmayan bir köpeği res­meder. Bir kazada köpek iki ön bacağını kırar. Adam onu kendi yanındaki bir yatağa alır ve hastalığı boyunca ona bakar. Sonun­da köpek iyileşip alıştığı gibi çevrede koşabilir hale gelince, ada­mın artık bakılacak hayvanı da, hayvanın dostluğu da, kendisi­ne bağımlılığı da yoktur. Kendi başınadır. O anki izolasyonuna dayanamaz, bir çekiç alır ve köpeğin dört bacağını da yeniden kırar.

Öyküden çıkartılacak olan ders, evliliklerin, dostlukların, çe­şitli türden bağımlılıkların temelde birinin tarafında bakılma ih­tiyacı diğerinin tarafında ise bakma ihtiyacı ile birbirine tutun­duğu dünyamızda pek çok ilişkiye uyarlanabilir. Sağlıklı yanda yaşadığımız şey, değiştiremediğimiz soğuk ve yalnız kaderlerimi­zi kucaklaştırıp birbirimizi rahatlattığımız yoldaşlıktır. Sağlıksız yanda ise, dünyada hastalıktan yakınan ve özgürlük olasılığı ye­niden açıldığında bile bağımlılıklarını terk etmekten nefret eden kimselerin koyduğu kendini sınırlamalar vardır.


3. Hastalık ve Sağlık Arasındaki Denge

Bir kültürde hastalığın ve sağlığın işlevini anlamamız gerekir. Harold Bailen'in ortaya koyduğu gibi, hastalığın kendisi en bü­yük düşman değildir. Bu gerçekte, benim tüberkülozumun bana yaptığı gibi, kişiyi yaşamının muhasebesini çıkarmaya ve çalışma ve oyun düzeninde reform yapmaya zorlayan gizli bir şükran olabilir. Buraya, Anksiyetenin Anlamı'nda {23} yazdığım iki parag­rafı almak istiyorum:

'Bir hastalığı olmak, bir çatışma durumunu çözmenin bir yo­ludur. Hastalık kişinin dünyasını, azaltılmış sorumluluklar ve iş­lerle kişinin başa çıkmak için daha iyi bir şansının olacağı şekil­de küçültmektir. Buna karşılık sağlık, organizmayı kapasitesini gerçekleştirmede özgürleştirmektir.

İnsanlar hastalığı, eski kuşakların şeytanı kullandıkları gibi, nefret edilen yaşantıları, onlar için sorumluluğu almaktan kaçın­mak için yansıtacakları bir nesne olarak kullanırlar. Ama suçlu­luk duygusundan geçici bir kurtuluşun ötesinde bu aldanış işe yaramaz. Sağlık ve hastalık, yaşam boyunca kendimizi dünyamı­za uygun ve dünyamızı da kendimize uygun hale getirmek için sürekli yaşadığımız sürecin bir bölümü ve parçasıdır.'

Ağrı, en büyük düşman değildir. Norman Cousins'in yazdığı gibi, "Amerikalılar muhtemelen yeryüzünde en fazla ağrı-bilinci olan insanlardır. Yıllarca bize basında, radyoda, televizyonda, gündelik konuşmalarda davullarla söylendi ki, en küçük bir ağ­rı, şeytanın ta kendisiymiş gibi derhal ortadan kaldırılmalıdır." Sonra da bize cüzzamın, yakalanan kimse ağrı duygusunu yitirdi­ği ve enfekte olan yerlerinin nasıl ve ne zaman bakılacağını söyleyecek bir işaret olmadığı için böyle lanetli bir hastalık olduğu­nu anlatarak devam ediyor. Bizler bu ülkede sancıyı ve acıyı dur­durmak için korkunç miktarda trankilizan kullanıyoruz.

Ağrı ve zevk arasındaki karşılıklı oyun ve birinin öbürüne bağlı oluşu Eflatun tarafından da görülmüştü:

'İnsanların zevk diye adlandırdığı bu şey ne kadar garip görü­nüyor! Ve o ne kadar kendi zıddı ile, ağrıyla garip şekilde ilinti­li! ikisi hiçbir zaman bir kimsede beraber bulunmaz ve gene de birini arar ve bulursan her zaman öbürünü de almaya mecbur­sun, sanki ikisi de bir ve aynı başa yapışmışlar gibi... Biri nere­de bulunursa, öbürü de arkasından gelir. Benim durumumda da öyle; bacaklanmda pranganın sonucu olarak ağn olduğundan beri zevkin de onu takip edeceği görünüyor.'

Ağrı yaşama duygu kalıcıdır. Ağrıdan kaçarken canlılığımızı, hakiki hissediş yetimizi, hatta aşkı yitiriyoruz. Ağrının kendi ba­şına iyi bir şey olduğunu söylemiyorum. Diyorum ki, ağrı ve ağ­rıdan kurtulma paradoksal şekilde birlikte gider. Onlar Heraklit'in yayı ve kirişidir. Ağrı olmadan biz bir zombiler milleti olu­ruz. Bazı eleştirmenler bu duruma zaten ulaştığımıza inanıyorlar.

Tıbbi teknolojinin hastalıkları birbiri ardına süpürdüğü, tü­berküloz ve çocuk felci gibi orijinal ölümcül musibetlerin son örnekler olduğu, bize gerekenin yalnızca beklemek ve tıp bütün hastalıkları alt edinceye kadar yaşamayı ummak olduğu şeklinde yaygın bir aldanış vardır. Ama bu aldanış, hastalık ve sağlığın bir insan toplumundaki işlevlerine ilişkin ciddi bir yanlış anlamaya dayanır. Dr. Robert Rynearson Journal of Clinical Psychiatry'de, "Hekimler teknolojinin bir gün hastalığı ortadan kaldıracağı fik­rine karşı direnmelidir" diye yazıyor. "İnsanlar kendilerini tehdit altında ve çaresiz hissettikleri sürece hastalığın sağladığı sığınağı arayacaklardır. Tanınmış bilim insanı ve hümanist Jacob Bronowski bizi önceden uyardı: Mutlak bilgi ve güç arzusuna karşı kendimizi tedavi etmeliyiz. Düğmelere basma düzeni ile insan hareketi arasındaki mesafeyi kapatmak zorundayız. İnsanlara dokunmalıyız."

Sadece hekimler değil sıradan insanlar da bu ilüzyona diren­melidir; insanlar tıbbi teknolojinin kendilerini kesin olarak kur­taracağını sanmakta, kendi sağlıkları için sorumluluk almamayı güçlü şekilde rasyonalize etmektedirler. Çünkü insanların ya­şamları, kaderleri böyle olduğu için sağlık ve hastalık arasında çok hassas bir dengededir ve bu denge de en önemli olan şeydir. Kuşku yoktur ki, biz ırk olarak gittikçe daha sağlıklı oluyoruz. Ama hastalık olasılıklarının da buna oranla aynı zamanda yük­seldiğini söylersem yanlış anlaşılır mıyım? Gerçekten doktorlara başvurma elli yıl öncesinden çok daha fazla. Aslında olan şey, hastalık çeşitlerinin, dışarıdan insana saldıran enfeksiyon hasta­lıklarından, anksiyete ve stresle çok yakından ilgili olan kalp krizleri, hipertansiyon ve inmeler gibi iç hastalıklarına kaymasıdır. Bu son söylediklerim günümüzün en büyük katilleridir.

Hastalık ve sağlık her birimizde birbiriyle tamamen denge içindedir ve alabildiğimiz kadar sorumluluk almak bize bu den­ge bozulduğu zaman onu yeniden oluşturma olanağı verir. O ka­dar büyük insanımızın yaşamları boyunca hastalıkla mücadele etmeleri kazara olan bir şey değildir. Tüberkülozu olan önemli yaratıcı insan sayısının büyüklüğüne dikkat ederek birkaç yıl ön­ce bir hekim, tüberküloz basilinin kana, deha oluşturan bir se­rum verdiğini savunan Tüberküloz ve Deha başlıklı bir kitap yaz­mıştı. Bu açıklama bana saçma görünüyor. Dahinin yaşam tarzı­nın, yoğun çalışma, başarılamayan şevk, beyindeki ateş gibi özelliklerle denge üzerinde fazla zorlanma yaptığı ve bu yüzden bireyin bir süre kendine doğru çekilmesi için hasta olduğu, da­ha makul bir fikirdir.

Sağlık ve hastalık arasındaki mücadele yaratıcılığın kaynağı­nın bir kısmıdır. İngiliz doktor George Pickering çeşitli veriler toplamış ve Yaratıcı Hastalık adlı, alt başlığı ise Charles Darwin, Florence Nightingale, Mary Baker Eddy, Sigmund Freud, Marcel Proust ve Elisabeth Barrett Browning'in Yaşamları ve Zihinlerindeki Hastalık olan bir kitapta bunlara yer vermişti. Bu insanların her birinin ciddi hastalıkları olduğunu ve bunu yapıcı olarak karşıladıklarını anlatıyordu. Pickering, çok ağrılı oldukları za­man onu yatağa düşüren, ve yatakta komite toplantılarına katıl­mak, hasta görmek ya da ziyaretçileri oyalamak gibi şeyleri ya­pamadığı kendi osteroartritik kalçalarından "bir müttefik" olarak söz ediyor. "Bunlar yaratıcı çalışma için ideal koşullardır, fuzuli işgallerden, yaşamın sıradan korolarından azade."

Dr. O. Carl Simonton, kendisini tedavide meditasyon kullan­ma sorumluluğunu üstlenen bir hasta şeklinde ele alarak, kanser tedavisinde öncülük etmiştir. Kanserli şahsa bir savaşın devam ettiğinin farkında olmasını ve günde iki kez onar dakika, akyu­varların kanser hücrelerini öldürüşü üzerine meditasyon yapma­yı öğretiyor. Bu insanların meditasyondaki fantezilerinin çizdiği tabloya bakarsak, farelerin ve kaplanların savaşını, akyuvarların askerler olduğu savaş resimlerini görürüz. Bir hep ya da hiç mü­cadelesi sürmektedir ve kişinin bilinci mücadelenin baş katılımcısıdır. "Hasta" olmanın eski yolları ve hastalığın sorumluluğunu doktora devretmek artık geçerli değildir.

Sağlıklı olma sanatı, Hadrian'ın kendi hastalığıyla karşılaşma­sından hareketle tanımlanmıştır;

'Daha iyiydim, ama bedenimle bir yol aramak, kendi dilekle­rimi ona empoze etmek ya da onun iradesine bırakmak amacıy­la, dünyamı düzenlemek ve genişletmek, kim olduğumu inşa et­mek ve yaşamımı süslemek adına eskisinden çok daha fazla be­ceri kullanıyordum.'


22. Ing. Erhard Seminars Training, Erhard Eğitim Seminerleri. 1971 yılında Scientologist Werner Erhard (Gerçek adı John Paul Rosenberg) tarafından oluşturulan, herkesin aslında kusursuz olduğu ve tanrısal bir kudretle kendi gerçekliğini yarattığı teorisine da­yanır. Est kelimesi ise Latince'de oimak eylemine karşılık gelir.

23. Yazarın daha önceki kitaplarından biri; henüz Türkçe'de basılmadı.