Loading

1 Şubat 2012 Çarşamba

Tarihçinin Metodolojisi

Aşağıdaki yazı Cemil Koçak'ın "Geçmiş Ayrıntıda Saklıdır" kitabından alınmıştır (sf 9-40). 
Kitaba bakış atmak için tıklayın
(Vurgular buradaki paylaşımda eklenmiştir, orijinal metinde yoktur.)



~


Kaynaklar Üzerine


Tarih ve Toplum dergisinin ünlü "kitabiyat" bölümünü kim unutabilir? Orada pek çok yazım yayınlanmıştı. Bunların pek çoğu, o zamanlar artık neredeyse tamamen unutulmuş, literatürde pek rastlanmayan, ama kanımca değerli bilgiler içeren"eskimiş" hatıratları, günlükleri ve kitapları yeniden hatırlatmaya çalışan, bu arada içerikleri hakkında bilgiler de veren yazılardı. Bu kısa, ama tarz itibariyle daha çok Gotthard Jaeschke'nin uzun yıllar önce yaptığına benzer yazılar, bir kaynak kritiği olarak da görülmeli ve hatırlanmalıdır. Kaynakların değerini, önemini ve anlamını ortaya koymaya çalışan bu yazılar, tarihçiler açısından çok önemli bir metot sorunu olan kaynak eleştirisi bahsinde yer alır.

Tarihçi için kaynaklar tehlikeli birer kuyudur. Çünkü içine hapsolmak gibi bir tehlikeyi içerirler. Kaynağın/kuyunun dibine inip oradan çıkamamak gibi bir riski her zaman beraberinde getirirler. Bu tehlikelerden sakınmak mümkündür, ama nasıl? Elbette kaynak kritiği denilen yöntem sayesinde... Kaynaklar, bize yol gösterebileceği, ipucu sağlayabileceği gibi, eğer onlara gereken eleştirel gözle bakmayı ihmal edersek bizi yanlış tarafa da yönlendirebilirler. Kaynağın bilgisini bir diğeri ile karşılaştırmak, kaynağın bilgisini kendisi ile karşılaştırmak, bilginin iç tutarlılığını gözetmek, onu mevcut bilgi ve literatürün yanı sıra arşivle/belgelerle, günlük gazeteler ya da dergilerle ve başkaca kaynaklarla karşılaştırmak, bu bilgiyi mantık süzgecinden geçirmek, işte bütün bunlar, kaynak kritiği dediğimiz bitip tükenmek bilmeyen bir sürecin parçalarıdır.

Yakın tarihimizle ilgili daha çok sayıda kaynağa ihtiyacımız var. Hatta daha açık bir tabirle bu kaynaklara muhtacız. Bir kısmı kütüphanelerin ıssız köşelerinde bizi bekliyorlar. Bazıları, dolap diplerinde, çekmecelerin arkalarında, tavan aralarında ulaşılmayı bekliyorlar. Bazılarına artık hiç ulaşma imkânımız kalmamış olabilir. Ankara'da Millî Kütüphane'nin 1980'li yıllarda eski katalog sisteminde yer bulmuş 1950 öncesi yayınlanmış kitaplar kartlarında epey zaman geçirmiş ve kendimce ilginç olabileceğini düşündüklerimi "kitabiyat" köşesinde yayınlamak için çaba harcamıştım. Bu yazılar yeniden hayat bulurken, bugün dahi onların hatırlanmasına ve hatırlatılmasına ihtiyaç olduğu kanısındayım.

Eskimiş, solmuş, unutulmuş, köşede kalmış, zamanında dahi gözden kaçmış, bugün ise hatırlanması bile mümkün olmayan, dahası yayınlandığı sırada önemli bulunmuşsa da artık terk edilmiş, bazıları tanınmamış, bazıları zor hatırlanabilir kitaplar, günlükler, gazete tefrikası olup orada kalmış, dergi koleksiyonlarında saklanmış anılar, kısaca kaybolmuş seslerin yeniden duyulabilmesi, tarihçinin ve araştırmacının himmetine kalmıştır.

Araştırmacıların yeni yeni kaynaklar bulmak bakımından heyecan verici avcılık dönemleri hiç sona ermemelidir. Türkiye'de bir araştırmacının zamanının çoğunu bu avcılık dönemi alır. Kütüphaneler, yeni bilgisayar neslinin jargonu ile ifade edersek, genellikle hiç de kullanıcı dostu değildirler. Sizden ne aradığınızı bilmenizi isterler. Oysa, bir araştırmacı, bazen ne aradığını bilmeyebilir, hatta neyi nerede ve nasıl arayacağına ilişkin hiçbir fikri de olmayabilir. Yani, bazen olmaz. Olsa, zaten araştırmacı olmaz(dı). Bir şeylerin bir yerlerde olduğunu hisseder.Mantıken olmalıdır. Sonra, ne aradığını bazen tam olarak bil(e)meden avcılığa başlar. Av süreci, hem heyecanlıdır hem de meşakkatli... En zoru, nerede ne arayacağını bilememenin getirdiği ifade zorluğudur. O meseleye ait bilmediğimiz, pek bilinmeyen, yeni, ama aslında epey eski kaynakları aramak, bu meramı anlatmak hiç de kolay değildir. Aradığınız, yazarı belli, ismi belli bir kitap değildir sonuçta. Öyle olsa idi, yeni bir kaynak bulmak imkânsız olurdu.Sadece yeni, el değmemiş bir kaynağın sizi çağırdığını hisseder ya da işitirsinizAksi gibi, bu sese sizden başkası pek kulak vermediği gibi, bu türden bir sesin var olduğuna inanmakta da zorluk çekerler. Yardım almanız nerede ise imkânsızdır. Bu aşamada yapılabilecek tek şey, benim bir zamanlar Millî Kütüphane'de yaptığım gibi, eski kataloglardaki kartları tek tek çevirmektir. Ayakta saatlerce, günlerce sürecek bir iştir bu... Size el sallayan bir kartı, istek kâğıdına yazmak ve sonra da onun size ulaşmasını beklemek... Denizdeki balık misali, elinize geçen, çok kez sizin beklediğiniz tatta, kıvamda ve boyutta bir balık değildir. Bu durumda onu yeniden denize bırakmaktan başka çare yoktur. Diğerini beklemek için yola koyulursunuz. Zorlu geçen zaman eğer size sabırlı olmayı öğret(e)memişse avcılıktan vazgeçmenizi öneririm. Sonra bir anda beklediğiniz, umduğunuz şeyi, hatta hiç ummadığınızı elinizin altında bulursunuz. Artık yeni bir kaynağınız var demektir. Birisi ya da birileri, size yılların ötesinden yeniden seslenme imkânı bulmuştur artık... Size düşen onu dikkatle ve özenle dinlemektir. Dert ortağı olmanıza mâni olamam, ama yine de eleştirel okumadan geri durmamanız gerekir. Hukukun aksine, "Aksi kanıtlanana dek hiç kimse masum değildir" ilkesini hiç unutmayınız! Bizim işimizde bu ilke işinize daha çok yarayacaktır.

Bazen de işiniz görünürde daha kolaydır. Bildiğiniz bir kaynağın peşine düşersiniz. Şansınız varsa, onu bir meslektaşınızda ya da bir sahafta bulabilirsiniz. Kütüphaneler, en sona bıraktığınız mekânlardır. Zorunlu olmadıkça uğramak istemeyebilirsiniz. Fakat bunun da nihayet bir sonu vardır. Kütüphaneler, hatta internet çağında dahi, bir gün muhakkak aşındırmanız gereken yolun üzerinde yer alırlar. Ne kadar kaçmaya çalışırsanız çalışınız, unutmayın, kütüphanesiz de asla olmaz!

~


Kaynaklar ve Paradigma


Kaynaklarparadigmamızı, yani konuya yaklaşımımızı, konuya bakış açımızı tayin eder ya da değiştirir. Her ikisi de mümkündür. Hangisinin başına geleceğine ise araştırmacının kendisi karar verir. Yanlı kaynaklar, zaten yansız olanı var mıdır ki, paradigmamızı daraltır, karartır ve bizi kör edebilir. Körlükten kastım, olanı göremez hale gelmektir. Paradigma körlüğü, bizim bakış açımızı daraltmakla kalmaz, başka paradigmaları seçebilmemizi ve olguları görmemizi de engeller. Tarihçi için bu bir felakettir. Esir alınmış, zihni işgale uğramış demektir. Yeniden düşünme süreci iflah olmaz bir şekilde mefluçtur.

Yeni kaynaklar, paradigmamızı sarsabilir, hatta yıkabilir. Paradigma değişikliklerini tetikleyebilir. Bu bakımdan önemlidir. Ya da pek marjinal kalmış bir paradigmanın canlanmasına ya da hayat bulmasına yol açabilir. Ama sadece avcılık yeterli midir? Elbette, hayır... Kaynak okuma, değerlendirme ve kritik etme sürecini başarı ile tamamlamadan, bir sonuç almak yanıltıcıdır. Bu bakımdan, yeniden başa dönmek ve süreci tamamlamak gerekir. Bu sürecin ayrıntılarından da aşağıda yeniden söz edeceğim.

Fakat bazen yeni kaynaklar da sadece eski bilgilerimizi doğrulamaktan öteye geçmez. Bu, onların değerini ya da önemini azaltmaz; aksine, mevcut paradigmanın yeniden test edilmesine ve bir kez daha onaylanmasına neden oldukları için değerlidirler. Sonuçta, kaynağın değeri, onun mutlaka yeni bir paradigmaya can vermesi ile ilgili değildir. Tarihçi, bir paradigmayı onaylamak ya da reddetmek gibi, daha baştan sıkış(tırıl)mış, darlaş(tırıl)mış bir araştırma alanının içinde sıkışıp kalmak tehlikesini göze almamalıdır.

Kaynaklar, aksine, tarihçinin varsayımını onaylayabilirler, ama tekzip de edebilirler. Varsayımı reddedilen araştırmacının başarısız olduğu söylenemez. Başarı, varsayımın ne pahasına olursa olsun onaylanması ile eşdeğer değildir. Varsayımını test eden ve onaylanmadığını gören araştırmacı için yollar açıktır. Ya onay buluncaya kadar gayretini esirgemez ya da varsayımını gözden geçirmeye karar verir. Varsayımı mı yanlıştır, yoksa doğru olmakla birlikte, onu doğrulayacak kaynaklardan mı yoksundur, dolayısıyla ava devam etmeli midir, yoksa çabası ümitsiz midir? Araştırmacı, araştırma sürecinde, bu soruları hep kafasında taşımalıdırKesin karar vermek için erken davranmak hatalı olabilir.

Paradigmamız ne olursa olsun, bilimsel yöntemden ayrılmadığımız sürece, varsayımlarımızı değiştirmeye hazır olmalıyız, inançlarımızla değil, bilimsel yöntemin doğuracağı sonuçlar ile yazmalıyızBu mümkün müdür?Güç olduğunun farkındayım. Fakat diğer yandan, araştırmamızın sonucunda varsayımımızın yanlış çıktığını belirtmek de, bilimsel bir araştırmanın sonuçlarından biri olarak kabul edilmelidir. Muhakkak varsayımımızı doğrula(t)mak için çaba harcamak ve sadece bunu yapmak, bilimsel çabanın kötüye kullanılması anlamına gelir. Varsayımımızı doğrula(t)mak için, onu yanlışlayan ya da yanlışlayabilecek olgulara sırtımızı dönmek doğru değildir. Bilimsel yöntem olarak da doğru değildir, etik olarak da... Aksine, yapılması gereken, varsayımımızı doğrulamayan, onunla çatışan ya da açıkça yanlışlayan daha çok sayıda olgu toplamaya çalışmak ve onlarla ayrıca hesaplaşmaktır. Kişi bundan kaçınabilir. Sadece kendi varsayımını doğrulayacak sürüyle olguyu alt alta dizerek büyük bir zafer kazandığını da düşünebilir. Belki... Fakat başka araştırmacılar da vardır ve bir gün muhakkak o araştırmacılar, sizin gözden kaçırdığınız ya da sırtınızı dönmeyi tercih ettiğiniz olguları, varsayımınızı yanlışlamak üzere gündeme getireceklerdir! Yani, korkunun ecele faydası olmaz. Belki biraz zaman kazanmak söz konusu olabilir. Bir paradigmanın hayatını bu şekilde uzatmak akla gelebilir, ama her şeyin bir sonu vardır.

Araştırmacının görevi, varsayımını doğrula(t)mak değil, alanını olabildiğince geniş ve derin bir taramadan geçirdikten sonra, dürüstçe vardığı sonuçları açıklamaktır. İdeolojik/siyasî görüşleri ile bütünleşmese ve örtüşmese dahi, vicdanen bunu yapabilmelidir.

Tarihçi, öncelikle bağımsız/bağlantısız olmalıdır. Bu, etik bir görevdir de... Angaje bir ruh hali, geçmişin yeniden kurgulanmasının önünde dev bir engeldir. Tarihçi bu engeli ancak bağımsız bir ruhla aşabilir. Bu ruha kavuşmak da güçtür. Nihayet o da "hayatın gerçekleri" ile çevrilidir. Kötü paranın iyi parayı kovduğu gibi, sahte tarihçilerin de gerçek tarihçileri kovabilmesi söz konusudur. Kovulmamak, ruhunu satmaktan geçiyorsa, bunu yapanları anlayabiliriz, fakat asla affedemeyiz! İşini yapmayanları bir nedenle affetmek, işini yapanları ya da yapmaya çalışanları kovmak anlamına geldiği için, bunu yapmamalıyız. Her meslek dalı gibi, tarihçilik de kendi etiğini yaratmak, standardını yükseltmek ve akademik gelişmişlik seviyesini de tartışmak zorundadır.

~


Belgesel Tarihçilik Üzerine


Son zamanlarda, özellikle de 2005 yılında gerçekleşen "İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları" adlı konferans öncesinde, sırasında ve sonrasında, birdenbire belgesel tarihçilikadeta yeniden keşfedildi. Tarihçilerin ancak belgeleri ile ve neredeyse belgeleri kadar konuşmaları gerektiği her vesile ile hatırlatılmaya çalışıldı. Bunun sonucunda iş, bazı tarihçilerin belgesiz yazdıklarına kadar getirildi. Bu belgesel tarihçilik söylemi o kadar yaygınlaştı ve yerleşti ki, neredeyse bütün geçmişin sanki yalnızca belgelere dayanılarak yazılmış olduğu, fakat bazı tarihçilerin arşivlere uğramadan ve hayatları boyunca da bir tek belge bile görmeksizin çalışmalarını ortaya koyduğu gibi bir izlenim doğmasına gayret edildi. Şimdi de biraz bu konuyu deşelim...

İyi ama belge nedir? Neye belge denir ve neye denmez? Bu sorulara yanıt vermeden, bu tartışmada bir arpa boyu yol almak imkânı da yoktur. Bazıları belge denildiğinde, resmî kâğıtları anlamaktadır. Yani, devletin resmî yazışmaları, onların gözünde belgedir. Elbette belgedir, fakat yanıldıkları şey, onların sorgusuz sualsiz bu belgeleri tek gerçek olarak kabul etme eğilimleridir. Devletin yazdıkları/yazdırdıkları, geçmişin tümünün hakikati olarak kabul edilemez. Devlet denilen mekanizma, bir iktidar odağıdır ve tüm iktidar odakları gibi, siyasî/ideolojik yargılarının ışığında belge üretir. O belgeler, ancak ilgili siyasî/ideolojik analiz ışığında incelenebilirse bir sonuca ulaşmak mümkün, olabilir. Sadece yazılanları değil, fakat yazılmamış olanları da bu gözle incelemek gerekir. Yazılmamış, atlanmış, geçiştirilmiş, görmezden gelinmiş, üzerinde susulmuş olanı da görmek için, tarihçi olmaya ihtiyaç vardır. Yazılı bir doküman ancak dönemin genel şartları içinde analiz edilirse anlamlı olur. Belgeler kendiliğinden konuşmazlar, herkese de konuşmazlar, onları ancak konuşturabilirsiniz. Bunun için gereken formasyona sahip olmak gerekir. Dönemin girdisini çıktısını bilen bir uzman açısından her yazılı doküman kıymetlidir. Dokümanın nasıl konuşacağı, onu konuşturan tarihçinin formasyonuna, bilgisine ve soracağı sorulara bağlıdırSorular değiştikçe, yanıtlar da değişmeye başlar. Soru sormadan dokümanların yanıt vereceğini düşünmek ve sanmak, amatörlerin cahilliğidir. Hiçbir belge, kendisine anlamlı sorular sorulmadan konuşamaz. Belgenin dili, bizzat onu okuyan, analiz eden ve değerlendirendir. Belgeler dilsiz varlıklardır. Onların dilinden anlayan bir tarihçiye ihtiyaç duyarlar. Bu bakımdan her önüne gelen, eline geçen bir "tarihsel belge" ile yazılmış olan bütün tarihi değiştiremez!

Belge denildiğinde yalnızca devlete ait kâğıtları anlayanları bir yana bırakacak olursak, aslında belge, çok daha geniş bir alam kapsar. Bütün kurumsal dokümanlar belgedir. Kişisel evraklar belgedir. Mektuplar, kartpostallar belgedir. Karalama notları, basit kişisel notlar ve dokümanlar, kişisel ajandalar belgedir. Günümüzde maillerin tamamı, kısa mesajlar, bilgisayar dosyalan belgedir. Anılar, günlükler, kişisel olan her şey belgedir. Dokümanlar üzerinde alınmış olan notlar, şerhler, haşiyeler belgedir. Kitaplar ya da makaleler üzerinde alınmış notlar, yorumlar, şerhler belgedir. Ses kayıtları belgedir.

Fakat geçmişi sadece elimizde bulunan belgelere dayanarak kurmak yanıltıcı olacaktır. Belgeler de bize hakikatin tamamını söyleyemez. Bunu hiç kimse söyleyemez. Ortada ciddi bir güçlük vardır: Hele yakın zamanlara geldikçe, elimizde bulunan neredeyse sayısız belge arasından neleri ele alacağımız, seçeceğimiz, hangilerini dışarıda bırakıp eleyeceğimiz gibi sorular, tarihin epistemolojik ve metodolojik sorunlarına ışık tutar. Belgeleri iskambil kâğıtları gibi üst üste dizerek, yan yana getirerek, geçmişin gerçeğini bulma çabasına girişmenin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü bu, hiçbir sonuç vermez. Hangi iskambil kâğıtlarını seçerek, nasıl bir kurgu içinde, hangi mimarî formda geçmişi yeniden ayağa kaldıracağımız sorusuna belgeler tek başlarına hiçbir yanıt veremezler ve bu konuda maalesef hiçbir şekilde yol da gösteremezler. En azından doğru yolu gösteremezler. Belgeler, bir anlamda bizim kölelerimizdir. Onları istediğimiz gibi kullanırız."Kullanırız" sözcüğü, elbette pejoratif anlama da gelebilecektir. "İstismar etmek" anlamında elbette kullanmıyorum. Tabii ki belgeleri istismar edenler, onları kullananlar vardır ve şüphesiz her zaman da olacaktır. Fakat bu doğru bir yöntem değildir. Hem etik değildir, hem de bilimsel tarih metoduna aykırıdır. Söylemek istediğim, belgeleri onların meydana geldikleri geçmişin bilincinde olarak kullanmak gerektiğidir.

Eğer hepimizin bildiği bir konuda hiçbir belge bulamazsak, bildiğimizin doğru olmadığı sonucuna mı varmalıyız, yoksa ısrarla bu konuda belge aramaya devam mı etmeliyiz, yoksa bu konuda özellikle belge bulunmamasının bir anlamı olduğunu mu düşünmeliyiz? Elbette, doğru yanıt son iki şık olacaktır. Belgesi olmayanın gerçekliğinden kuşku duymak ne kadar yerinde bir davranışsa, her zaman gerçeğin belgesinin ol(a)mayabileceğinin hatırlanması ve hatırlatılması da o denli yerindedir.

Elimizde bulunan belgeler, biz tarihçiler için hazırlanmış olan dokümanlar değillerdir. Onlar, tam da yazıldıkları sıranın/ zamanın ürünüdürler ve geleceğe değil de aslında o güne ve geçmişe ilişkindirler. Elbette bazıları geleceğe de kalırlar, ama onları var eden tarihsel bir sesleniş değil, günlük bir sesleniştir. Yazıldığı anın, yüzyılın, yılın, ayın, haftanın, günün ve hatta saatin gerçeğini yansıtırlar öncelikle... Bu gerçek, kurumsal olabileceği gibi, kişisel de olabilir. Yani, değişebilir! Kurumlar da, kişiler de, zaman içinde geçmişteki tutum, davranış, düşünce, görüş ve fikirlerini değiştirebilirler. Dokümanlar, bu değişimin nedenlerini daha az, ama kendisini daha çok gösterirler.

Dokümanlar kutsal varlıklar değildir. Her ne kadar pek çok tarihçi, biraz da içgüdüsel olarak, onlara kutsal varlık muamelesinde bulunsa dahi, öyle değildirler. Aslında alelade yazılardır. Her gün yazdığımız, okuduğumuz şeylerin, aradan sadece biraz zaman geçince belge olarak tanımlanacağını düşünmek ve bilmek, belgenin ne olduğunu ve ne olmadığını bize belki biraz daha iyi gösterir. Aleladenin kutsallaştırılması, belge fetişizmine yol açar. Belge fetişizmi ile belgesel tarihçiliği karıştırmamak gerekir. Belge fetişisti, sadece belgeye kutsal varlık muamelesi yapmaz. Tarihin yalnızca belgeler aracılığıyla yazılabileceğini ve yegâne bilgi kaynağının belgeler, yani dokümanlar olduğuna inanır. Tabii dokümanlar da daha çok resmî yazışmalardır. Bir dönemin bütün resmî belgelerini ardı ardına sıralamakla ve hatta onları cilt cilt yayınlamakla, tarihçilik yaptığını düşünür. Belgenin tadına varmak, onunla diyaloga girmek, hatta belgeyi elinde tutmak, belge fetişisti tanımına girmez.

Hatta belge fetişisti bunları hiç anlayamamış bile olabilir. Onun için yegâne tarihsel hakikat, elindeki dokümanlarda var olandır ve onun dışında bir gerçeklik olabileceğini düşünemez ve anlayamaz. Belge fetişisti için, belgelerde yazılı olanların dışında bir hakikat, geçmişte bir yaşanmışlık yoktur. Ona göre, geçmişin tüm bilgisi işte bu dokümanlardadır; onları olduğu gibi yayınlamak, geçmişin tüm gerçeğini öğrenmemize neden olur. Bu bakımdan, tarihsel hakikatin ancak ve sadece belgelerde, belgelerin içinde yazılanlarda, yazıldığı şekliyle ve onun dışında hiçbir yerde bulunamayacağına ilişkin inanç, belge fetişizminin doğumuna neden olur. Belgesel çalışan tarihçi ile belge fetişistini ayıran en önemli ayrım buradadır sanırım... Tarihçi, sonuçta, sadece ne olduğuna değil, bununla birlikte ne olmadığına da bakarak, nelerin neden olduğuna ve neden ol(a)madığına da açıklık getirmeye çalışan kişidir. Tarih, son tahlilde, nihayet geçmişe ilişkin bir değerlendirmeden ibarettir. Tarihçiyi bu değerlendirmeye götüren yola "tarih metodolojisi" adını veriyoruz. Tarihçi, bu alanda ancak epistemolojik ve metodolojik sorular sordukça ve onları yanıtladıkça yolunda ilerleyebilir ve değerlendirmesini olgusal olarak temellendirebilir. Temellendirilmemiş ve temellendirilmesi bilimsel tarihçiliğin yöntemine uygun olarak yapılmamış olan tüm değerlendirmeler ve analizler, sonuçta havada kalmaya mahkûmdur. Onlar, siyasî/ ideolojik alana hastır. Ama kesinlikle tarihçiliğe sığmaz. Zaten tarihçinin belgesiz yazmasının ne anlama geldiği de sorulmaya değer bir sorudur. Hiç böyle bir şey olabilir mi?

Belgelerle iktidar ve Serbest Cumhuriyet Fırkası kitabımda da gösterdiğim gibi, araştırmacıların belgelerin ve metinlerinmümkün olabildiğince orijinallerini görmeleri ve kullanmaları gerekir. Belgeler, birçok kez değişik metinlerde orijinalinden farklı şekilde yer alabilir. Metinler, kısaltılmış ya da değiştirilmiş olabilir. Bu, muhakkak kötü niyetle yapılmamış da olabilir. Gerçi bu da olmayacak bir ihtimal değildir. Geçmişiniz İtinayla Temizlenir kitabımda gösterdiğim gibi, tarihsel gerçekliği düpedüz tahrif etmek, bozmak, değiştirmek, eğip-bükmek, deforme etmek amacıyla, yani resmen kötü niyetle de bu türden operasyonlar yapılabilir. Fakat daha yaygın olanı, metin sahibinin orijinal belge/metin üzerinde kendince kısaltma ya da düzenleme yapması, metni kendince Türkçeleştirmesidir. Hatta metinde yapılan bazı atlamalar da,sadece dikkatsizlik ve özensizlikten kaynaklanabilir. Mesela, Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kuruluş öyküsünde hemen her kitapta yer alan Fethi Okyar'ın parti kurmak üzere Atatürk'e yazdığı mektubun akıbeti, bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir. Hatta meşhur Dörtlü Takrir'in metninde dahi bu türden farklılıklar bulunabilir. Araştırmacılar, ilk elden malzemeye rağbet etmeli ve olabildiğince özgün metinleri kullanmalıdırlar. Kitaptan kitaba, metinden metine aktarmalar kolaydır, fakat bazen yanıltıcı olabilir. Hele metin analizine soyunan araştırmacıların, özgün olmayan metinlerin değerlendirilmesine ayırdıkları zamana yazık olacaktır!

~


Anılar


Tarihyazımında anıların önemi üzerinde durmak gereksiz bir çaba olurdu. Anılar, bu alanda önemli ve değerli bir kaynaktır. Zaman zaman da paha biçil(e)mez birer malzeme niteliğindedirler. Sanırım bu saptama ve değerlendirmeler üzerinde önemlice bir tartışma ve görüş ayrılığı olmaz. Asıl üzerinde durulması gereken konu, anılardan tarihsel malzeme olarak yararlanma aşamasında ortaya çıkan/çıkabilecek metodolojik sorunların üstesinden gelebilmektir. Ben burada, bazı somut örnekler de vermeye çalışarak, bu tür metodolojik sorunlara ve çözüm yollarına değinmek istiyorum.

Bir tarihçi için anılardan yararlanmak, ele aldığı tarihsel dilime/ zamana ve mekâna göre değişiklik gösterir. Elbette göreli olarak daha eski tarihlerle meşgul olan bir tarihçi açısından elinde bulunan arşiv malzemesinin ölçeğine göre anılar, kaynak olarak nispeten ikinci derecede yer alır/alabilir. Daha da eskilere gidersek, hiç anı bırakılmamış devirlerden de söz etmek mümkündür. Ama ben burada hiç olmazsa sayıca hatırı sayılır derecede anı bulunabilecek daha yakın dönemlerden söz ediyorum. Daha da ötesi, anılarda ortaya konulanlar, arşiv malzemesinin sunduğu bilgilerle rahatça karşılaştırılabilir. Bu anlamda, iki kaynak birbirleriyle karşılaştırılarak test edilebilir. Bu da ayrı bir metodolojik sorundur. Bir anlamda resmî kayıtlarla kişisel ve özel olanın karşılaştırılmasından ve birbirleri ile test edilmesinden söz ediyoruz. Bu, o kadar da kolay değildir, çünkü kime güvenileceği belirsizdirMuhtemelen her ikisine de tam anlamı ile güvenilemez. Yine de araştırmacının anılardan çok belgelere başvurmasını öneririm. Bir başka yöntem de üçüncü kişilerden kalan malzeme ile bu iki kaynağı denetlemeye çalışmak olabilir. Arşiv bilgileri ile anılar çelişebilir. Örneğin, Nazi Almanyası'nın Ankara Büyükelçisi von Papen'in anılarında yazdıkları ile zamanında Berlin'e ilettiği diplomatik raporlar arasındaki fark ve çelişki, Papen'in anılarına fazla güvenilmemesi gerektiğini gösteren kuvvetli bir ipucudur. Tarihçiler, yazarın sadece anılarına dayanarak gerçeği asla ifade edemeyeceklerdir.

Peki, ya neredeyse hiç denebilecek ölçüde arşiv belgelerinden yoksun çalışmak zorunda kalan tarihçiler ne yapsınlar? Gerçi onlara tarihçi sıfatını yakıştır(a)mayacak olan tarihçiler de vardır. Ancak bu başka bir tartışma konusu olduğundan şimdilik geçiyorum. Ama bu da, burada yaptığım gibi, öyle kolaylıkla geçi(ştiri)lebilecek bir mesele değildir. Sanırım meramımı anlattım. Özel bir alandan söz ediyorum. Türkiye'nin yakın dönem siyasî tarihi üzerine çalışanlar açısından bakıldığında, neredeyse hayatları boyunca üzerinde çalışabilecekleri, daha doğrusu çalışmakla bitiremeyecekleri kadar çok malzemenin üzerinde oturanlarla, ellerine çok zaman da tesadüfen, genellikle resmî olmayan kanallardan, genellikle kişisel yollarla geçen her bir sayfa malzeme için altın madeni buldukları zahabına kapılanları yan yana getirmek hiç mümkün olabilir mi? Ben kişisel olarak ilk kategoride olanlara her zaman özenmiş ve onları kıskanmışımdır. Çünkü alanımda belge bulmak gerçekten de çok zordur.

Yine de artık eskisi kadar yetersiz durumda değiliz. Aksine, Ankara Demetevler'de bulunan Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Cumhuriyet tarihi alanında araştırmacıların imdadına yetişti. Bu arşiv, esas olarak ve kabaca erken Cumhuriyet dönemini (1923-1950) kapsıyor. Burada biraz daha eski tarihli belgeler de bulunabileceği gibi, bu tarihten sonraki bir belgeye rastlamak çok güçtür.

Ben yıllardan beri bu arşivde çalışıyorum. Bu bakımdan söz konusu arşiv hakkında biraz bilgi verebilirim. Bir arşivi tanımanın en iyi ve en kolay yolu, o arşivde bizzat çalışmaktır. Biraz sabır ve dikkat, iyi bir yol gösterici olabilir. Cumhuriyet Arşivi'nde önemli birkaç katalog bulunmaktadır: (a) Başbakanlık Muamelat Genel Müdürlüğü evrakı yedi cilt halinde olup 1923-1951 yıllan arasını kapsar. Başbakanlık'tan herhangi bir şekilde ve herhangi bir nedenle geçen bütün evraklar burada bulunurlar. Dolayısıyla devlet kuruluşlarına ve bakanlıklara ait çok sayıda yazışmanın geçtiği merkez olarak önemli dosyaları içerir. Mesela, Heyet-i Mahsusalar ile ilgili bütün yazışmaları bu dosyalar arasında bulmuştum, (b) Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü Kataloğu da bu konuda önemlidir. Yine Başbakanlık'tan geçen evrakı ihtiva eder ve 1924-1949 yılları arasını kapsar. (c) Başbakanlık Müşterek Kararlar Kataloğu ise 1923-1944 yılları arasındaki dosyaları kapsamaktadır. (d) Bakanlar Kurulu Kararları Katalogu, 1920 yılından 1950 yılma dek hükümetin ortak karar ve atamalarını içermektedir ki, bunlar Resmî Gazete'de de bulunabilecek dosyalardır, (e) Diyanet İşleri Başkanlığı Katalogu, 1923-1945 yıllarını kapsamakla birlikte, içerik bakımından heyecan uyandırmaktan uzaktır. Örneğin, laiklik uygulaması ile ilgili bir araştırmaya veri sunmaz. Dahası, teşkilatın tarihine ilişkin olarak da bilgi bulmak imkânı yoktur ya da çok kısıtlıdır. Bu bakımdan ismi kadar heyecan verici bir araştırmaya konu olması güçtür. (f) Toprak-İskân Genel Müdürlüğü Kataloğu, 1918 yılından itibaren başlamakta olup, henüz araştırmacılarını bulamamıştır. Oysa sosyolojik bir araştırmaya kaynaklık edebilir.

Mübadele ve iskân meseleleri ile ilgilenecek araştırmacılar için yepyeni ve geniş bir veri dosyası da nihayet açıldı: Merak edenler için çok sayıda doktora tezi yazılabilecek ölçüde geniş ve ayrıntılı veriler sunan mübadele dosyaları da müstakbel ve gayretli araştırmacıları gözlemektedir. Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı'na ait dosyalar da hatırlanmalıdır.

Bu arada sona bıraktığım ve son zamanlarda neredeyse iki kat genişleyen CHP Katalogu, alanımızın en bakir ve heyecan verici dosyalarını içermektedir. Binlerce dosya içinde yüzbinlerce evrak bulunabilecek olan bu katalogda, CHP'nin tarihine, sosyolojisine, merkez ve taşra örgütüne, milletvekili adaylarına, seçimlere, diğer partilere, partinin yazışmalarına, Halkevleri'ne/Halk Ocakları'na ve Türk Ocakları'na ilişkin çok sayıda veri bulunmaktadır. Dosyalar, pek çoğu bakir olarak, müstakbel araştırmacılarım beklemektedir! Arşivde çalışacak olanlar, kendilerine yardımcı olmaya çalışan personelin yakın ilgisini de bulacaklarından hiç kuşku duymamalıdırlar. Bu bakımdan arşivde çalışmak, her açıdan kolay ve zevklidir. Çalışmalarınız sırasında arşiv görevlilerinin her birine tek tek teşekkür etmek, yalnızca bir nezaket borcu değil, fakat hakikatin bir ifadesi olacaktır.

Yakın dönem siyasî tarihimiz ile ilgilenenlerin ilk sorunu, yeterli sayıda anı/günlük bulma sorunudur. Şimdilik sadece nicelik meselesini gündeme getirmek istiyorum. Sayılabilir ve hatta tüketici bir çalışma yapmak üzere tamamına yakın bir kısmının koleksiyonunun toplanabilir olduğu söylenirse, bilmiyorum, mübalağalı bir tutum mu almış olurum? Sayıca az olmak, malzemenin darlığını ortaya koyar. Bu nedenledir ki, her türlü araştırmanın kaynaklarında belli başlıklar yer alır. Yeni bir başlık keşfetmek bile başlı başına önem arz ede(bili)r.

Bu aşamada; (a) daha önce hiçbir yerde yayınlanma fırsatı bulamamış olan anıları keşfetmek, onları bulup çıkarmak, el yazması ya da daktilo halinde iken onlara hayat vermek, yayınlanmasını sağlamak; (b) daha önce bir gazete ya da dergide tefrika edilerek yayınlanmış, fakat aradan geçen uzun yıllar sonrasında gazete de, dergi de, anılar da unutulmuş iken, koleksiyon taraması sırasında bu anılarla yeniden buluşmak, onların yeniden yayınlanmasını sağlamak; (c) zamanında kitap olarak yayınlanmışsa da zamanın dönüşümü içinde artık yeniden basılmayan anıları hatırlamak gerekir. Mesela, Rauf Orbay'ın hatıraları önce Yakın Tarihimiz adlı dergide tefrika edilmiş ve ardından birkaç kez yayınlanmıştır.

Anıları/günlükleri, üçe ayırmak mümkündür: {a) eski bir tarihte basılmış ve artık piyasadan tamamen kalkmış olanlar; (b) eski bir tarihte basılmış, fakat piyasada yeni baskıları bulunabilenler; (c) yeni başlıklar altında yeniden basılanlar.

Anıların ne zaman yazıldığı çok önemlidir. Yazılmaktan kastım, ne zaman kaleme alındığı, anlatıldığı ya da banda kaydedildiğidir. Yayınlanmaktan söz etmiyorum henüz... Anıların ne zaman ortaya çıktığı, ne kadarlık bir süreyi içerdiği, yazılma yeri ve zamanı, tek bir hamlede mi yoksa uzun zaman aralıkları için de mi kaleme alındığı, bütün bunlar, metnin değerlendirilmesinde epistemolojik ve metodolojik sorunlara yol açar. Olup bitenlerin hemen hafızalarda taze iken kaleme alındığı anılar kadar, aradan çok uzun zaman geçtikten sonra, mesela elli yıl sonra kaleme alınmış olan anılar da vardır ve bunların yarattığı yöntem sorunları farklıdır. Sıcağı sıcağına kaleme alınmış olan anılar, hafızanın nispeten kuvvetli olduğu bir zamana denk geldiğinden, çok daha ayrıntılı olabilir Yerler, isimler, tarihler, mekânlar konusunda yazar, nispeten yakın tarihli hafızasına güvenerek, güvenilir bilgiler verebilir. Görüşmeler daha ayrıntılı bir şekilde nakledilebilir. Bütün bunlar, yazılanların tamamen doğru olduğunu göstermeyeceği gibi, her şeyin anlatıldığı anlamına da tabii ki gelmez.

Kaleme alınmanın süresi de önemlidir. Çok uzun ve farklı konjonktürlerde yazılmış metinler içinde farklılıklar ve çelişkiler olabileceği unutulmamalıdır. Dolayısıyla, uzun yıllara yayılmış bir anı metni içinde aynı olayın farklı anlatımları ile karşılaşmak mümkündür. Hafızanın yanılgıları, bu çelişkilerde ya da farklılıklarda kendisini gösterebilir Ya da işin esasında hafıza ile ilgili bir sorun bulunmayabilir. Bizzat yazar, geçmişi, aradan zaman geçtikten sonra artık farklı hatırlamaya başlamış olabilir. Ya da artık farklı hatırlamayı tercih etmektedir. Ama ister onu hafızası yanıltmış olsun, ister geçmişe ilişkin duygu ve düşüncelerini gerçekten değiştirmiş olsun, isterse duygu ve düşüncelerini kalbinin en derin yerine gömmek pahasına tutumunu en azından okuyucuya daha farklı duyurmayı tercih etsin, bütün bunlar araştırmacı için değerli ipuçlarıdır. Hele araştırmacı, metnin bu farklılık arz eden noktalarının hangi farklı zamanlarda kaleme alındığını biliyor ya da tahmin edebiliyorsa, bu ipucu mekanizması daha da önem kazanır. Anılar, sanıldığının aksine, hep aynı kalmazlar, ama değişirler ya da değişebilirler. Geçmişin yeniden hatırlanması süreci, esas olarak hatırlandığı zamana bağlı ve bağımlıdır. Bu bağımlılık ilişkisi, geçmişi bugünün kırılmasına uğratabilir. Yazar, geçmişini ne zaman anlattığına bağlı/bağımlı olarak farklı anlatabilir. Uzun zamana yayılmış anı metinleri, eğer yeniden sıkı bir şekilde gözden geçirilmemişlerse, bu bakımdan içinde bazı tuhaflıkları barındırabilir.

Sıcağı sıcağına yazılan anıların genellikle baş etmesi gereken, fakat bir o kadar da zor olan bir açığı vardır: Öznelliğin ve duygusallığın göreli olarak artma riski ve tehlikesi... Her anı özneldir, duygusaldır ve neredeyse kaçınılmaz olarak savunmaya yöneliktir. Savunmacı anı anlayışını yıkabilmek imkânsızdır, çünkü anılarını kaleme alanlar, bir bakıma kendilerine, fakat daha çok bugüne ve geleceğe hesap verme psikolojisi içinde davranırlar. Pek az anı sahibi, duygu ve düşünceleri ile birlikte, geçmişinin tamamını, hele karanlık olan kısımlarını okuyuculara açma konusunda hevesli davranır. Anı sahipleri, kendilerinin hep haklı olduklarını ya da haklı çıktıklarını anlatma hevesindedirler. Nadiren bu eğilimi kırdıklarında da bu durum ayrıntıda kalan bir çaba hüviyetindedir. Bu, anlayışla karşılanması gereken bir çabadır. Ama anlayış göstermek, yazarı haklı kılmak ile eşdeğer değildir ve olmamalıdır da...

Anı metni, sıcağı sıcağına yazılmış olabilir. Aradan zaman geçtikten sonra, yani yayınlanmadan önce, yeniden gözden geçirilmiş, eklemeler ve çıkarmalar yapılmış da olabilir. Aslında metnin yayından önce başına gelenleri bilmek, ancak şanslı kullara nasip olabilir. Okuyucu ve araştırmacı, genellikle metnin yayın öncesinde başından geçenleri ilk elden bilemez, ancak ona yansıtıldığı kadarı ile bilebilir. Ona yansıtılanların ise gerçeklerle ne ölçüde örtüştüğü bilinemez, işte bu noktada, anıların güvenirliği sorunu da gündeme gelir.

Hemen uyarayım: Bazı anılar yoktan var edilmiş olabilirler. Türkçesi: uydurulmuş olabilirler... Hiç anılarını yazmayan bir beyefendinin, hanımefendinin, komutanın, politikacının anılarını okumak, ancak böyle mümkün olabilir. Hayal gücü zengin olanların kaleminden çıkan bu türden metinler, aradan zaman geçtikçe kalıcı ve gerçek bir niteliğe de bürünebilirler. Dolayısıyla, ilk yapılması gereken, anıların sahih olup olmadığını, gerçekten de yazarı tarafından kaleme alınmış olup olmadığını saptamaktır. Sahte anıları dikkatle ayıklamak sanıldığından daha zor olabilir.Sahteliğini keşfetmek de ayrı bir dikkat ve uzmanlık ister. Neyse ki ülkemizde bu türden yayınlar, ekonomik olmadığından, ancak siyasal amaçlarla sahte anı üretimi söz konusu olabilir. Sahte anı üretmek için tek alan, gerçekten de çok bilinen, tanınmış bir şahsiyetin ismini kullanmaktır. Yine de bu alanda yol kat edildiğini söyleyebiliriz. Araştırmacıların anıların gerçekliğini sorgulamaları ilk anda çok önemlidir. Herhalde bu konuda ilk akla gelen örnek, II. Abdülhamid'in anılarıdır. Her baskısında daha da uzayan anılar, yadırgatıcı olduğu kadar, uyarıcı da olmalıdır!

Bu arada, gerçekten de kaleme alınmış ve yazarın hayatında yayınlanma fırsatı bulamamış çok sayıda anı metni de bulunmaktadır. Bazen anıların sahibi, anılarını yayınlamak için bir kişi ya da kuruma teslim edebilir ve hayatta iken yayınlanmasını da talep edebilir. Ne var ki, koşullar, ya da bilemediğimiz nedenlerle, bu iş bir türlü gerçekleş(e)mez. Yazarın ölümünden sonra ise, metni, artık kimin ya da kimlerin elinde kaldıysa, bir başka macera beklemektedir. Metnin olduğu gibi yayınlanması gerekir, ama bunu kim denetleyecektir? Anıları yayına hazırlayanların işi oldukça güçtür. Bir yandan ellerinde bitmiş ya da yarım kalmış, notlar halinde bırakılmış ya da bütünüyle yayına hazır bir metin vardır, diğer yandan metnin içeriği... Aslında yapılması gereken, anı sahibinden geride kalanı olduğu gibi ve eğer gerekiyorsa (ki sık sık gerekecektir) açıklamalarla ve notlarla okuyucuya sunmaktır. Bunu yaparken de yayına hazırlayanların nerede, ne yaptıklarını açık seçik anlatmaları beklenir. Yazar ile yayına hazırlayanın metne karışmaması esastır.

Bu süreçte zaman zaman garipliklere rastlayabiliriz. Bir anı metni, olduğu gibi yayınlanmak yerine, yayına hazırlayan(lar)ın kendi üslûbuna ve siyasî/ideolojik duruşuna göre de adeta yeniden şekillendirilebilir. Metin uzayabileceği gibi kısaltılabilir de... Şöyle ki, yayına hazırlayanlar, hiçbir açıklamada bulunmadan, metin ile istedikleri gibi oynayabilirler. Beğenmedikleri yerleri çıkarabilirler, metinde bulunmayan, ama bulunsa iyi olur düşüncesi ile metne eklemelerde bulunabilirler. Bu türden sorunlu metinleri bulup çıkarmak ve ayıklamakancak meslekten usta olanların yapabileceği bir iştir. Bu bakımdan mimlenmiş metinlerden prensip olarak uzak durulmalıdır.

Anıların ne zaman yazıldığı kadar, ne zaman yayınlandığı da çok önemlidir. Bu tarihlere çok önem verilmelidir. Bu tarihler pek çok noktaya ışık tutabilir. Anıların yazım tarihi ile yayın tarihi arasında fark olabilir. Pek az anı yazılır yazılmaz yayınlanma imkânına kavuşabilir. Bu bakımdan yayın tarihi, yazarın metnini yayın aşamasında bir kez daha ve yeniden gözden geçirmesine imkân sağlar ve gerçekten de bu aşamada metinler yeniden değişebilir ya da değiştirilebilir. Yazarın hayatta olması, ona bu imkânı sağlayacaktır. Her anı metni, genellikle yayınlandığı günün havasına uygun bir şekilde düzenlenme imkânına sahiptir. Bunu her zaman yazarlar yapmazlar. Hatta yazarların hayatta olmadığı bir zamanda, metnin yeni sahipleri, editörler, yayına hazırlayanlar da bu yeni imkândan yararlanmak isteyebilirler. Okuyucular ve araştırmacılar, genellikle orijinal metni hiç görme fırsatına sahip değillerdir. Bu bakımdanözgün metinle yayınlanan metin arasında bir karşılaştırma imkânı mümkün değildir.

Dahası, özgün metin üzerinde bizzat yazar tarafından değişiklikler yapılmış olabilir. Eklemeler, çıkarmalar, düzeltmeler tabiidir. Yayına hazırlayanların, bu değişiklikleri de bir şekilde metinde göstermeleri beklenir. Üzeri çizilmiş olan bir cümle, bir isim, karalanmış bir sayfa, değiştirilmiş sözcük ya da sıfat, yazılmış, fakat sonradan vazgeçilmiş bir anlatı, bir konuşma,bunlar hep okuyucuya yazarın kafasından geçenler olarak mutlaka sunulmalıdır. Okuyucu, metin içinde yazarın bütün düzeltmelerini görebilmelidir. O, elbette yazarın son metnini okuyacaktır, fakat düzeltmeleri görmek de hakkıdır.

Anıların üzerinde genellikle değişiklikler yapılır. Okuyucu bunları bilemez. Bu türden değişiklikler, ancak el yazmasının ya da hazırlık notlarının taranması ile anlaşılabilir. Önce yazılmış ve sonradan çıkarılmış olan kısımlar, sonradan yapılan eklemeler, değiştirilmiş fikirler, hatta kelimeler, sıfatlar, inceltilmiş ya da vurgulanmış kısımlar, çıkarılmış isimler dikkate alınmalıdır.Tarihçinin bu metni görebilmesi nadirdir. O son hali ile karşılaşır, ama belki de bu metnin bir öncesi olduğunu düşünmesi, ona ışık tutabilecektir. Eğer şanslı olarak eski metni görebilirse, bir karşılaştırma imkânı doğabilir. O zaman malzeme, sadece bu metinlerle sınırlı olmaz; bir karşılaştırma her zaman malzemenin içeriğini ve derinliği zenginleştirir.

Lakin bu çok sık rastlanan bir durum değildir. Çünkü yazar hayatta olduğu sürece ilke olarak özgün metin yayınlanacağından, yazarın metninde yer alan bu türden farklılıkları ve düzeltmeleri görmek ve değerlendirmek imkânı hiç olmaz. Ancak belki yazarın ölümünden sonra, eğer büyük bir şans eseri özgün metin hala hayatta kalır ve bir şekilde bir arşivde koruma altına alınabilirse, araştırmacıların bu karşılaştırmayı yapma imkânı doğabilir. Bu türden nadir şansların araştırmacılar tarafından mutlaka kullanılması gerektiğini bilmem yazmaya gerek olur mu?

Bir de, yayınlanmak üzere kaleme alınmış olan metinler olduğu gibi, hiçbir zaman yayınlanması düşünülmemiş, yalnızca kişisel olarak kaleme alınmış veya aileye bırakılmış ya da bırakılmak istenmiş anı metinleri de bulunabilir. Yayın için yazılmış metin ile hiçbir zaman kamuya açıklanması düşünülmeden yazılmış olan metin arasında bariz farklar olacağı tabiidir.

Bu türden ailelere kalan metinler de söz konusudur. Zamanında yayınlanmasına genellikle günün politik koşulları nedeniyle imkân bulunamamış anı metinleri, aradan zaman geçtikten sonra, yazarın varisleri tarafından yayınlanabilir. Aileler, genellikle zaten zamanında politik bakımdan güç durumda kalmış olmalarından ötürü, anı metinlerinin yayınlanması sürecinde de sıkıntı içinde kalırlar. Bir yandan, varislerin metinlerinin yayınlanması onlar açısından da manevî bir sorumluluk, mirasın bir parçasıdır. Diğer yandan, zamanında politik bakımdan sıkıntılı günler geçirmiş olan yazarın, büyük bir ihtimalle yayınlandığında hem bu sıkıntıları hatırlatacak ve hem de günün koşullarında yeni yeni sıkıntılar yaratacak olan metnini yayınlamaktan çekinebilirler. Bu psikolojik baraj, sık sık gelgitler yaratabilir. Aileler, hem büyüklerinin emeğini değerlendirmek ve onların hatırasını yaşatmak isteyecekler, fakat bir yandan da yeni yeni tartışmaların kendileri üzerinden yapılmasını da engellemeyi tercih edeceklerdir. Elbette bu yazdıklarım sadece politik anılar için geçerlidir. Yoksa politik bir içerik taşımayan ya da sansasyonel tartışmalar yaratmaya aday olmayan metinler için bu türden endişelere hiç gerek yoktur. Belki içlerinde bazı küçük düzeltmelerle tamamını yayınlamak işten bile değildir. Hatta çok kez yayınevine olduğu gibi teslimi bile söz konusudur. Zaman zaman varisler, metinlerigüvendikleri "tarihçiler"e teslim etmeyi tercih ederler ve metinler bazen suistimale uğrayabilir. Öyle kötüye kullanılabilir ki, varisler, metni kendileri yeniden yayınlamak zorunda dahi kalabilirler. Mesela, Cemal Kutay tarafından yayınlanan Fethi Okyar'ın anıları, sonunda ancak yeni baskısında özgün metin ile okuyucunun karşısına çıkabilmiştir.

Fakat asıl sorunlu olan metinler, politik olanlardır. Aileler, genellikle politik anlamda tartışma yaratacak ya da yaratabilecek olan kısımlardan uzak durmayı tercih edebilirler. Bu bakımdan sonradan yayınlanmış politik anıların, bu türden bir sansürden geçme ihtimali, araştırmacıların hep hatırlamaları gereken önemli bir noktadır. Öyle ki, bu şekilde yayınlanmış olan anı metinleri, yayınlandığı günün politik koşullarına göre sansüre uğramış ya da uğratılmış olabilir. Bu sansür hiç bilin(e)meyebileceği gibi, çıkarılan kısımlar için, etik olarak, bir not da düşülmüş olabilir. Hiç olmazsa bu sefer, nereden ve ne kadarlık bir kısmın çıkarıldığını ve belki de çıkarılan kısmın ne ile ilgili olduğunu bilmek ve hissetmek mümkün olabilir. Etik, sansürlememeyi emreder. Eğer bu emri yerine getiremeyecek kadar cesur değilsek -ki hiç kimse olmak zorunda da değildir- hiç olmazsa çıkarılan kısımları itiraf etmeliyiz. Aradan geçen zaman, sansürün kalkmasına yardımcı olabilir. Anıların ilk baskısında yer almayan kısımlar, zaman içinde, politik koşulların değişmesi sonucunda, yeni baskılarda artık yer bulabilirler. Nitekim bazı anıların yeni basımlarında bu durum açıklıkla ortaya konulabilmektedir. Mesela, Samet Ağaoğlu'nun babasından kalan anılan yayınlaması, bu duruma güzel bir örnektir. Anıların farklı baskılarında, genişletilmiş olduğu hemen göze çarpmakta ve Samet Ağaoğlu da zaten bu duruma dikkat çekmektedir.

Dahası, yazılmış ve uzun yıllar sonra yayınlanması vasiyet edilmiş anılar da/metinler de farklı bir gözle değerlendirilmelidir. Bu tür metinler, muhtemelen siyasî/ideolojik ya da kişisel boyutu ağırlıklı olan metinlerdir ve dikkatli yaklaşımı daha başından hak ederler, fakat aynı zamanda da renkli olma ihtimalleri yüksektir. Daha başından yanlıdırlar ve polemikçi yanları büyük ihtimalle fazladır. Bir cevap hakkı ihtiyacını hissetmişlerdir. Tarihçi, bu cevap hakkının nedenlerini ve koşullarını incelemelidir. Ne zaman yazdıkları önemli olduğu gibi, üzerinde değişiklik yapılıp yapılmadığı da önemlidir. Mesela, Rızâ Nur'un hâtırâtı bu kategoriye girer.

Hiç görülmemiş anı metinleri de vardır. Bunlar genellikle yazıldıktan sonra bir kuruma teslim edilen metinlerdir. Yazarı yayınlanmasını vasiyet etmiş olabilir. Fakat metni elinde bulunduran kurum, yayından bir şekilde çekinebilir. Mesela, Mersinli Cemal Paşa'nın anıları Türk Tarih Kurumu'na yayınlanmak üzere teslim edilmiş, fakat Ercüment Kuran tarafından okunduktan sonra yayınının uygun olmadığı görüşü nedeniyle yayınlanması mümkün olamamıştır.

Tabii bir de zamanında yayınlanmasına çalışılmış, fakat bir aşamada yasaklanmış anılar da vardır. Mesela, Rızâ Nur'un, Kâzım Karabekir'in anıları bu kategoridedir. Anılar üzerindeki yasağın sonradan kaldırılması söz konusudur.

Bir başka nokta da anıların yazılmayıp anlatılmasıdır. Bu tür anlatımlar, genellikle, (a) teybe anında kaydedilir; (b) filme alınır veya (c) eski yazı ya da steno olarak kaleme alınır. Bu durumda "Filmden ya da teypten çözülmelerde atlama ve değiştirmeler var mıdır?" sorusu her zaman için gündemdedir. Fakat denetimi neredeyse imkânsızdır. Eski yazıdan ya da stenodan metne dönüşme aşamasında da aynı sorunlar gündeme gelir. "Hazırlanan son metin ilgili kişinin onayından geçmiş midir?" sorusunu da ciddîye almak gerekir. Dolayısıyla, "Eğer metnin son hali anlatan tarafından görülmüşse, üzerinde yine değiştirme olmuş mudur?", "Farklar varsa, bunlar nelerdir?" gibi bütün bu sorular sorulmadan, bu türden metinlerin tamlığından da kuşku duymak yerinde olur. Eğer anıların sahibi, anlattıklarını bir şekilde yeniden gözden geçirme imkânı bulamadıysa, bu takdirde anıları metin haline getirenlerin hazırladıkları yayınla yetinmek zorunda kalırız. Genellikle özgün malzemenin nerede olduğu bile bilinmez artık... Yayına hazırlayanlar da genellikle yaptıklarını pek anlatmak hevesinde değillerdir. Mesela, İnönü'nün anıları ile Âsım Gündüz'ün anıları yazılmamış, fakat anlatılmıştır.

Anında not tutularak kayda alınan anı metinleri daha sorunlu olabilir. Teyp, hiç olmazsa karşılaştırılabilir bir kaynak olma işlevini sürdürmektedir. Video tipi filmler de korunabilir. Fakat sade yazı üzerine kurulan anılar, sorunlu olmayı sürdürebilirler. Artık her şey, onu yayına hazırlayanların ferasetine kalmıştır. Her zaman iyi sonuçlar da alınmayabilir. Bu, yayına hazırlayanların niyetinden bağımsızdır. Özensizlik, imkânsızlık, dikkatsizlik, yanlış anlamalar, kolaycılık, siparişi yerine getirme kaygısı, matbaa aşamasındaki yanlışlıklar, denetim yoksunluğu, mürettip hataları, nihayet basım kaygıları, bütün bunlar, yayına hazırlayanların niyetlerinden bağımsız faktörlerdir ve her zaman gündemin ayrılmaz bir parçasını oluştururlar. Nihayet, elbette metni hazırlayanların öznel niyetleri her zaman özlenen düzeyde olmayabilir. Bütün bunlar metnin kaderini belirler.

Bir de hiçbir zaman yazılı metne dökülmemiş, aile içi öyküler olarak anlatılagelmiş anılar vardır. Nihayet çocuklar ya da torunlar, bir gün bunları kâğıda dökme ihtiyacı duyarlar. Bu öykülerin denetimi ise artık imkânsızdır. Kulaktan kulağa aktarılmış, bozulmuş, bükülmüş, bir kısmı anlatıla anlatıla hafızaya kazınmış, bir kısmı anlatılmaya anlatılmaya unutulmuş, bir kısmı çocukların kulaktan kulağa oyunu gibi, aktarılırken tamamen değiştirilmiş, zaman zaman eklemelere de hedef olmuş bu öyküler, ne olursa olsunlar, ancak ikinci ve üçüncü el olarak kabul edilmelidirler ve mümkünse uzak durulmalıdırlar. Çünkü kullanılmaları güç ve sorunludur. Gerçekle olan ilişkilerinin test edilmeleri de zordur. Hatta neredeyse imkânsızdır. Öyküler ancak kendi iç tutarlılıkları açısından denetlenebilir. Zaten bu türden yayınlar, genellikle ailelerin geçmişleri ve büyükleri ile övünmek istemelerinin doğrudan bir sonucudur.

Yeniden yayınlanan anı metinlerinde farklılık olup olmadığına dikkat edilmesi gerekir. Kısaltma, çıkarma, değiştirme, öztürkçecilik sorunu, burada ciddi handikap olarak ortada duruyor olabilir. O nedenle karşılaştırmalar yapılmalıdır. Değişik tarihli metinler farklı olabilir ve sadece bu farklılıkların tesbiti önemli değildir, nedenleri üzerinde de durulmalıdır. Anı metinleri her yeni baskıda yeni yeni eklerle şişiyor mu? Eski metinler, yeni harflere aktarılırken, bu mekanizma olması gerektiği şekilde işlemiş mi? Eski tarihli metinler okuyucu anlasın diye sadeleştirilirken tahrif edilmiş mi? İlk bakışta dahi aynı izlenimini veren farklı metinlerin yakından karşılaştırılması, bu türden değişikliklerin sık sık yapıldığını gösterir. Yayına hazırlayanların ya da derleyenlerin ve hatta zaman zaman "yazarları"nın doğrudan müdahaleleri ile anıların şiştiği az rastlanır örneklerden değildir. Eski yazıdan yeni yazıya aktarmalarda ister istemez yanlış okumalar söz konusudur. Elbette hem orijinali ve hem de çevrimyazısı yayınlanan metinlerin denetlenmesi mümkün iken, aksi durumda okuyucunun metnin Türkçesini mantık zincirinden geçirmesi gerekebilir. Olmayacak bir sözcüğün anlamsız şekilde cümlenin içinde yer olması, yanlışlık olduğuna ilişkin bir karine oluşturur. İster eski yazıdan, isterse yeni yazıdan olsun, Türkçeleştirme ya da sadeleştirme adı altında oynamalar, kaydırmalar yapılabildiği gibi, zaten bu aktarma işlemini yapacak kişilerin Türkçe bilgileri konusundaki yetersizlikleri de metinlerin değiştirilmesine neden olmaktadır. Bu türden çeviri işlemi sanıldığının aksine zahmetlidir. Eski sözcüğün tam anlamının yenisi ile karşılanabilir olduğu durumlar aslında istisnaîdir. Çünkü, Osmanlıcanın zenginliğini ve derinliğini yeni Türkçede bulmak neredeyse imkânsızdır.

Tavsiyem, birkaç baskı yapmış olan anıların her baskısının el altında bulundurulmasıdır. Böylece araştırmacı kullandığı metnin karşılaştırmasını kolayca yapabilir. Mümkünse ilk baskının temel alınmasında fayda vardır. İlk ve son baskı arasındaki yayınlar atlanmamalıdır. Her baskının bir özelliği bulunabilir. Bunu yapmak büyük bir zahmet de teşkil etmez. Zaten bir anı kitabı kaç defa basılmış olabilir ki?

Kötü bir örnek karşımızda durmaktadır: Fâik Ahmet Barutçu'nun anıları, yakın dönem siyasi tarihimizle ilgili en kapsamlı anılardan biridir -eğer en kapsamlısı değilse... Çok kullanılmıştır. Metin özgün değildir, sadeleştirilmiştir, ama dolgundur ve hacimlidir, aynı zamanda içerik bakımından da zengindir. Son baskısı ise karşımıza neredeyse iki misli kalınlaşarak çıktı. Örneğin bu metinleri karşılaştırmak lazımdır. Günlük/anı karışımı olarak yazıldığından sözü edilen ilk basımın üzerinden yıllar geçtikten sonra, gerçekte metnin sadece günlük olduğunu görmek ilginçtir.

Edebiyatın değeri ve anlamı neredeyse unutulmuştur. Oysa hatıratlar, aynı zamanda edebi bir lezzet de sunarlar ya da sunabilirler. Pek çok eski hatırat, içerdiği bilgilerin dışında, çoğu zaman edebi tadı için dahi yeniden okunabilir. Lezzetli bir üslûp, sadece geçmişin içinden çıkıp gelmez, fakat yazarın okuyucuya dokunabilmesine neden olur. Bu bakımdan anıların sadece basit ve düz metinler olmaması gerektiğini belirtmek gerekir. Anılar, aksine, okuyucunun edebî zevkini de tatmin edebilirler. Böyle çok sayıda metin bulunmaktadır. Özellikle eski devirlerin anıları, bugünküler ile kıyas kabul etmeyecek şekilde, hatta bazen edebî metinlerde dahi bulunamayacak derecede renkli üslûpları ile okuyucuyu daha başından sarmayı bilirler. Anılar, aynı zamanda edebî üslûbu devam ettiren metinler de olmalıdırlar.

Anılardaki yöntem sorunlarına gelince... Anılarda mevcut bilgimize ya da paradigmamıza aykırı gelen yönlerin bulunup ayıklanması sorunu ilk akla gelendir. O zamana kadar pek bilgimiz dâhilinde olmayan konuların ve kişilerin tarihe katılmaları ancak böyle mümkün olabilir. Ya da bildiğimiz bir olayın ya da kişinin farklı bir anlatımı dikkat çekici olabilir. Elbette anlatılan her şeye inanmak ve onu kabul etmek zorunda değiliz. Ancak yine de doğru olabilir mi diye üzerine gitmek gerekir.

Anılardan öykü olarak yararlanılması, bilgi bazında yararlanılması, çok kez sadece bir dipnot ve atıf malzemesi olarak yararlanılması... Bütün bunlar yerindedir, fakat yeterli sayılamaz. Kanımca anılar, bütün bunların dışında, kaynak olarak tarihçilere çok daha önemli bir bakış açısı sağlayabilir. Bu da anılarda çoğu kez kimsenin dikkatini çekmeyen ya da çekmemiş olan, araya sıkış(tırıl)mış ya da öyle görünen aykırı bilgi ve öykülerden hareket edilmesidir. Yararlanılması demiyorum, aksine hareket noktası olarak kabul edilmesidir. Sıradan öykü ve bilgilerin tarihçilere yol göstermesi sürecinden söz ediyorum. O zamana kadar tarihyazımında sıradanlaşmış ve neredeyse değişmez hâle gelmiş anlatımlara ilişkin sözünü ettiğim aykırılıklar, tarihçinin kafasında; (a) önceki tarihyazımına ilişkin önce kuşku ve ardından da, (b) bu kuşku temelinde üzerine gidilmesi gereken, o zamana kadar hiç üzerinde durulmamış bir bakış açısı ile, ya eski konunun üzerine gidilmesi sürecini başlatır ya da o zamana kadar üzerinde hemen hemen hiç durulmamış yeni bir konu fark edilir.

Anılarda sadece yazılanlar değil, ama bazen hiç yazılmayanlar da önemlidir. Yazılanlar kadar ve hatta bazen ondan da önemli olan atlanmış kısımlardır. Yanıtlar kadar yanıtlanmamış kısımlardır. Flu bırakılmış olanlardır. Bu bakımdan okuyucu dikkatli olmalıdır. Yazarın bildiğinden emin olduğumuz olaylar, eğer anılarda önemi ölçüsünde yeteri kadar yer almıyorsa, bunun üzerinde durulmalıdır. Şöyle bir dokunulup geçiştirilmiş, ama yazarın bizzat içinde olduğu, yaşadığı önemli olayları hatırlamalıyız. Yazar, uzaktan tanık olduklarını uzun uzun anlatıyor, fakat içinde yer aldığını unutmuş görünüyorsa,araştırmacı bu unutkanlığı unutmamalıdır. Metinlerde yer alan unutkanlıklar, gerçektende hafızanın bir küçük oyunu olarak kabul edilebilir. Fakat bunlar, genellikle unutulmak ya da unutturulmak istenenlerdir. Bir tarihçi için bu türden boşluklar uyarıcı olmalıdır. Bazen yazılmamış olan, yazılmış olandan daha anlamlı olabilir. Niçin hiç yazılmadığı sorusu tam da bu sırada sorulmalıdır. Yanıtını metinde bulamayız. O, artık tarihçinin analiz gücüne ve değerlendirmesine, ferasetine kalmıştır. Tarihçi bir açıklamada bulunmak zorunda da değildir, fakat boşluğu tespit etmek onun görevidir. Meselâ, Hilmi Uran'ın anıları, yakın dönem siyasi tarihimiz açısından önemlidir. İlk baskısının üzerinden uzun yıllar geçtikten sonra nihayet yeni baskısı da yapılmıştır, Uran'ın yazdıkları içinde meselâ Umûmî Müfettişlikler hakkında tek bir cümle yazılmamış olması hayret vericidir.

Bir de yazılmaya başlanmış, fakat tamamlanamamış anılar vardır. Bunları biliriz: Mesela, Celal Bayar'ın anıları (Ben de Yazdım), bu kategoride ele alınması gereken anılar içinde yer alır. Aslında Bayar'ın yazacaklarının ya da yazabileceklerinin yanında bu anılar bir girizgâh niteliğinde sayılabilir. Çünkü yazarın sahip olduğu geçmiş bilgisinin pek az bir kısmını içerir. Bayar'ın uzun ömrüne karşı(n), anılarının tamamını yaz(a)mamış olması düşündürücüdür.

Bir de hiç yayınlanma fırsatı bulamamış, fakat bir şekilde elde edebildiğimiz ve herhangi bir kaydı bulunmayan hatıratlar olabilir. Elbette bu anı metinlerinden araştırmamızda yararlanırız. İş kaynak göstermeye geldiğinde durum güçleşir. Nereye atıfta bulunulacaktır? Metin kimin elindedir? Görmek mümkün müdür? Eğer metin araştırmacının elinde ise, hiç olmazsa birkaç sayfasının fotokopisini kitabına koyması, metne olan güveni kendiliğinden artıracaktır. Fakat yine de araştırmacı tüm metni kullan(a)mayacağına göre, "Geride kalan kısımların akıbeti ne olacaktır?" sorusuna yanıt vermek güçtür. Bu bakımdan bu türden metinlerin bir şekilde tamamının yayınlanması için çaba harcanması yerinde olur. Özelin kamuya mal edilmesi gerekir.

Bazı anılar ise, yazarın kendi gördükleri ve duydukları kadar, gazete havadislerinden yararlanarak, geçmişe ilişkin kendi görüşlerini kaleme aldığı metinlere dönüşebilirler. Bu türden metinler, anı olmaktan çok yazarın tarihe bakışını bize yansıtır. Yararlı olabilir, fakat anı niteliği zayıflamıştır. Mesela, Altan Öymen'in yayına başladığı anılarında bu yönde bir eğilim görülmektedir.

Yabancı dillerde kaleme alınmış olan anıların Türkçeye tercümesinde de sorunlar çıkabilmektedir. Yabancının gözünden ülke, toplum ve insan, pek o kadar da arzu edildiği şekilde işlenmemiş ve anlatılmamış olabilir. Hatta yer yer ağır kritikler dahi metne yedirilmiş olabilir. Bu takdirde yayınevinin, anlaşılabilir nedenlerle, metne müdahalede bulunduğu, aykırı gelen kısımları rahatça metinden çıkarabildiği görülmektedir. Araştırmacının metnin orijinaline bakmasında bu bakımdan sayısız yarar olacaktır. Atlamalar ve çıkarmalar bu tür metinlerde daha çok olabilir. Eklemeler de olabilir. Aman dikkat! Yayınevleri nadiren bu türden müdahalelerini okuyucuları ile paylaşma eğilimindedirler.

~


Günlükler


Günlüklere gelince... Günlükler, anılarla karşılaştırıldığında, çok daha az sayıdadır. Tıpkı anı yazma alışkanlığı ve kültürü gibi, günlük tutma alışkanlığı ve kültürü de yaygın değildir. Tabii bunun en başta gelen nedeni, toplumda okuryazar kesimin son derece düşük olmasıdır. Nihayet askerler, memurlar ve tüccarlar dışında anılarını yazmaya değecek, günlük tutmayı gerektirecek bir toplumsal gelişmeden söz edemeyiz. O halde bu düşük sayıya râzı olarak konuya girmemiz gerekir.

Günlükler anılarla kıyaslanmamalıdır. Sıcağı sıcağına, günü gününe, hattâ saati saatine yazıldıkları için, gelecekle olacaklardan etkilenmemiş metinlerdir. Bu bakımdan gerçeğe yakın olma ihtimâlleri daha fazladır. Günlük sahibinin ne olursa olsun özellikle yanlış bir şeyi, yanlışlığını bilerek günlüğüne aktarması, pek de beklenilmeyen bir durumdur. Bu, günlüklerde yazılanların her zaman için doğru olduğu anlamına elbette gelmez. Fakat günlükte yazılı olan kayıtlar, en azından haftanın, günün ya da saatin haberleridir. Kronoloji esâsı neredeyse hiç bozulmaz. Bir önceki haber, belki ancak birkaç gün sonra bizzat yazar tarafından tekzib edilebilir. Tarihsel kayıt bakımından, eğer sehven bir yanlışlık yoksa, kat'iyet arz eder. Ama olmamış, yaşanmamış olsa da tam o sırada ne gibi havadislerin kulaktan kulağa yayıldığını ya da beklenildiğini öğrenebiliriz. Anılarda ise genellikle bu türden ayrıntılar artık atlanır ve doğrudan sonuca geçilir. Bu bakımdan günlükler, kronolojinin günü gününe izlenmesinde çok yararlıdır. Bazen hiçbir yerde bulunma imkânı olmayan bilgiler sayesinde, küçücük ayrıntılar ile günün anlam ve önemi açığa çıkarılır. Tabiî ki günlüklerin yanlış ve temelsiz haber içermeleri ihtimâli de yüksektir. Bu, bir niyet meselesinden öte, metodolojik soruna tekabül eder. Bilgiler, duygular ve düşünceler, günlükte karışıktır veözenle ayrılması gerekir. Olanla olması istenen arasındaki sınır ince bir çizgidir. Aynı konuda ve aynı tarihlerdeki günlüklerin sayıca çok olması, karşılaştırma imkânını artırdığından, ayrıntı düzeyindeki bilgilerimizi çoğaltır. Küçük ayrıntılar, geçmişe ilişkin yaratılan efsâneler ile mücâdelede çok yararlıdır.

Ancak günlüklerin her zaman târih kaydı ile tutulmadığı da gözlenir. Bazen cep ajandasının içinde yer alan günlük notları, araya tarihsiz çıkılmış notlarla da dolu olabilir. Cep ajandası sâdece bir günlük değil, fakat aynı zamanda unutulmaması gereken notlar defteri olarak da kullanılmış olabilir. O zaman bu türden notları tarihlendirmek mümkünse, bu, araştırmacıların dikkatine kalmıştır.

Günlükler, bir de kişisel yakın ilişkilerin açığa çıkarılması bakımından anlamlıdır. Çoğu kez akrabalıklar, yakın ahbaplıklar, dostluklar, aile bağları, günlüğün içinden çıkıp gelebilir. Anılarda yer bulamayan, kolayca unutulmuş, hafızalarda yer etmemiş günlük gâileler, günlüğün içinde sıkışmış bizi beklemektedir.

Günlükler, galiba daha ziyade askeri tarih açısından ağırlık taşıyorlar. Günü gününe not edilmiş cephe harekâtına ilişkin metinler bir hayli yaygındır. Atatürk’ünkiler de buna dâhildir. Günlüklerin daha çok, neredeyse tamamının askerler ve asker kökenliler tarafından tutulması, öncelikle mesleki bir disiplini akla getiriyor. Anlaşılan askerlerin bu türden bir disipline daha bir yatkınlıkları vardır. Aldıkları eğitim ve yaşadıkları, onları bu konuda disiplinize ediyor olmalıdır. Siviller de günlük tutuyorlar elbette, fakat bizde sayıları daha azdır. Askerler arasında ilk akla gelen isimler, günlükleri son yıllarda yayınlanan İsmet İnönü ile Fevzi Çakmak’tır. Nihat Erim’in günlükleri de yine son yılların önemli yayınlarındandır. Âsım Us’un günlüğü ise siyasi tarihimiz bakımından özel bir yer teşkil eder.

Günlükler, ileride anıların yazılmasına temel teşkil etmek üzere de tutulmuş olabilir. Bazı anılar, yıllar sonra bu günlüklere dayanılarak kaleme alınabilir. Eski küçük ayrıntılar, anı sahibinin hafızasını canlandırabilir ve geçmişin yeniden hatırlanmasında önemli katkı sağlayabilir. Böylece hem günlük hem de anı sahibi olan yazarlarla da karşılaşabiliriz. Her iki metnin birden elimizde bulunması genellikle pek az rastlanan bir durumdur. Bazı yazarlar, anılarının başında metnin eski günlüklerden yararlanılarak hazırlandığını da belirtebilirler. Hem günlüğün hem de anıların yayınlanmasına pek rastlamayız. Yine de merak edilmesi gereken bir nokta olduğu gibi kalıyor: Acaba anı sahibi, günlüğünden anıya geçerken, günlüğünün ne ölçüde kullandı, ne ölçüde kullanmadı? Günlükte yer alıp da anılarda artık yer almayan ayrıntılar var mıdır? Varsa nelerdir? Bu aktarma işlemi sırasında hangi saiklerle davranıldı? Yazar, günlüğünde yer alan bazı kısımları sansürleme gereğini duydu mu? Duyduysa eğer nerelerini ve neden? Acaba değiştirmeler de oldu mu? Bütün bu sorulara araştırmacının verebileceği yanıtlar çok kez olmayabilir. Yine de soruların gündemde kalması yararlıdır; belki bir gün bir başkasının buna verecek yanıtları olabilir. Unutulmuş sorular, yanıtları da imkânsız hale getirir. Yanıt, soruda saklıdır. Soru, yanıttan önce gelir.

Günlüklerde rastladığımız ruh, genellikle anılarda rastladığımızdan daha naiftir. Güncelin heyecanı ve saflığı, en çok günlüklerde bulunur. Her satır, bir yandan olanı, bir yandan da olması arzu edileni yansıtır. Kişinin içinde yer aldığı grubun, cemaatin, köyün, kasabanın, kentin ya da toplumun genel beklentilerini, arzularını, kinlerini, nefretini, sevinç ve üzüntülerini, tutumunu, dünya görüşünü açıklar.

Günlükler de tıpkı anıların akıbeti ile karşılaşabilirler. Genellikle yayınlanmak üzere kaleme alınmadıkları için bir yerlerde unutulurlar ya da bırakılırlar. Sonra, genellikle mirasçılar bu günlüklerle karşılaştıklarında, onların yayınlanması ya da yayınlanmaması, artık onların kararına kalacaktır. Bazıları bırakıldıkları yerlerde unutulmaya terk edilebilirler. Bazıları bir şekilde elden çıkarılabilir. Metinlerin akıbetleri artık şansa ya da tesadüflere kalmıştır. Yayınlanmaları ancak bu sürecin sonucunda mutlu sona ermeleri anlamına gelir. Bazılarını mirasçılar yayınlamak isterler. Fakat o zaman da, tıpkı anı metinleri gibi, günlüklerin bazı kısımlarını değişik nedenlerle yayınlamaktan kaçınabilirler. Bunu açıkça yazanlar da vardır, sansürlenmiş kısımların aslâ bilinememesine neden olacak şekilde, hiçbir açıklamada bulunmayanlar da vardır. Günlüklerin kısaltılmış olup olmadıklarını anlamak çok güçtür. Bu bakımdan araştırmacının yapabileceği pek bir şey kalmamıştır. Orijinal metni olmayan bir günlükle baş başa kalmıştır çünkü... Yine de daha önce yazıldığı belirtilen bir cümle ya da olaya yapılan bir atıf, eğer çıkarılmışsa, araştırmacının dikkatini çekmelidir.

Hiçbir zaman yayınlanmayacağı düşünülerek kaleme alınmış olan günlüklerin saflığını, başkaca bir metinde bulmak neredeyse imkânsızdır. Kişinin kendisi ile dertleştiği, kendisini aynada aksettirdiği ve bundan dolayı bir çekinme de duymadığı satırlardır bunlar... Tabii ki hiçbir metin sansürsüz olamaz. Günlükler de tehlikeli ve tehditkâr bir metin özelliliği ve potansiyeli taşıyabilirler, tıpkı anılar gibi... Günlük ve anı sahibinin ve mirasçılarının bu bakımdan telâşa kapılmalarını gerektirecek koşullar da olabilir ve bu tutum anlayışla karşılanmalıdır. Herkesin kahraman olmasını beklemek gerçekçi sayılmaz.

Otobiyografi ya da biyografi yazacak olanlar için günlükler ve anılar, hiç kuşkusuz temel kaynaklardır. Bunlara özel evrak olarak adlandıracağımız, ama bizde hemen hemen hiç bulunmayan malzemeyi de eklemek gerekir. Zaten bu malzeme olmadığı içindir ki, biyografi, bizde hiç gelişmemiş ve bu malzeme olmaksızın da gelişme imkânı olmayan bir alandır.

Elbette burada mektuplardan söz etmemek olmazdı. Özel mektuplar ve mektuplaşmalar, araştırmacıların rüyasını gördükleri malzemelerdir. Hattâ bunlara dilekçeleri dahi ekleyebiliriz. Bizde daha çok edebiyatçıların mektupları tanınmıştır. Ünlü edebiyatçılara ait çok sayıda mektup da yayınlanmıştır. Ancak özel mektupların yayını, biraz da bu alanla sınırlıdır. Başkaca mektuplaşmaların yayını istisnaîdir. Tabiî politik kişiliklerin özel mektupları, iştah açıcı malzeme niteliğindedir, ama ne var ki hayli nadirdir.

Fotoğrafları da tarihsel malzemenin bir unsuru olarak değerlendirmek gerekir. Toplu fotoğraflar, kişilerin geçmişteki ilişkilerini ele verir. Aile fotoğrafları, genellikle akrabalık ilişkilerinin çözülmesine katkıda bulunur. Arkadaşlık ve yakın dostluklar, fotoğraf karelerinde kendilerini açığa vururlar. Eski fotoğraflar, kentlerin, kasabaların, köylerin eski hâllerine doğru bir yolculuktur. Kılık kıyafetler, duruşlarbakışlartebessümler ya da ciddiyet, bütün bunlar, geçmişin bir anını ortaya çıkarmak ve analiz etmek için malzeme niteliğindedir. Mektupların ve kartpostalların üslûbu, ilişkinin yakınlık derecesini gösterir ve yazarın o andaki girdabı, hepsi bu sayede yeniden canlanabilir. Hitap tarzları, alt-üst ilişkisini; saygılı üslup ya da teklifsizlik, aradaki ilişkinin niteliğini gösterir; ricalar, hatırlar, araya adam sokmalar, ısrarlar, tehditler, bütün bunlar, geçmişin kıvrımlarını bize anlatır. Kartpostalların seçilişi, mektup kâğıdının türü, inceliği, kullanılan mürekkep, elyazısının biçimi, zarfın üzerindeki adres, hitap tarzı, bütün bunlar incelenmeye değerdir. Her biri bize bir şeyler söyleyebilir. Fakat yine öncelikli husus, sorular sormayı bilebilmektir. Bu ince ayrıntılar olmadan, biyografi yazmaya kalkışmak, tatsız tuzsuz bir metin hazırlamaya girişmek anlamına gelecektir. Ama bu türden bir karışımı kim okumak isteyecektir ki?

Sadece kişinin özel mektupları değil, kişiye gelen mektuplar da ve hatta belki dilekçe olarak adlandırılabilecek talep mektupları da zikre değerdir. Kişiye gelen rica mektuplarının ayrıntılı bir tasnifi, dönemin pek çok alanında toplumun ve toplumun değişik kesimlerinde yer alan insanların bize hiçbir şekilde ifade edemeyecekleri ve etmedikleri küçük hakikatleri aktarır. Hem önemli bir zâtın ilişki sistematiğini öğrenmek, hem de kendisinin hangi kapıları açabileceğine ilişkin bir izlenim edinmek ve nihayet küçük insanların dertlerinin, ricalarının, torpillerinin neler olduğunu bize göstermek bu çok yararlıdır. Küçük insanların dünyasını anlamak ve onlara kulak vermek, ancak onların bu türden dilekçe benzeri yalvar-yakar mektuplarını anlamaktan geçer. Basit ve sıradan insanlar, bir yandan kamusal nitelikte dilekçeler yazarken, bir yandan da özel ilişkiler sistematiği dâhilinde, bir şekilde temas kurabileceklerine inandıkları ve sorunun çözümünde muhtaç gördükleri önemli pozisyondaki kişilere çok sayıda mektuplar yazmış olabilirler. Bu mektupların hitap şekilleri, saygı ifadeleri, retorikleri, övgü standardı ve yaratıcılıkları, kendilerini tanımlama şekilleri, bütün bunlar bize dönemin günlük ve sıradan hayatına nüfuz edebilme imkânı tanır.

~



Cemil Koçak

~


Not: Orijinal metinde şapkalı harflerle yazılan eski dilde kelimelerin birçoğu (hattâ, sâdece, aslâ, hatırât...) buradaki alıntıda şapkasız olarak geçmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder