Aşağıdaki yazı bu kitaptan alınmıştır.
Özgürlük ve Kader, Rollo May
Çevirmen: Ali Babaoğlu
sf 269-285
~
Hastalıkta ve Sağlıkta Özgürlük ve Kader
Zincirlerimin tamamı ve ben dost olduk,
Uzun bir sohbet vesile olduğunca,
Bizi olduğumuz gibi yapmaya: - hatta ben
Özgürlüğümü yeniden kazandım bir ahla.
George Gordon, Lord Byron, "Chillon Mahkûmu"
Ama hastalık hakkında; onun savaşa ve aşka garip benzerliğini, uzlaşmalarını, hilelerini, aşırı taleplerini, neşe ve marazdan üremiş bu garip ve emsalsiz alaşımı algılamadıkça hiçbir şey anlamamıştık.
Marguerite Yourcenar, Hadrian'ın Anıları
Çoğu kimse, hastalıklarının hemen tümüyle kaderin komutası altında olduğunu düşünür. Bir rahatsızlık en fazla "kötü şans" olarak, hastalık da "kaçınılmaz talih" olarak kabul edilir. Tam da kendi dilimiz bu eğilimi ifade eder. Süreç en fazlasından yerçekimi kadar şansa bağlı olsa da "hasta" düşeriz. Bir kazaymış gibi mikrop "kaparız." Kanserin "kurbanlarıyız." Hastalanmak yerine "hasta oluruz" ve "iyileştirilmek" için doktora gideriz. Ve bütün yapabileceğimiz, doktor bizi tedavi ederken "sabırlı" olmaktır. Bütün bu kelime ve cümleler edilgendir. Bir talihin komutası altında olduğumuzu ve buna karşı hiçbir şey yapamayacağımızı kabul ederiz. İyi hasta uysal ve işbirlikçi, kendisini hekimin ellerine bırakan biri olarak kabul edilir. Bilinçli kendiliklerimiz dışarıda ve kaderleri gökten bile daha büyük olan güçlerce yönetilirken köleler gibi durmaktadır.
Hastalığa karşı eğilimler bize Büyük Engizitör'ün şu ifadesini anımsatır: "İnsan, kötü kaderli yaratığın doğuştan getirdiği özgürlük armağanını hemen verebileceği birini bulmaktan daha büyük bir anksiyete ile azap çekmemiştir." Bu eğilim ne yazık ki yanlış yönelişli hekimler tarafından, rollerini daha kolay oynayabilecekleri hayaliyle daha da öteye götürülmüştür. Psikoterapide bile bu olur. Aşağıdakiler, depresyon yakınmasıyla kliniğe gelen bir hastayla doktor arasında geçen konuşmanın kelime kelime tutanağındandır:
HASTA: Sorunlarım için ne yapayım?
DOKTOR: Derdinizin kaynağını soruşturmayın. Bunu biz doktorlara bırakın. Biz sizi krizin içinden yöneteceğiz... Patolojik süreç her neyse... Biz sizi tedavi edeceğiz.
Bu eğilimin, hastalık için olmaktan çok ona karşı işlediğini düşünüyorum. Benim inanışım Profesör Eli Ginzberg tarafından ifade edilmiştir. ''Vatandaş kendi iyiliği için sorumluluğu kabul etmedikçe sağlık sisteminde hiçbir gelişme etkili olamaz." Dr. René Dubos da aynı şekilde konuşur: "İyileşme hastanın kendi hastalığa direnç mekanizmalarının mobilize edilmesine dayanır." Dubos tekrar tekrar "vis medicatrix naturae"yi doğanın iyileştirici gücünü vurgulamaktadır. Yani bizim tam özgürlüğümüzü yağmalamak şöyle dursun, kader kendini doğa yoluyla, ancak onu kullanabilecek özgürlüğümüz olduğu zaman bizim tarafımızdan kullanılabilecek yapıcı bir güçle kendini ifade eder.
I. Batı Tıbbı ve Büyük Devrim
Bunu ortaya getiren sayısız ampirik çalışmadan birini, Journal of the American Medical Association'da yayınlanan ve günlük basında "Hoş Hastalar Çabuk Ölürler" başlığıyla yer alan makaleyi buraya almak istiyorum. Bu, iki grup kadının terminal dönemdeki göğüs kanseriyle nasıl başa çıkmaya çalıştıklarını anlatan bir çalışmaydı: Sonuç, "Karşı koyan savaşçı kadınlar, güvenen, kendi halinden memnun kadınlardan daha uzun hayatta kalmışlardır" olmuştu. En uzun yaşamda kalanlar bir grup olarak daha çabuk teslim olanlara göre daha anksiyeteli, depresif, saldırgan ve kendi hastalıklarına karşı yabancı olanlardı. "Karşı koyan" kadınların umutsuz kurban olmak yerine savaşan bir tutum takındıkları görünüyordu. "Onlar savaşarak yeniliyorlar!" diye yazıyordu çalışmayı yapan psikolog Dr. Derogatis. "Daha uzun yaşamda kalan kadınlarda hastalıklarına ilişkin çatışmalarını, korkularını ve öfkelerini dışa yansıtan mekanizmalar vardı. Hekimlere daha fazla ihtiyaç gösteriyor, tedaviden daha az tatmin oluyor ve daha az uyumlu olarak değerlendiriliyorlardı. Buna karşılık daha çabuk ölen öbür kadınlar daha az anksiyeteliydiler, doktorlanna karşı daha pozitiftiler ve kendini değerlendirmeleri daha hoşnut olarak değerlendirilmişlerdi. Bence onlar hastalıkla savaşma sorumluluğunu terk etmişlerdi".
Şimdi göğüs kanseri gerçekten kaderin bir darbesi olarak görünür. Gene de özgürlüklerini ele alan ve hastalıkları için sorumluluk yüklenen, böylece onunla savaşan kadınların daha iyi bir yaşama şansı var. Sorumluluk üzerinde duruşumun Est'inki {22} ile karıştırılmasını istemiyorum. "Yaşantılarınızın tek kaynağı sizsiniz ve bu yüzden yaşadığınız her şey için tam sorumlusunuz." Est eğitiminin mesajıdır. Doğmamış bebek annesinin kötü beslenmesinden olan beyin kusurunun nedeni midir? Bize olan her şeyden sorumlu tutulmamız, kader anlayışımız olmadığında hangi saçmalıklara kadar gideceğimizi gösterir. Özgürlüğümüz ve bu nedenle de sorumluluk duygumuz ancak kaderimizi tanır ve ona angaje olursak var olur.
Norman Cousins'in kitabı Bir Hastalığın Anatomisi, kendisinin hayati bir sağlık sorunuyla karşılaşmasını parlak bir şekilde tarif etmektedir. Cousins Rusya'dayken yaşadığı nadir bir kolajen doku hastalığından tedavi edilemeyecek kadar hasta olarak kabul edilmişti. Dikkate değer bir yaşam iradesiyle kendisine şu soruyu sordu: "Eğer negatif duygular vücutta negatif kimyasal değişiklikler yapıyorlarsa, pozitif duygular da pozitif kimyasal değişiklikler yapmazlar mı? Sevgi, umut, sadakat, kahkaha, güven ve yaşama istencinin terapötik değeri olması mümkün mü?" Uzmanlar kendisine mahkûm olduğunu bildirirken o, sorunu kendi ele alışını ve sağlık istencini seferber etti. İçinde yaşanamaz olan hastaneden çıkıp içinde yaşanabilir bir otele geçti ve kendi hekimine danışarak yeni bir rejime başladı. Çok büyük miktarlarda C vitamini ve aynı şekilde sağlık verici kahkaha içeren bir program uyguladı. Öyküsü, bir bireyin kendi zalim ve kötü kaderini karşılamak için kendi sınırlı özgürlüğünü nasıl ileri sürdüğünün belgesidir. Bir arkadaşı korkunç bir şekilde yılgın olup olmadığını sorduğunda Cousins, "Özellikle başlangıçta, doktorumun benim vücudumu karbüratörün temizlenmesi ya da benzin pompasının bağlanması gibi tamir isteyen bir otomobil motoru şeklinde ele almasını umduğum sırada" diye yanıtlamıştı.
Yeniden sağlıklı bir insan olduğunda Cousins, hastalığının tedavi edilemez olduğunu bildiren uzmanlardan biriyle buluştu ve iyileşmesinin, "Bazı uzmanların bir insan varlığında bir yıkım haberi vermek için yeterince bilgi sahibi olmadıklarına karar verdiğim zaman" başladığını söyledi. "Ve başkalarına ne söylediklerine dikkat etmelerini umduğumu, çünkü sözlerine inanılabileceğini ve bunun da sonun başlangıcı olacağını söyledim."
Birisi bireyin kendi sağlığı için sorumluluk alması gerektiğini tartışırsa dinleyicilerin eğilimi bu tartışmayı modem tıbba bir saldın gibi yorumlamaktır. Amerikan Mesleki Terapi Derneği'nin bir kongresinde yaptığım "Kişisel özgürlük ve Bakım" konulu konuşmam bir gazetede "Tedavi Eden Hekimler Hastanın Özgürlüğünü, Sorumluluğunu Çalıyorlar" başlığı ile yayınlandı. Bu, eğer bir şeyse, benim konuşmamın tam tersiydi. Ben tıbba bu şekilde saldırmıyordum. Kimse modern tıbbın tıp teknolojisi ve ilaçlardaki muazzam gelişmesine hayran olmaktan kendisini alamaz. Holistik tıbbı savunmakta olan arkadaşlarım arasında benim işim tıp mesleğini düşman olarak görmeye karşı uyarmaktır. Norman Cousins, "Ruhsal faktörlerin pratik olanlardan daha az hayati olmadığı bir harekette, düşmandan söz etmek iyi oturmuyor" diyor.
Dahası, ne yazılmış bir ilacı almayı, kişi "özgürlüğünü" korumak istediği için almamak, ne de gerektiği zaman doktora gitmeyi reddetmek iyi bir şeydir. Çağdaş dünyadan, kendi göbeğimizdeki meselelerle meşgul olmak için bir münzevi gibi geri çekilenleyiz. Dahası böyle ayaklanmalar çok fazla Luddite'lerin, endüstri devriminde kendi varlıkları için bir tehdit olarak görüp de kol demirleri ve kazmalarla silahlanıp makinelere saldıran 18'inci yüzyıl işçilerinin havasını verir. Bu isyan, isyan edenlerin kendilerine haklılık duygusu vermenin ötesinde işe yaramaz. Herhangi bir hastalıkta kişinin kendine karşı sorumluluğu, bulunabilen en iyi tıbbi öneriyi almaktır.
Ama modern tıbbın gelişimi, bu gelişim, insanların tıp mesleğine zorla yükledikleri ve tıp mesleğinin de çok kolay kabul ettiği mistikleştirme ve otoriterliği arttırdığından bizim vurgulamamızı daha gerekli kılmaktadır. Büyük bir metropolde yaşıyorsam, gereksindiğimde hangi uzmana gitmem gerektiğini bulmak için kendi doktoruma telefon ederim. Sağlık mesleğinde klasik olarak merkezde yer alan "fiziksel muayene" kavramı, şimdi daha çok tekniğe havale etmek şekline dönüşmüştür.
Rahibin rolünü kabul etmekle, 16'ncı yüzyılda Paracelsus'dan beri halkın eğilimi hekimde yaşam ve ölüm üzerinde gücü olan Tann'yı görmektir. Ama halkın bilincinde hekimler Tanrı yapılınca, halkın bilinçdışı düzeyinde de şeytan yapılırlar. Son yirmi yılda hekim hatası davalanndaki hızlı artış, halkın "şeytan" yüzeye çıkmış gibi hissettiği düş kırıklığı ve öfkeyi gösterir.
Şimdiki hekimime taşikardi sorunu için bir akupunkturcu ile çalışmakta olduğumu söyleyince, "Batı tıbbı büyük bir devrimin eşiğinde" diye işaret etti. Bunu teknikte yeni buluşlar anlamında söylemiyordu. Daha çok tıbbın felsefi ve etik temelinde devrimsel bir değişimi, doktorların iş gördüğü kültürel içerikte bir değişimi kastediyordu. Bu devrim en dramatik olarak Doğu içgörüsünün Batı'nın tıbbi tedavisine saldırmasında görülmektedir.
2. Akupunktur ve Batı Tıbbındaki Doğu Etkisi
Bu devrimin tek bir yönünü, Batı kardiyolojisi doktoru iken sonradan akupunkturcu olan Dr. Harold Bailen örneğinde akupunkturu ele alalım. Onun akupunktura geçmesi, gittikçe artan Batı tıp modelinin en iyi ihtimalle eksik, en kötü ihtimalle doğrudan doğruya yanlış olduğu kanaati nedeniyle olmuştu. Düşman, hastalığın kendisi değildir. Daha çok yanlış yaşam tarzıdır. Hastalığa yönelişli olan Batı tıbbı, hastaların doktora geliş nedeni olan semptomu bloke edip ayırırken arkasında bin yıllık geleneğiyle Doğu tıbbı, "Semptom bize ne anlatmaya çalışıyor?" diye sorar.
Semptom, acısıyla, ağrısıyla ve öbür rahatsızlıklanyla, bir şeyin kusurlu olduğunu anlatan sağ beyin dilidir. Dr. Bailen sık sık hastalarına, "Bedeninizin size bu dille konuşabilmesi ne kadar harika değil mi?" diye anlatır. Büyük ölçüde dil, mantık ve akılcılığın çıkıp geldiği sol beynin aksine sağ beyin yarısı fantezilerle, düşlerle, içe doğuşla ve semptomlarla iletişimini kurar. Semptom bir kırmızı uyarı ışığıdır. Sağ beyin diline saf rasyonel bir sol beyin bakış açısından girilemez. Dr. Bailen, "Akupunktur sağ ve sol beyinler arasında ileüşimi arttırır" diyor. Bu bilgileri, yükselmiş bir bilinçlilik durumundaki gibi sentezler.
Akupunkturun amacı, iğneler kullanmak suretiyle vücudun enerji devrelerini vücudun kendini iyileştirmesi için uyarmaktır. Meridyen denilen bu devreler, vücudun sinirsel yollarıyla eşanlamlı değildir. Bugünlerde en çok kabul edilen kuram, akupunkturun vücuttaki morfine benzer bir hormonal madde olan endorfini aktive ettiğidir. Akupunkturcu olmayan Dr. René Dubos bunu çok iyi tarif ediyor:
'Akupunktur omurilik hücrelerine bir şekilde giriş sağlayarak ve böylece ağrı algılamasında afyona benzer bir etki ortaya çıkararak pitüiter endorfin salgılanmasını tetiklcyebilır. Diğer hormonların durumunda olduğu gibi, zihinsel yönelişlerin endorfin salgılanmasını ve hastanın hastalığı algılamasını etkileyebildiğini farz etmek fazla ileri gitmek olmaz.'
Dubos buradan giderek, endorfinin sadece ağrı mekanizmasını etkilemediğini, ağrıya duygusal tepkiyi de, dolayısıyla yakınmayı da durdurduğunu söylüyor. Bir dolu dişçi tarafından ağrı karşıtı etkisi için kullanılması bundandır. Akupunktur kişinin sadece "hasta" olarak tedavi edilmemesini, bedeni ve bilincinin, yani bütün kendiliğinin, tedavinin entegre bir parçası olduğunu gerektirir. O basitçe bir hastaya yapılmayacaktır, hastanın her noktada özgürlüğünü ve sorumluluğunu gerektirir. Dr. Bailen, eğer hasla bu mesajı açık seçik alırsa bir "seçim noktası" ile karşı karşıya kaldığını anlatmaktadır. Bu, kendi kendine bir soru sormak biçimini alabilir: "Allahım bundan kurtulmak istiyor muyum?" Bazen hastalar, çoğunlukla artritliler, daha iyi olur, içgörü kazanır ve "değişiklik yapmaktansa ağrıyı taşımak daha iyi" karanyla tedaviyi durdururlar. Alışkanlıklarıyla o kadar katılaşmışlar, o kadar bağımlı olmuşlar ve bakılmak gibi ikincil kazançları vardır ki, seçtikleri yaşamlarını değiştirmek yerine tedaviden çıkmayı seçerler. Bu, bilinçli ve sorumlu bir seçimdir. Kişi artık "kurban" rolünde değildir.
Bu benim yargıma göre psikoterapinin amacına çok benzemekledir. Psikoterapinin amacı, danışan kişileri konvansiyonel bağlamda "tedavi" etmek değil, ne yaptıklarının farkında olmalarını ve kurban rolünden çıkmalarını sağlamaktır. Amacı, rahatsız olan olan kişinin, mümkün olduğu sürece kendi yaşam tarzını seçmede özgür olacağı ve kaçınılmaz oldukça yaşamdaki durumunu kabulleneceği bir aşamaya gelmesine yardımcı olmaktır.
Bu "seçim noktası"nı anlatmak için kendi deneyimimi paylaşacağım. Tedavi için Dr. Bailen'e gittiğim sorun ya da semptom dört yaşımdan beri sahip olduğum taşikardi idi. Gençken beni fazla engellememiş olsa da son yıllarda bayılmalara hatta daha tehlikeli semptomlara neden olacak hale gelmişti. Bana kalp atışını kontrol eden ilaçlardan biri olan Inderal verilmişti. Başladığımda günde her biri 10 mg olan altı Inderal alıyordum. Bu gerçekten kalp atışlarımı kontrol etti ama bedeli beynimi kapatmak oldu. Kendimi bir zombi gibi hissediyordum.
Aşağıdakiler akupunkturum sırasında tuttuğum notlardandır.
Geçtiğimiz Pazartesi, akupunktur tedavisinden sonra kendimi çok iyi hissettim ve keyfim Salı sabahı da mükemmel olmayı sürdürdü. Inderal'i birkaç aylık tedavi sonrasında günde bire düşürmüştüm. O zaman Inderal'i tümden kesmeye karar verdim. Ama öğlen, taşikardiyi tümüyle geçirebilme olasılığıyla kendimi iyi hissederken derin ve inatçı bir yalnızlık duygusu belirdi. Ofisimde bunun ne olabileceğini anlamaya çalışarak ileri geri yürüyordum. Yalnız olmam için hiçbir özel neden yoktu. Ama dillerini bilmediğim bir yabancı ülkedeymişim, kaybolduğum ve kimseyle iletişim kuramadığım bir dünyadaymışım duygusunu almayı sürdürdüm. Aynı zamanda kendimi kaybettiğim, sadece yarım bir kimliğim olduğu gibi garip bir duygu da vardı.
Öğleden sonranın ortasında bu yalnızlığın, taşikardinin tam olarak iyileşebileceği ve ondan kurtulacağım fantezisinden geldiğini fark ettim. Evet! Kimliğimi geçmişte oluşturan önemli bir parça gidecekti. Bu imaj ile, bu kendilik mitosuyla büyümüştüm; ben bu özel rahatsızlığı, yani taşikardisi olan adamdım. Bu rahatsızlık sanki benim dostumdu, çok fazla stres altında bulunduğum ve aktif dünyadan bir parça çekilmeye ihtiyaç duyduğum zaman hep bana sadık kalmıştı. Chillon mahkûmu gibi tam da zincirlerimle arkadaş olmuştum.
O gece düşümde öldüğümü gördüm. Dostlarım bir araya toplanmışlardı ve ben bir daire etrafında onlara hoşça kal diyerek yürüyordum. Rüyamda ağlıyordum ve bu dünyaya hoşça kal dediğimi hissediyordum.
Ertesi gece bir beyin ameliyatı olduğumu ve cerrahların kesilecek olan kafatasıma girebilmeleri için o taraftaki saçlarımın kesilmiş olduğunu gördüm. Baş cerrah uzun boylu, zayıf bir adamdı. (Dr. Bailen uzun boylu ve zayıftır.) Ameliyat salonundan dışarı kaçtım.
Ertesi sabah, yani Çarşamba uyanınca taşikardim bütün gücüyle dönmüştü, kalbim dakikada 150 atıyordu. Taşikardi bütün sabah bana sıkıntı vermeye devam etti.
O öğleden sonra Dr. Bailen'in ofisine gittiğimde memnundum, çünkü düşlerin ve davranışların çok açık, tiz bir çığlığı vardı; bu rahatsızlığı bırakmaya henüz hazır değildim. Yalnızlık ve ilk düş, taşikardi semptomumu bırakmanın ölüme eşit olacağını ve kendimi bildiğimden beri, dört yaşından beri sahip olduğum kimliği teslim etmek olacağını söylüyordu. İkinci düş taşikardiden aynlmak bakımından daha da belirgin bir çığlıktı; "Daha değil!" diye bağırıyordu. Dr. Bailen, esaslı bir değişiklik yapmadan daha bir aya ihtiyacım olduğu yorumumu gülerek onayladı.
Hastalığa tutunmak ya da kişinin hastalık karşısında özgürlük ve sorumluluğunu karşılaması tarihte ve edebiyatta çok iyi bilinir. Jean-Jacques Rousseau insanların, "özgürlüklerini güvenceledikleri düşüncesiyle zincirlerine doğru koştuklarına" işaret eder. Bağımsızlık Bildirgesi'nde bile atalarımız bu gerçeği görmüşlerdir:
"Bütün deneyimler göstermiştir ki insanoğlu, günahları boyu aşmadıkça, alışmış olduğu biçimleri kaldırarak kendisini düzelt-mektense, yakınmaya daha yatkındır."
Thomas Mann, öykülerinden birinde kendimizin ya da diğerlerinin hastalıklarından kendimize nasıl bir yaşam tarzı yaptığımızı gösterir. "Tobias Mindernickel"de aşırı bağımsız, yalnızlığı seven ve efendisine karşı da fazla dostça olmayan bir köpeği resmeder. Bir kazada köpek iki ön bacağını kırar. Adam onu kendi yanındaki bir yatağa alır ve hastalığı boyunca ona bakar. Sonunda köpek iyileşip alıştığı gibi çevrede koşabilir hale gelince, adamın artık bakılacak hayvanı da, hayvanın dostluğu da, kendisine bağımlılığı da yoktur. Kendi başınadır. O anki izolasyonuna dayanamaz, bir çekiç alır ve köpeğin dört bacağını da yeniden kırar.
Öyküden çıkartılacak olan ders, evliliklerin, dostlukların, çeşitli türden bağımlılıkların temelde birinin tarafında bakılma ihtiyacı diğerinin tarafında ise bakma ihtiyacı ile birbirine tutunduğu dünyamızda pek çok ilişkiye uyarlanabilir. Sağlıklı yanda yaşadığımız şey, değiştiremediğimiz soğuk ve yalnız kaderlerimizi kucaklaştırıp birbirimizi rahatlattığımız yoldaşlıktır. Sağlıksız yanda ise, dünyada hastalıktan yakınan ve özgürlük olasılığı yeniden açıldığında bile bağımlılıklarını terk etmekten nefret eden kimselerin koyduğu kendini sınırlamalar vardır.
3. Hastalık ve Sağlık Arasındaki Denge
Bir kültürde hastalığın ve sağlığın işlevini anlamamız gerekir. Harold Bailen'in ortaya koyduğu gibi, hastalığın kendisi en büyük düşman değildir. Bu gerçekte, benim tüberkülozumun bana yaptığı gibi, kişiyi yaşamının muhasebesini çıkarmaya ve çalışma ve oyun düzeninde reform yapmaya zorlayan gizli bir şükran olabilir. Buraya, Anksiyetenin Anlamı'nda {23} yazdığım iki paragrafı almak istiyorum:
'Bir hastalığı olmak, bir çatışma durumunu çözmenin bir yoludur. Hastalık kişinin dünyasını, azaltılmış sorumluluklar ve işlerle kişinin başa çıkmak için daha iyi bir şansının olacağı şekilde küçültmektir. Buna karşılık sağlık, organizmayı kapasitesini gerçekleştirmede özgürleştirmektir.
İnsanlar hastalığı, eski kuşakların şeytanı kullandıkları gibi, nefret edilen yaşantıları, onlar için sorumluluğu almaktan kaçınmak için yansıtacakları bir nesne olarak kullanırlar. Ama suçluluk duygusundan geçici bir kurtuluşun ötesinde bu aldanış işe yaramaz. Sağlık ve hastalık, yaşam boyunca kendimizi dünyamıza uygun ve dünyamızı da kendimize uygun hale getirmek için sürekli yaşadığımız sürecin bir bölümü ve parçasıdır.'
Ağrı, en büyük düşman değildir. Norman Cousins'in yazdığı gibi, "Amerikalılar muhtemelen yeryüzünde en fazla ağrı-bilinci olan insanlardır. Yıllarca bize basında, radyoda, televizyonda, gündelik konuşmalarda davullarla söylendi ki, en küçük bir ağrı, şeytanın ta kendisiymiş gibi derhal ortadan kaldırılmalıdır." Sonra da bize cüzzamın, yakalanan kimse ağrı duygusunu yitirdiği ve enfekte olan yerlerinin nasıl ve ne zaman bakılacağını söyleyecek bir işaret olmadığı için böyle lanetli bir hastalık olduğunu anlatarak devam ediyor. Bizler bu ülkede sancıyı ve acıyı durdurmak için korkunç miktarda trankilizan kullanıyoruz.
Ağrı ve zevk arasındaki karşılıklı oyun ve birinin öbürüne bağlı oluşu Eflatun tarafından da görülmüştü:
'İnsanların zevk diye adlandırdığı bu şey ne kadar garip görünüyor! Ve o ne kadar kendi zıddı ile, ağrıyla garip şekilde ilintili! ikisi hiçbir zaman bir kimsede beraber bulunmaz ve gene de birini arar ve bulursan her zaman öbürünü de almaya mecbursun, sanki ikisi de bir ve aynı başa yapışmışlar gibi... Biri nerede bulunursa, öbürü de arkasından gelir. Benim durumumda da öyle; bacaklanmda pranganın sonucu olarak ağn olduğundan beri zevkin de onu takip edeceği görünüyor.'
Ağrı yaşama duygu kalıcıdır. Ağrıdan kaçarken canlılığımızı, hakiki hissediş yetimizi, hatta aşkı yitiriyoruz. Ağrının kendi başına iyi bir şey olduğunu söylemiyorum. Diyorum ki, ağrı ve ağrıdan kurtulma paradoksal şekilde birlikte gider. Onlar Heraklit'in yayı ve kirişidir. Ağrı olmadan biz bir zombiler milleti oluruz. Bazı eleştirmenler bu duruma zaten ulaştığımıza inanıyorlar.
Tıbbi teknolojinin hastalıkları birbiri ardına süpürdüğü, tüberküloz ve çocuk felci gibi orijinal ölümcül musibetlerin son örnekler olduğu, bize gerekenin yalnızca beklemek ve tıp bütün hastalıkları alt edinceye kadar yaşamayı ummak olduğu şeklinde yaygın bir aldanış vardır. Ama bu aldanış, hastalık ve sağlığın bir insan toplumundaki işlevlerine ilişkin ciddi bir yanlış anlamaya dayanır. Dr. Robert Rynearson Journal of Clinical Psychiatry'de, "Hekimler teknolojinin bir gün hastalığı ortadan kaldıracağı fikrine karşı direnmelidir" diye yazıyor. "İnsanlar kendilerini tehdit altında ve çaresiz hissettikleri sürece hastalığın sağladığı sığınağı arayacaklardır. Tanınmış bilim insanı ve hümanist Jacob Bronowski bizi önceden uyardı: Mutlak bilgi ve güç arzusuna karşı kendimizi tedavi etmeliyiz. Düğmelere basma düzeni ile insan hareketi arasındaki mesafeyi kapatmak zorundayız. İnsanlara dokunmalıyız."
Sadece hekimler değil sıradan insanlar da bu ilüzyona direnmelidir; insanlar tıbbi teknolojinin kendilerini kesin olarak kurtaracağını sanmakta, kendi sağlıkları için sorumluluk almamayı güçlü şekilde rasyonalize etmektedirler. Çünkü insanların yaşamları, kaderleri böyle olduğu için sağlık ve hastalık arasında çok hassas bir dengededir ve bu denge de en önemli olan şeydir. Kuşku yoktur ki, biz ırk olarak gittikçe daha sağlıklı oluyoruz. Ama hastalık olasılıklarının da buna oranla aynı zamanda yükseldiğini söylersem yanlış anlaşılır mıyım? Gerçekten doktorlara başvurma elli yıl öncesinden çok daha fazla. Aslında olan şey, hastalık çeşitlerinin, dışarıdan insana saldıran enfeksiyon hastalıklarından, anksiyete ve stresle çok yakından ilgili olan kalp krizleri, hipertansiyon ve inmeler gibi iç hastalıklarına kaymasıdır. Bu son söylediklerim günümüzün en büyük katilleridir.
Hastalık ve sağlık her birimizde birbiriyle tamamen denge içindedir ve alabildiğimiz kadar sorumluluk almak bize bu denge bozulduğu zaman onu yeniden oluşturma olanağı verir. O kadar büyük insanımızın yaşamları boyunca hastalıkla mücadele etmeleri kazara olan bir şey değildir. Tüberkülozu olan önemli yaratıcı insan sayısının büyüklüğüne dikkat ederek birkaç yıl önce bir hekim, tüberküloz basilinin kana, deha oluşturan bir serum verdiğini savunan Tüberküloz ve Deha başlıklı bir kitap yazmıştı. Bu açıklama bana saçma görünüyor. Dahinin yaşam tarzının, yoğun çalışma, başarılamayan şevk, beyindeki ateş gibi özelliklerle denge üzerinde fazla zorlanma yaptığı ve bu yüzden bireyin bir süre kendine doğru çekilmesi için hasta olduğu, daha makul bir fikirdir.
Sağlık ve hastalık arasındaki mücadele yaratıcılığın kaynağının bir kısmıdır. İngiliz doktor George Pickering çeşitli veriler toplamış ve Yaratıcı Hastalık adlı, alt başlığı ise Charles Darwin, Florence Nightingale, Mary Baker Eddy, Sigmund Freud, Marcel Proust ve Elisabeth Barrett Browning'in Yaşamları ve Zihinlerindeki Hastalık olan bir kitapta bunlara yer vermişti. Bu insanların her birinin ciddi hastalıkları olduğunu ve bunu yapıcı olarak karşıladıklarını anlatıyordu. Pickering, çok ağrılı oldukları zaman onu yatağa düşüren, ve yatakta komite toplantılarına katılmak, hasta görmek ya da ziyaretçileri oyalamak gibi şeyleri yapamadığı kendi osteroartritik kalçalarından "bir müttefik" olarak söz ediyor. "Bunlar yaratıcı çalışma için ideal koşullardır, fuzuli işgallerden, yaşamın sıradan korolarından azade."
Dr. O. Carl Simonton, kendisini tedavide meditasyon kullanma sorumluluğunu üstlenen bir hasta şeklinde ele alarak, kanser tedavisinde öncülük etmiştir. Kanserli şahsa bir savaşın devam ettiğinin farkında olmasını ve günde iki kez onar dakika, akyuvarların kanser hücrelerini öldürüşü üzerine meditasyon yapmayı öğretiyor. Bu insanların meditasyondaki fantezilerinin çizdiği tabloya bakarsak, farelerin ve kaplanların savaşını, akyuvarların askerler olduğu savaş resimlerini görürüz. Bir hep ya da hiç mücadelesi sürmektedir ve kişinin bilinci mücadelenin baş katılımcısıdır. "Hasta" olmanın eski yolları ve hastalığın sorumluluğunu doktora devretmek artık geçerli değildir.
Sağlıklı olma sanatı, Hadrian'ın kendi hastalığıyla karşılaşmasından hareketle tanımlanmıştır;
'Daha iyiydim, ama bedenimle bir yol aramak, kendi dileklerimi ona empoze etmek ya da onun iradesine bırakmak amacıyla, dünyamı düzenlemek ve genişletmek, kim olduğumu inşa etmek ve yaşamımı süslemek adına eskisinden çok daha fazla beceri kullanıyordum.'
22. Ing. Erhard Seminars Training, Erhard Eğitim Seminerleri. 1971 yılında Scientologist Werner Erhard (Gerçek adı John Paul Rosenberg) tarafından oluşturulan, herkesin aslında kusursuz olduğu ve tanrısal bir kudretle kendi gerçekliğini yarattığı teorisine dayanır. Est kelimesi ise Latince'de oimak eylemine karşılık gelir.
23. Yazarın daha önceki kitaplarından biri; henüz Türkçe'de basılmadı.