Loading
19 Kasım 2014 Çarşamba
Değerler ve Standartlar
Dinler, Değerler, Doruk Deneyimler
Abraham Harold Maslow
Kuraldışı Yayınları, 1996 İstanbul, çeviren H. Koray Sönmez
Bölüm 1, sf 26-32
~
GİRİŞ
Bir süre önce, devlet okullarında dua edilmesine ilişkin Yargıtay kararının alınmasından sonra, yurtsever kadınlardan oluşan bir grup (hangisiydi unuttum) Yargıtay'ın bu kararına din karşıtı olduğu gerekçesi ile karşı çıkmışlardı. Bu kadınlar, kendilerinin "manevî değerler" yanlısı olduklarını savunuyorlardı ve ne var ki Yargıtay almış olduğu bu kararla savundukları bu "manevî değerler"i zedeliyordu.
Kilisenin ve devletin tamamen ayrı olmasından yana birisi olarak, bu olaya tepkim kendiliğinden olmuştu. Bu kadınların bağlı oldukları örgüt ile karşıt fikirdeydim. Ama, beni daha sonra aylarca düşündüren bir şey oldu. Aslında kendimin de "manevî değerler"den yana olduğunu ve yıllardır süren araştırmalarımın ve kuramsal incelemelerimin de bu değerlerin gerçekliklerini ortaya koymak yolunda ilerliyor olduğunu gördüm. Bu kadınların ortaya koydukları görüşe "manevî değerler" kavramını tamamen yanlış tanımlamış olmalarından ve gerçekte ifade ettiği şeyden tamamen farklı bir anlamda kullanıldığı için birden karşı çıkmıştım. Kısaca, nasıl "yurtsever" kelimesini kendilerine mal ederek bu kelimeye "kendi" anladıklarını yükledilerse, "manevî değerler" kavramını da kendilerince yorumlamalarına ve tekrar tanımlamalarına izin vermiştim. Kendilerince yaptıkları bu tanımı onların açısından görmek için kendime izin verdiğim zaman ancak yapmış oldukları tanımlamayı kabul edebildim. Burada, manevî değerlerin doğalcı bir tanımı olduğunu, örgütlenmiş kiliselerin malı olmadığını, kendisini geçerli kılacak doğaüstü kavramlara gereksinimi olmadığını, uygun bir biçimde gelişen bilimlerin yetkisi ve yargısı içinde olduğunu, bu nedenle de tüm insanlığın sorumluluğunda olduğunu belirtmek istiyorum. Böyle olduğunu varsayarak, eğitimde manevî ve ahlakî değerlerin olası yerini yeniden değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Eğer bu değerler kilisenin egemenliği altında olmaz ise, o zaman okullarda varolan öğretim değerleri ve manevî değerler arasında, kilise ve devlet arasındakine benzer duvarların oluşturulmasına da gerek kalmayacaktır kanısındayım.
Devlet okullarında dua edilmesine ilişkin alınmış bu karar birçok Amerikalı tarafından eğitimde manevî değerlerin reddedilmesi olarak görülmüştür. Karışıklığın çoğu, dua ve bununla ilgili olmaktan çok, yüksek değerlerin ve temel gerçekliklerin savunulmasından doğmuştu. Bu da toplumumuzdaki birçok insanın, örgütlenmiş dini manevî yaşamın merkezi, kaynağı, muhafızı ve tek öğreticisi olarak gördüğünü açıkça göstermektedir. Kilisenin kullandığı metotlar ve öğretim biçimi, yaygın ve resmî bir biçimde çoğu kimse tarafından doğruluğa, adalete, iyiliğe, sağlığa ve erdemliliğe giden tek "yol" olarak görülmektedir.1
Bu görüş çoğu ortodoks pozitivist biliminsanı, filozof ve entellektüel için de geçerlidir. Bir grup olarak dindar pozitivistler de, uzman din adamları gibi karşıt katı gerçeklikleri ve değerleri benimsemişlerdir... Değerleri bilim alanından, kesin olandan, mantıklı ve pozitivist görüşten ayırdıkları için, bütün değerler hükmen biliminsanı ve akılcı olmayan kimseler tarafından sahiplenilmektedir. Ve değerlerin, sanki bir beğeni, bir seçim ya da bilimsel geçerliği kanıtlanamayacak şeylermiş gibi keyfî bir biçimde doğrulandığı düşünülmektedir. Bu nedenle, böylesi biliminsanlarının ya da filozofların kiliselere karşı ya da yandaş bir savlarının gerçekten varolmadığı gibi bir görüş çıkıyor ortaya; bir grup olarak kiliselere pek de değer vermemelerine rağmen. (Bu değer vermeme bile onlar için sadece bir beğeni meselesi olmakta ve böylesi bir beğeni de bilimsel olarak desteklenememektedir.)
14 Kasım 2014 Cuma
Kötülüğün Kişiselleştirilmesi
Şeytan
Jeffrey Burton Russell
Kabalcı Yayınları, İstanbul 1999 1. baskı, 330 sf.
1. Bölüm; 11-34. sayfalar
Jeffrey Burton Russell
Kabalcı Yayınları, İstanbul 1999 1. baskı, 330 sf.
1. Bölüm; 11-34. sayfalar
Bunu gören gökler taraf tutmayacaklar mı?
— Macduff
Kötülüğün özü, hissedebilen bir varlığın, yani acı duyabilen bir varlığın incitilmesidir. Önemli olan acının kendisidir. Kötülük, dolaysız bir biçimde zihin tarafından kavranır ve yine dolaysız bir biçimde duygular tarafından hissedilir; kasıtlı olarak verilen acı duyumsanır. Kötülüğün varlığı bunun ötesinde bir kanıt gerektirmez: Varım; öyleyse kötülük bana acı verir.
Kötülük sık sık ve çoğu toplumda, amaçlı bir güç olarak hissedilir ve kişileştirilmiş olarak algılanır. Yalınlık ve açıklık sağlayabilmek amacıyla, ben bu kişileştirmeye "Şeytan" diyeceğim. Kötülük hiçbir zaman soyut değildir. Her zaman bir insanın çektiği acı temelinde kavranması gerekir. Kötülüğün dolaysızlığı hiçbir yerde, Karamazov Kardeşler'de İvan’ın Alyoşa ile konuşmasında olduğu kadar iyi tanımlanmamıştır:
Ve yine:
O zavallı beş yaşında kızcağıza, o tahsil görmüş ebeveynler akla hayale gelebilecek her türlü işkenceyi yapıyorlarmış. [Ebeveynler] soğukta, ayazda “geceleri çişi geldiğini söylemiyor" diye onu helaya kilitliyor, bütün gece orada tutuyorlarmış. Bu kabahati yüzünden çocuğun yüzüne pisliğini sürüyor, onu kendi pisliğini yemeye zorluyorlarmış. Hem de bunu anası, öz anası zorla yaptırıyormuş! Üstelik o ana, geceleri helaya kilitli olan zavallı yavrucağın iniltileri etrafı çınlatırken uyuyabiliyormuş! Mini mini bir varlık, daha başına gelenlerin ne olduğunu kavrayamayacak çağda küçücük bir varlık, o ayak yolunda, karanlıkta, soğukta küçücük yumruğunu acıdan neredeyse parçalanacak gibi olan göğsüne indiriyor ve kin nedir bilmeyen gözyaşlarını dökerek "Allah baba" kendisini savunsun diye yalvarıyor! Sen bunu anlayabiliyor musun? Neden o Allahın belası kötülük insana bu kadar pahalıya mal olduktan sonra, onu öğrenmek gerekli oluyor? "Allah babaya" yalvaran o çocuğun gözyaşlarına bütün bilinç dünyası feda olsun!1
22 Ağustos 1967 tarihinde, UPI şu haberi veriyordu:
LSD etkisi altında olduğu sanılan on altı yaşında bir kız, bileklerini ve kollarını usturayla doğradıktan sonra, bir Katolik kilisesinin merdivenlerine doğru koşarak ilerledi ve elindeki usturayı boğazına götürdü; o anda 300 kişilik bir kalabalık coşku içinde çığlıklar atıyor ve kıza sesleniyorlardı: “Haydi kardeş! Göster kendini!" Polis, kalabalığın bağırış çağırışını "iğrenç" olarak nitelendirdi... Polis memurları dedektife olayı aktarırken şunları söylüyorlardı: “Kalabalık haykırıyordu, ‘Haydi kardeş!’ 'Devam et!' diye” ... Kız en sonunda kan kaybından bitkin düşüp bayıldığında kalabalık neşeyle bağırdı.
Keyfî zalimlik ve yıkıcılık, tıpkı insanlık tarihinde olduğu gibi gündelik haberlerde yer alan öykülerde de her zaman rastlanan sıradan olgulardır. Yaklaşık üç bin yıl önce, Asur kralı II. Asurbanipal, bir düşman kentini ele geçirdiğinde askerlerine, bütün kent halkını topladıktan sonra onların ellerini ve ayaklarını kesmelerini ve kendi kanlarında boğulmaları için şehir meydanına yığmalarını emrederdi.
Bu bölümde sunulan kötülüğe ilişkin tüm örnekler fizikseldir, zira fiziksel olarak verilen zararlar zihinsel ya da tinsel kötü davranışlardan daha belirgindir. Bununla birlikte, yıkıcı ve ızdırap verici olmaları açısından, zihinsel ve tinsel kötü davranışlara da aynı ölçüde sık rastlanır; bunlar da kötülüğün ruhunda tam olarak yer alırlar.
Kötülük nedir ve nasıl ortaya çıkmıştır? Bunlar insana özgü soruların en eskileri ve en karışıkları arasında yer almaktadır. Kötülük sorununun varlığı zamanla azalmamıştır da: Yirminci yüzyılda bu sorun her zamankinden fazla kendini hissettirmektedir.
8 Kasım 2014 Cumartesi
Baştan Başlatmak
Bir zamanlar tuhaf bir yaşlı adam vardı. Köylerin gürültüsünden kaçıp sığındığı bir mağarada yaşıyordu. Büyücü olarak nam saldığı için, ondan büyü sanatını öğrenmeyi ümit eden öğrencileri vardı. Ama onun aklında hiç böyle şeyler yoktu. Tek isteği, bilmediği ama sürekli gerçekleştiğinden emin olduğu şeyin ne olduğunu öğrenmekti. Üzerinde düşünülmesi mümkün olmayan şeyin üzerinde uzun bir süre düşündükten sonra, içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulmak için çareyi, eline bir parça kırmızı tebeşir alıp mağarasının duvarlarına türlü türlü şekiller çizmekte buldu. Amacı, bilmediği şeyin neye benzediğini bulmaktı. Birçok denemeden sonra aklına bir daire çizmek geldi. "Bu doğru," diye hissetti, "şimdi içine bir de dörtgen çizmeli", ve böylesi çok daha iyiydi. Öğrenciler merak içindeydi ama tek bildikleri yaşlı adama bir haller olduğuydu; ne yaptığını öğrenmek için yanıp tutuşuyorlardı. Ona, "İçeride ne yapıyorsun?" diye sordular.
Ama yaşlı adam yanıt vermedi. Sonra duvardaki şekilleri keşfettiler ve "İşte bu!" dediler, ve bunları taklit ettiler. Fakat böyle yapmakla, farkına varmadan tüm süreci tersine çevirdiler: sonucu başa alarak bu sonuca yol açan süreci baştan başlatmayı umdular.
O zamanlar böyle olmuştu işte ve bugün de hâlâ öyle oluyor.
~
Dört Arketip, Carl Gustave Jung
Metis Yayınları, sf 61-62
Resim: bağlantı
1 Kasım 2014 Cumartesi
Aşkın Deneyimler
Dinler, Değerler, Doruk Deneyimler
Abraham Harold Maslow
Abraham Harold Maslow
Kuraldışı Yayınları, 1996 İstanbul, çeviren H. Koray Sönmez
Bölüm 3, sf 41-50
~
"İLAHÎ" DENEYİMLER YA DA AŞKIN BİLİNÇ DENEYİMLERİ
Bütün büyük dinlerin (Konfüçyizm bir din olarak görülmese bile) başlangıcında, özünde, aslında ve evrensel merkezinde, duyarlılığı yoğun olan bir peygamberin ya da gören bir kişinin kendisine özgü, yalnız ve kişisel aydınlanması, vecd ya da içe doğuş (revelation) deneyimleri vardır. Büyük dinler, açığa çıkarılmış olan kendi gerçekliklerinin, işlevlerinin ve peygamberlerinin yaşamış olduğu bu orijinal mistik deneyimin insanlığa ulaştırılmasında kendilerini tek sözcü olarak görürler ve bunu sürekli kılmak için çalışırlar.
Ama son zamanlarda konuyla ilgili birçok psikoloğun araştırma yaptığı, bu içe doğuş ve mistik aydınlanma olaylarının "doruk deneyimler"1 başlığı altında ele alınabileceği görülmeye başlandı. Yani, kesin bir biçimde söyleyebiliriz ki, doğaüstü diye bilinen tüm içe doğuş olayları ve benzerleri, aslında tamamen ve kesin bir biçimde doğal, güncel ve yaşamın içinde varolan, insana ait doruk deneyimlerdir ve şimdiye kadar kavramsal, kültürel ve dilbilimsel çalışmalar olarak değerlendirilmiş olmalarına karşın artık incelenebilmektedirler.
Kısaca, bugün geçmişte olmuş ve ancak doğaüstücü yollarla açıklanabilmiş olaylar üzerinde çalışmalar yapabiliriz. Böylelikle, dini de bütün yönleri ve anlamları ile inceleyebilir, bilimin sınırlarının dışında bırakmak yerine onun bir parçası durumuna getirebiliriz.
Bu tür bir çalışma, bizi daha akla yakın bir hipoteze götürüyor; tüm mistik veya doruk deneyimler aynıdır ve her zaman için de böyle olmuştur. Bütün dinler de özünde aynıdır ve bu her zaman da böyle olmuştur. Bu nedenle, ortak bulundukları noktalarda birleştirilmeye ve bu doğrultuda öğretilmeleri gereği fikrinde birleşilmelidir. Demek ki, doruk deneyimler olarak tanımladıklarımızın öğretmeye çalıştıkları da ortaktır. (Bu aydınlanmalarla ilgili herhangi değişik bir veri, uzay ve zamanda meydana gelen değişik konumlanmalar olarak ele alınmalı ve böylece genişletilebilir, sınırlandırılabilir olarak kabul edilmelidir. İşte bu ortak şey, bütün lokalizmlerden arındırıldığında geriye kalan, bazı dillerin ve felsefelerin ayrı ve köktenbilimci tanımlamalarından ve birçok etmenden arındırılmış "ilahî (core-religious) deneyimler" ya da "aşkın bilinç (transcendent) deneyimleri"dir.
Bunu daha iyi anlayabilmek için genel olarak peygamberleri, örgütleyici ve yasa koyuculardan ayrı "soyutlanmış" bir tip olarak incelemek zorundayız. (Burada bu "soyut" tipin, karikatürize edilebileceğini tahmin edebiliyorum, ancak bu burada ele aldığımız sorun ile ilgili düşünebilmemize yardıma olacaktır)2.
Peygamberin karakter özelliği, kendi kişisel deneyimleri aracılığı ile dünya, evren, ahlak ve Tanrı hakkında kendi gerçeğini, kendi içsel kimliğini bulmuş ve tüm bunları içe doğuş olarak değerlendirmiş yalnız bir adam olmasıdır. Genellikle, belki de her zaman büyük dinlerin peygamberleri bu deneyimleri tek başlarına oldukları bir zamanda yaşamışlardır.
Özellik olarak yasa koyucu bu soyut tip, kiliseye ait, koruyucu bir örgüt adamı, örgütün yöneticisi, başkanı ve bu içe doğuş olayını temel alarak biçimlendirdiği örgüte bağlı bir kimse olarak karşımıza çıkar. Örgütlerle ilgili tüm deneyimlerimizden ve bildiklerimizden yola çıkarak, insan topluluklarını böyle bir örgüte, (peygamberin kendisine ve görüntüsüne olduğu gibi) ya da en azından peygamberin görüntüsüne sahip örgütün söylemine kolaylıkla bağlanacağını biliyoruz. Daha da ileriye giderek, (sadece dinî örgütleri değil, buna benzer gelişim gösteren bütün devrimci örgütleri kastediyorum, örneğin komünist parti) bu örgütlerin, orijinal içe doğuş olaylarının, mistik deneyimlerin veya doruk deneyimlerin grup kullanımını kolaylaştırmak ve idarî uygulamalar yapabilmek için ortaya çıkarılmış birer izin kartı ya da IBM uyarlamaları olduğunu söyleyebilirim.
Burada, bize yardıma olması adına, henüz yeni olan ve dorukçu olmayan kişiler üzerinde yapılmış bir pilot araştırmadan bahsetmek istiyorum. Gene Nameche ile birlikte yaptığım ilk araştırmalarda bu "dorukçu olmayan" deyimini kullandım çünkü doruk deneyimleri bazı kişilerin yaşadığını, diğerlerinin ise yaşamadıklarını düşünüyordum. Ama bilgi topladıkça ve soru sormakta daha da ustalaştıkça, doruk deneyimlerle ilgili bilgi veren dorukçuların oranının gittikçe arttığını gördüm (Ek F'ye, heyecan veren duygusal iletişimler için bakabilirsiniz). Sonuç olarak, herkesin doruk deneyimler yaşayabileceğini düşünmeye ve böyle bir deneyim yaşamamış birisi karşıma çıkarsa ve yaşamadığına dair bir bilgi verirse daha fazla şaşıracağımı düşünmeye başladım. Sonuçta dorukçu olmayan deyimini, bu deneyimi yaşamamış kişiler için değil, bu deneyimlerden korkan, onları bastıran, reddeden, onlara sırt çeviren ve "unutan" kişiler için kullanmaya başladım. Doruk deneyimlere karşı olumsuz tepkiler veren kişilere yönelik başlangıçtaki çalışmam sonraları neden bazı kişilerin böylesi deneyimleri reddettiklerine ilişkin izlenimler elde etmeme de neden oldu.
Karakter yapısının (Weltanschaung'unun ya da yaşam biçiminin) aşırı biçimde tutucu, tamamen akılcı ya da "maddeci'' olmaya zorladığı herhangi bir kişi dorukçu olmamaya eğilim göstermektedir. Yani, böylesi bir yaşam görüşü, kişiyi kendi doruk ya da aşkın bilinç deneyimlerini bir tür delilik, kontrolün tamamen kaybı ve akılcı olmayan duyguların akını... vs olarak görmeye yönlendirmektedir. Delirmekten korkan ve bunu engellemek için, dengeli ve kontrollü olmaya çalışan, gerçeğe dört elle sarılan kişi, bu doruk deneyimler karşısında korkuya kapılarak bunları safdışı bırakmaya çalışmaktadır. Kendi yaşamında, duygularını reddeden ve kontrol altında tutmaya çalışan obsesif kompülsif bir kişilik yapısı, kontrolün kaybı olarak görülen doruk deneyimlere karşı savunma mekanizmaları geliştirmek ve onları tamamen dışlamak için yeterlidir. Burada inançlı bir Marksist ile ilgili bir örnek vermek istiyorum: Bu kişi, doruk deneyimini reddeden, daha doğrusu deneyimine sırt çeviren birisiydi ve bunun sonuç olarak özel bir durum olduğunu kabul etmesine rağmen, yine de bunun önemsiz olduğunu, en iyisinin bunu unutmak olacağını çünkü bu deneyimin kendisinin yaşamla ilgili maddeci mekanistik felsefesi ile çeliştiğini söyleyen birisiydi. 19. yy. biliminin duygudışı bakış açısına sahip dorukçu olmayan birkaç kişi de, mantıklı ve akılcı olmayan hiçbir şeyin yaşamda değer bulamayacağı görüşünü savunuyorlardı. (Aşırı uygulamacı yani, aşırı amaç merkezli kişilerin de dorukçu olmayan sınıfına dahil olabileceklerini düşünüyorum. Çünkü bu tür deneyimler, onların bakış açısına göre ne para kazandınr, ne ekmek pişirir, ne de odun kesmeye yardıma olur. Bu reddediş aynı zamanda kendi içlerinde neler olup bittiğinin farkına bile varmayan, "Concrète à la Goldstein" tipi için de geçerlidir). Sonuç olarak, bazı durumlarda "dorukçu" olmamaya karşı açıklamalar bulmakta zorlandığımı eklemeliyim.
Eğer izin verirseniz, peygamber ve rahip arasındaki ilişkiyi (yalnız mistik ve örgütlenmiş din arasındaki ilişkiyi), henüz gelişmekte olan ve daha geçerli kılınmamış "dorukçu olan" ve "dorukçu olmayan" kavramları arasındaki ilişkiye benzetmek istiyorum. Tarih boyunca dünyada epey teolojinin, epey sözel dinin bu sıradışı liderlerin sıradışı mistik yaşantılarını, sözcüklere ve sözel formüllere dökme gereksiniminde olmuş olduklarını söyleyebiliriz. Kısaca örgütsel din, doruk deneyimleri, dorukçu olmayanlara aktarma, öğretme ve uygulama gibi alanlarda çaba göstermiş bir kurum olarak düşünülebilir. İşin genelde en zor yanı, bu işin dorukçu olmayanların eline bırakılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Bunun ise, en azından insanlığın şimdiye kadar ilgili olduğu kısmıyla, boşa çıkmış olan çabalar olmasını beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yok. Doruk deneyimler ve deneysel gerçeklikleri, dorukçu olmayanlara en azından sadece sözlerle (doğal olarak dorukçu olmayanlar tarafından değil) kolaylıkla aktarılamamaktadır. Genelde insanlar arasında meydana gelen şey, (reddeden, naif ve eğitimsiz kişiler arasında) orijinal, kutsal açığa çıkış ve kutsal olan eylemleri yaşamaktansa, bu deneyimle ilgili tüm sembolleri, sözleri, heykelleri, ayinleri basitçe somutlaştırmak ve onları işlevsel ve aslından ayrı süreçler biçiminde uygulamak olmaktadır. Yani kısaca bu, tüm dinlerin temelde karşı çıktığı putlaştırmanın (fetişizmin) ta kendisi durumuna gelmektedir.
26 Ekim 2014 Pazar
Üç Temel Unsur
İslâm'ın Metafizik Boyutları isimli kitaptan bir bölüm
~
İman, İslâm, İhsan
İslâm dini ya da daha açıkçası müslümanın niteliği üç unsur ya da üç temel durum içerir: Birincisi, “İman”; İmanın bulunduğu yer kalbdir. İkincisi, “İslâm”; yani tam olarak kendini İlâhî İrade’ye terketmek, O’na boyun eğmek, teslim olmaktır. Bu tutum bireyin her yönünü kuşatan bir tutumdur, cismanî sınırı ve özellikle duyu yetenekleri, hisleri ve ameli, işi buna dahildir.1 Üçüncüsü, “İhsan”. (İhsan, hem iyilik yapmak gibi bir “eylem” anlamına hem de “güzellik” anlamına gelen Arapça bir kelimedir.) Bu kavram, ilk iki unsurun daha ileri bir uzantısı olan bir nitelikten ibarettir. Bu kavramlar, her şeyden önce ve normal bir yoruma göre, Şeriat alanına aittir. Şeriat ise, Yol, yani Zâhirî Yasa anlamındadır. “İhsan” kavramına gelince, sufîlerin dilinde, ihsan bizzat “tasavvurla özdeşleşir, şöyle ki: Bu, sanki nüfuz ettiği ve derinleştirdiği öteki ilk iki durumun hayatı, canı gibi bir şeydir; fakat o zaman onlar zâhirî alana ait2 olmayan bir tarzda ele alınmış olurlar, çünkü zâhirî alanın imkânları bireysel düzenle sınırlıdır. Zâhircilik (exotérisme) “İman” ve “İslâm” üzerinde büyük bir ısrarla durur. İman ve İslâm zâhirciliğin hem temelidir hem de muhtevasıdır. “İhsan”a da yine zâhirî bir tanım3 getirir ve gerçek mahiyetini açıklamayı bilemez. İşte tam bu noktada sufilik devreye girmektedir: Metafiziksel öğreti, teori ve manevi metod olma özelliği bir yana, sufilik, “ihsan” ilmidir. “İhsan” böylece herkese ait din ile bunu gerçekleştirici hikmet arasında bir birleşme noktası olmaktadır.
23 Ekim 2014 Perşembe
Doğru Olduğuna İnanmak
Kabalcı Yayınları, İstanbul 1999 1. baskısıyla, Jeffrey Burton Russell isimli yazarın Şeytan isimli kitabının önsözü:
Önsöz
Bu kitap bir teoloji çalışması değil, bir tarih çalışmasıdır. Metafizik bir konu üzerine bir yapıt değil, insan zihninde var olan bir kavramın gelişimi üzerine bir incelemedir. Tarih bilimi, Şeytan’ın var olup olmadığını nesnel olarak belirleyemez. Bununla birlikle tarihçi, insanların Şeytan gerçekten varmış gibi davrandığını öne sürebilir. Kötülük -yani, hissedebilir varlıklara acı vernıek- insanoğlunun en süreğen ve en ciddi sorunlarından biridir. Sık sık ve çoğu kültürde kötülüğe kişilik özellikleri atfedilmiştir. Bu kitap, benim konuya bir açıklık kazandırmak için “Şeytan” adını verdiğim, kötülüğe atfedilen kişilik özelliklerinin bir tarihçesini sunmaktadır.
Ben bir ortaçağ tarihçisiyim, ancak yıllar önce, onbirinci ve onikinci yüzyıllardaki Şeytan kavramı üzerine çalışmaya başladığımda, tarihsel öncülleri temelinde ele almadan ortaçağ Şeytan’ını kavrayamayacağımı gördüm. Daha da önemlisi Şeytan’ı, kötülük sorunu bağlamında ele almadan asla anlayamayacağımın farkına vardım. Kötülük sorunuyla, hem bir tarihçi hem de bir insan olarak dolaysız bir biçimde yüzleşmeliydim. Kötülüğün ve ona atfedilen kişiliğin öyküsü çok eskilere dayanır; ben de bu cildi, Yeni Ahit döneminin sonuyla bitirmek zorunda olduğumu hissediyorum. Bunu, Ortaçağ'da Şeytan konusunu irdeleyen ikinci cilt izleyecektir.
Bu kitap bir sentezdir ve geniş bir zaman süresi içinde, birbirinden farklı çok sayıda kültürde kötülüğün kişileştirilmesinin içerdiği geniş kapsamlı sorunu ele almaktadır. Tarih biliminin bugünkü eğilimi sentezden çok analize yöneliktir. Ancak dengeli bir bakış, her ikisine de gereksinim duyulduğunu kabul edecektir. Ayrıntılı çalışmalara gereksinim duymaktayız; ama aynı zamanda, ayrıntıları ait oldukları bağlama oturtabilen ve insan yaşamı ve deneyimine ait tarihsel kanıtları bir bütünlük içinde aktarabilen çalışmalara da gereksinim duymaktayız.
Tarihçi, sürekli değişim içinde bulunan bir değerler tarihiyle karşılaştığında özellikle zor bir durumda kalır ve bu zorluk, değerlere ilişkin terimlerin bir dilden ve bir kültürel bağlamdan bir diğerine aktarılmasını gerektiren kültürler arası bir çalışmada daha da yoğunlaşır. Bununla birlikle, hataların ve tartışmaya açık yorumların kaçınılmazlığı, bir yazarı, gerek tüm insanlık gerekse kendisi için merkezî bir önem taşıdığına inandığı bir sorunun üzerine gitmekten alıkoymamalıdır. Bilimsel bir çalışma salt bir alıştırmadan öte bir anlam taşımalıdır. Yazma süreci içinde yazarın kendisi de değişebilmeli; ve okurunun da yapıtı okuduğunda aynı değişimi geçirmesini umabilmelidir.
Büyücülük tarihi üzerine çalışmamda zaman zaman yanlış anlaşılan bir noktanın bu kitapta tamamen açıklığa kavuşmasını arzu ediyorum. Tarihsel kanıtlar hiçbir zaman gerçekten ne olup bittiğini (wie es eigentlich gewesen) bilebilmemizi sağlayacak ölçüde açık olamaz; ancak insanların neler olup bittiğine inandıklarına ilişkin kanıt göreceli olarak açıktır. Kavram —insanların ne olup bittiğine ilişkin inandıkları— gerçekte olup bitenlerden daha önemlidir, çünkü insanlar doğru olduğuna inandıkları şeylere göre hareket ederler.
Böylesine geniş kapsamlı bir çalışmada, zorunlu olarak çok sayıda meslektaşımın, öğrencimin, dostumun ve yakınlarımın yardımlarından yararlandım. Bu kişilerin tümüne tek tek teşekkür etmek isterim. Kitaptaki olası yanlışlardan hiçbiri sorumlu değildir; ayrıca bu, çalışmadaki yorumların bu kişilerin düşüncelerini yansıttığı anlamına gelmez. Katkılarından dolayı, Carl T. Berkhout, Joseph R. Blenkinsopp, Edmund Brehm, Helen E. Conrad, Frank Cook, Clara Dean, Edwin S. Gaustad, Norman Girardot, Barbara Hambly, Bernhard Kendler, Helen Logue, Donald M. Lowe, Eileen MacKrell, Leon McCrillis, Ralph McInerny, Francis J. Marcolongo, William Mathews, June O’Connor, Douglas Parrott, Johnnie Ann Ralph, Diana Russell, Jennifer Russell, Kay Scheuer ve Mark W. Wyndham’a teşekkür ederim. Ayrıca, sağladıkları malî destekler ve diğer yardımlardan dolayı da, aşağıda sözü edilen kuruluşlara duyduğum minneti burada belirtmek isterim: The Research Committee of the University of California, Riverside, The Michael P. Grace Chair of Medieval Studies at the University of Notre Dame, The Index of Christian Art, The National Endowment for the Humanities ve The Warburg Institute.
Bölüm 1’in daha erken bir versiyonu için bkz. Listening/Journal of Religion and Culture, cilt 9, no. 3 (1974), 71-83. Bölüm 2’nin daha erken bir versiyonu için bkz. Indiana Social Science Quarterly, cilt 2 (Kış 1975/76), 24-37. Sözü edilen yayınların editörlerine, söz konusu bölümlerin gözden geçirilmiş biçimleriyle bu kitapta yayımlanmasına izin verdiklerinden dolayı teşekkür ederim.
~
Önsöz
Bu kitap bir teoloji çalışması değil, bir tarih çalışmasıdır. Metafizik bir konu üzerine bir yapıt değil, insan zihninde var olan bir kavramın gelişimi üzerine bir incelemedir. Tarih bilimi, Şeytan’ın var olup olmadığını nesnel olarak belirleyemez. Bununla birlikle tarihçi, insanların Şeytan gerçekten varmış gibi davrandığını öne sürebilir. Kötülük -yani, hissedebilir varlıklara acı vernıek- insanoğlunun en süreğen ve en ciddi sorunlarından biridir. Sık sık ve çoğu kültürde kötülüğe kişilik özellikleri atfedilmiştir. Bu kitap, benim konuya bir açıklık kazandırmak için “Şeytan” adını verdiğim, kötülüğe atfedilen kişilik özelliklerinin bir tarihçesini sunmaktadır.
Ben bir ortaçağ tarihçisiyim, ancak yıllar önce, onbirinci ve onikinci yüzyıllardaki Şeytan kavramı üzerine çalışmaya başladığımda, tarihsel öncülleri temelinde ele almadan ortaçağ Şeytan’ını kavrayamayacağımı gördüm. Daha da önemlisi Şeytan’ı, kötülük sorunu bağlamında ele almadan asla anlayamayacağımın farkına vardım. Kötülük sorunuyla, hem bir tarihçi hem de bir insan olarak dolaysız bir biçimde yüzleşmeliydim. Kötülüğün ve ona atfedilen kişiliğin öyküsü çok eskilere dayanır; ben de bu cildi, Yeni Ahit döneminin sonuyla bitirmek zorunda olduğumu hissediyorum. Bunu, Ortaçağ'da Şeytan konusunu irdeleyen ikinci cilt izleyecektir.
Bu kitap bir sentezdir ve geniş bir zaman süresi içinde, birbirinden farklı çok sayıda kültürde kötülüğün kişileştirilmesinin içerdiği geniş kapsamlı sorunu ele almaktadır. Tarih biliminin bugünkü eğilimi sentezden çok analize yöneliktir. Ancak dengeli bir bakış, her ikisine de gereksinim duyulduğunu kabul edecektir. Ayrıntılı çalışmalara gereksinim duymaktayız; ama aynı zamanda, ayrıntıları ait oldukları bağlama oturtabilen ve insan yaşamı ve deneyimine ait tarihsel kanıtları bir bütünlük içinde aktarabilen çalışmalara da gereksinim duymaktayız.
Tarihçi, sürekli değişim içinde bulunan bir değerler tarihiyle karşılaştığında özellikle zor bir durumda kalır ve bu zorluk, değerlere ilişkin terimlerin bir dilden ve bir kültürel bağlamdan bir diğerine aktarılmasını gerektiren kültürler arası bir çalışmada daha da yoğunlaşır. Bununla birlikle, hataların ve tartışmaya açık yorumların kaçınılmazlığı, bir yazarı, gerek tüm insanlık gerekse kendisi için merkezî bir önem taşıdığına inandığı bir sorunun üzerine gitmekten alıkoymamalıdır. Bilimsel bir çalışma salt bir alıştırmadan öte bir anlam taşımalıdır. Yazma süreci içinde yazarın kendisi de değişebilmeli; ve okurunun da yapıtı okuduğunda aynı değişimi geçirmesini umabilmelidir.
Büyücülük tarihi üzerine çalışmamda zaman zaman yanlış anlaşılan bir noktanın bu kitapta tamamen açıklığa kavuşmasını arzu ediyorum. Tarihsel kanıtlar hiçbir zaman gerçekten ne olup bittiğini (wie es eigentlich gewesen) bilebilmemizi sağlayacak ölçüde açık olamaz; ancak insanların neler olup bittiğine inandıklarına ilişkin kanıt göreceli olarak açıktır. Kavram —insanların ne olup bittiğine ilişkin inandıkları— gerçekte olup bitenlerden daha önemlidir, çünkü insanlar doğru olduğuna inandıkları şeylere göre hareket ederler.
Böylesine geniş kapsamlı bir çalışmada, zorunlu olarak çok sayıda meslektaşımın, öğrencimin, dostumun ve yakınlarımın yardımlarından yararlandım. Bu kişilerin tümüne tek tek teşekkür etmek isterim. Kitaptaki olası yanlışlardan hiçbiri sorumlu değildir; ayrıca bu, çalışmadaki yorumların bu kişilerin düşüncelerini yansıttığı anlamına gelmez. Katkılarından dolayı, Carl T. Berkhout, Joseph R. Blenkinsopp, Edmund Brehm, Helen E. Conrad, Frank Cook, Clara Dean, Edwin S. Gaustad, Norman Girardot, Barbara Hambly, Bernhard Kendler, Helen Logue, Donald M. Lowe, Eileen MacKrell, Leon McCrillis, Ralph McInerny, Francis J. Marcolongo, William Mathews, June O’Connor, Douglas Parrott, Johnnie Ann Ralph, Diana Russell, Jennifer Russell, Kay Scheuer ve Mark W. Wyndham’a teşekkür ederim. Ayrıca, sağladıkları malî destekler ve diğer yardımlardan dolayı da, aşağıda sözü edilen kuruluşlara duyduğum minneti burada belirtmek isterim: The Research Committee of the University of California, Riverside, The Michael P. Grace Chair of Medieval Studies at the University of Notre Dame, The Index of Christian Art, The National Endowment for the Humanities ve The Warburg Institute.
Bölüm 1’in daha erken bir versiyonu için bkz. Listening/Journal of Religion and Culture, cilt 9, no. 3 (1974), 71-83. Bölüm 2’nin daha erken bir versiyonu için bkz. Indiana Social Science Quarterly, cilt 2 (Kış 1975/76), 24-37. Sözü edilen yayınların editörlerine, söz konusu bölümlerin gözden geçirilmiş biçimleriyle bu kitapta yayımlanmasına izin verdiklerinden dolayı teşekkür ederim.
Jeffrey Burton Russell
Notre Dame, Indiana
Daha Fazla Almaz
Bir üniversite profesörü Zen hakkında bir şeyler öğrenmek için Zen ustası Nan-in'i ziyaret eder. Fakat akademisyen ustayı dinlemek yerine durmaksızın kendi fikirlerinden söz eder.
Nan-in bir süre dinledikten sonra misafirine çay ikram eder. Misafirinin fincanını ağzına kadar doldurduktan sonra doldurmaya devam eder. Çay kaptan taşar, çay tabağını doldurur, adamın pantolonuna ve yere dökülür.
"Fincan doldu, görmüyor musun?" diye haykırır profesör dayanamayarak. "Daha fazla almaz."
"Doğrudur," diye yanıtlar Nan-in sakince. "Ve tıpkı bu fincan gibi siz de kendi fikir ve görüşlerinizle dolusunuz. Kabınızı boşaltmadan, nasıl Zen öğretebilirim size?"
Kaynak: Ne #@%! Biliyoruz Ki!?
Ne Biliyoruz Ki?, William Arntz, Betsy Chasse, Mark Vicente. İnkılâp Kitabevi, 2008. 288 sf. İng.'den çeviren Murat Sağlam. Orijinal ismi: What The Bleep Do We Know?
Nan-in bir süre dinledikten sonra misafirine çay ikram eder. Misafirinin fincanını ağzına kadar doldurduktan sonra doldurmaya devam eder. Çay kaptan taşar, çay tabağını doldurur, adamın pantolonuna ve yere dökülür.
"Fincan doldu, görmüyor musun?" diye haykırır profesör dayanamayarak. "Daha fazla almaz."
"Doğrudur," diye yanıtlar Nan-in sakince. "Ve tıpkı bu fincan gibi siz de kendi fikir ve görüşlerinizle dolusunuz. Kabınızı boşaltmadan, nasıl Zen öğretebilirim size?"
~
Kaynak: Ne #@%! Biliyoruz Ki!?
Ne Biliyoruz Ki?, William Arntz, Betsy Chasse, Mark Vicente. İnkılâp Kitabevi, 2008. 288 sf. İng.'den çeviren Murat Sağlam. Orijinal ismi: What The Bleep Do We Know?
~
Kitabın ilk sayfalarından bir diğer kısım:
Saniyede İşlemden geçirdiğimiz
400 MİLYON
enformasyon biriminden yalnızca
2000
birimin bilincinde olduğumuz düşünülürse
yeni bilgiye karşı çıkarken
ne kadar bilinçliyiz?
Bilmediğimiz şeyler hakkındaki her şeyi nasıl bilebiliriz?
19 Ekim 2014 Pazar
İman, İslâm ve İhsan
Aşağıdaki metin, Frithjof Schuon'un İslâm'ın Metafizik Boyutları (İz Yayıncılık, İstanbul 1996, çeviren: Mahmut Kanık) isimli kitabının 123.-142. sayfaları arasında yer alan bölüm.
***
Kitaba dair iç kapakta yer alan bilgilendirme paragrafı:
"İslâm'ın Metafizik Boyutları, Dimensions of Islam, L'Oeil du Coeur, Forme et Substance dans les Religions, Logique et Transcendance ve Perspectives Spirituelles et Faits Humains adlı kitaplarından seçilen bölümlerin çevirisidir."
Frithjof Schuon (1907-1998)
Frithjof Schuon 9 yaşında iken (1916)
~
Hz. Muhammed Olgusu Üzerine Toplu Bakışlar
Tıpkı Hıristiyanlık gibi, İslâm da Hz. İsa’nın insanî bir babası olmadığını, Hz. İsa’nın “Allah’ın kelimesi” olduğunu ve bir Bakire’den, yani Meryem’den doğduğunu, ayrıca Hz. İsa’nın ve Meryem’in kendilerine doğum esnasında “şeytan tarafından dokunulmamışlık” biricik imtiyazına sahip olduklarını belirtir, ki bu durum Hz. Meryem’in lekesiz ve tertemiz olduğunu (Conception Immaculée) göstermektedir. Şimdi bir müslümanın bakış açısıyla bile bütün bu benzersiz imtiyazların sadece tâlî, yani ikinci dereceden bir anlamı olması ve bu imtiyazların “geçerken rastgele” ve hiçbir kararlı iz bırakmaksızın ortaya çıkması imkânsız olduğuna göre, hıristiyanlar kendi kendilerine “nasıl oluyor da müslümanlar bu yüceliği daha sonra gelen bir Peygambere imanla hiçbir çatışma olmaksızın bağdaştırabiliyorlar?” diye soracaklardır. Bunu anlamak için, –metafiziksel her delil bir yana bırakılarak– şu hususu hesaba katmak gerekir: Tam Tektanrıcılık birbirinden kesin farklı olan iki çizgi içerir: Biri İsrailî; diğeri İsmailîdir. Buna göre, –Sina dağındaki Vahiy, Tektanrıcılığın bir ikinci başlangıcı olduğundan– İsrailî çizgide Hz. İbrahim âdeta Hz. Musa tarafından yenilenirken ya da Hz. Musa onun yerine geçerken, İsmail’in oğulları için Hz. İbrahim daima ilk ve biricik peygamber olarak kalmaya devam eder. Sina dağındaki mucize Mesih’in ya da İsa’nın mucizesini çağırıyordu, şöyle ki: Belli bir bakış açısından, mozaik çizgiyi kapatan ve Kitab-ı Mukaddes’i (la Bible) görkemli bir şekilde ve kesin olarak bitiren Hz. İsa’dır. Fakat Musa’dan İsa'ya kadar, ya da Sina’dan Hz. İsa’nın göğe çıkarılışına (L'ascension) kadar uzanan bu çevrim kesinlikle bütün Tektanrıcılığı kapsamaz, şöyle ki: İsmailî çizgi ve tabiî daima İbrahimî çizgi, bu çevrimin dışında bulunuyordu ve âdeta serbest bir halde kalıyordu. Bu çizgi kendi seyrinde görkemli bir bitişi çağırıyordu; bu çizgi ne Sina dağına ait Musevî ne de Hıristiyanlığa ait İsevî bir özellik taşıyordu, fakat İbrahimî ve Muhammedî bir özellik ve bir anlamda "çöl"e ve “vaha”ya ait bir özellik arzediyordu.
Hz. İbrahim Hz. Musa’dan önce geldi. Hz. Muhammed de Hz. İsa’dan sonra gelmek zorunda kaldı. Sina’dan Hz. İsa'ya kadar uzanan bu “Mucizeli çevrim” –eğer zamansal olarak konuşacak olursak– ona paralel olan ve fakat ondan çok farklı bir özellikte olan başka bir çevrim tarafından çevrelenmiş olarak bulunur, yani bu sonuncu çevrim daha çok bizzat mahiyeti gereği mutlak ve kurtarıcı özellik olarak içermiş olduğu her şeyde ve tektanrıcı tek Hakikat tarafından belirlenmiş ve kadim sadeliğe ve “platoncu” aşkınlığa tutulmuş vaziyettedir. İbrahimîlik de (Hz. İbrahim'in getirdiği din), İslâm da temel olarak daha önce bir tarihi, bir geçmişi olmayan ve her zaman mevcut olan ve daima ebedî olan ilâhî bir Güneş tarafından kavrulan göçebelerin dinleridir. Bu Güneş’in önünde insan bir hiçtir, şöyle ki: Halife Hz. Ömer'in eski dünyanın belli bir kısmını fethetmesi ya da Hz. Peygamber'in kendi keçisinden süt sağması, hemen hemen aynı kapıya çıkar. Bu demektir ki, dindışı ve devlere özgü anlamda “insanî büyüklük” yoktur, dolayısıyla boş şöhretlerin körükleyicisi olan bir hümanizma da yoktur. Kabul edilen ve sürekli olan tek büyüklük kutsallıktır ve bu kutsallık Allah’a aittir.
Kitab-ı Mukaddes dünyasını günümüze kadar İslâm sürdürmüştür. Bir kez Avrupalılaşınca bu dünyayı artık Hıristiyanlık temsil edemezdi. İslâm olmasaydı, Katoliklik bütün Orta Doğu’yu çabucak istilâ ederdi. Bu durum, Ortodoksluğun ve öteki Doğu Kiliselerinin ve ayrıca tâ Hindistan uçlarına kadar dünyamızın Romalılaşmasının –dolayısıyla Avrupalılaşmasının– ortadan kalkması anlamına gelirdi; Kitab-ı Mukaddes dünyası ölü olurdu. Diyebiliriz ki, İslâm, yerkürenin Kitab-ı Mukaddes’e ait kısmında zamanı durdurma –dolayısıyla Avrupa’yı saf dışı etme– harika görevini üstlenmiştir. Ayrıca, Hz. İbrahim’in dünyasını, ki bu dünya aynı zamanda Hz. İsa’nın dünyasıdır da, tamamen evrenselleştirerek onu dengede tutma görevini de üstlenmiştir. Yahudilik göç etmek ve dağılmak durumunda kaldığından; Hıristiyanlık ise, Romalılaştığından, Yunanlaştığından ve Almanlaştığından, Tanrı bu tek yanlı gelişmeden “hoşnut olmadı” ve İslâm’ı gönderdi. İslâm’ı ilk Tektanrıcılığın iklimi ya da arka plânı olan çölde ortaya çıkardı. Burada bir denge ve denklik gücü vardır ki bunu zâhirî düşünce şekilleri anlayamazlar. Onların bunu anlamalarını istemek de zaten saçma olurdu.1
26 Eylül 2014 Cuma
Uzay ve Dinler
Din, Bir Son Söz Değil
Şu anda yeryüzünün çevresinde dönmekte olan uzay üssü gelecekteki diğer yüzen şehirlerden ilkidir. Üçüncü binyılda insanlık yıldızlara el attı. Hatta İngiliz astrofizikçi Stephen Hawking şöyle diyor: "İnsan ırkı ancak yıldızlara ulaştıktan ve orada yerleşilebilir dünyalar bulduktan sonra güvende olabilir." Bir zamanlar dünyanın sakinleri olanlar Mars’ta yaşayacak. İlerdeki torunlarım belki de daha uzaklara seyahat edecekler. Ve uzaydaki yolculuk insan dinini de yanına alacak: Hindular, Yahudiler, Taocular, Budistler, Müslümanlar ve Hıristiyanlar. Teknisyenlerimiz ve astrofizikçilerimiz yıldızların meydan okumalarını anladı, peki ama dinlerimiz uzaya uygun mu?
Geçen binyılın sonlarına doğru İsrail'deki Ben Gurion Üniversitesi'nde bilim adamlarıyla çeşitli dinlerin temsilcileri bir araya geldi ve dinlerin uzaya uygunluğunu tartıştılar. Toplantının sonunda yayınlanan bildiride şöyle deniyor: "Dinî liderler eğlenmiş görünüyordu." Modern astronominin ortaya koyduğu evren görüntüsünün dinleri için ne tür sorunlar çıkaracağını pek kavramamış görünüyorlar. Musa, Muhammed uzayda - bu bir şaka mıydı? Ben eğlenmiyorum, gülmüyorum da. Örneğin Mars'tan bakıldığında Mekke hangi yöndedir? Uzay şehrinde Yahudilerin yaptığı gibi et ve süt nasıl ayrılacak? İsa'nın dünyanın günahları için kendini feda etmiş olduğunu Hıristiyanlar yeryüzünde kabul ediyorlar, peki mesajlarını yaymak için Andromeda'ya da gidecekler mi? Ya da kutsal Ganj Nehri olmadan Hindular nerede yıkanacaklar? Elektronik dünyada Sept yasaklarına nasıl uyulacak? Uzak yıldızlarda yaşayacak olan gelecek nesillerimiz din derslerinde neler öğrenecek? Onlara Kudüs’teki mabedin batı duvarı, Muhammed'in Medine'deki kutsal mezarı anlatılacak mı?
Dinlere uzaydaki hayalî bir noktadan baktığımızda, sanki teologların hâlâ dünyanın olası bütün dünyaların merkezinde olduğu sanısı içinde yaşadıkları görülüyor. Oysa beş yüzyıl kadar önce Kopernik bunun böyle olmadığını söylemişti. Ve Kopernik‘ten bu yana evrene bakışımız önemli boyutlarda gelişti. Başka güneş sistemlerinde birçok yeni gezegen keşfedildi. Onlar dünyadan çok uzaklarda ana bir yıldızın çevresinde dönüyor. Bizim Güneş Sistemimiz tek değil. Muhtemelen uzaklarda yaşam potansiyeli olan gezegenler var. Ya da en azından bunlarda gelecek milyar yıllar içinde bir yaşamın doğması olası. Kısacası kozmik ölçekte yeni başlamış olan bir sürecin parçasıyız ve sonunun henüz nasıl olacağı hakkında hiçbir bilgimiz yok.
Yıldız Savaşları filmlerinin hayranları için, uzay uygarlıkları artık bilimkurgu değil. Yeni fantezi dinlerinin kahramanı olan Jedi onların kalplerinde şimdiden yerini aldı bile. Luke Skywalker ve Obi Wan Kenobi onlara kucağında İsa olan Meryem resimlerinin Hıristiyanlara yakınlığı kadar yakın.
Elektronik Jedi dini uzay zamanında bizim resmî din kurumlarımızın birkaç ışık yılı önünde.
Resmî dinler astronominin yeni bulgularına uyanamadı. Onlar "dünya" dinleri değil artık, sadece yerel meseleler. Daha fazla değil. Sadece insan denen yaratığa göre ayarlanmış, beşerî merkezci, coğrafya merkezci, üstelik de erkek egemen. Einstein'ın bulguları dünya dinlerinden hangisinde ifadesini buluyor? Yahudilerde mi? Müslümanlarda ya da Hıristiyanlarda mı?
İbrahim'in dünya ve bölge yönelimli dinlerinin uzaya uygunluk konusunda gerçekten de ciddi problemleri var. Müslümanların Mars dağları arasında namazlarını virtüel bir Mekke'ye dönerek kılmak zorunda kaldıklarını hatırlayalım. Budistlerde durum farklıdır. Budist rahipler durmadan astronomik döngüler ve uzaklıklarla ilgili hesaplamalar yapıyorlar, zaten çoktandır sonsuz sayıda evren içinde hareket etmekteydiler. Manastır dini olarak belki Budizm uzay uyumlu değildir. Ama kim biliyor? Neden günün birinde yıldızlar arasında süzülen manastırlar olmasın? En azından Japonların Amida Budizmi'nin astronomik boyutlarla bir sorunu yok. Ama Zen Budizm öyle değil: Galaksilerden birinde Buda'ya rastlarsan hemen öldür! Çünkü Buda gerçekliğin bir parçası değil, onun kendisidir. Her şey Buda doğadır: Bütün galaksileriyle, bütün canlılarıyla evrenin tamamı. Belki çok uzaklarda yaşayan başka canlılar var ve henüz susuyorlar.
Lao Tse'nin Tao Te King’ini de torunlarım uzay yolculuklarında okuyabilecekler: "İnsan dünyayı takip eder, dünya gökyüzünü, gökyüzü Tao doğayı." Ying ve Yang’ı. "Oraya bakıyorum ve hiçlik görüyorum, onu gizli olan diye adlandırıyorum. Dinliyorum ve hiçliği işitiyorum, onu suskun olan diye adlandırıyorum. Ona dokunuyorum, ama tutamıyorum, onu mevcut olmayan diye adlandırıyorum. Ama onlar bir sorunun içinde akıyorlar: Neden evren varolma çabasına girmiş? Yani dünya neden var ve neden sadece bir hiçlik değil. Tao sanatına göre ruhsal deneyim, mistik bir iç varoluş, geleceğin daha makul bir din biçimi olmaz mı?
O halde, geleceğe uyum sağlamak istiyorlarsa yeryüzü dinleri lokal vatanseverliklerini revize etmelidir, özellikle de Batı dinleri. Ama onların da önemli bir şeyi düşüncelerine katmaları gerekir: Gelişim ve evrim perspektifini, bu Doğu dinlerinin yabancı olduğu bir şeydir. İslamiyet'te, Yahudilik'te ve Hıristiyanlık'ta hedefe yönelik bir düşünce vardır. Üçü de bir hedefin gerçekleştiği bir gelişime inanmaktadır. Onlar için tarihin, kurtuluş tarihine götüren ve hedefini kozmik tamamlanmada bulan bir başlangıcı vardır. Bir önceki yüzyılın Fransız teolog ve bilim adamlarından Teilhard de Chardin bütün kozmik evreni bir kurtuluş tarihi olarak görüyor. Yaratılışın tamamlandığı “Omega Noktası”na ulaşmaya çalışan bir süreç olarak. Teilhard Musa'nın ve kavminin çölde Yahova'nın ateş sütununu takip ettiklerini hatırlatıyor. Tanrı'yı da böyle kozmik sürecin içinde sızan bir çekim gücü olarak görüyor. Tanrı’nın etkisiyle madde ilk patlamadan bu yana evreni giderek daha karmaşık olarak şekillendiriyor, ta ki günün birinde kendi başına örgütlenmeye başlayıncaya kadar: Kozmos tarihi bir öğrenme süreci olarak; içinde şimdiye dek kör olan evrimin gözlerini açmaya ve diğer oluşum süreçlerini kendisinin belirlemeye başladığı bir öğrenme süreci olarak. Her şey bu sürecin içindedir, en küçük zerrecikten şarkı söyleyen balinalara kadar, insan bilinci dahil her şey. Her şeyi aşıyor, Tanrı’nın geleceğinin çekimi içinde ileri atılıyor, onun içinde tamamlanmak için.
Tanrı, o büyük çekici, bu gelişimde yardımcı bir rol oynuyor. Augustinus'un sözleriyle söylersek: "Qui fecit te sine te, non te salvabit sine te." Seni sen olmadan yaratan seni sen olmadan tamamlamayacak!" Teilhard de Chardin bu düşünceyi sonuna kadar götürüyor: Bu kozmik evrimde eşit ve bağımsız menfaatler önceden verilmiştir. Doğa insanın erginleşmesine karşı kendi erginleşmesiyle gelmektedir.
Teilhard'ın teolojisi bu noktada bir din eleştirisine dönüşüyor, insanın üzerinde duran en yüksek varlık olarak, eski telkin edici Tanrı imajını reddediyor. Bunun yerine Teilhard dinsel deneyimi öneriyor, içinde sevgi yetisinin kendi meydan okumasını gördüğü ve kendini aşabileceği bir dinsel deneyimi. "Yukarı yerine onu oluşturmak için ileriye çeken," diyor Ernst Bloch. Sevgi kendi eşitine yöneliyor. “Şişip genişlemiyor," diye ifade ediyor Pavlus. Bağımsızlık ve eşitlik onun içinde mevcuttur, gerçek sevgi, tahtta oturan Tanrı imajının telkin etmeye çalıştığı gibi hükümdar ya da kul olmayı kaldıramaz.
Peki ama Teilhard de Chardin’in sözünü ettiği Tanrı'ya seslenmek mümkün mü? Duygumuz için, ibadetimiz için? Şükran ve övgü ve insan hayatını zorlaştıran her şey için? Elbette, diye cevap veriyor Teilhard. Gerçi Tanrı kişi olan bir varlık değildir, ama kişiden kişiye geçebilir, bizim dışımızda varolmaktadır, bütün şeylerin nihai ufku olarak: Ancak bu şekilde o kişisel olarak seslenilebilir olur. - Ve birdenbire her şey bana çok basit görünüyor. Üstelik kedimizin rüyalarında da geziniyorum ve Kitti zorlanmadan benle anlaşıyor!
Bu kitapta birçok defa ifadelerine başvurduğum filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel'den alıntılarla bitirmek istiyorum. "Farklı dinler tek ve aynı şeyin farklı görünümleridir" diyor din felsefesi derslerinden birinde. Âdem’den söz eder, evrende kendine uygun bir eş, bir yer, bir uyum isteyen Âdem’den. Hegel’de bu şöyle ifade edilir: Dinin itici gücü “doğal bir varlık olarak, benim varlığım diye de bildiğim şeye uymayan benden duyduğum acıdır."
Psikolog Sigmund Freud dini “okyanus duygusu" olarak betimliyor ve Hegel de aynı imgeyi kullanıyor: “Deniz bize bilinmeyenin, sınırsız olanın ve sonsuz olanın tahayyülünü verir, ve insan kendini bu sonsuzluk içinde hissederek, sınırlı olandan çıkma, onu aşma cesareti bulur." Çünkü, “safî, katıksız fizikçi olanlar sadece hayvanlardır, çünkü düşünmezler, buna karşın düşünen bir varlık olarak insan doğuştan metafizikçidir." Belki Hegel hayvanlara haksızlık ediyor, ama bunun dışında ona hak veriyorum: "Dine karşı kayıtsızlık, bu sığ ruhların sonucudur." Dinde insan kendinin mümkün olan en geniş mesafede üstüne çıkar ve dışarıdaki evrene kendi özlemini anlatır, "bu bedenin harabeleri ve parlayan güneş üstünden, bin kere bin dünya vücudunun üstünden ve bu kadar kere çok Güneş Sistemi’nin üstünden geçerek kendine ulaşmak için." Peki Tanrı nerede kaldı? Gizemci bir Yahudi tarikatı üyesi, bir Hasid cevap veriyor: "Tanrı onun girmesine izin verdiğimiz yerdedir." Ben onu dostane bir Nirvana diye de adlandırabilirim.
~
Dünya Dinleri kitabından, Arnulf Zitelmann. İnkılâp Kitabevi, 2003 basım. Sf 221-225.
~
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)