Aşağıdaki metin, Frithjof Schuon'un İslâm'ın Metafizik Boyutları (İz Yayıncılık, İstanbul 1996, çeviren: Mahmut Kanık) isimli kitabının 123.-142. sayfaları arasında yer alan bölüm.
***
Kitaba dair iç kapakta yer alan bilgilendirme paragrafı:
"İslâm'ın Metafizik Boyutları, Dimensions of Islam, L'Oeil du Coeur, Forme et Substance dans les Religions, Logique et Transcendance ve Perspectives Spirituelles et Faits Humains adlı kitaplarından seçilen bölümlerin çevirisidir."
Frithjof Schuon (1907-1998)
Frithjof Schuon 9 yaşında iken (1916)
~
Hz. Muhammed Olgusu Üzerine Toplu Bakışlar
Tıpkı Hıristiyanlık gibi, İslâm da Hz. İsa’nın insanî bir babası olmadığını, Hz. İsa’nın “Allah’ın kelimesi” olduğunu ve bir Bakire’den, yani Meryem’den doğduğunu, ayrıca Hz. İsa’nın ve Meryem’in kendilerine doğum esnasında “şeytan tarafından dokunulmamışlık” biricik imtiyazına sahip olduklarını belirtir, ki bu durum Hz. Meryem’in lekesiz ve tertemiz olduğunu (Conception Immaculée) göstermektedir. Şimdi bir müslümanın bakış açısıyla bile bütün bu benzersiz imtiyazların sadece tâlî, yani ikinci dereceden bir anlamı olması ve bu imtiyazların “geçerken rastgele” ve hiçbir kararlı iz bırakmaksızın ortaya çıkması imkânsız olduğuna göre, hıristiyanlar kendi kendilerine “nasıl oluyor da müslümanlar bu yüceliği daha sonra gelen bir Peygambere imanla hiçbir çatışma olmaksızın bağdaştırabiliyorlar?” diye soracaklardır. Bunu anlamak için, –metafiziksel her delil bir yana bırakılarak– şu hususu hesaba katmak gerekir: Tam Tektanrıcılık birbirinden kesin farklı olan iki çizgi içerir: Biri İsrailî; diğeri İsmailîdir. Buna göre, –Sina dağındaki Vahiy, Tektanrıcılığın bir ikinci başlangıcı olduğundan– İsrailî çizgide Hz. İbrahim âdeta Hz. Musa tarafından yenilenirken ya da Hz. Musa onun yerine geçerken, İsmail’in oğulları için Hz. İbrahim daima ilk ve biricik peygamber olarak kalmaya devam eder. Sina dağındaki mucize Mesih’in ya da İsa’nın mucizesini çağırıyordu, şöyle ki: Belli bir bakış açısından, mozaik çizgiyi kapatan ve Kitab-ı Mukaddes’i (la Bible) görkemli bir şekilde ve kesin olarak bitiren Hz. İsa’dır. Fakat Musa’dan İsa'ya kadar, ya da Sina’dan Hz. İsa’nın göğe çıkarılışına (L'ascension) kadar uzanan bu çevrim kesinlikle bütün Tektanrıcılığı kapsamaz, şöyle ki: İsmailî çizgi ve tabiî daima İbrahimî çizgi, bu çevrimin dışında bulunuyordu ve âdeta serbest bir halde kalıyordu. Bu çizgi kendi seyrinde görkemli bir bitişi çağırıyordu; bu çizgi ne Sina dağına ait Musevî ne de Hıristiyanlığa ait İsevî bir özellik taşıyordu, fakat İbrahimî ve Muhammedî bir özellik ve bir anlamda "çöl"e ve “vaha”ya ait bir özellik arzediyordu.
Hz. İbrahim Hz. Musa’dan önce geldi. Hz. Muhammed de Hz. İsa’dan sonra gelmek zorunda kaldı. Sina’dan Hz. İsa'ya kadar uzanan bu “Mucizeli çevrim” –eğer zamansal olarak konuşacak olursak– ona paralel olan ve fakat ondan çok farklı bir özellikte olan başka bir çevrim tarafından çevrelenmiş olarak bulunur, yani bu sonuncu çevrim daha çok bizzat mahiyeti gereği mutlak ve kurtarıcı özellik olarak içermiş olduğu her şeyde ve tektanrıcı tek Hakikat tarafından belirlenmiş ve kadim sadeliğe ve “platoncu” aşkınlığa tutulmuş vaziyettedir. İbrahimîlik de (Hz. İbrahim'in getirdiği din), İslâm da temel olarak daha önce bir tarihi, bir geçmişi olmayan ve her zaman mevcut olan ve daima ebedî olan ilâhî bir Güneş tarafından kavrulan göçebelerin dinleridir. Bu Güneş’in önünde insan bir hiçtir, şöyle ki: Halife Hz. Ömer'in eski dünyanın belli bir kısmını fethetmesi ya da Hz. Peygamber'in kendi keçisinden süt sağması, hemen hemen aynı kapıya çıkar. Bu demektir ki, dindışı ve devlere özgü anlamda “insanî büyüklük” yoktur, dolayısıyla boş şöhretlerin körükleyicisi olan bir hümanizma da yoktur. Kabul edilen ve sürekli olan tek büyüklük kutsallıktır ve bu kutsallık Allah’a aittir.
Kitab-ı Mukaddes dünyasını günümüze kadar İslâm sürdürmüştür. Bir kez Avrupalılaşınca bu dünyayı artık Hıristiyanlık temsil edemezdi. İslâm olmasaydı, Katoliklik bütün Orta Doğu’yu çabucak istilâ ederdi. Bu durum, Ortodoksluğun ve öteki Doğu Kiliselerinin ve ayrıca tâ Hindistan uçlarına kadar dünyamızın Romalılaşmasının –dolayısıyla Avrupalılaşmasının– ortadan kalkması anlamına gelirdi; Kitab-ı Mukaddes dünyası ölü olurdu. Diyebiliriz ki, İslâm, yerkürenin Kitab-ı Mukaddes’e ait kısmında zamanı durdurma –dolayısıyla Avrupa’yı saf dışı etme– harika görevini üstlenmiştir. Ayrıca, Hz. İbrahim’in dünyasını, ki bu dünya aynı zamanda Hz. İsa’nın dünyasıdır da, tamamen evrenselleştirerek onu dengede tutma görevini de üstlenmiştir. Yahudilik göç etmek ve dağılmak durumunda kaldığından; Hıristiyanlık ise, Romalılaştığından, Yunanlaştığından ve Almanlaştığından, Tanrı bu tek yanlı gelişmeden “hoşnut olmadı” ve İslâm’ı gönderdi. İslâm’ı ilk Tektanrıcılığın iklimi ya da arka plânı olan çölde ortaya çıkardı. Burada bir denge ve denklik gücü vardır ki bunu zâhirî düşünce şekilleri anlayamazlar. Onların bunu anlamalarını istemek de zaten saçma olurdu.1
İslâm’da sadece İslâm dininin önceki dinlerin bir tamamlanışı olduğu, ve bu bakımdan Hz. Muhammed’in “peygamberlerin mührü” (Hâtemü’l-enbiyai) ya da “peygamberliğin mührü” (Hâtemü’n-Nübüvveti) olduğu söylenmekle kalmaz, fakat aynı zamanda daha önceki peygamberlerin, İbrahim’in, Musa’nın ve İsa’nın görevlerinin de “Hz. Muhammed’in vekâletiyle” icra edildiği de söylenir. Bu şunu ifade eder: İslâm’da Hz. Muhammed sadece “Logos”a ne ise o şekliyle benzetilmekle kalmaz, –her din kendi kurucusuna aynı benzetmeyi yapar– fakat aynı zamanda İslâm’ın çerçevesi içinde öteki peygamberler de bir nevî fonksiyonlarını, yani örnek olma ve bazen de ezoterik/tasavvufî ilham fonksiyonlarını icra ederler.
İslâm dininin kendini daha önceki tektanrıcı dinlerin tamamlanışı ve sentezi olduğunu nasıl değerlendirdiğini gösterebilmek için, ilk önce İslâm’ı oluşturan iman, İslâm ve ihsan temel öğelerini hatırlatmak zorundayız. Bu terimleri, edebî olarak değil, fakat gene de uygun bir tarzda, "İman" (Foi), "Şeriat/Yasa" (Loi) ve "Tarikat/Yol" (Voie) kelimeleriyle karşılayabiliriz. "İman" tektanrıcı dinlerin ilkine, yani Hz. İbrahim’inkine tekabül eder. "Şeriat/Yasa" ikincisine, yani Musa’nınkine; “Tarikat/Yol” ise Hz. İsa ve Hz. Meryem'inkine tekabül eder. Hz. İbrahim’in dininde “Şeriat" ve “Tarikat" öğeleri “İman” öğesi tarafından âdeta emilip eritilir. Hz. Musa’nın dininde, hâkim olan öge ve dolayısıyla “İman" ve “Tarikat” öğelerini kendi içinde emip eriten öge "Şeriat/Yasa” öğesidir. Hıristiyanlık'ta, öteki iki öğeyi kendi içinde emip eriten öge “Tarikat” öğesidir. İslâm ise, bu her üç öğeyi, biri diğerinin yanında olmak üzere kendi bünyesinde, tam bir denge içinde bulundurmayı amaçlar. İşte, İslâm'ın “iman, İslâm, ve ihsan" öğretisi kesinlikle buradan kaynaklanmaktadır.
İman temel olarak iki şehadeti içerir: Biri Allah’ın tekliği; diğeri Hz. Muhammed’in peygamberlik niteliğidir. İslâm, “Şeriat", İslâm'ın beş şartını içerir: İki Şehadet kelimesi, Namaz, Oruç, Zekât ve Hac. İhsan, “Tarikat” ise, bunun merkez ya da öz dayanağı “Allah’ı zikretmektir” (Zikrullah) ki bunun şekilleri son tahlilde “Bâtın ilmi”nden (ilmü’l-bâtın) doğar. Bu demektir ki, “Tarikat”ın/“Yol"un içeriği zâhirî olarak tanımlanamaz; İhsan, zâhir bilginlerinin (ulemâüz-zâhir) alanı değil, sufîlerin alanıdır.
Zorunlu olarak bütün peygamberler tüm erdemlere sahiptir, fakat İslâm'a özgü bir görüş tarzına göre, İman’ın faziletlerini Hz. İbrahim’e; Şeriat’ın faziletlerini Hz. Musa’ya; Tarikat'ın faziletlerini de Hz. İsa’ya atfedebiliriz; bu, peygamberlere bir olumsuzluk atfetme anlamına gelmez; ayrıca, eğer İslâm, bu genel çerçeve içinde Hz. Muhammed’de bütün niteliklerin bir sentezini görüyorsa, bunu İman, İslâm, İhsan sentezinin durumu içindeki gibi görmektedir ve bu niteliklerin bariz zuhurunu vurgulamak niyetiyle öyle görmektedir. Aynı şekilde, falan erdemin ve nihayet her erdemin falan ilgi içinde falan peygambere sıfat olarak ait olduğunu da söyleyebiliriz: Böylece falan sıfatı Hz. İsa'ya atfettiğimiz zaman, bu, ihsan ilgisi içinde ele alındığı müddetçe öyledir, yoksa kuşkusuz tekelci bir tarzda ve anlayışta değil. Bu demektir ki, biz her temel erdemi ister iman bakımından, ister İslâm bakımından, ister ihsan bakımından ele alabiliriz. Erdemlerin bu üç unsurdan herhangi biriyle özellikle daha çok ilgili olması gerçeği, bu prensibi çürütmez.
Bir Arap olan Hz. Peygamber’in “yaratılmışların en şereflisi” (eşrefü’l-mahlûkâtı) olarak ve sıfatsız Logos olarak değerlendirilebilmesi ve öteki bütün ‘peygamberlerin” âdeta onunla birleşip, onunla yekvücut olması, yani bu görüş tarzı, yeryüzünden semavî feleklerin en yükseğine kadar ya da “Arş-ı Alâ”ya kadar uzanan bir kozmik sektör var olduğu gerçeği gereğince kabul edilebilir. Gerçekten de Hz. Muhammed “Arş-ı Âlâ”da Logos ile özdeşleşebilecek tek varlıktır. Ve bu, İlâhî özel bir İrade tarafından olur. İşte aynı İrade İslâm’ın gelişini, dolayısıyla söz konusu kozmik sektörün varoluşunu ilân etmiştir. Her Avatâra kendisine ayrılmış olan kozmik sektör içinde “Logos”dur.2 Falan din kurucusunda Tanrı’nın Kelimesi’nin (Le Verbe / The World) tek canlı örneğini (personnification) görmek de buna göre, buna tekabül eden ruhanî sektör içine kapanmış olarak bulunan kimseler için sadece bir perspektif, bir bakış açısı sorunu değil, fakat aynı zamanda objektif bir realite sorunudur. Ayrıca bu, ele alınan Peygamber’in başka bir din kurucusunun sahip olduğu –ya da misyonunun özelliğine ya da mesajının yapısına bağlı olarak sahip olması gerektiği– aynı avatarik yoğunluğa sahip olup olmadığını bilmek sorunundan da bağımsızdır. Çünkü Tanrı için önemli olan sözcünün sadece şahsiyeti değildir. Önemli olan sözcünün ve misyonun bütünüdür, suretler ne olursa olsun; bu bütün daima kesinlikle Tanrı’nın Kelâmıdır, dolayısıyla mutlaklık ve sonsuzluktur; bütünsel ve kurtarıcı bir hakikattir.
Yukarıda söylediklerimiz bir ilkeyi açıklamaya yarayabilir; o ilkeye göre, Tanrı sadece tektir. Bu ilke, örneğin Budizmin sayılamaz “Budalar”la açıkladığı metafiziksel bir ilkedir. Eğer biz burada bu kozmik sektörler sorunu üzerinde ısrarla durmuşsak, bunun nedeni şudur: Çünkü özü itibariyle “ortodoks” olan, yani geleneksel ilkelerle tam bir uygunluk arzeden her dinin geçerliliğini kabul eden kimseler genellikle Hakikatin bir olduğunu ileri sürmekle kendilerini sınırlandırmaktadırlar ki bu, kendi içinde yetersizdir, şu anlamda: Bu konuda zâhirî iddialar bile açıklanmamış vaziyettedir, ya da hatta saf ve basit hatalar olarak değerlendirilmektedirler. Büyük Vahiylerin (Dinlerin) temel ve kurtarıcı içerikleri göz önüne alındığında, böyle bir varsayım kabul edilemez.
Dinler “evrensel çember"in pek çok sektörünü teşkil ederler, bu sektörlerin merkezi İlâhî İlke ya da Nirvana Hakikatidir. Tanrı biriciktir; Logos’un kişileştirilmesi ancak böyle bir sektör için mümkün olabilir, bunun aksi mümkün olmaz.
***
Dışarıdan bakıldığında, İslâm’da can sıkıcı bir oransızlık gibi gözüken şey, Hz. Peygamber’in çok insanî/beşerî olan stili ile dinî mesajcılar ya da hatta basit olarak yaratıklar hiyerarşisindeki her türlü mukayesenin üstündeki mükemmellik hak iddiası arasındaki karşıtlıktır. Her dine özgü olan totalitarizm, yani tüm öğeleri kendinde toplama özelliği, sadece Hz. Muhammed'i bütün Logos'la özdeşleştirmeye İslâm’ı mecbur etmektedir; bu durumda öteki peygamberler bu aynı Logos’un ancak özel fonksiyonlarını temsil edebilmektedirler; fakat İslâm’ın Peygamberi Avatâra gibi insan üstü bir varlık olma hakkına sahip olmadığına göre, çünkü İslâm kendi tarzında yamyamlık ve devlik tehlikesinden kaçmayı amaçlar, Tanrı’nın hiçbir elçisi de öyle olma hakkına sahip değildir. Bir yandan Hz. Muhammed ancak bir “insan” olabilir; öyleyse İslâm bakış açısından bakıldığında o, insan türüne özgü olan küçüklük ve karmaşıklık kalıbı içinde tezahür etmeye mecburdur; fakat öte yandan, bariz sebepten ötürü de en tepe noktada, zirvede bulunmak zorundadır.3 İslâm’da elçinin zorunlu küçüklüğünü –çünkü yaratılmış olmak demek, küçük olmak demektir– dengeleyen şey, bütün Logos'la bâtını özdeşlik gereğince Hz. Peygamber’in yüceleştirilmesidir. İnsanî küçüklükle metafiziksel büyüklük arasındaki bir nevî boşluk buradan kaynaklanmaktadır. Avatâra’ya özgü bakış açılarından bakıldığında, bu boşluk hem insan-tanrı hem de tanrı-insan olan, İnsan-Tanrı tarafından doldurulmuş olarak bulunur.
Hz. Peygamber’in bu sadeliği ya da gönüllü küçüklüğü zaten onun samimiyetine bariz bir delildir. Hz. İsa’dan sonra gelen bir yalancı, sahtekâr kendisinin “Tanrı’nın oğlu” olduğunu ilân etmekten geri kalmazdı. Burada samimiyet öylesine gözler önündedir, çünkü Hz. Peygamber Hz. İsa'nın babasız olarak Hz. Meryem’den doğuşunu kabul ediyordu; insanî olarak ya da mantıksal olarak konuşacak olursak, bunu kabul etmekle onun hiçbir menfaati olmuyordu. Hz. Muhammed kendisinin insanüstü bir varlık olarak gözükmesi zahmetine hiçbir zaman girmedi.4 Hem sonra, Hz. Muhammed tam anlamıyla bir “zahid” olmuştur. Kuşkusuz birkaç karısı vardı, –ancak Hz. Davud ve Hz. Süleyman’ınkilerden, mukayese edilemeyecek derecede azdı; onların yüzlerce karısı vardı–, fakat dinî görüş açısından bu durumu bir yana bırakılacak olursa, o hiçbir zaman doyasıya yemek yemezdi, gecelerini hep ibadetle geçirirdi ve kesin olarak ihtiyaç duymadığı nesi varsa, hepsini başkalarına sadaka olarak verirdi. Onun siyasî tutumuna gelince, şunu hatırlamak gerekir ki İslâm’ın dış ahlâk yapısı Eski Ahit'inkiyle özdeştir: İslâm ahlâkı dış yönüyle a priori, öncelikle pratiktir, dış uygulamayla ilgilidir; zühdle ilgili değildir ya da mistik değildir; dolayısıyla her şeyden önce toplumsaldır. İslâm’ın iç ahlâk yapısı, yani erdemlerin oluşturduğu ahlâkı dış ahlâk yapısından önde gelir, fakat bir başka sektöre aittir, onunla kuşkusuz paraleldir; fakat bununla birlikte bağımsızdır. Bu ahlâk dışa doğru hareket eder, tıpkı cevherin ârazları dışandan (ab extra) değil de içeriden (ab intra) belirlediği gibi; bu ahlâk bizim bütün hareketlerimizde varmış gibi kabul edilir.
Daha ileri noktalara gitmeden önce, burada bir parantez açmamız gerekiyor; şöyle ki: Batılılar Hz. Muhammed’in doğrudan veya dolaylı bazı eylemlerinin sertliğinden, acımasızlığından dolayı onu eleştirdiklerini sanırlar. Bu eleştiriyi yaparken de ya kurbanların zorunlu olarak suçsuz olduğu önyargısından ya da bu tür muamelelere lâyık olacak bir suçlunun olmadığı hatalı görüşünden hareket ederler. Müslüman tarafından onlara şu cevap verilebilir: Bir suçluya yapılan muamele, onun fizikî ya da ruhî olarak işlediği suça uygun ve denk olan bir tepkidir. Eğer işlenen suçun gerçek olduğu kabul edilirse, bu tepkinin de gerçek ve gerekli olduğu tezi çürütülemez. Herhalde onun öyle olmadığını kanıtlamak imkânsızdır; ayrıca, bazı tarihçilerin, karşıt psikolojik verilere rağmen geçmişteki her eyleme en aşağı derecedeki motifleri atfetme eğilimi hiç kuşkusuz ne bu eylemlere bir açıklık getirmeye ne de kendi içinde problemi çözmeye yarar. Kuşkusuz hiciv şairi Ka'b (b. Eşref, ö. 625 çev. notu) ihanet sebebiyle öldürülmüştür, fakat ne Holopherne konusunda Judith farklı davranır ne de gayptan haber veren Débora zamanında, Sisara konusunda Johel farklı davranır. Her üçünün durumunda da gayr-i ahlâkî bir sebep-sonuç ilgisi tezahür eder; bu ilgi bizzat ihanetin aldatıcı mahiyeti üzerine kurulmuştur. Bu ihanet ister siyasî olsun ister ruhanî olsun ya da isterse her ikisi de birlikte olsun, fark etmez. Eğer bazı durumlarda vasıtaların gayeyi alçalttığı doğruysa, daha başka durumlarda da gayenin vasıtaları kutlu kıldığı hiç kuşkusuz bir o kadar doğrudur, çünkü her şey burada bir durumlar ve nisbetler sorunudur.5
Bunları söyledikten sonra, şimdi tekrar konumuza dönelim. "Allah'ın Elçisinde güzel örnek vardır...” diyor Kur'an; hiç kuşkusuz bu boşuna söylenmiş bir söz değildir. Dindar müslümanlarda gözlemlenebilen erdemler, buna sufilerde görülen kahramanlık biçimleri de dâhil, Sünnet tarafından Hz. Peygamber'e atfedilmektedir; o halde, İslâm'ın kurucusu en yüksek derecede bunları kendi şahsında gerçekleştirmeseydi, bu erdemlerin günümüze kadar yüzyıllarca uygulanabildiğini akıl almazdı. Aynı şekilde, bu erdemlerin başka bir yerden alınmış olmaları da mümkün değildir. Onları başka bir yerde doğrusu göremiyoruz, çünkü bu erdemlerin düzenlenişi ve stili, tanzimi ve tarzları özellikle İslâmîdir. Müslümanlar için Hz. Peygamber'in ahlâkî ve manevî değeri ne bir ham hayaldir ne de bir tahmindir; aksine bu değer yaşanmış bir gerçektir; ve nitekim, onun geçmişle ilgili olarak sahihliğini, doğruluğunu kanıtlayan şey de tam olarak budur; onu inkâr etmek demek, sebepsiz sonuçların olduğunu iddia etmek demek olur. İşte, erdemlerin bu Muhammedî özelliği zaten velilerin az çok gayr-i şahsî tutumlarını da açıklamaktadır, şöyle ki: Hz. Muhammed'in erdemlerinden başka erdemler yoktur; o halde o erdemler onu örnek alan bütün herkeste ancak tekrar edilebilirler; işte, ancak bu erdemlerle Hz. Peygamber ümmeti içinde ebediyyen yaşar gider.
Müslümanın büyüklük konusunda, bu özel olgunun dışında hiçbir şey görmemesi her dinî zihniyete özgü olan nesnelliğin doğal bir sonucudur. Ayrıca, burada şunu eklemek de gereksiz bir tekrar olacaktır: Başka büyüklük biçimleriyle ilgili olarak üzücü ve can sıkıcı bütün yanlış anlamalara rağmen, müslüman (müslim) zâhiren bilmediği ve tanımadığı şeyleri bâtınen ve nitelik olarak gerçekleştiren bir tutumla "kendi hayal eksikliği"ni dengeler, ya da dengelemelidir. İşte, "Hz. Peygamber sevgisi”nin ya da dünyevî İlâhî Zuhur olarak Logos’un sevgisi buradadır, şöyle ki: İnsanın Tanrı tarafından sevilebilmesi için insanî Logos’u sevmesi gerekir. Hz. Peygamber'i sevmek demek, pratik olarak, Sünnet örneği içinde bütünleşmek demektir; ayrıca, Tanrı’nın huzurunda da, ancak O’nun tarafından kabul edilen ve O’nun hoşuna giden fıtrat giysisini giymek demektir.
***
Avatâra hem ilâhî insandır hem de insanî Tanrıdır; genel olarak İslâm bu görünümlerin birincisini; Hıristiyanlık ise, ikincisini yeğler. “İlâhî İnsan” burada şunu ifade eder: Mükemmel, fıtrata uygun ve ilk şekle uygun insan. Yaratıcının asla bozulmamış sureti, fakat daima O’nun sureti, asla O’nun uluhiyyeti değil. “İnsanî Tanrı” ise şunu ifade eder: İnsanî bir şekli canlandıran nefsi (l'âme) kendi içinde eritecek derecede ve nefsi (l’âme) ve Ruhu (l’Esprit) tek bir öz yapacak derecede olan İlâhî Ruh. Gördük ki, Batılı için İslâm'a yaklaşımda en büyük engellerden biri Hz. Peygamber'in velâyeti ve kutsallığı meselesidir. Burada esas olarak zorluk şu gerçek içinde yatmaktadır: Hıristiyanlığın bakış açısı bu meseleyi İslâm’ın bakış açısından çok farklı bir şekilde ele almaktadır. Burada söz konusu edilen farkı belirlemenin en iyi yolu belki de aşağıdaki imajlara başvurmaktır: Bir kutsallık vardır ki öncelikle biçimsel mükemmellikten kaynaklanır, en azından her zamanki alışılan zuhuru konusunda. Veli en mükemmel şekle sahiptir, tıpkı kürenin en mükemmel şekil oluşu gibi ya da tıpkı düzenli geometrik şekillerin asimetrik şekillerle ya da hatta dağınık, karmakarışık ve dolayısıyla keyfî olarak, rastgele çizilen şekillerle mukayese edildiklerinde mükemmel oluşları gibi. Fakat veliliğin, velâyetin/kutsallığın bir başka zuhur biçimi vardır ki bu biçim, şekil mükemlliğine değil, fakat özün, cevherin soyluluğuna tekabül eder. Nasıl ki kürenin ve kübün mükemmel şekiller olduğunu söyleyebiliyorsak, onların özleri, cevherleri ne olursa olsun, aynı şekilde şimdi altın ve elmasın da, şekilleri ne olursa olsun, soylu özleri olduğunu söyleyebiliriz.
Bir İsa durumunda ya da bir Buda durumunda, onların velâyetinin (kutsallığının), onların şekillerinin mükemmelliğiyle dış görünüş itibariyle kanıtlandığı söylenecektir; dolayısıyla onlar gibi dış görünüş mükemmelliğini gerçekleştiremeyen biri veli değildir. Buna karşılık, bir Krişna'nın durumunda, Hz. İbrahim’in durumunda ya da Hz. Muhammed'in durumunda şöyle denilecektir: Onların yaptığı her şey kıymetliydi ya da velâyetle doluydu. Bu, onların dış şekilleri nedeniyle değil, fakat sahip oldukları öz nedeniyle öyleydi, çünkü eylemi meşru kılan ve soylu kılan ve o eylemi olumlu bir gösterge haline getiren, ayrıca onu bir kutsallık faktörü kılan şey (şekil değil) özdür.
Hıristiyan, "kim semavî bir tabiata sahipse, hareket tarzlarıyla da onu kanıtlar” diyecektir. Müslüman ise, daha ziyade, "semavî bir tabiata sahip olan kimsenin eylemleri de ancak semavî bir niteliğe sahip olabilir” diyecektir. Kuşkusuz özü itibariyle velâyet, iç görünüş itibariyle kusurlu eylemleri ortadan kaldırır, fakat belirsiz görünüşlü birtakım eylemleri ortadan kaldırmaz; özü itibariyle velâyet olmaksızın şekli itibariyle velâyet imkânsızdır; fakat velâyet olmaksızın aşağı yukarı mükemmel bir şekil --dolayısıyla münafıklık-- mümkün bir şeydir, gerçi buradaki zafer çok çabuk çözülen, en zayıf zaferlerden birisidir. Krişna çobanlarla oynayabilir, fakat daima Krişna olarak kalır ve onun oyunları kurtarıcı Sonsuz Varlıktan bir şeyler iletir; bunun tam tersi bir şekilde Hz. İsa’yı eleştiren, kınayan Ferisîler5a şekilsel olarak sahih dine (orthodoxie) kılı kırk yararcasına boşuna tâbi olmaktadırlar; onlar yine birer aziz değildirler, hattâ tam tersidirler.
Hıristiyanlık’ta azizlerin çoğu birer keşiş değillerse bile, dindar kimselerdir, fakat aynı zamanda krallar ve savaşçılar da vardır? İslâm’da ise, velilerin çoğu -aslen- savaşçıdır ya da en azından eylem adamıdır, fakat belli bir çağdan itibaren, sufilerin çoğu dünyadan el etek çektiler, sadece icabı halinde vaaz etmek için insanların huzuruna çıktılar. Bizzat Hz. Peygamber'le ilgili olarak, –İslâm’ın kendine özgü bakış açısını hesaba katarak söyleyecek olursak– şöyle bir izlenim ediniriz: Allah Resulün sadece bir insan olduğunu ve insanın kaderinin mümkün ve önceden kestirilemez bir şey olduğunu göstermek için ve ayrıca Resulün yeryüzünden öte dünyaya göçtükten sonra ilâhlaştırılmasını önlemek için, Allah onun hayatına görünüş itibariyle beklenmedik unsurlar sokmuştur. İşte tam olarak eşyanın bu görünümüdür ki İslâm’ı özü itibariyle velâyet konusu üzerinde ısrar etmeye sevketmiştir. Ayrıca bu dünyanın ârazları ve değişimleri içine angaje olmuş bir “hareket tarzı”nın arkasında kendi kendine kararlı bir kriter sahibi olmadığından bir “varlığı” bu hareket tarzından bağımsız olarak görme konusunda ısrar etmiştir. Bu “varlık” ya da bu “velâyet” onun eğilimleriyle ve etrafa yaydığı manevî/ruhanî kokuyla onun zuhur ediş şekillerinde, onun bu durumlarına tanık olanlar için açığa çıkar.6 Müslüman bir yandan, Mesajın Mutlak Hakikat oluşundan Elçinin küllî velâyeti sonucuna varır; oysaki hıristiyan bunun tam tersini yapar; öte yandan, Hz. Peygamber'i tanımış olan ve onun hiçbir şeyle mukayese edilemez oluşuna tanık olan kimselerin anlattıkları şeyler üzerine dayanır.
***
Peygamberliğin metafiziksel temeli hakkında bazı değerlendirmeler burada gerekli olmaktadır. İnsan belli bir derecede “İlâhî Kişi”nin yardımı –ve “lütfu”– olmaksızın “Kendi”yi (le Soi / the Self) tanıyamaz. Aynı şekilde, “Zâhir olan Tanrı”nın, yani kozmik özün içindeki İlâhî yansının yardımı ve lütfu olmaksızın “İlâhî Kişi”ye yaklaşamaz: “Benim vasıtamla olmazsa, hiç kimse Baba’ya ulaşamaz” dedi İsa. Hz. Peygamber’in bir hadisi de bize “Hiç kimse daha önceden Peygamberle karşılaşmaksızın Allah'la karşılaşmayacaktır” kuralını öğretmektedir.
Gerçekten de, iniş yönünde üç tecelli ya da uknum vardır: Birincisi, Varlık-Üstü Varlık ya da Kendi; Mutlak Hakikat, Atmâ; İkincisi, Varlık ya da Rab, Yaratan, Vahyeden ve Yargılayan; üçüncüsü, Zuhur etmiş olan İlâhî Ruh; bunun üç kipliği vardır: Evrensel/küllî ya da melekî Akıl; insan dilinde vahyeden İnsan-Logos; ve bizdeki Akıldır ki bu “ne yaratılmıştır ne de yaratılmamıştır” ve bu Akıl insan türüne, öteki yaratıklar karşısında, insanın merkezî, mihverî ve “ruhanî” ve neredeyse ilâhî rütbesini verir.
“Hz. Peygamberce salâvat getirme”nin büyük ve sonsuz önemini, “Zâhir olan ya da zuhur etmiş olan Tanrı’nın” bu sırrı, İslâm’ın bakış açısı gibi, son derece birlikçi ve aşkınlıkçı –içkinlikçi değil– bir bakış açısı içinde açıklar. Eğer Peygamber'in (Elçinin) bir anlamda “ilâhî” bir özelliği olmasaydı, Hz. Peygamber'e getirilen salâvatın bir anlamı kalmazdı. Hz. Peygamber'in şahsı hakkındaki geleneksel haberler, onun bir yandan kuşkusuz insanî tabiatını, fakat öte yandan onun kuşkusuz Zuhur etmiş Logos’un insanüstü tabiatını anlama imkânı vermektedir.
Müslümanlık açısından ezoterik olan bu öğretiyi daha iyi anlatabilmek için, aşağıdaki tasviri sunacağız: Güneş bir gölde yansıdığı zaman, ilk önce güneş, ikinci olarak ışık; üçüncü olarak da yansı farkedilir. Öyleyse sadece yansımayı gören bir kimsenin –güneş herhangi bir engel nedeniyle gözünden gizlenmiş olmasıyla– orada sadece suyu mu gördüğü yoksa tam aksine gerçekten orada güneşten bir şeyler mi gördüğü konusu üzerinde uzun uzadıya tartışılabilir. Şurası hiç kuşku götürmez bir gerçektir ki, güneş olmasa su görülmezdi bile; ve herhalde su, üzerinde hiçbir yansıyı yansıtamazdı. Öyleyse şu inkâr edilemez bir gerçektir ki, güneşin yansımış olan suretini gören bir kimse, orada “belli bir tarzda” bizzat güneşi görür, tıpkı Hz. Muhammed’in şu hadisinde buyurduğu gibi: “Kim beni görmüşse, kuşkusuz Hakkı görmüştür.”
Kuşkusuz İslâm her tür Avatâracılığa yabancıdır. Bununla birlikte, Vahyi tebliğ eden Hz. Peygamber'in peygamberlik sıfatına biricik erdem atfetmemezlik yapmaz, çünkü Logos’un her zuhurunun yeterli sebebi, Logos’un tek zuhuru gibi zuhur etmektir, ya da Logos’un en bol ya da ilk ya da son zuhuru gibi ya da Logos’un aslı ve bu tarzda devam edip giden, Logos’un farklı, değişik zuhurları gibi zuhur etmektir. Allah’ın isimlerinden hiçbiri O'ndan başkası değildir, fakat her isim Allah’tır. Allah’ın her ismi daha açığa çıkar çıkmaz ya da o isim zikredilir zikredilmez hemen merkez olur, çünkü o isimde açığa çıkan, zuhur eden Allah’tır; ve yine çünkü o isimde zikredilen Allah’tır. Bu, değişmesi gerekenleri değiştirerek söylersek, (mutatis mutantis) başka durumlara da uygulanır. Ayrıca, Budizme ait terimlerle konuşacak olursak, zaman ve mekân içine farklı bir şekilde yansıtılmış olan, dünyevî olduğu kadar semavî de olan7 ve her zaman Aynı Logos olan Adi-Buda’ya da uygulanır.
Büyük tecellilerden söz ederken –Varlık-Üstü Varlık, Varlık, ve Varoluşun İlâhî Merkezi ya da Kendi, Rab ve Logos-Akıl– aynı şekilde, Logos’a bağlayarak İnsanî Aklı da zikrettik; bu akıl “ne yaratılmıştır ne de yaratılmamıştır”. Böylece eğer biz istersek, bir dördüncü tecelliyi de fark edebiliriz ki, bu da mikro kozmos içinde yansıyan Logostur. Bu da aynı İlâhî Logostur, fakat “zâhirde” değil de “bâtında” zuhur eden İlâhî Logostur. “Benim vasıtamla olmazsa, hiç kimse Baba’ya ulaşamaz” bu hakikat ya da bu prensip aynı şekilde bizdeki Saf Akla da uygulanabilir, şöyle ki: Hikmet plânında –ve ancak bu plânda akıldan (Intellect) ve kesin ihtiyat kaydı koymaksızın mâneviyattan/taakkuldan (Intellectualité) söz edebiliriz– nefsin (l’âme) bütün güçlerini saf Ruha (L’Esprit pur) tâbi kılmak çok önemlidir. Bu saf Ruh, Vahyin temel dogmasıyla ve hatta bu nedenle Ebedî Hikmetle (Sophia Perennis) özdeşleşir, fakat şekilsiz ve ontolojik bir tarzda özdeşleşir.8
İslâm genellikle Hz. Peygamber'in fakirliği üzerinde ısrarla durur; fakirlik serbestçe razı olmak ve dindarca uygulamak koşuluyla bazen erdemlerin özü olarak gözükür; Hiç mübalağa yapmadan diyebiliriz ki, İslâm’ın temel çizgilerinden biri de, İslâm’ın fakirlik yoludur; bu yol Sünnet’ten tutun da sanata kadar uzanır; örneğin, camilerin görkemi yoksulluk izi taşıyan bir zenginliktir. Onların parıltısı sakin bir tekdüzelikle sükûn bulmuş bir halde bulunur; hattâ bu durum Türk ve İran sanatında da böyledir. Oysa zenginlik Arapların sanatında olduğundan daha çok Türklerin ve İranlıların sanatında görülür, şeklinde bir suçlama da vardır.9 İşte, Kur'an bu dengenin paradigmasıdır: Kur'an-ı Kerim’i tilavet etmek, bu kutsal yoksulluğu içmek demektir; kendinden geçip sarhoş olma unsuru vardır, ama bu, sade bir sarhoşluktur ve çölün şiirine benzer farklı bir sarhoşluktur.10 Çoğu kez bazı sûreler ve bazı bölümler istisna edilerek Kuran’ın stilinin kuruluğu ortaya konulur, fakat bunu yapanlar, bu stilin yiğit gücünü anlayamazlar. Arapça’da Allah’tan söz etmek demek, O’ndan bir güçle söz etmek demektir. Gerçekten, Kuran’ın stilinin orta düzey kuruluğu, devlere özgü ve tehlikeli bir şekilde Yaratıcı bir bireyciliğin ortaya çıkışını önceden haber verir. Bu kuruluk, dindar yoksulluk ve kutsal çocukluk içinde kök salan bir insan tipi yaratmıştır.
Arap ruhu yoksulluktan meydana gelir; ve hararet, cesaret, sağlamlık ve cömertlik gibi nitelikler, işte bu temelden kopup ortaya çıkarlar. Her şey yoksulluktan doğar; yoksulluk içinde açılır ve yine onda yok olur. Arap belâgatının orijinalitesi, ister yiğitlikle ister ahlâkla ilgili olsun, onun yoksul özelliğindedir; onun söz uzatıcılığı çölün uçuz bucaksız uzayıp gitmesiyle aynıdır.
İslâm’ın sürüp giden yoksulluğunda evrensel bir mesaj vardır ki, aynısı İncil’de (L’Evangile) görülür, fakat daha az ısrarlı bir tekdüzelikle. Burada insana şunu hatırlatmak söz konusudur: Huzurun ölçüsü, rahatlığın kuralı azamî konfor değil, asgarî konfordur. Ayrıca bu bağlamda başlıca temel erdemler rıza ve şükürdür. Fakat eğer bizim bütün varlığımızı saran bir hakikatin ifadesi olmasaydı, bu mesaj çok önemsiz bir şey olurdu. Bu mesajı İncil (l’Evangile) şu ifadelerle açıklamaktadır: “Ruhda yoksul olanlara ne mutlu, çünkü göklerin saltanatı onlara ait olacaktır.” İslâm’a göre ruhanî yoksulluğun Kur'anî temeli ise şu ayettedir: “Ey insanlar! Siz Allah’ın karşısında fakirlersiniz; Allah ise, O, Zengindir; bütün hamdler O’nadır.” (Kur'an, Fatır, 35/15). “Fakirler”, kendi kendilerine hiçbir şeye sahip olmadıklarını ve her şeye bir başkası tarafından ihtiyaç duyduklarını bilen kimselerdir. “Zengin” ise, kendi kendine yeten ve kendi özüyle yaşayandır.11 İlâhî İradeye boyun eğiş olarak, İslâm bir yoksulluktur (fakr); fakat bu yoksulluk kendi içinde bir gaye değildir ve kendi olumlu bütünlüğünde bütün varlık sebebine sahiptir, öyle ki mükemmel yoksulluk zenginlik üzerine açılır, ki biz onu bizzat kendimizde taşıyoruz, çünkü Aşkın Varlık aynı şekilde İçkin Varlıktır. Aşkınlık için ölmek demek, içkinliğe doğmak demektir.
~ ~
1. Bu satırları okumuş olan Titus Burckardt Hz. İbrahim-Hz. Muhammed çevrimi konusunda aşağıdaki düşüncelerini bize iletti: "Arap dilinin, yaşayan Sâmî dillerinin en eskisi olması oldukça anlamlıdır: Arapça ses bilgisi, yakın bir sesle, en eski Sâmî dillerince belirtilen bütün sesleri muhafaza etmektedir. Ayrıca, Arapça’nın kelime bilgisi, aşağı yukarı Hz. İbrahim’le çağdaş olan meşhur Hammurabi kanununda da bulunmaktadır." –– "Gerçekten, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail tarafından inşa edilmiş olan Kâbe ile birlikte Mekke unutulmuş kutsal bir şehirdir, yani hem Hz. İsmail’in peygamberlik işlevini tanımayan Yahudilik tarafından unutulmuştur hem de aynı bu görüşü Yahudilikten miras alan Hıristiyanlık tarafından unutulmuştur. Kudüs Tapınağı Hz. İsa için ne ise, –en azından belli bir anlamda–, Hz. Peygamber için de aynı şey demek olan Mekke’deki Mescid-i Haram âdeta “kurucuları tarafından atılmış bir taş’ gibidir ve açı taşı olmuştur. Hz. İsmail’e ait olan bu mabedin unutuluşu ve aynı zamanda Hz. İbrahim-Hz. İsmail-Hz. Muhammed çizgisinin de unutuluşu –çünkü Hz. Peygamber Hz. İsmail’in soyundan gelmektedir– bu ikili faktör İlâhî ekonominin umulmadık, beklenmedik şeyle geometriyi nasıl birleştirmek istediğini bize açıkça göstermektedir. Kabe’nin Hz. İbrahim tarafından ilk defa bina edilişinde geçmişe ait İslâmî bir unsur görenlerin fikri ve eski Arapların hem olağanüstü hem de çok titizce tutulan bir şecere (soy kütüğü) bilgisine sahip olduklarını tamamen gözden ırak tutanların fikri burada hiçbir önemi haiz değildir, nitekim göçebelerin ya da yarı göçebelerin çoğu şecerelerini tutarlar.” metne dönüş ↩
2. İslâm’a göre, Hz. Peygamber’in Miraç Gecesi yaptığı Gece Yolculuğu bu sektörün yansıtılmasına ya da yerleştirilmesine tekabül eder. metne dönüş ↩
3. Hulül düşüncesini (l’incarnationnisme), yani Tanrı’nın bazı eşyaya ya da bazı kişilere girmesi inancını çürütme gayretine kendini kaptıran Gazzâlî, Hz. Musa’nın âsâsını ejderha şekline dönüştürmesinin Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesinden daha büyük bir mucize-olduğunu kabul etmekte tereddüt göstermemiştir. Bu açık bir yanlıştır, çünkü Allah’ın emriyle âsâsını atmak ve sonra yılanın önünden kaçmak, bu bir mucize göstermek değildir; kuşkusuz bu mucize büyük bir mucizedir, fakat burada Hz. Musa’nın öyle pek önemli bir rolü yoktur. metne dönüş ↩
4. Hz. Peygamber samimiyet içinde ve peygamberlik görevinin dışında, Krişna’yı ve bize daha yakın ve daha mütevazı bir planda, Dakshineswar Paramahamsa’sını düşündüren âdeta neşeli, sevimli bir sadeliğe sahipti. metne dönüş ↩
5. Burada aydınlatılması gereken çok özel bir husus daha var, şöyle ki: Ka’b olayı, Shiméi olayına karışan kimsenin durumuna benzer bir görünüm arzetmektedir. Shiméi üstü kapalı bir tarzda Davud’u, –ve dolayısıyla Kral Peygamber Sülâlesini– lânetlemişti. Davud bu hakareti Allah tarafından kendisine verilen bir ceza olarak kabul etmişti. Daha sonra, yeniden kuvvetlenince, aynı şekilde Schiméi’nin özür dilemelerini de kabul etmiştir ve hayatına dokunmamaya yemin etmiştir; fakat ölmeden önce kendisine hakaret eden bu kişiyi öldürmesini oğlu Süleyman’a emretmiştir, –çünkü verdiği yemin sadece Davud’u bağlamaktaydı,– ve bunu da, Shiméi’nin bağıra bağıra söyleyip durduğu her zaman etkili olan lânetini, bedduasını Süleyman’dan uzak tutmak için emretmişti, çünkü onun yaptığı büyü, ancak büyüyü yapan aleyhine dönerek etkisiz hale gelebilirdi. İncil’de anlatılan bu öykünün devamı şunu da ilave etmemizi zorunlu kılıyor: Süleyman babasının görünüşte çelişkili olan bu isteklerini, son hükmü suçlunun belli bir davranışına bağlı kılan bir nevî, Orta Çağ'da uygulanan kaynar suya el batırma ya da kızgın bir demiri tutturma gibi bir tutumla (ordalie) yerine getirdi. Tanrı’nın hükmünü tamamen zahir kılarak suçlu böylece kendi kaderinin sorumluluğunu üstlendi. metne dönüş ↩
5a. Zâhiren mutaassıp ve sofu görünen Benî İsrail’den bir gürûhun tarikatına mensup âzadan her biri. Hz. İsa döneminde bunların sayıları altı bin kadardı. (Çev. Notu) metne dönüş ↩
6. Japon Budizminde, meşhur “çay merasimi", bu bâtınlaştırıcı zâhirleştirmenin ya da “Boşluğun bu zuhurunun" merasimle ilgili tipik bir örneğidir; ki bunlar, içleri Tanrıyla dolmuş sade insanların yaptıkları eylemlerdir. “Çay merasimi" büyük bir merasimdir. Büyük oluşu ahlâki bir yücelik gereğince değil, fakat öncelikle yumuşak bir eylem içinde gözüken bir “varlık” ya da bir ârif tarafından yapılmasındandır. Böylece o ârif, “varlık"ın derinliğiyle eylemin mütevazılığı arasında bulunan çelişkiyi değerlendirir. Buna dair bir başka nitelikteki bir örnek de Abdülkâdir Geylânî’nin hayatından bize sunulmaktadır, şöyle ki: Bu büyük veli bir gün bir kedi hikâyesi anlatır. Bu büyük velinin anlattığı hikâyeyi parlak bir vaaz olarak can sıkıntısıyla orada dinleyen cemaatın hepsi manevî bir heyecan duyarak ağlamaya başlarlar. metne dönüş ↩
7. Cennetler fizikî ve dünyevî anlamdaki mekânın ve zamanın ötesindedir, fakat bununla birlikte benzer durumları da içerirler, bunun basit nedeni şudur, çünkü bütün kozmos bir yandan bir değişmezlik ve eşzamanlılık durumu, diğer yandan da bir değişim ya da art arda geliş durumu gerektirir; açılımsız ve ritimsiz kozmos olmaz. metne dönüş ↩
8. Eskiler hikmet ve mutluluğu hem insanî hem de kozmik “akıl”a (raison) boyun eğmekte görürlerken, doğrudan ya da dolaylı olarak, bilinçli ya da bilinçsiz olarak tek Akla (Intellect) baş vuruyorlardı. Kesin olarak bunun kanıtı şudur ki, onlar aklı (raison) evrensel Tabiata bağlıyorlardı. Çokları nezdinde yapılan yanlış, Tanrı’yı tabiata indirgedikten sonra, bu Tabiatı pratik olarak insanî akla indirgemekti. İşte bu iki indirgeme olayı Yunan-Roma (Greco-Romaine) putperestliğinin (paganisme) ya da Platoncu değil de putperest olarak Yunan-Roma düşüncesinin tanımıdır. Yeri gelmişken burada şunu da ekleyebiliriz: Sadece İnsan-Logos, yani Allah’ın Kelimesi ya da Vahiy aklı değerlendirebilir ya da “diriltir” ve sadece Mutlak Hakikat kavramı ve onun aşkınlığı Tabiata bir anlam verir. metne dönüş ↩
9. Bazen İslâm sanatının Arap özelliği ve onun güçlü orijinalitesi, alıntılardan meydana geldiği bahanesiyle inkâr edilir; Bunun kabul edilebileceği çok nisbî bir ölçüde, bu husus yine de mesele değildir. Öyleyse, bir yandan, İslâm sanatı –hatta İran, Türk ya da Hint sanatı– derinden derine Arap sanatı özelliği taşır, çünkü bu sanatı belirleyen de yine İslâm'dır. Diğer yandan, bu sanat son derece orijinaldir ve zaten orijinal olmaması da mümkün değildir, çünkü bu sanat modelleri ne olursa olsun, tamamen bâtınî (intrinsèque) bir sahih geleneğe uygunluktan (orthodoxie) ve dolayısıyla semavî bir ilhamdan kaynaklanmaktadır. metne dönüş ↩
10. İslâmî bir geleneğe göre, Hz. Âdem’in ruhu balçıktan yapılmış cesedine girmeyi önce reddetti ve ancak semavî bir musiki onu oraya sevkedince oraya girmeye karar verdi; öyleyse, bu musiki Kur’an’da Yâ Sîn sûresi şeklinde yeniden ortaya konulmuş bir halde bulunmaktadır. metne dönüş ↩
11. Kur’an, Fatır, 35/15. Burada geçen “Zengin” kelimesi “Bağımsız” (Ganiyyün), yani hiçbir şeye, hiçbir kimseye muhtaç değildir anlamındadır, çünkü O her şeyin kaynağıdır ve her şeyi Kendinde ihtiva eder. İşte bu nedenle de O aynı zamanda “Övülmüş”tür (Hamidün). metne dönüş ↩
~ ~ ~
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder