Loading

1 Kasım 2014 Cumartesi

Aşkın Deneyimler

Dinler, Değerler, Doruk Deneyimler
Abraham Harold Maslow
Kuraldışı Yayınları, 1996 İstanbul, çeviren H. Koray Sönmez
Bölüm 3, sf 41-50

~

"İLAHÎ" DENEYİMLER YA DA AŞKIN BİLİNÇ DENEYİMLERİ

Bütün büyük dinlerin (Konfüçyizm bir din olarak görülmese bile) başlangıcında, özünde, aslında ve evrensel merkezinde, duyarlılığı yoğun olan bir peygamberin ya da gören bir kişinin kendisine özgü, yalnız ve kişisel aydınlanması, vecd ya da içe doğuş (revelation) deneyimleri vardır. Büyük dinler, açığa çıkarılmış olan kendi gerçekliklerinin, işlevlerinin ve peygamberlerinin yaşamış olduğu bu orijinal mistik deneyimin insanlığa ulaştırılmasında kendilerini tek sözcü olarak görürler ve bunu sürekli kılmak için çalışırlar.

Ama son zamanlarda konuyla ilgili birçok psikoloğun araştırma yaptığı, bu içe doğuş ve mistik aydınlanma olaylarının "doruk deneyimler"1 başlığı altında ele alınabileceği görülmeye başlandı. Yani, kesin bir biçimde söyleyebiliriz ki, doğaüstü diye bilinen tüm içe doğuş olayları ve benzerleri, aslında tamamen ve kesin bir biçimde doğal, güncel ve yaşamın içinde varolan, insana ait doruk deneyimlerdir ve şimdiye kadar kavramsal, kültürel ve dilbilimsel çalışmalar olarak değerlendirilmiş olmalarına karşın artık incelenebilmektedirler.

Kısaca, bugün geçmişte olmuş ve ancak doğaüstücü yollarla açıklanabilmiş olaylar üzerinde çalışmalar yapabiliriz. Böylelikle, dini de bütün yönleri ve anlamları ile inceleyebilir, bilimin sınırlarının dışında bırakmak yerine onun bir parçası durumuna getirebiliriz.

Bu tür bir çalışma, bizi daha akla yakın bir hipoteze götürüyor; tüm mistik veya doruk deneyimler aynıdır ve her zaman için de böyle olmuştur. Bütün dinler de özünde aynıdır ve bu her zaman da böyle olmuştur. Bu nedenle, ortak bulundukları noktalarda birleştirilmeye ve bu doğrultuda öğretilmeleri gereği fikrinde birleşilmelidir. Demek ki, doruk deneyimler olarak tanımladıklarımızın öğretmeye çalıştıkları da ortaktır. (Bu aydınlanmalarla ilgili herhangi değişik bir veri, uzay ve zamanda meydana gelen değişik konumlanmalar olarak ele alınmalı ve böylece genişletilebilir, sınırlandırılabilir olarak kabul edilmelidir. İşte bu ortak şey, bütün lokalizmlerden arındırıldığında geriye kalan, bazı dillerin ve felsefelerin ayrı ve köktenbilimci tanımlamalarından ve birçok etmenden arındırılmış "ilahî (core-religious) deneyimler" ya da "aşkın bilinç (transcendent) deneyimleri"dir.

Bunu daha iyi anlayabilmek için genel olarak peygamberleri, örgütleyici ve yasa koyuculardan ayrı "soyutlanmış" bir tip olarak incelemek zorundayız. (Burada bu "soyut" tipin, karikatürize edilebileceğini tahmin edebiliyorum, ancak bu burada ele aldığımız sorun ile ilgili düşünebilmemize yardıma olacaktır)2.

Peygamberin karakter özelliği, kendi kişisel deneyimleri aracılığı ile dünya, evren, ahlak ve Tanrı hakkında kendi gerçeğini, kendi içsel kimliğini bulmuş ve tüm bunları içe doğuş olarak değerlendirmiş yalnız bir adam olmasıdır. Genellikle, belki de her zaman büyük dinlerin peygamberleri bu deneyimleri tek başlarına oldukları bir zamanda yaşamışlardır.

Özellik olarak yasa koyucu bu soyut tip, kiliseye ait, koruyucu bir örgüt adamı, örgütün yöneticisi, başkanı ve bu içe doğuş olayını temel alarak biçimlendirdiği örgüte bağlı bir kimse olarak karşımıza çıkar. Örgütlerle ilgili tüm deneyimlerimizden ve bildiklerimizden yola çıkarak, insan topluluklarını böyle bir örgüte, (peygamberin kendisine ve görüntüsüne olduğu gibi) ya da en azından peygamberin görüntüsüne sahip örgütün söylemine kolaylıkla bağlanacağını biliyoruz. Daha da ileriye giderek, (sadece dinî örgütleri değil, buna benzer gelişim gösteren bütün devrimci örgütleri kastediyorum, örneğin komünist parti) bu örgütlerin, orijinal içe doğuş olaylarının, mistik deneyimlerin veya doruk deneyimlerin grup kullanımını kolaylaştırmak ve idarî uygulamalar yapabilmek için ortaya çıkarılmış birer izin kartı ya da IBM uyarlamaları olduğunu söyleyebilirim.

Burada, bize yardıma olması adına, henüz yeni olan ve dorukçu olmayan kişiler üzerinde yapılmış bir pilot araştırmadan bahsetmek istiyorum. Gene Nameche ile birlikte yaptığım ilk araştırmalarda bu "dorukçu olmayan" deyimini kullandım çünkü doruk deneyimleri bazı kişilerin yaşadığını, diğerlerinin ise yaşamadıklarını düşünüyordum. Ama bilgi topladıkça ve soru sormakta daha da ustalaştıkça, doruk deneyimlerle ilgili bilgi veren dorukçuların oranının gittikçe arttığını gördüm (Ek F'ye, heyecan veren duygusal iletişimler için bakabilirsiniz). Sonuç olarak, herkesin doruk deneyimler yaşayabileceğini düşünmeye ve böyle bir deneyim yaşamamış birisi karşıma çıkarsa ve yaşamadığına dair bir bilgi verirse daha fazla şaşıracağımı düşünmeye başladım. Sonuçta dorukçu olmayan deyimini, bu deneyimi yaşamamış kişiler için değil, bu deneyimlerden korkan, onları bastıran, reddeden, onlara sırt çeviren ve "unutan" kişiler için kullanmaya başladım. Doruk deneyimlere karşı olumsuz tepkiler veren kişilere yönelik başlangıçtaki çalışmam sonraları neden bazı kişilerin böylesi deneyimleri reddettiklerine ilişkin izlenimler elde etmeme de neden oldu.

Karakter yapısının (Weltanschaung'unun ya da yaşam biçiminin) aşırı biçimde tutucu, tamamen akılcı ya da "maddeci'' olmaya zorladığı herhangi bir kişi dorukçu olmamaya eğilim göstermektedir. Yani, böylesi bir yaşam görüşü, kişiyi kendi doruk ya da aşkın bilinç deneyimlerini bir tür delilik, kontrolün tamamen kaybı ve akılcı olmayan duyguların akını... vs olarak görmeye yönlendirmektedir. Delirmekten korkan ve bunu engellemek için, dengeli ve kontrollü olmaya çalışan, gerçeğe dört elle sarılan kişi, bu doruk deneyimler karşısında korkuya kapılarak bunları safdışı bırakmaya çalışmaktadır. Kendi yaşamında, duygularını reddeden ve kontrol altında tutmaya çalışan obsesif kompülsif bir kişilik yapısı, kontrolün kaybı olarak görülen doruk deneyimlere karşı savunma mekanizmaları geliştirmek ve onları tamamen dışlamak için yeterlidir. Burada inançlı bir Marksist ile ilgili bir örnek vermek istiyorum: Bu kişi, doruk deneyimini reddeden, daha doğrusu deneyimine sırt çeviren birisiydi ve bunun sonuç olarak özel bir durum olduğunu kabul etmesine rağmen, yine de bunun önemsiz olduğunu, en iyisinin bunu unutmak olacağını çünkü bu deneyimin kendisinin yaşamla ilgili maddeci mekanistik felsefesi ile çeliştiğini söyleyen birisiydi. 19. yy. biliminin duygudışı bakış açısına sahip dorukçu olmayan birkaç kişi de, mantıklı ve akılcı olmayan hiçbir şeyin yaşamda değer bulamayacağı görüşünü savunuyorlardı. (Aşırı uygulamacı yani, aşırı amaç merkezli kişilerin de dorukçu olmayan sınıfına dahil olabileceklerini düşünüyorum. Çünkü bu tür deneyimler, onların bakış açısına göre ne para kazandınr, ne ekmek pişirir, ne de odun kesmeye yardıma olur. Bu reddediş aynı zamanda kendi içlerinde neler olup bittiğinin farkına bile varmayan, "Concrète à la Goldstein" tipi için de geçerlidir). Sonuç olarak, bazı durumlarda "dorukçu" olmamaya karşı açıklamalar bulmakta zorlandığımı eklemeliyim.

Eğer izin verirseniz, peygamber ve rahip arasındaki ilişkiyi (yalnız mistik ve örgütlenmiş din arasındaki ilişkiyi), henüz gelişmekte olan ve daha geçerli kılınmamış "dorukçu olan" ve "dorukçu olmayan" kavramları arasındaki ilişkiye benzetmek istiyorum. Tarih boyunca dünyada epey teolojinin, epey sözel dinin bu sıradışı liderlerin sıradışı mistik yaşantılarını, sözcüklere ve sözel formüllere dökme gereksiniminde olmuş olduklarını söyleyebiliriz. Kısaca örgütsel din, doruk deneyimleri, dorukçu olmayanlara aktarma, öğretme ve uygulama gibi alanlarda çaba göstermiş bir kurum olarak düşünülebilir. İşin genelde en zor yanı, bu işin dorukçu olmayanların eline bırakılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Bunun ise, en azından insanlığın şimdiye kadar ilgili olduğu kısmıyla, boşa çıkmış olan çabalar olmasını beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yok. Doruk deneyimler ve deneysel gerçeklikleri, dorukçu olmayanlara en azından sadece sözlerle (doğal olarak dorukçu olmayanlar tarafından değil) kolaylıkla aktarılamamaktadır. Genelde insanlar arasında meydana gelen şey, (reddeden, naif ve eğitimsiz kişiler arasında) orijinal, kutsal açığa çıkış ve kutsal olan eylemleri yaşamaktansa, bu deneyimle ilgili tüm sembolleri, sözleri, heykelleri, ayinleri basitçe somutlaştırmak ve onları işlevsel ve aslından ayrı süreçler biçiminde uygulamak olmaktadır. Yani kısaca bu, tüm dinlerin temelde karşı çıktığı putlaştırmanın (fetişizmin) ta kendisi durumuna gelmektedir.

Putlaştırmada, deneyimin gerekli orijinal anlamı somuta indirgenerek öylesine kaybedilmektedir ki, sonunda orijinal mistik deneyimlere, mistiklere ve genel olarak peygamberlere karşı saldırgan bir tutum meydana gelmektedir. Yani şu anda bulunduğumuz noktadan, gerçekten inançlı kişiler olarak adlandırabileceğimiz kimselere ve dinin temellerini oluşturan şeylere karşı düşmanca bir tavır takınılmış olduğunu söyleyebiliriz. Eğer dünya dinlerinin birçoğunun içsel tarihine yakından bakacak olursanız, bu dinlerin kendi içlerinde bir süre sonra sağ ve sol kanat olarak, yani bir uçta dorukçular, mistikler, aşkın bilinç deneyimcileri, bireysel inanca sahip kimseler ve diğer uçta tüm dini sembolleri ve metaforları somuta indirgeyen, taşıdığı anlam yerine nesnenin kendisini kutsayan, sözel formüllerin gerçek anlamını unutarak ezberleyen ve belki de en önemlisi, örgütleri, kiliseyi ve peygamberlerini içedoğuş deneyiminden daha öncelikli ve önemli sayan kişiler olarak ikiye ayrılmaya eğilim gösterdiğini görebilirsiniz. Bu kişiler, herhangi bir karışık bürokraside yükselmeye çalışan örgüt adamlarına oldukça benzerler ve doruk deneyimleri bizzat yaşamamış kişilerdir. Dostoyevski'nin "Karamazov Kardeşler" romanındaki Büyük Engizisyon Hâkimi bölümünde bunu klasik bir biçimde görebilmekteyiz.

Yasa koyucu ve mistikler arasındaki bu durum, ortak toleransın örnek bir biçimi olarak görünebilir ama bazı kiliselerde, örgütün yöneticileri mistik deneyimleri dışlamış ve mistiklere de zulmetmişlerdir. Bu, dinler tarihinde eski bir hikaye olarak görünebilir ama birçok başka alanda da bunun eski bir hikaye olarak karşımıza çıktığını söylemeliyim. Örneğin, bugün de profesyonel filozofların kendilerini aynı biçimde (sağ ve sol kanat olarak) kategorize etme eğiliminde olduklarını kesinlikle söyleyebiliriz. Daha resmî olarak, ortodoks filozofların bugünkü durumları, aşkın bilinç deneyimlerinin verilerinin ve sorunlarının "anlamsız" olduğunu öne sürerek görmezden gelen yasa koyucularla aynıdır. Bu pozitivist, analizci, atomist kişiler amaçlar yerine yalnızca araçlarla ilgilenmektedirler. Gerçekleri bulmak yerine, sadece araçlarını bilemektedirler. Bu kişiler, çağdaş filozoflar, varoluşçular ve olaybilimcilerle de kesin bir karşıtlık içindedirler. Ve her şeyi başlatan deneyimlemenin, birincil ve en önemli veri olduğu görüşünden ayrı düşerek geride kalmış olanlardır.

Aynı durum, psikoloji, antropoloji ve eminim ki diğer alanlarda, belki de tüm insanî girişimlerde gözlemlenebilir. Burada şüphelendiğim bir şey de, ileride de bu derin karakteristik farklılıkların sürebileceği, bunların evrensel olduğu ve evrensel kalabilecek farklılıklardan söz ediyor olma olasılığımızdır. O zaman yapılacak tek şey, bu iki insan topluluğunu birbirlerini anlamaya yöneltmek, birbirleri ile yaşamayı ve belki de birbirlerini sevmeyi sağlama yolunda çalışmalar yapmak olacaktır.

Özetlersek, doruk deneyimler dinler tarihinde gerçekten önemli rol oynamış olan dinsel içe doğuş ve dinsel "aydınlanma" olaylarına bütünüyle olası bir model olarak görülmektedir. Doruk deneyimler doğal hayatın içinde varolmaktadırlar ve araştırılabilir, incelenebilir deneyimlerdir. Bu konuda bilgilerimiz büyümekte ve gelişmekte olduğundan, bu büyük açığa çıkışlar, aydınlanmalar ve değişimleri (büyük dinlerin temel aldığı) daha iyi anlamak yolunda gerçekçi umutlar besleyebiliriz. Ayrıca aşkın bilinç deneyimleri üzerinde yapılan bilimsel araştırmalarla ilgili bir şey eklemek istiyorum. Son yıllarda "psikedelik" ilaçlar olarak bilinen, özellikle LSD ve psilocybin gibi ilaçlar, bize doruk deneyimler alanında kontrol sahibi olma olasılığını vermektedir. Bu gibi ilaçların, doğru insanlarda, doğru koşullarda, doruk deneyimleri harekete geçirdiği görülmektedir. Bu nedenle, belki de bu tür deneyimlerin yaşanmasını daha sık sağlayabilir ve sonra, aydınlanma ve içe doğuş olayının ortaya çıkış anında nelerin meydana geldiği üzerinde çalışabiliriz. Hatta daha da önemlisi, doruk deneyimleri ilaçlarla ve hatta hipnozla, doruk deneyim karşıtı insanlarda yaratmak ve onlara yaşatmakla, bu ikiye ayrılmış insan grupları arasında köprüler kurabilmemiz olası olabilir.

Tüm bu tartışmalara bir başka açıdan yaklaşırsak, söylemeye çalıştığım şey özde, ilahî bir biçimde, tamamen bireysel ve öznel yaşanan ve ancak bir başka dorukçu ile paylaşılabilen bu gibi doruk deneyimlerden elde edeceklerimizin, bizlerin bu konuda anlaşabilecek ve konuşabilecek olmamıza olanak vereceğidir. Sonuç olarak, örgütlenmiş dinin bütün donatıları, binaları, personeli, ritüelleri, dogmaları ve ayinleri... vs, "doruk deneyimci" için temel, asal ve öz olan ile ilişkisinde değer olarak ikincil ve şüpheli yaklaştığı bir duruma gelmektedir. Doruk deneyimcinin bakış açısından, her kişinin kendi bireysel dini ve inancı vardır ve bu kendilerine ait bu özel deneyimleri, kişisel mitleri, sembolleri ve ayinleri aracılığı ile elde edebildiği, ancak kendisine en derin anlamı ifade eden, tamamen kendine has, yani başkalarına hiçbir anlam ifade etmeyen deneyimlerdir. Daha yalın bir biçimde söyleyecek olursak, "doruk deneyimci" keşfeder, gelişir ve kendi kişisel dinini oluşturur.

Ek olarak, bu yeni verilerin kaynağından ortaya çıkan temel "ilahî" deneyimler, tanrıcı, doğaüstücü ve tanrıcı olmayan bağlamlarda da ele alınabilirler. Bu özel dinî deneyim Budizm, Taoizm, Hümanizm veya Konfüçyizm gibi dinler dışında bütün büyük dünya dinleri tarafından da paylaşılmaktadır. Aslında daha da ileriye giderek, bu esas, temel "ilahî" deneyimlerin sadece Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar arasında değil, rahipler ve ateistler, komünistler ve anti-komünistler, tutucular ve liberaller, sanatçılar ve biliminsanları, erkekler ve kadınlar arasında olduğu gibi, değişik topluluklara üye kişiler arasında da, örneğin atletler ve şairler, düşünürler ve uygulamacılar arasında da bir buluşma alanı oluşturduğunu söylemeliyim. Bunu söylüyorum, çünkü bulgularımız hemen hemen tüm insanlığın, doruk deneyimler yaşadığını veya yaşayabileceğini ortaya koyuyor. Erkek ve kadın, her iki cins birden ve tüm bütünleyici tipler bu doruk deneyimleri yaşıyorlar. Ama tüm insanlar için genellediğim doruk deneyimlerin içeriğine (bkz. Ek A) rağmen doruk deneyimi başlatan olaylar, erkek ve kadınlarda çok farklı olabiliyor. Bu deneyimler, farklı kaynaklardan gelebilmekte ancak içerikleri hemen hemen aynı olarak ele alınabilmektedirler. Toparlayacak olursak, bulunduğumuz bu noktadan insanoğlunun iki dinle; doruk deneyimciler ve buna karşı olanlar yani, özel, kişisel aşkın bilinç, ilahî deneyimleri sıklıkla yaşayan ve bunları kabul edenlerle, bunları hiç yaşamamış olanlardan (ya da yaşamış olduklarını bastırarak ve reddederek bunları kişisel gelişim, doyum ve iyileşmeleri için kullanmayan kişiler) oluşan iki ayrı din ile karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz.

~

1. Eğer incelememizde biraz daha ileriye gidecek olursak, genel olarak yaşanmış bütün "doruk deneyimler"le ilgili yapılan çalışmalarda her bir doruk deneyimi birbirinden ayıran kendine özgü "belirleyici" bazı özellikler olduğunu görürüz. Bu genel ve belirleyici özellikler arasındaki ilişkiler, Spearman'ın zeka ile ilgili "g-genel" ve "b-belirleyici" özelliklerinin sınıflandırılmasına benzetilebilir. Burada "b" özelliklerine girmiyorum, çünkü "g" özellikleri şu aşamada elimizdeki sorular ve sorunlar açısından daha yararlı görünmektedir. [metne dönüş ↩]

2. Bu ve ilerideki bölümde, detaylarına inerek, erdemlilik ile örgütler ve örgütlerin azımsanmayacak gerekliliği arasında bir denge kurmaya yönelik bir çaba sarfetmedim. Bu konu ile ilgili şeyleri başka bir yerde yazmıştım. [metne dönüş ↩]

~

Mektûbât
İmam-ı Rabbânî Ahmed Farukî Serhendî  
Tercüme: Hüseyin Hilmi Işık, Duran Ofset Basımevi
130. Mektup, sf 194


YÜZOTUZUNCU MEKTÛB

Bu mektûb, Cemâleddîn’e yazılmışdır. Çeşidli hâllerin hâsıl olmasına kıymet verilmediği bildirilmekdedir:

Hâllerin değişmesi o kadar kıymetli değildir. Kalbe gelenlere ve gidenlere, söylenilenlere ve işitilenlere bağlanmamalıdır. Aranılan şey başkadır. O görülmez, kalb ile müşâhede edilmez. Ondan söz edilmez ve işitilmez. Böyle şeylerden münezzehdir, müberrâdır. Sâlikleri, çocuklar gibi, bu yolun cevizleri ve kozalakları ile oyalarlar. Çok yüksekleri aramalıdır. İş, bunlardan başkadır. Bunlar, hep rü’yâ ve hayâldir. Bir kimse rü’yâda kendini pâdişâh görebilir. Fakat gerçekde pâdişâh değildir. Fakat bu rü’yâ, bir ümîd uyandırır. Nakşibendiyye tarîkatinde, rü’yâlara kıymet verilmez. Şu beyt, onların kitâblarında yazılıdır. Beyt:

Güneşin kölesiyim, yalnız onu ararım 
Geceyi, rü’yâları, hep arkaya atarım

Hâllerden bir hâl gelir ve geçerse, sevinmeğe ve üzülmeğe değmez. Anlaşılamayan maksadın hâsıl olmasını beklemelidir. Vesselâm.


~

Tasavvufun Ana İlkeleri
Sülemî'nin Risaleleri
Yazan: Ebû Abdirrahmân es-Sülemî
Tercümesiyle ve Notlarla Neşreden: Prof. Dr. Süleyman Ateş
Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1981
Birinci Bölüm, sf 7-22


ÂRİFLERİN YOLLARI
Rahmân ve Rahim Allah’ın Adıyle

Tasavvufun başı, sonu ve makamları vardır. Tasavvufun başı tevfik (Allah'ın verdiği başarı), gaflet uykusundan uyanmak, nefsin alışkanlıklarını, arzularını bırakmak, kötü arkadaşlardan kaçmak, yüce Allah’ın buyruğuna aykırı hareket etmiş olduğu yerlerden ayrılmak, salâh erbabının yollarına dönmektir. Eğer nefsi, bu hususta kendisine itaat edip şerlerden kurtulduysa bu kez (sâlik), kalbini düzeltmeğe çalışır, nefsi uslandığı gibi kalbi de uslanıncaya kadar kalbini temizlemeğe devam eder. Ne zamanki kalb ve nefis tam yola geldiler, birbirleriyle uzlaştılar, o zaman kalbini ve nefsini yüce Allah'a teslim eder, ikisinden de elini çeker ki Allah onları kendisi için korusun, yöneldiği yolda bozulmalarını önlesin. Yüce Allah buyurmuştur: "Rabbinize yöneliniz ve O’na teslim olunuz."1

Daha sonra sâlik, tasavvuf imamlarından, nasihati kendisini etkileyeceği, sohbetinde yetişeceği bir imam (önder) arar. Bu arayışında nefsinin ve halkın tüm arzularını bir kenara bırakır, yalnız arayıp tabi olduğu şahsın hükmünce gitmeyi amaçlar. O arayıp bulduğu hekim (imam, mürşid-i kâmil), buna nazar ederek hastalığının sebebini bilir devasını da ona gösterir. Böylece derdine derman bulur, yüce Allah’ın izniyle iyileşir. Şayet mürşide, (dünya) sebeplerinden bir şey için gitmiş ise boş yere vaktini zayi etmiştir, ona hekimin sözü tesir etmez. Ebu Yezid (-i Bistamî, Allah rahmet eylesin) şöyle demiş: “Sen hiçbir şeysiz ol ki her şey senin için olsun.”

Kendisine varılan mürşidin de, gelen (mürid)'e taharet, namaz, oruç, zekât, hac gibi yapmakla yükümlü bulunduğu şeriat hükümlerini öğrenip uygulamasını, Allah’ın kitabını okuyup öğrenmesini, helâl rızık kazanmasını, helal rızık için çalışıp çabalamasını, sonra dünyaya iltifat etmeyip âhirete yönelmesini, âhiret amellerinden yapamayıp kaçırdığı şeyleri telâfiye çalışmasını, az yemesini, az uyumasını, az konuşmasını, (insanlara fazla karışmayıp) halvete çekilmesini, geceleri ihya etmesini, az sevinmesini, geçmişte zayi ettiği günlerine esef etmesini, vakitlerini zayi edip ömrünü hebaya vermesinden dolayı üzülüp çok ağlamasını emretmelidir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: “Kıyamet günü dört şeyden hesap sorulmadıkça kul, serbest bırakılmaz: Ömrünü nerelerde geçirdiğinden, gençliğini nerelerde çürüttüğünden, malını nereden kazanıp nereye sarfettiğinden ve bilgisiyle ne gibi ameller yaptığından sorulur.2 Sâlik bu hallere devam ederse Allah ona lütfederek tövbesini nasûh tevbesi yapar.

Tevbe makamı sağlam olunca kendisine muhabbet nurlarından bir nur gelir. Çünkü yüce Allah: “Allah, çok tevbe edenleri ve temizlenenleri sever.3 buyurmuştur. Saliklerin tevbeleri ve temizlikleri sahih olursa kendilerine gelen sevgi hali, onları çaba ve mücâhedeye sürer, ibadete dayanıklı kılar, nefsin sapma duygularını ve arzularını zayıflatır; kalb, nefsi, heves ve arzularını, cimrilik, gözü doymazlık, israf, pintilik ve diğer kötü sıfatlarını bırakıp iyi sıfatlara dönmeğe zorlar. Peygamber (s. a. v.)'in şöyle dediği rivayet edilir: “Allah velîyi cömertlik sıfatı üzerine yaratmıştır."4 (Kalb nefisten) dedikodu ve iftira sıfatını, sadakat ve adalete çevirmesini ister. Peygamber (s. a. v.) şöyle buyurmuştur: "İnsan doğruluğu araya araya nihayet Allah indinde sıddîk yazılır.5 Düşmanlık ve kin sıfatını yürek temizliğine, iyilik dilemeğe çevirir. Yüee Allah buyurmuştur: “Ancak Allah’a selim kalb getiren (fayda görür).6 Tamah sıfatını kanaate çevirir ve böylece kalb, nefsin bütün kötü sıfatlarını iyi sıfatlara çevirir. Salik'in nefsi temizlenir ve kendisi de doğru yola girer. Bu saydığımız iyi huylara uyarsa irade sınırlarına ve irade makamları içine girmiş olur.

İrade: Nefsin alışmış olduğu dünya sebeplerini dilemeyi tamamen bırakmak, dünyadan sıyrılmaktır. O kadar ki dünyanın bilinen hiçbir şeyine başvurmaya, varına sevinmeye, yoğuna üzülmeye, gözünde dünya, sanki yokmuş gibi ola. Zaten dünya yok idi ve az sonra da yok olacaktır.

Müridler üç kısma ayrılır: bir mürid var ki Allah’ı nefsi için murâd eder. Bunun belirlisi, o kişinin umma ve korkuya göre hareket etmesidir. Bir mürid var ki yalnız Allah’ı arzu eder. Bunun belirtisi de o kimsenin, karşılık beklemeden amel etmesi, sırf emri yerine getirmekle sevinmesidir. Bir mürid de var ki hiçbir şey dilemez, kendisine ne dilenmiş (Allah tarafından ne murad edilmiş) ise onu ister. Nefsine ne bir makam, ne hal, ne de bir yer vermez. İşte bu, müridlerin en üstünüdür. Bu irade, ancak peygamberlerin (Allah hepsine salât eylesin) ve büyük velilerin iradesidir. Baksana Peygamber (s.a.v.) nasıl buyurmuş: “Ya Rabbi nefsimi sana teslim ettim, işimi sana havale ettim.7 Allah’ın Resulü (s.a.v.) bu sözüyle kendisine ait her şeyi terk edip hepsini emir sahibi olan Allah’a teslim etmiştir. Çünkü her zaman insanları yöneten Allah’tır. Kalbi hangi makamda ise nefis de onun hizasında, benzeri bir makamda bulunur. Meselâ kalb Allah ile olsa, nefis haller ile olur. Kalb haller ile olsa nefis âhiretle olur. Kalb tevekkülle meşgul olsa nefis helâl rızık arama, mübah kazanç sağlama ile meşgul olur. Kalb kerametler ve yakınlık makamlarında olsa nefis, veliler ve hayırlı insanlar arama yolunda olur. Kalb tembellik içinde olsa nefis de harama dalar. Nitekim Peygamber (s. a. v.): “Vücutta bir et parçası vardır ki o düzeldi mi bütün vücut düzelir. O kalbdir.8 buyurmuştur.

Müridlerin, hekimleri (mürşidleri) araması da birkaç çeşittir: Kimi mürid, hakikat üzre değil, muaşeret (sohbet etmek, görüşüp konuşmak) için (mürşide gelip) tevbe eder. Onun bu yolda elde edeceği nasib, niyetine göredir. Ancak bir gün temiz niyetinin bereketi gelir de o mürid, hakiki tevbenin sınırına girer. Nitekim Peygamber (s.a.v.)'e “Falan adam namaz kılıyor ama hırsızlık da ediyor.” denmiş de, buyurmuş ki: "Namazı onu bundan menedecektir."9. Ve Peygamber (s.a.v), Rabbinden naklen şöyle demiştir: “Onlar öyle kimselerdir ki kendileriyle beraber oturanlar şaki olmazlar.10 Kimi mürid gerçekten tevbe etmek üzere hekime gider, hekim ona niyetini düzgün tutmasını söyleyip yolunu gösterir. Kimi mürid zühd için hekime gider, hekim ona dünyayı terk etmenin, onu küçük görmenin, nefsin arzularına aykırı davranmanın, zahmetlere katlanmanın yolunu gösterir. Kimi mürid, hekime gider, sadece hekimin vereceği hükmü gözetler. O, kendi kaygısında değildir. Kendisinin ne bir hali, ne de arzuladığı makamı vardır (varlığını tamamen unutarak hekimde fani olmuştur). İşte hekimlere gidenlerin en doğrusu, en üstünü budur. Allah, bu kimseyi, hekimleri görmeğe zorlar. Hekim onun, sebeplerden ve hallerden arınmış olduğunu görünce ona şefkatle, rahmetle ve hallerini gözetip kollamak gözüyle nazar eder, her vakit için yapması en uygun olan şeyi gösterir. Mürid de o hekimin edebiyle edeplenir, onun emrine uyar. Böylece müridde, önüne çıkacak hallere değer vermeme duygusu gelişir, hekimin hiçbir edebini yapmaktan geri kalmaz. Bu hal, onun nefsinin gücünden değil, delilinin kuvvetinden ileri gelir. Zira delil, nazarının bereketi ve ona olan şefkati ile ondaki ruhanî ağırlıkları ve sıkıntıları ondan alır, nazar ve şefkati sayesinde o müride vakitlerinde tevfik (başarı) nurları açılır. Baksana Peygamber (s.a.v.)'in Ebubekir’e nazarı daha tam ve şefkati daha fazla, kalbi ona daha meyyal, hali ona daha yakın olduğundan dolayı nazarının bereketleri nasıl Ebubekir’e tesir etti ve Peygamber (s.a.v.) ondan (İslâm davası için) sadaka istediği zaman Ebubekir (r.a.) nasıl bütün mülkünden çıkmayı başardı. Peygamber (s.a.v.) ona: “Nefsine ne bıraktın?” deyince de: "Yüce Allah’ı ve Resulünü bıraktım" dedi11. Yani hiç yok olmayan, daima var olan kimseyi bıraktığını söyledi. Çünkü ebedî baki olan yalnız Yüce Allah’tır. Ebubekir el-Vâsitî’nin şöyle dediği anlatılır: “Eğer Resul (s.a.v.)'ü görmenin haşmeti kendisini sarmamış olsaydı, “Resulünü bıraktım” da demez (sadece "Allah’ı bıraktım" der)di. Zira tefrid eder, Hak’tan başka bir şey görmezdi ki. Baksana Resul (s.a.v.)'ü müşâhede etmenin haşmeti kendisinden gidince nasıl tefride (Hak’tan başka bir şey görmemeğe) döndü de: “Kim Muhammed (s.a.v.)'e tapıyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim Muhammed'in Rabbine tapıyorsa bilsin ki O diridir, ölmez.” dedi ve: “Muhammed ancak bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse ökçeleriniz üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçeleri üzerinde geriye dönerse o, Allah’a zarar veremez.12 âyetini okudu.

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, Ömer ibn el-Hattâb'a (r.a.) nazarı, Ebubekir’e nazarından daha aşağı olunca bu nazar ona daha az bir ölçüde tesir etti ve Hz. Ömer, ancak malının yarısını verebildi. Hz. Peygamber'in “Kendine ne bıraktın?” sorusuna: “Malımın yarısını bıraktım." diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediği rivayet edilir: “Sadakalarınız arasındaki fark, sözleriniz arasındaki fark gibidir.” Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, Sa’d (r.a.)'a nazarı, bundan daha aşağı olduğu için Sa’d’i, malının üçte birini tasadduk etmeğe yöneltti, “Üçte biri dahi çoktur” dedi13. O, herkesin halini kontrol eder ve nazarının, onlara ne ölçüde tesir ettiğini bilirdi ve herkesin haline uygun olanı emrederdi.

Hekimler böyledir. Müridlere nazar ettiklerinde, müridlerin üzerinde, onların ettikleri nazar ölçüsünde bereketler hasıl olur. Çünkü Peygamber (s.a.v.):“Beni görene ne mutlu ve beni görmüş olanı görene ne mutlu14 demiştir. Yani nazarımın ve beni görmenin bereketleri kendisine tesir etmiş olana ne mutlu ve ashabımı görenin bereketleri kendisine tesir etmiş olana ne mutlu ve böyle derece derece ta ümmetin hekimlerine ve Allah’ın arzı üzerindeki velilerine gelinceye dek tüm büyüklerin nazarı kendilerine tesir etmiş olanlara ne mutlu demektir. Bir hekimin nazarı, yahut bir veliyi görmek her kime tesir etmişse mutlaka o tesirin bereketi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, ashabına -bulundukları hal ve derecelerine göre- nazarından gelmektedir. Peygamber'in nazarı, halleri ölçüsünde sahabîlerine tesir etmiştir. Bu tesir, onlardan şeyhlere ve müridlere geçmiştir ve tâ dünyanın sonuna kadar böyle sürüp gidecektir. Çünkü haller de tıpkı (şeriat) hükümler(i) gibi senedlere dayanır (şahıslardan şahıslara aktarılarak gelir). Hallerin senedi, (hükümlerin senedinden) daha naziktir (daha ince ve önemlidir).

Tasavvuf öyle bir hakikattir ki ne dilin, ne de sözün olmadığı yerde olur (laf ile tasavvuf olmaz). Tasavvuf, ehil olan kimselere, evliya ve meşâyih tarafından gelen bereketlerden, (onların) âdâb ve ahlâkının tesirinden meydana gelir. Eğer bir müride hekimin nazarı tesir eder, ona o nazar sebebiyle bereketler geçerse, bu bereketler onun göğsünü açar, kalbini nurlandırır. Yüce Allah buyurmuştur “Rabbinin, göğsünü İslâm'a açmış olduğu kimse, Rabbinden bir nur üzerinde değil midir?"15 Bunun ne demek olduğu, Hz. Peygamber (s.a.v.)'den soruldu, söyle cevap verdi: “O, kalbe atılan bir nurdur, onunla göğüs açılır, huzura erer." “Bunun bir belirtisi var mıdır?” diye sorulunca buyurdu ki: "Gurur evinden uzaklaşmak, ebediyyet evine yönelmektir." Bu da dünyaya kızmak, onu sevmemek, ondan ve ona yönelenlerden yüz çevirmek, dünyaya bakmanın (önem vermenin) havass (seçkinler) için mekruh, peygamberler (Allah hepsine salât ve selâm eylesin) için haram olduğunu bilmekle olur. Yüce Allah buyurmuştur: “Onlardan bazı zümrelere, kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme...16 Bundan dolayı müridin, her vakit nefsini riyazetlerle, mücâhedelerle terbiye etmesi, dilini zikir, kalbini tefekkür, sırrını mürâât (Hakkı gözetmek) ve murakabe ile, ruhunu da Halik'i bilmek ve müşahede ile meşgul etmesi gerekir. Şunu da iyi bilmelidir ki başlangıcı doğru olanın sonu daha mükemmel olur. Zira sonlar, başlara dayanır. Eğer salik doğru çalışırsa sağlam sonuca ulaşır. Çünkü hizmeti daha halis olanın müşahadesi daha net olur. Hali daha doğru olanın, vilâyeti (veliliği) daha yüksek olur. İlmi daha tam olanın işleri Allah’a havalesi daha güzel olur. Ma’rifeti daha sağlam olanın, teslimiyeti daha mükemmel olur. Tafviz (işleri Allah’a havale etme)'nin en yükseği, Allah’ın sevgilisi (Hz. Muhammed s.a.v.)'e mahsustur. O, bu hali: “İşimi sana havale ettim17 sözüyle ifade etmiştir. Teslimiyetin en güzeli de (İbrahim) Halil Aleyhisselâm’a mahsustur. O, bu teslimiyetini: “Âlemlerin Rabbine teslim oldum.18 sözüyle dile getirmiştir.

Yüce Allah, hakikatlere kavuşma sebeplerini derecelere ayırarak buyurmuştur ki: “Kim Allah’a ve Elçisine itaat ederse işte onlar, Allah’ın nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar da ne güzel arkadaştır.19 Makamların ve mertebelerin başı salâh mertebesi, sonu da sıddîklık rütbesidir. Nübüvvet ve risalet ise halka mahsus hallerden değildir. Onlar, yaratıkların hallerinden tamamen başkadır. Çünkü peygamberler, hallerin en yükseğine sahiptirler. Halk ise o hallerin ancak kenarında gezerler. Salâh makamından sonra şehîdlik makamı gelir. Zahirde şehid, ancak savaşta öldürülmekle olur. Hakikatte şehîd, nefsin şehvetlerini öldürmekle olur. Nefsin hareketleri (görünümü) kalır ama, (şehvetleri ölür) ve o zaman müridlerin bu saydığım edeblerine ve huylarına uyar.

Şehîdler makamından sonra sıddîkler makamı gelir. Sıddîklık da mutasavvıfların hallerinden biridir. Sıddîkler makamının en yücesi, gerek emirlerinde, gerek işlerinde Hz. Peygamber (s.a.v.)'e uymak, hiçbir davranışında onun huyuna aykırı hareket etmemektir. Salik, önce Peygamber (s.a.v.)'in hallerine uymağa çalışır. Bunu gücü yeterse yapar, yetmezse bu dereceden inip onun ahlâkına uymağa çalışır. Yine gücü yetmezse bu dereceden de inip onun âdabına uymağa çalışır. Bu makamların hiçbirine uymağa gücü yetmezse sünnetine uyar. Hiçbir suretle sünnete uymaktan daha aşağı bir hale inmemelidir ve bilmelidir ki nübüvvet makamlarının en aşağısı, vilâyet ve tasavvuf makamlarının en yükseğinden üstündür ve ondan tamamen ayrıdır. Çünkü resuller ve nebiler (Allah onlara salât ve selâm eylesin), hiç aldanma olmayan ve şüphe bulunmayan vahiyle, gaybi müşahade ile, halkın hükümlerini (durumlarım, iç yüzlerini) görmekle kuvvetlendirilmişlerdir. Resuller (selâm onlara) ise, nebilerin, velîlerin, sıddîklerin, şehîdlerin ve sâliklerin üstündedirler, bunların hepsine hakimdirler. Avama (halka) bir sıkıntı gelince salâh erbabına, müridlere iltica ederler. Müridler âriflere iltica ederler. Arifler sûfîlere iltica ederler. Sûfîler de Rablerine iltica ederler. Yüce Allah şöyle buyurur: “Kim Allah'a ve Elçisine itaat ederse işte onlar, Allah’ın nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehîdler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar da ne güzel arkadaştır."20 Allah bir topluma ihsan buyurmuş, iyiliklerinin ve ihsanının nurlarını onlara açmıştır. Onlar bu ihsanın tesiriyle kendi hallerini, vakitlerini, nefislerini görmez olmuşlardır. Onlar yalnız Allah’ın fi'lini (işleri yalnız Allah’ın yaptığını), O’ nun kendilerine olan lûtfunu görürler. Bir nefes olsun nefsini gören, muhakkikler (gerçeğe erenler) derecesinden aşağı düşer.

Mürid, iradesinde gerçeğe ererse bu halleri birbirinden ayırd etmesi gerekir. Zühd (dünyadan yüz çevirme), tezehhüd (yüz çevirir görünme, zoraki yüz çevirme), sabır, tasabbur (sabırlı olmağa zorlanma), yakîn (gerçek bilgi), teyakkun (yakîn bilgi edinmiş görünme, tam yerleşmemiş yakîn bilgi edinme), vara' (takva), tevarru (kendini müttaki göstermeğe çalışmak), hüzün (üzüntü), tehazzün (üzüntülü olmağa çalışmak), bukâ (ağlama), tebâkî (zoraki ağlama), fehm (anlayış), tefehhüm (çaba harcayarak anlama), havf (korku), tehavvuf (korkmağa çalışma), zevk (tatlı olan ma'nevî hal), tezevvuk (zevkli olmağa çalışma) ve benzeri halleri birbirinden ayırıp nefsini, bu hallerin mükemmel olanına (yani tezehhüde değil, zühde; tehavvufa değil, havfa) alıştırmalıdır. Çünkü bir şeyi zorla yapan, gönül huzuruyla yapanın derecesinden daha aşağıdadır. Ne zaman ki salik, bu makamlarda iyice kuvvet kazanır, dışını ve içini kuşkulardan, töhmetlerden temizler, Allah'ın yardımı da kendisine destek olursa ona, tasavvufun başlangıcı görünmeğe başlar.

Allah rahmet etsin Cüneyd demiş ki: Allah, müride başarı verirse onu sûfiyye (mutasavvıflar) içine düşürür. Onun sonunu iradede, başlangıcını da tasavvufta kılar. Zira iradede son, dışın ve için her kirden temiz olmasıdır. Müridin iradesi temiz olunca safâsı da temiz olur. Bundan dolayı ona sûfî denir. Tasavvufun ilk hallerine girince irade halindekinden daha çok evrada (zikre) devam eder. Böyle yapması lâzımdır. Çünkü irade halinde mürid çalışıp çabalıyordu. Tasavvuf halinde ise istirahati istenir. Zira önce mürid iken şimdi murâd, önce taşıyıcı iken, şimdi taşınan olmuştur. Bundan dolayı onu, sürekli olarak mücâhede eder, ibadet yapar, sünnete uyar görürsün. O, en sağlam inanca sarılır, imamlarının ve şeyhlerinin yoluna uyar, kendisine ve önderlerine muhalif olanların yolundan ayrılır. Çünkü sûfî, fiilleriyle müridlere önder olan kişidir. Tasavvufa girdiği zaman önce asık suratlı iken güleç yüzlü olduğunu, daha önce ağlarken şimdi güldüğünü, daha önce sıkıntılı iken şimdi açıldığını, daha önce kibirli iken şimdi alçak gönüllü olduğunu görürsün. O, zahirini halka vermiştir, onlarla yer içer, oturur, muâşeret eder (onların sohbet ve ilâhîlerini) dinler ve başka beşerî işleri yapar. İç yüzünü ise herkesten gizler kimse onun haline muttali’ olamaz. Müridlerin, nasıl huyları, âdâbları ve mücâhedeleri açık ise, içyüzleri de öyle gizlidir.

Sûfîye ilk gerekli olan şey, önce nefsine edebi, sonra ahlâkı alıp uygulamasıdır. Bunları uygulayınca Allah ona yüce halleri ihsan eder. Onun halk arasında şiârı (yaşayış tarzı) güleç yüzlülük, geniş yüreklilik ve istirsal (resmiyetten uzak, içtenlik) olur. Nitekim Peygamber (s.a.v.) kahkahasız gülümserdi ve derdi ki: “Ben de şaka yaparım, ama şakalarımda yalnız doğruyu söylerim.21

Allah’ın Resulü (s.a.v.)'nün ashabı, kendi huzurlarında cahiliyye hikâyelerini ve şiirlerini anlatır, gülerlerdi. Salât ve selâm üzerine olsun, kendileri de gülümserdi. (İşte bu dereceye eren sûfîlerin) dışları halka verilmiştir, içleri de Hak için korunmuştur. Bir iyilik gördüler mi mutlaka onu yapmak isterler, iyi bir amel gördüler mi mutlaka onu işlemeye gayret ederler. Vakitleri ibadete, emirlere uymağa, Kur’ân okumaya, öğretilmesi gerekli olan şeriat ilimlerini öğretmeye vakfedilmiştir.

Yüce Allah'ın ve Resulullah’ın hükümlerini bilmeyen kimse, sûfi olamaz. Dışa ait hükümleri muhkem yapmayan içe ait hükümleri güzel yapmayı başaramaz. Yüce Allah buyurmuştur: “Elbette biz, bizim için miicâhede edenleri yollarımıza iletiriz.22 Sünnetlerin zahirinin hükümlerini zayi eden kimseye nasıl güvenilir de hakikatler, sırlar verilir? Hakikate, ancak sülûk eden ulaşır. Sülûkü ve çabası olmayan nasıl tahakkuk edecek, neyin hakikatine erecek? Evet zahirde, Allah’ın kendisi üzerinde bulunan (emir ve) hükümlerini bilmeyen sûfî değildir. Hallerinde ilmin gereklerine aykırı davranan, sufî değildir. Allah rahmet etsin Cüneyd demiş ki: “.... İlim yoldaşın olsun, haller sende bulunsun, Çünkü yüce Allah: “İlimde râsih olanlar, ona inandık, derler.23 buyurmuştur.” Halleri sünnete aykırı olan, sûfî değildir. Zira Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediği anlatılır: “Ümmetimin fesadı zamanında sünnetime yapışan, elinde ateş koru tutan gibidir.24 Ahlâk ve âdâbı, kitap ve sünnet uyarınca olmayan sûfî değildir.

Sûfîler o kimselerdir ki Allah, Peygamber'ini (Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun) onlar için tekdir etmiş: "Sabah akşam Rablerinin rızasını isteyerek O’na yalvaranları, (Kureyş büyüklerinin arzusuna uyarak) kovma...25 demiştir. Ve yine onlar hakkında Peygamber'ine demiştir ki: “Nefsini, sabah akşam rızasını isteyerek Rablerine yalvaranlarla beraber tut. Gözlerin, dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın.26 Çünkü onlar bizim muradımıza uydular, hükümlerimize sarıldılar. Onlar dünyadan tamamen yüz çevirdiler. Dünyadan, ancak şeriatın terkine müsaade etmediği ölçüde bir şey aldılar: Avretlerini örtecek bir elbise, farzları yapmağa güç verecek miktarda gıda aldılar. Dünyadan az miktarda bir şey almayı, ondan yüz çevirmeyi şiâr edindiklerinden dolayı onlara fukara adı verildi. Yüce Allah buyurdu: "Allah yolunda kuşatılan o fakirler ki....27

Onların seçtikleri ve adlandırıldıkları fakir, (basit yoksulluk değil), bütün kâinattan yoksul olmak, kâinatı tamamen terk etmektir, ta ki yoksulluğu ekvânın mükevvinine (kâinatı yaratana) olsun (yalnız Allah’a muhtaç olsun, başka bir şeye ihtiyacı bulunmasın). İnsanın bir şeye ihtiyacı olduğu zaman onu elde edince ihtiyacı kalkar. Allah’tan başka bir şeyle zenginlik isteyen kimse, kötü bir zenginlik içindedir. Sûfîleri Hak’tan başka hiçbir şey zengin etmez. Çünkü onların, O'ndan başkasına ihtiyacı yoktur. Onlar yalnız Allah ile zengin olurlar. Bundan dolayıdır ki Peygamber (s.a.v.): “Fakirlik nerdeyse küfür olacak28 demiştir. Yani Allah’tan başkasına ihtiyaç, nerdeyse küfür olacak demiştir. Gerçek fakir, başkasına değil, yalnız O’na muhtaç olandır. Fakirlik, zenginliğin zıddıdır. Yüce Allah, kendisini zenginlikle, kullarını da fakirlikle nitelendirmiştir: “Ey insanlar, siz Allah’a muhtaçsınız, zengin ve övülmüş olan Allah’tır.29 Nasıl Hakk’ın zatî sıfatlarından biri olan zenginliğinin fakirliğe değişmesi caiz değilse, kulların fakirliğinin zenginliğe değişmesi de öyle caiz değildir (Kul, zengin olamaz. Fakirlik kulun sürekli vasfı, zenginlik de Tanrı’nın sürekli vasfıdır). Kulların fakirliği zenginliğe değişmez, yalnız istiğna (zenginlik hissine, hiçbir şeye ihtiyaç duymama)'ya değişir. Kullar, bu istiğna halinde kendisiyle zengin olacakları (Allah’a) çok ihtiyaç duyarlar. (Onlar, kâinata ihtiyaç duymazlar, dünyaya karşı içlerinde en küçük bir ihtiyaç hissetmezler. Bu duyguları, onlarda Allah’a ihtiyacı artırır, yalnız O’na muhtaç olurlar. O’nun varlığıyla kâinata ihtiyaç duymazlar). İşte bunlar fakirliğin ve istiğnanın bir yanıdır. Bu fakirlik, özel bir fakirliktir.

Daha sonra genel fakirlik gelir. Bu da kulun, varlığı kendisini zengin edene muhtaç olmasıdır. Kimi fakir dünyaya muhtaçtır, dünyanın varlığı onu zengin eder. Kimi fakir baş olmağa muhtaçtır, arzusuna kavuşması, kendisini zengin eder. Kimi fakir, vilâyete (veli olmaya) muhtaçtır, veli olması onu zengin eder. Bunların hepsi kötü olan fakirliktir. Hz. Peygamber (s.a.v.) böyle fakirlikten Allah’a sığınmıştır. Onun, duâsında: “Fakirlikten sana sığınırım!"30 dediği rivayet edilir. Yine Hz. Peygamber Aleyhisselâm: “Fakirlik neredeyse küfür olacak.31 demiştir. Ve buyurmuştur ki: “Zenginlik mal çokluğuyla olmaz, zenginlik ancak nefis (ruh) zenginliğidir.32 Ruhun, bu ihtiyaç duyulan kirlere ihtiyaç duymaması, işte zenginlik budur.

Kimi fakir de var ki dünya malından yoksundur, böyle olmakla kendisinin, mal mülk sahibi olanlardan daha üstün, daha faziletli olduğunu zanneder. Bundan dolayı zenginleri taşlar, fakirliğinden dolayı kendisi, ancak yoksulluğa sabreder, haline razı olursa fakirliğiyle fazilet kazanır. Fakirlikte üstünlük, hale rızâ ve sabırdan ileri gelir. Çünkü mal yoksulluğu, aslında gerçek fakirlik değil, sadece muhtaçlıktır. Hangi fakir ki fakirliği yüzünden bir zengine dil uzatırsa, pintiliğini göstermiş, zenginin elindeki malda gözü olduğunu ortaya koymuş olur. Zira eğer fakirlik makamında tahakkuk etseydi (ileri gitmiş olsaydı), zenginin, içinde bulunduğu halden dolayı ona acır ve kendisinin bulunduğu halden dolayı da Allah’a hamdederdi. Rivayet edilir ki Rabia-i Adeviyye (Allah kendisine rahmet etsin)'nin huzurunda bir topluluk dünyayı kötülemişler. Rabi’a şöyle demiş: “İnsan bir şeyi severse onu çok anar.

Hangi zengin de fakirlere acımaz, onların üstünlüğünü görmezse pintiliğini ortaya koymuş olur. Çünkü o da elindeki âriyet (emanet) şeylerden dolayı bir üstünlüğü olduğunu sanır. Nice mal sahipleri var ki mülkün, asıl mülk sahibine ait olduğunu gördüğü ve ebedî mülk sahibine muhtaç olduğunu bildiği için fakirdir. Nice çıplak fakir de var ki ona fakir demek doğru değildir, ona sadece yoksul, muhtaç denir. Kimin ki Allah’a fakirlik (yalnız O’na muhtaç olma, O’nunla istiğna, O’nun varlığıyla başka hiçbir şeye ihtiyaç duymama) makamı doğru olursa dünya malının eksikliği, başka yerden yardımların gelememesi veya kesilmesi kendisine bir zarar vermez. Çünkü onun gözünde, dünyanın varlığıyla yokluğu birdir. O makamda onlar kendilerine gelen yardımları müridlere verirler. Onlar, sadece aracıdırlar. Mala kalberini takmazlar*. Çünkü onlar, ihtiyaç duydukları, yalnız kendisiyle zenginlik duydukları Allah’tan başkasına iltifat etmezler. Onların iradeleri, başka şeye bağlanmaktan yüksektir.

Fakirlik hali kendilerine iyice açıklanıp bunda tam rüsuh kazandıktan sonra halka şefkat makamına girerler. Başkalarına itiraz duygusu kendilerinden gider. İşittim ki Şeyh Ebu Sehl’e tasavvuftan sorulmuş da: “Tasavvuf, itirazdan yüz çevirmektir” demiş. O halinde, gördüğü her âsiye acır, duâ eder; ibadet ve taat edenlere saygı gösterir; belâya uğrayanlara, sanki kendisi belâya uğramış gibi üzülür, şefkat eder. Halkın ilticâgâhı, kederlilerin barınağı, üzüntülülerin teselli edici arkadaşı, kaçanların sığınağı olur. Rabbiyle ünsiyyet ettiği için kendisini gören de onunla ünsiyet eder (ona ısınır). Efendisine ısınmasından, güvenmesinden dolayı görenler de ona ısınır. Kimseye kibirlenmez, kimseyi azarlamaz, aksine bulundukları halde insanları mazur görür. Müridlere merhameti, şeyhlere saygısı fazladır. Peygamber (s.a.v.): “Küçüğümüze acımayan, büyüğümüze saygı göstermeyen bizden değildir."33 demiştir. Allah’ın Resulü “küçüğe, büyüğe” dememiş, onları kendisine izafe ederek “küçüğümüze, büyüğümüze” demiştir. Onun için irade yoluna giren her küçüğe acır, ona Hakk’ın yolunu gösterir ve imamlar rütbesine eren her büyüğe saygı gösterir, öndere -ki Mustafa (s.a.v.)'dir- güzel uyar, gerek işlerinde, gerek sözlerinde ona aykırı davranmaz (onun yaptıklarını yapar, sözlerini tutar). Çünkü “küçüğümüz”, iradenin hakikatine eren, “büyüğümüz” de ma’rifetin hakikatine erendir.

Kendisine gelene ikram eder, halini (hatırını), kimden edeb almakta olduğunu sorar, bir şeyhten edeb öğrenmeyen battaldır (tembeldir, yolda kalır). Bir şeyhin nazar ve şefkatine mazhar olmayan bir şeye yaramaz. Şayet gelen kişi, tanıdığı, hal ve gidişini bildiği bir kimseden edeb aldığını söylerse niyetinin dürüstlüğünü ve başlangıcının doğru olduğunu anladığı takdirde o insanı, haline uygun bir yönetimle yönetir, ona amacına götürecek yolu gösterir. Kendisine geleni en güzel bir tarzda, güzel ahlâk ile eğitir, ona acır ve onu yolların en kolay ve en uygun olanında yürütür. Çünkü Peygamber (s.a.v.): “Allah şefkatlidir, şefkati sever. Şiddet ile yapılan işe vermeyeceği ecri, şefkatle yapılan işe verir.” demiştir34. Öğrettiklerinin çoğunu (sözleriyle değil), fiilleriyle öğretir ki mürid, eğer anlayışlı ise edeb öğrensin. Eğer bu davranışı müridi etkilemiyorsa onu sözleriyle ve öğütleriyle eğitir. Çünkü Peygamber (s.a.v.), kendisinin namazını gördüğü halde öğrenemeyen bedeviye: “Namaza kalktığın zaman Allah’ın sana emrettiği şekilde abdest al, sonra şöyle yap...” demiştir35. Ashabının ise fi’liyle edeb öğrendiklerini görünce onlara: “Benden gördüğünüz gibi namaz kılın.36 demiştir. “Benim kıldığım gibi kılın” dememiştir. Çünkü biliyordu ki kimse kendisi gibi namaz kılamaz. Zira onların yaptığı ameller, kendisinin yaptığının hakikati karşısında şekilden ibaret kalırdı, onlar onun işlerinin hakikatine erişemezlerdi. O, kendisinin zâhir hükümlerine uydukları takdirde yetişeceklerini (görevlerini yapmış olacaklarını) onlara bildirdi. Çünkü onlar, iştiyak ve gayret makamındadırlar. İştiyakları ve meyilleri fiillerine uymaktadır.

İşte böyle, onları sünnetlere, mücâhedeye, ahlâka ve âdaba yöneltmekle terbiye eder. Onlar her vakit zahiren ve batınen ilerlerler. Bu makam, kendisini kalbine, sırrına ve ruhuna doğan nurları seyretmeğe sevk eder. Böylece o, içte üns meydanlarında dolaşır, dışta ise hizmet (ibadet) alanlarında gezer. Batın halleri hakikatlerle arar: zahir halleri ise ihlâs ve doğrulukla arar. Tutumu, kendisini halleriyle, vakitleriyle uğraşmaktan, onlardan lezzet almaktan, halk ile, halkın ahvaliyle uğraşmaktan kurtarır. Rabbiyle ülfet ve ünsiyet eder, O’na hizmetle huzura erer. Halkın gözünde heybeti artar. Cismiyle halka yakın, haliyle onlardan uzak olur. Bunlar, mutasavvıfların işaret ettikleri kabz ve bast hallerinden birer parçadır.

Bu makama sûfîler hürriyet makamı derler. Hürriyet, yaratıkların boyun eğdiği, gönül verdiği dünyaya aid hiçbir şeye bağlanmamak, yalnız (kâinatın yaratıcısı olan) Mevlâsına halisane kullukla bezenmektir. Kul bu noktaya ulaşınca umenâ’ (eminler) makamına girer. Orada sırlara muttali olur. Mükellem, muhaddes (kendisine konuşulan, ilham olunan) ve firaset sahibi olur. Eminliğinden dolayı bazı gayb bilgilerine vakıf olur. Müridlerin makamını, ariflerin hallerini görür, kontrol eder. Bu nokta, vilâyet makamının son noktasıdır.

Sonra kendisinde dualarının ve dileklerinin kabulüyle kerametler zuhur etmeğe başlar. Çünkü yüce Allah, ancak olmasını takdir buyurduğu hususlarda onun dilini duâya ve istemeğe açar. Eğer bir şeyin onun vasıtasıyla arzu ettiği kimseye ulaşmasını dilemişse onun elini o şeye uzatır.

Daha sonra (Hak yolunda yürüyen o kimse), kasem nurları makamına girer. Nitekim Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur: “Nice eski püskü, iki parça kumaşa bürünmüş, hiç değer verilmeyen, saçı başı birbirine karışmış, yüzü gözü toz toprak içinde kimse vardır ki Allah'a yemin etse, Allah onu yemininde doğru çıkarır.37

Daha sonra inbisat ve mücâdele makamına girer. Bu makam, Hz. Halil Aleyhisselâm’ın makamıdır. "İbrahim'den korku gidip kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında bizimle mücâdele etmeğe başladı.38 âyetinde bildirildiği üzre Hz. İbrahim bu makamda, Allah’tan, Lût kavmi üzerinden azabı kaldırmasını ısrarla istemişti (bu ısrarı âdeta bir mücadele şeklini almıştı). Hz. Peygamber (s.a.v.) de: “Kulun Rabbiyle mücadelesine taaccüb ettim.39 demiştir. Çünkü Halîl Aleyhisselâm, halka şefkatinden dolayı Rabbiyle mücâdele etmişti. İşte o kimse bu makama ulaşır. Fakat kul, nefsine şefkatinden dolayı da Rabbiyle tartışır (tabii bu tartışma makbul değildir).

Daha sonra (Hak yolunda yürüyen o zat) dâî (Hakk’a davet eden) olur. Dâîler de birkaç çeşittir: Kimi dâî Allah’a çağırır, kimi dâî sünnete çağırır. Sünnete çağıran, dinin hükümlerine çağıran dâîdir. Allah’a çağıran dâî, amellerde hakikate ermeğe, ihlâsa, işleri tam yapmağa, sadakate çağırır. Ancak nefsin arzularından, âdetlerinden geçmekle sıdk derecesine ulaşılabilir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle, çağır."40 Burada yüce Allah, peygamberine hakim ve vâiz adını verdi. Ve o çağırıcıya: “Allah’ın izniyle O’na çağıran ve aydınlatıcı bir lâmba.41 sözüyle risalet elbisesini giydirdi. Demek ki salik Allah yolunda ilerlerse bu yol onu vuslat ve O’nunla birleşme makamına götürür. Bu, o kulun, Hakk’ın kendisinden istediği şeye kavuşması, O’nun rızasına ermesi demektir.

Her dâî’nin birtakım tabi’leri vardır. En az tâbi’i olan, Allah'a çağırandır. Çünkü O’nun kudret ve ihtişamı büyüktür (buna dayanmak güçtür). Allah yoluna çağıranların tâbi’leri, Allah’a çağıranın tabi’lerinden daha çoktur. Zira bunun derecesi daha aşağıdır. Sünnete çağıranın tâbi’leri ise daha fazladır. Çünkü bu hal, nefisle bağdaşabilen, nefsin uyabileceği bir haldir. İbadetler burada yapılır, işler burada görülür.

Tasavvuf ilmi, üç temel bölüme ayrılır: Ubûdiyyet ilmi, ma’rifet ilmi, Rabbâniyyet ilmi. Rabbâniyyct ilmi, meşiyyet ve akdârın (Allah’ın irade ve takdirinin) geçerliğidir. Ma'rifet ilmi iftiharla beraber muâmele lisanıdır (Yani kul amel eder, yaptığını söyler ve bununla övünür). Ubûdiyyet ilmi ise yetecek kadar rızka sahip olup kulluk etmektir. Allah rahmet etsin Cüneyd’in şöyle dediği anlatılır: “Tasavvufun başlangıcı, vakti bilmek, her vakitte insanın yapması gerekli olan hükümleri (ibadetleri) yapmaya dikkat etmektir.” Üzerinden geçen her vakitte sûfî, mutlaka yapması gerekli olan bir ibadeti yapmakla meşguldür, onun hiç boş vakti yoktur. Hiç kimse, üzerinde yapması gerekli mücâhede ve riyazetten yapmamış olduğu herhangi bir şey bulunduğu sürece tasavvufun başlangıcına giremez. İnsan, ancak muamelelerini ve hallerini ihlâs ile düzelttikten sonra tasavvufa girebilir. Yine Cüneyd’in şöyle dediği anlatılır: “O'nun, senin üzerinde henüz ödemediğin bir hakkı bulunduğu sürece kalbine tevhidin ruhu girmez.” Cüneyd’e, dünyadan ancak bir çekirdek miktarı bir şeyi bulunan, başka hiçbir şeyi olmayan adam hakkında sorulmuş da demiş ki: “Mükâteb, üzerinde bir dirhemi dahi olmayan köledir.” (Mükâteb, belli bir para karşılığında hürriyetini kazanmak için efendisiyle sözleşme yapan köledir. Kazandığını tamamen efendisine verir, kendisine hiçbir şey kalmaz). Hasılı özet olarak anlattığımız bu tasavvuf başlangıcı olan halleri istisnasız yapan kimse, tasavvufa girer.

Tasavvufun üç makamı vardır: Adâb, ahlâk ve ahvâl. Adâb kesbîdir, çalışmakla elde edilir. Ahlâk önderdir, ona uyulur, ahvâl ise mevhibedir (Allah tarafından vergidir).

Nefsi ezip küçültmek tasavvufun âdâbındandır. Kim ki nefsi kendisine şerefli görünürse dini ona küçük görünür. Dünyadan sıyrılmak, nefsi arzularından menetmek, öğüt veren bir imamdan edeb öğrenmek, onun gösterdiği yolda gitmek, vakitleri en uygun ibadetle geçirmek, müslümanlara saygı göstermek, şeyhlere hizmet etmek, ulemânın içtihad ve ihtilâfından ruhsatlar aramaya kalkmamak, eline geçen rızkın helâl olmasına itina göstermek, fikriyatı, kendi düşüncelerine zıd kimselerin içine karışmaktan kaçınmak, çarşı pazarlara fazla girmemek, dünya adamlarıyla arkadaş olmamak, ashabı (müridleri, çevresindeki adamları) şefkatle eğitmek, dilenmekten sıkılmak, dili başkalarına cefa etmekten korumak, mübarek ülkelere gitmek, yeni yetmelerle arkadaşlığı bırakmak, kadınların yardımından uzak durmak, mal yığmaktan vazgeçmek, selef gibi giymeye, âdâb (ve ahlâklarında) onlara benzemeye çalışmak, dinin emirlerini yerine getirmek için gerekli olduğu ölçüde ilim öğrenmek, “ben”, “biz", "bizim işimiz" gibi (varlık belirtisi) sözleri söylememek ve daha buna benzer, açıklaması uzun sürecek işleri yapmak mutasavvıfların âdâbındandır.

Ahlâk’a gelince: güzel huy, cömertlik, tevazu, başa gelenleri memnuniyetle karşılamak, salâh ile meşhur olmağa çalışmamak (riyadan kaçmak), ibadeti temiz niyetle yapmak, kâinattan hiçbir şeye ihtiyaç duymamak, yalnız Allah’a muhtaç olmak, iyilikle emir hususunda sağlam yürekli olmak, vera’, kerem sahibi olmak, tevazuu sevmek, nefsin kusurunu bilmek, mürüvvet, kanaat, teennî ile hareket etmek, vakar sahibi, dıştan güleç, içten korkulu olmak.

İşte salik bu âdâb ile edeplenir, bu ahlâk ile ahlâklanırsa Allah ona zühd, vera,’ tevekkül, tafviz (işleri Allah’a havale etme), teslim, ihlâs, yakîn, havf (Allah korkusu), sıdk (doğruluk), ma’rifet (ma’nevî bilgi, Allah’ı bilme), şevk, üns, cem ve tefrika, beka ve fenâ, kabz ve bast, tebrîd ve telhîb (içi ferahlatma, aşkı sakinleştirme ve aşk ateşini yandırıp alevlendirme), müşahede (manaları görme, Hakkı görme), muhâdese ve mükâleme (Allah ile konuşma, O’nun tarafından ilham olunma), ilme’l yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn, bilinmeyen ilimlere vakıf olma, yazılmış kitâbı (Allah’ın gayb bilgisini) görme ve diğer yüksek haller lûtfeder.

Allah’tan, bizi bu rütbelere eriştirmesini, bizi bu rütbeler ehlinden kılmasını, seçkin kullarına lûtuf buyurduğu kerem ve ihsanından bizi mahrum bırakmamasını niyaz ederiz. O işitici, dilekleri kabul edicidir. Allah, efendimiz Muhammed'e, onun ailesine ve ümmetine çokça salât ve selâm eylesin!

~ ~

1. Zümer Sûresi: 54 [metne dönüş ↩]
2. Hadîsi, Taberanî Ebu’d-Derdâ’dan, Tirmizî Ebû Berze el-Eslemî’den ve İbn Mes’ûd’dan rivayet etmişlerdir. Keşfu’l-hafâ, II, 378-379 [metne dönüş ↩]
3. Bakara Suresi: 222 [metne dönüş ↩]
4. Deylemî bu hadisi Hz. Aişe’den zayıf senedle rivayet etmiştir. Lâfzı: “Allah, velîyi ancak cömertlik ve güzel huy üzerine yaratmıştır.” şeklindedir. Hadîsi, Dârekutnî el-Ecvâd’da rivayet ettiği gibi Ebû’ş-Şeyh ve İbn Adî de rivayet etmişlerdir. Keşf'u'l-hafâ, II, 185 [metne dönüş ↩]
5. Müslim, Birr, hadis 104, 105; Edeb, 80; Tirmizî, Birr, bâb: 46; İbn Hanbel, I, 384, 393, 440 [metne dönüş ↩]
6. Şuarâ Suresi: 89 [metne dönüş ↩]
7. Buhârî, Tevhîd, bâb: 34, Daavât, 5, 6, 8, Vudu', 75; Müslim, Zikr, 56, 57, 68; Ebû Dâvûd, Edeb 8; Nesâ’î, Zekât 1, 73; İbn Mâce, Duâ, 15; Dârimî, İsti’zân, 51; İbn Hanbel, IV, 285, 290, 292, 296, 299, 300, 302 [metne dönüş ↩]
8. Buhârî, İman 39; Müslim, Müsâkat 107; İbn Mâce, Fiten 14; Dârimî, Buyû' 1 [metne dönüş ↩]
9. Bu hadisi başka bir kaynakta bulamadım [metne dönüş ↩]
10. Hadis, müttefekun aleyhtir. Ebu Hüreyre’den merfu’an rivayet edilir. Hadisi Taberânî ve Bazzâr da İbn Abbas’tan rivayet etmişlerdir. Önceki insanlar bu sözle övülür, bu vasıfta olmayanlar yerilirdi. Keşfu’l-hafâ, II, 333 [metne dönüş ↩]
11. Hadîsi Tirmizî Hz. Ömer’den rivayet etmiş ve hasen hadis olduğunu söylemiştir. Ebû Dâvûd ve Hakim de rivayet etmişlerdir. Bakınız: Kitâbu’l-Luma’ s. 596, tahkik Abdu’l-Halîm Mahmud ve Abdu’l-Bâkî Surur [metne dönüş ↩]
12. Ali İmran Suresi: 144 [metne dönüş ↩]
13. Hadisi Buharî, Müslim, Ahmed ibn Hanbel, Nesâ’î ve İbn Mâce, İbn Abbas’tan rivayet etmişlerdir. Buhârî ve Müslim’in, Sa'd ibn Ebî Vakkas’tan aldıkları rivayet şöyledir: “Sa'd, ölecek derecede bir hastalığa yakalanmış. Peygamber (s.a.v.) kendisini sormaya gelmiş. Sa'd ona: "Ya Resulûllah, benim çok malım var, bir tek kızımdan başka da varisim yok. Malımın üçte ikisini sadaka vereyim mi?" demiş. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Hayır", demiş. "Ya yarısını?" demiş. Hz. Peygamber yine: “Hayır" diye cevap vermiş. “Peki ya üçte birini?" demiş. Hz. Peygamber: "Üçte birini (ver), üçte biri dahi çoktur. Senin geride zengin varisler bırakman, onları insanlardan dilenen fakir insanlar olarak bırakmandan daha iyidir." demiş. Bkz. Keşfu’l-hafâ, I, 335 [metne dönüş ↩]
14. Hadisi Taberânî, Hakim Abdullah ibn Büsr'den; Abd ibn Humeyd, Ebu Saîd’den; İbn Asakir ise Vâsile'den rivayet etmişlerdir. Hasen hadistir. Bkz. Feyzu’l-Kadîr, IV, 280; Keşf, II, 48-49 [metne dönüş ↩]
15. Zümer Suresi: 22 [metne dönüş ↩]
16. Tâha Suresi: 131 [metne dönüş ↩]
17. Hadis daha önce geçmişti. Müttefakunaleyhtir. [metne dönüş ↩]
18. Bakara Suresi: 131 [metne dönüş ↩]
19. Nisâ’ Suresi: 69 [metne dönüş ↩]
20. Nisâ’ Suresi: 69 [metne dönüş ↩]
21. Taberânî İbn Ömer’den, Hatîb Enes’ten rivayet etmiştir. Hasen hadistir. Feyzu’l-Kadîr, III, 13 [metne dönüş ↩]
22. Ankebut Suresi: 69 [metne dönüş ↩]
23. Âli İmran Suresi: 7 [metne dönüş ↩]
24. Hadisi Ahmed ibn Hanbel şu lâfızla rivayet ediyor: “Gecenin karanlık parçaları gibi olan ve gelmesi yaklaşmakta bulunan o korkunç fitnelerin şerrinden ötürü Araplara yazık! Kişi o zaman mü'min olarak sabahlamış iken kâfir olarak akşamlar. Bir toplum o zaman dünya malı için dinini satar. O gün dinine yapışan, elinde ateş koru tutan gibidir." Bak Musned, II, 390-391 [metne dönüş ↩]
25. En’âm Suresi: 52 [metne dönüş ↩]
26. Kehf Süresi: 28 [metne dönüş ↩]
27. Bakara Suresi: 273 [metne dönüş ↩]
28. Ahmed ibn Menî', Hasan ya da Enes'ten merfu’ olarak rivayet etmiştir. Ancak orada “Hased de nerede ise kaderi geçecek oldu" ziyadesi vardır. Bu hadis, Ebu Nu’aym’in Hilyesinde, İbn es-Seken’in Musannaf'ında, Beyhakî’nin Şu’ab'inde, İbn Adî’nin el-Kâmil’inde rivayet edilmiştir. Taberânî bunu zayıf bir senedle rivayet etmiştir. Nesâî de şu hadisi rivayet etmiştir: “Allahım küfürden ve fakirlikten sana sığınırım. Bir adam: Bunların ikisi de aynı mıdır diye sordu. Allah'ın Resulü: Evet, dedi”. Rivayetlerin en sağlamı budur. Daha önceki merfu’ rivayetin ise isnadı zayıftır. Bkz. Keşfu’l-hafâ, II, 107-108 [metne dönüş ↩]
29. Fâtır Suresi : 15 [metne dönüş ↩]
30. Ebû Dâvûd, Edeb 101; Nesâ’î, Sehv, 90, İsti'âze 16 [metne dönüş ↩]
31. Hadis daha önce geçmişti [metne dönüş ↩]
32. Müslim, Zekât, bâb: 40 [metne dönüş ↩]
33. Tirmizî İbn Ömer’den, Ebû Ya’lâ Enes’ten, Askerî de Ubâde ibn es-Sâmit’ten rivayet etmişlerdir. Keşf, II, 173 [metne dönüş ↩]
34. Buhârî Edeb’de; Ebû Dâvûd, İbn Mâce, İbn Hibban, Beyhakî ve Taberânî rivayet etmişlerdir. Hasen hadistir. Feyzu’l-Kadîr, II, 237 [metne dönüş ↩]
35. Nesâ’î, bu hadisi şu lâfızla rivayet etmiştir: “... Namaza kalktığın zaman güzelce abdest al, sonra kıbleye yönel, tekbir al, sonra oku, rükû'a git, iyice eğil, sonra başını kaldır, doğrul, sonra secdeye var, secdeyi güzel yap, sonra başını kaldır, iyice otur, yine secdeye git, secdeyi tam yap, sonra kalk ve namazını bitirinceye kadar böyle yap". Bak Sehv, bâb: Ekall mâ-yeczî min amelissalâh [metne dönüş ↩]
36. Buhâri, Ezân 18...; İbn Hanbel, V, 2; Dârimî, Salât, 42 [metne dönüş ↩]
37. Hadisi Hâkim Müstedrek’inde, Ebu Nu’aym Hilye’de Ebu Hüreyre’den rivayet etmişlerdir. Müslim de Birr, bâb 40'da bunu şu lâfızla rivayet etmektedir: “Nice kapılardan kovulan, hor görülen saçı başı karışık kimse var ki Allah'a yemin etse, Allah onu doğru çıkarır."... Hadisin başka rivayetleri için bakınız: Feyzu’l-Kadîr, IV, 14, 15 [metne dönüş ↩]
38. Hûd Suresi: 74 [metne dönüş ↩]
39. Bu hadisi başka bir kaynakta bulamadım [metne dönüş ↩]
40. Nahl Suresi: 125 [metne dönüş ↩]
41. Ahzâb Suresi: 46 [metne dönüş ↩]
~

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder