Bahsi geçen dünyagörüşünün vecîz ifadesini şu gazete makalesinde görebiliriz:
"Bütün dinler, netice itibariyle ideolojidir. İdeoloji, insan yapısı fikirleri, tanrısal kanunlar, yani doğal bilim haline dönüştürme disiplinidir. Dinler, zaman, mekân ve konu eksenlerinde, insanın aklına gelebilecek her sorunun cevabını bildiklerini iddia eder. Dinler, maddenin ilk yaratılış anından, canlının son yok oluş gününe kadar, kısaca ezelden ebede, her yerde ve evrenin tümünde, olan veya olmayan her şeyin nedenini fizikten iktisada kadar açıklamaya kendini mecbur hisseder. Çünkü dayandıklarını iddia ettikleri bilginin kaynağı tanrıdır. Tanrı da her şeyi bildiğine göre, dinlerin açıklayamayacağı bir şey olamaz diyerek işe başlarlar.
...
Tek bir bütün olan evrenin iki katmanı vardır. Birincisi 'cansızlar', ikincisi 'canlılar dünyasıdır. Daha doğrusu canlılar, cansızlar evreninin bir altkümesidir.
Çünkü canlılar, cansız maddelerden yapılmıştır. Bu sebeple, cansızlar evreninin kanunları, canlılar kümesini de kapsar; ama canlılar kümesinin kanunları, cansızlar evrenini kapsamaz.
Dinlerin ortaya çıkış sebebi, insanın toplumsal canlı olmasıdır. İnsanlar, cemiyet teşkil ederek yaşamanın, kendileri için iktisadi olduğunu, yani bireye daha fazla fayda sağladığını deneyerek öğrenmiştir. Bu nedenle 'cemiyet' halinde yaşama düzenine geçilmiştir. İktisadi olduğu için, toplu halde yaşamaya başlayan insanın ikinci önemli gözlemi, bu yaşama biçiminde, fert ile cemiyet arasında bir çatışmanın olduğunu idrak etmesidir. Fertler, 'sonlu ömür süreleri' içinde en fazla faydayı tüketmek amacıyla davranmaya eğilimlidir. Buna mukabil, üyesi oldukları toplumların 'sonsuz ömür süreleri' esas alınarak yapılan milli gelir maksimizasyon modelleri, bireyin 'bencil' davranışının değiştirilmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Fert ile cemiyet arasındaki ömür süresi farkından doğan bu temel çelişkiyi çözmek dinlere düşmüştür. Meselenin matematik çözümü, birey ile toplumun (parça ile bütün) ömür sürelerinin sonsuz, yani 'eşit' olduğunu kabul etmektir. Bunun için, bu dünyada öldükten sonra (ahirette) hesap gününe kadar yaşamaya devam edileceğine inanmak imanın şartıdır.
İslâm, halen bu iki ana meseleyi çözebilmiş değildir. Birincisi, cansızlar evreninin kanunlarından kaynaklanan bilimin, canlılar kümesini de kapsadığını kabule yanaşmamaktadır. Diğer bir deyişle, hukuk ile iktisat alanının düzenlenmesinde, bilimsel verileri değil, elindeki metinlerin (şeriatın) esas olmasında direnmektedir. Bu, İslam'ı yeni sorunlar karşısında aletsiz bırakmaktadır. İkincisi, ahirette cennete girmek için, toplumsal kurallara uymayı değil, dinsel şekillere göre hareket etmeyi vazetmektedir.
Meselâ, trafik kurallarına uymamak, sahte rapor almak - vermek, kaçak inşaat yapmak veya vergi kaçırmak 'günah' değildir. Dolayısıyla bu suçları işlemek, kişiye cennet kapılarını kapamamaktadır. Buna karşılık, kadının saçının telinin gözükmesi günahtır. Bu da İslâmın, milli gelir artışına engel olan kuraldışı bencil davranışları caydırmayı önemsemediği anlamına gelmektedir. Sonuçlar ortadadır.
Son söz: Bilim, din kapısından sığmaz; din, bilim kapısından sığar."
Kitap boyu birkaç kez tekrarlandığı üzre, inanç gerekli deliller tarafından gerektiği kadar yoklanıp kanıtlandığı takdirde bilgileşir. Tersine, delillerce desteklenmeksizin defalarca yoklanıp kanıtlanmamış inançların, bilgiymiş, üstelik de bilimsel bilgiymişçesine pazarlanıp satılması büyük kabahattir. Bilgi sahteciliği cinsinden olan bu kabahate Aristoteles, "safsatacılık" demiştir. Tarihte safsatacılığın eşsiz ustaları Yeniçağ Batı Avrupa ile Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetlerinde serpilip onlara omuz vermiş ideolojiler olup bunların da başında sermâyecilik gelir. Sermâyeciliğin bilgi sahteciliği, yahut başka türlü söylersek, safsatacılığı, ikiye ayrılır: Ticârette reklamcılık, eğitim-öğretim ile siyasette propaganda.
Zikrolunan gazete köşe yazısı, propagandaya örnektir. Çağdaş medeniyetin baş pâyândâlarından positivciliği arşıâlâya yüceltmek ve onun fikirce karşıtı dini yerin dibine batırmak maksadıyla işlenmiş bilgi hatâları ve çarpıtmalarıyla dolu bir metin. Her ideoloji yahut ideolojiye omuz veren dünyagörüşü gibi, positivcilik mutlak itâat taleb eder. Oysa felsefî zihniyetin türevi, takipçisi ve halefi bilim anlayışı şüphe-eleştiri esâsından hareket edip onun çerçevesinde iş görür. Bilimin bahsi geçen meşrebi deneysel-positiv biçiminde anılır. Şu durumda ideolojik tavır ile bilim tutumu, yanî ideolojik tavır alış olan positivcilik ile bilimselliğin ifâdesi positivlik birbirlerine taban tabana zıttırlar.
Felsefe-bilime karşıt olduğu gibi, ideoloji, Müslümanlığa da muhaliftir. Müslümanlık, felsefe-bilim gibi şüphe-eleştiri esâsından hareket etmeyip tersine kesinkes buyruk anlamındaki imândan kalkar. Ne var ki, imânın içeriği, bilginin kurucu unsurları olmayıp ahlâka vücut verecek malzemedir. Ahlâk, kendim ve beni çepeçevreleyen dünya hakkında bir şey bildirmez. Bundan dolayı doğrulanıp yanlışlanma çeşidinden sorunu yoktur. Ahlâk, kıyas ile doğrulanma - yanlışlanmadan masûn tek başına, tıkız bir varlıktır.
Dini, başta az önce bildirilmiş olan gerekçelerin ışığında, felsefe-bilimle karıştırmak, metodolojik ile epistemolojik yanlışlığa yol açar. Hatâda ısrar ise, kişiyi taassuba sevkeder. Hatâda körü körüne ısrardan doğan taassup, din yakasında görülebileceği gibi, dine karşı olanlarda da pekâlâ başgösterebilir. Bahse konu makale, işte, ikinci tür taassuba açık ve güzel bir örnektir. Bir kere, genel epistemolojik alan karıştırmasını bir yana bırakalım. Yazıda geçen ve bu arada dine, bâhusus Müslümanlığa muhalif Positivcilerde sık rastgelinen bilgi, dolayısıyla da yargı yanlışlıklarına göz atalım.
Evvelemîrde, Müslümanlığın, trafik suçuna, vergi kaçakçılığına, yolsuzluğa v.s. göz yumduğu, buna karşılık, meselâ kadının, 'saçının telini göstermesi'nin günâh saydığını öne sürmek, olacak iş değil. İlk sayılanlar, kul hakkını yemek demektir. Kur'ân, kul hakkını yemenin büyük günahlardan sayıldığını bıkıp usanmadan tekrarlar durur. Kadının 'saçını örtmesi'yse, ibâdet mesâbesindendir. İbâdetin ifâsı yahut eksik yerine getirilmesi kişisel kabâhattir; kul hakkını yemekle ilgisi yoktur. Kişisel kabâhatlar, Allah - kul münâsebetinin mahremindedir. Demek ki Allah ile kabâhatı işleyenin dışında üçüncü bir mercie kapalıdırlar. Hâlbuki, topluma karşı işlenen suçlar, alenîdir, kamuya açıktırlar. Haddizâtında bu söylediklerimiz, basit bir hakîkatin dile getirilmesinden başka bir şey değildir. Malûmu ilâm ediyoruz sâdece. Geçmişte ve günümüzde birtakım Müslüman toplumlar, anlatmaya çalıştığımız esâslara aykırı yaşayıp davranıyorlarsa, suç kimdedir? İslâmın bizzât kendinin mi yoksa, tıpkı hasımları gibi, dinlerini doğru düzgün anlayıp anlamlandıramamış inananların mı?
Doğaya eğilen araştırmalarla uzvî irtibât kuracak donanıma sahîb olmamakla birlikte, bilimlerin sunduğu verilere şöyle bir göz atarak bunlardan evrensel doğrular türetme sevdâsına kapılanlar, süreklice irikıyım yanlışlıklara düşmekten alıkonamazlar. İşte çok göz alıcı bir örnek: Canlının, canlı-olmayanla ortak bir öğeler dizisini paylaşması, birincinin, ikinciden türemiş olduğunun kanıtı değildir. Tutunuz ki, türemiş olsun (bu henüz bir varsayımdan ileri geçmez); yine de olayın yahut sürecin nasıl cereyân ettiğinden yahut etmiş olabileceğinden habersisiz. Böylesine büyük bir fizik metafizik (fiziğin metafiziği) sorunu bir yana bırakalım. Canlıların en basit yapılanışına örnek kılınan hücreyi ele alalım. 1937 Münih doğumlu ve kimya dalında 1988 Nobel ödülüne lâyık görülmüş Alman bilimadamı Robert Huber' e göre, bir hücrenin nelerden meydana geldiğini bilmemize rağmen, nasıl oluştuğunu bilmediğimizi bildiriyor. Bunu neye benzetebiliriz? Huber' e bakılırsa, şuna: "Bugün, harflerin dizilişinden bir proteinin yapısı ile gördüğü görevi anlamaya başlıyoruz. Bununla birlikte, hedefimizin çok uzağındayız. Tek tek ele alındıklarında, parçalar, bizlere bir şey bildirmez. Arabanın bütününü oluştururken onların ne anlama geldiklerini anlamak lazım."
Din, bilgi sağlama yahut sunma mercii olmayıp ondan bilgilenilmez dedik. Nitekim, Kur'ân, ansiklopedi değildir. Din ve onu insanlara tebliğle yükümlü mukaddes metin, bir buyruklar dizisidir. Bireysel ile toplumsal yaşamanın hangi hatlardan geçilerek yürütülmesi gerektiğine ilişkin insana nirengi noktalarını bildirir. Bunlara dayanılarak yaşamanın haritası demek olan ahlâk inşâa olunur. Bilim de içinde olmak üzre, hayatın bütün köşe bucaklarını tayîn eden ahlâkın hiçbir unsur ile vechesini kişi, kendi dışındaki doğal dünyada bulmaz, bulamaz. Ahlâk, hakîkat âlemindendir. Bilim oysa, hakîkatin varolanlaşmış vechesini temsil eden gerçeklik dünyasına eğilir. Dini kesip atarsak, ahlâkı kaybederiz. 'Ahlâksız' hayat olamaz. Böylelikle, tabîi ki, bilim de yapılamaz. Şu durumda din ile ondan türetilen ahlâk, bilimde yer almaz. Tersine bilim, din - ahlâktadır.
Bahse konu mahalde gördüğümüz kavram karıştırmaları, yanlışlıkları ile düşünce saptırmaları, Yeniçağ ile Çağdaş medeniyete mahsus özelliklerdir. 'Allah' ın ipini' salıverip kendini insan dimağının ürünü yapılara bağlayan Batı Avrupalının bu tercihinin semeresine 1600lerden 2000e değin ezici ağırlığıyla tanık olduk. Şerrin ne olduğunu, anaörneğini bahsi geçen sürede gördük. Anılan dönemin doruğunu Yirminci yüzyıl oluşturmuştur. Cinâyete kurban giden insan sayısının müdhişliğini bir yana bırakalım. Esas, makineleşmiş cinâyetin dehşetine bakalım. Allah' a uzanan kablosunun kesilmesiyle akıl, tam bir canî kesilmiştir. Burada bahse konu kıldığımız yazı, Yirminci yüzyılda görmüş olduğumuz kuru, çıplak, hattâ çırılçıplak caniliğin reçetesini bizlere sunmaktadır. Böyle şablon olma niteliğinden dolayı onu zikretmek lüzumunu duyduk.
Ş. Teoman Duralı, Sorun Nedir. Sayfa 59-61.
"Bütün dinler, netice itibariyle ideolojidir. İdeoloji, insan yapısı fikirleri, tanrısal kanunlar, yani doğal bilim haline dönüştürme disiplinidir. Dinler, zaman, mekân ve konu eksenlerinde, insanın aklına gelebilecek her sorunun cevabını bildiklerini iddia eder. Dinler, maddenin ilk yaratılış anından, canlının son yok oluş gününe kadar, kısaca ezelden ebede, her yerde ve evrenin tümünde, olan veya olmayan her şeyin nedenini fizikten iktisada kadar açıklamaya kendini mecbur hisseder. Çünkü dayandıklarını iddia ettikleri bilginin kaynağı tanrıdır. Tanrı da her şeyi bildiğine göre, dinlerin açıklayamayacağı bir şey olamaz diyerek işe başlarlar.
...
Tek bir bütün olan evrenin iki katmanı vardır. Birincisi 'cansızlar', ikincisi 'canlılar dünyasıdır. Daha doğrusu canlılar, cansızlar evreninin bir altkümesidir.
Çünkü canlılar, cansız maddelerden yapılmıştır. Bu sebeple, cansızlar evreninin kanunları, canlılar kümesini de kapsar; ama canlılar kümesinin kanunları, cansızlar evrenini kapsamaz.
Dinlerin ortaya çıkış sebebi, insanın toplumsal canlı olmasıdır. İnsanlar, cemiyet teşkil ederek yaşamanın, kendileri için iktisadi olduğunu, yani bireye daha fazla fayda sağladığını deneyerek öğrenmiştir. Bu nedenle 'cemiyet' halinde yaşama düzenine geçilmiştir. İktisadi olduğu için, toplu halde yaşamaya başlayan insanın ikinci önemli gözlemi, bu yaşama biçiminde, fert ile cemiyet arasında bir çatışmanın olduğunu idrak etmesidir. Fertler, 'sonlu ömür süreleri' içinde en fazla faydayı tüketmek amacıyla davranmaya eğilimlidir. Buna mukabil, üyesi oldukları toplumların 'sonsuz ömür süreleri' esas alınarak yapılan milli gelir maksimizasyon modelleri, bireyin 'bencil' davranışının değiştirilmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Fert ile cemiyet arasındaki ömür süresi farkından doğan bu temel çelişkiyi çözmek dinlere düşmüştür. Meselenin matematik çözümü, birey ile toplumun (parça ile bütün) ömür sürelerinin sonsuz, yani 'eşit' olduğunu kabul etmektir. Bunun için, bu dünyada öldükten sonra (ahirette) hesap gününe kadar yaşamaya devam edileceğine inanmak imanın şartıdır.
İslâm, halen bu iki ana meseleyi çözebilmiş değildir. Birincisi, cansızlar evreninin kanunlarından kaynaklanan bilimin, canlılar kümesini de kapsadığını kabule yanaşmamaktadır. Diğer bir deyişle, hukuk ile iktisat alanının düzenlenmesinde, bilimsel verileri değil, elindeki metinlerin (şeriatın) esas olmasında direnmektedir. Bu, İslam'ı yeni sorunlar karşısında aletsiz bırakmaktadır. İkincisi, ahirette cennete girmek için, toplumsal kurallara uymayı değil, dinsel şekillere göre hareket etmeyi vazetmektedir.
Meselâ, trafik kurallarına uymamak, sahte rapor almak - vermek, kaçak inşaat yapmak veya vergi kaçırmak 'günah' değildir. Dolayısıyla bu suçları işlemek, kişiye cennet kapılarını kapamamaktadır. Buna karşılık, kadının saçının telinin gözükmesi günahtır. Bu da İslâmın, milli gelir artışına engel olan kuraldışı bencil davranışları caydırmayı önemsemediği anlamına gelmektedir. Sonuçlar ortadadır.
Son söz: Bilim, din kapısından sığmaz; din, bilim kapısından sığar."
Kitap boyu birkaç kez tekrarlandığı üzre, inanç gerekli deliller tarafından gerektiği kadar yoklanıp kanıtlandığı takdirde bilgileşir. Tersine, delillerce desteklenmeksizin defalarca yoklanıp kanıtlanmamış inançların, bilgiymiş, üstelik de bilimsel bilgiymişçesine pazarlanıp satılması büyük kabahattir. Bilgi sahteciliği cinsinden olan bu kabahate Aristoteles, "safsatacılık" demiştir. Tarihte safsatacılığın eşsiz ustaları Yeniçağ Batı Avrupa ile Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetlerinde serpilip onlara omuz vermiş ideolojiler olup bunların da başında sermâyecilik gelir. Sermâyeciliğin bilgi sahteciliği, yahut başka türlü söylersek, safsatacılığı, ikiye ayrılır: Ticârette reklamcılık, eğitim-öğretim ile siyasette propaganda.
Zikrolunan gazete köşe yazısı, propagandaya örnektir. Çağdaş medeniyetin baş pâyândâlarından positivciliği arşıâlâya yüceltmek ve onun fikirce karşıtı dini yerin dibine batırmak maksadıyla işlenmiş bilgi hatâları ve çarpıtmalarıyla dolu bir metin. Her ideoloji yahut ideolojiye omuz veren dünyagörüşü gibi, positivcilik mutlak itâat taleb eder. Oysa felsefî zihniyetin türevi, takipçisi ve halefi bilim anlayışı şüphe-eleştiri esâsından hareket edip onun çerçevesinde iş görür. Bilimin bahsi geçen meşrebi deneysel-positiv biçiminde anılır. Şu durumda ideolojik tavır ile bilim tutumu, yanî ideolojik tavır alış olan positivcilik ile bilimselliğin ifâdesi positivlik birbirlerine taban tabana zıttırlar.
Felsefe-bilime karşıt olduğu gibi, ideoloji, Müslümanlığa da muhaliftir. Müslümanlık, felsefe-bilim gibi şüphe-eleştiri esâsından hareket etmeyip tersine kesinkes buyruk anlamındaki imândan kalkar. Ne var ki, imânın içeriği, bilginin kurucu unsurları olmayıp ahlâka vücut verecek malzemedir. Ahlâk, kendim ve beni çepeçevreleyen dünya hakkında bir şey bildirmez. Bundan dolayı doğrulanıp yanlışlanma çeşidinden sorunu yoktur. Ahlâk, kıyas ile doğrulanma - yanlışlanmadan masûn tek başına, tıkız bir varlıktır.
Dini, başta az önce bildirilmiş olan gerekçelerin ışığında, felsefe-bilimle karıştırmak, metodolojik ile epistemolojik yanlışlığa yol açar. Hatâda ısrar ise, kişiyi taassuba sevkeder. Hatâda körü körüne ısrardan doğan taassup, din yakasında görülebileceği gibi, dine karşı olanlarda da pekâlâ başgösterebilir. Bahse konu makale, işte, ikinci tür taassuba açık ve güzel bir örnektir. Bir kere, genel epistemolojik alan karıştırmasını bir yana bırakalım. Yazıda geçen ve bu arada dine, bâhusus Müslümanlığa muhalif Positivcilerde sık rastgelinen bilgi, dolayısıyla da yargı yanlışlıklarına göz atalım.
Evvelemîrde, Müslümanlığın, trafik suçuna, vergi kaçakçılığına, yolsuzluğa v.s. göz yumduğu, buna karşılık, meselâ kadının, 'saçının telini göstermesi'nin günâh saydığını öne sürmek, olacak iş değil. İlk sayılanlar, kul hakkını yemek demektir. Kur'ân, kul hakkını yemenin büyük günahlardan sayıldığını bıkıp usanmadan tekrarlar durur. Kadının 'saçını örtmesi'yse, ibâdet mesâbesindendir. İbâdetin ifâsı yahut eksik yerine getirilmesi kişisel kabâhattir; kul hakkını yemekle ilgisi yoktur. Kişisel kabâhatlar, Allah - kul münâsebetinin mahremindedir. Demek ki Allah ile kabâhatı işleyenin dışında üçüncü bir mercie kapalıdırlar. Hâlbuki, topluma karşı işlenen suçlar, alenîdir, kamuya açıktırlar. Haddizâtında bu söylediklerimiz, basit bir hakîkatin dile getirilmesinden başka bir şey değildir. Malûmu ilâm ediyoruz sâdece. Geçmişte ve günümüzde birtakım Müslüman toplumlar, anlatmaya çalıştığımız esâslara aykırı yaşayıp davranıyorlarsa, suç kimdedir? İslâmın bizzât kendinin mi yoksa, tıpkı hasımları gibi, dinlerini doğru düzgün anlayıp anlamlandıramamış inananların mı?
Doğaya eğilen araştırmalarla uzvî irtibât kuracak donanıma sahîb olmamakla birlikte, bilimlerin sunduğu verilere şöyle bir göz atarak bunlardan evrensel doğrular türetme sevdâsına kapılanlar, süreklice irikıyım yanlışlıklara düşmekten alıkonamazlar. İşte çok göz alıcı bir örnek: Canlının, canlı-olmayanla ortak bir öğeler dizisini paylaşması, birincinin, ikinciden türemiş olduğunun kanıtı değildir. Tutunuz ki, türemiş olsun (bu henüz bir varsayımdan ileri geçmez); yine de olayın yahut sürecin nasıl cereyân ettiğinden yahut etmiş olabileceğinden habersisiz. Böylesine büyük bir fizik metafizik (fiziğin metafiziği) sorunu bir yana bırakalım. Canlıların en basit yapılanışına örnek kılınan hücreyi ele alalım. 1937 Münih doğumlu ve kimya dalında 1988 Nobel ödülüne lâyık görülmüş Alman bilimadamı Robert Huber' e göre, bir hücrenin nelerden meydana geldiğini bilmemize rağmen, nasıl oluştuğunu bilmediğimizi bildiriyor. Bunu neye benzetebiliriz? Huber' e bakılırsa, şuna: "Bugün, harflerin dizilişinden bir proteinin yapısı ile gördüğü görevi anlamaya başlıyoruz. Bununla birlikte, hedefimizin çok uzağındayız. Tek tek ele alındıklarında, parçalar, bizlere bir şey bildirmez. Arabanın bütününü oluştururken onların ne anlama geldiklerini anlamak lazım."
Din, bilgi sağlama yahut sunma mercii olmayıp ondan bilgilenilmez dedik. Nitekim, Kur'ân, ansiklopedi değildir. Din ve onu insanlara tebliğle yükümlü mukaddes metin, bir buyruklar dizisidir. Bireysel ile toplumsal yaşamanın hangi hatlardan geçilerek yürütülmesi gerektiğine ilişkin insana nirengi noktalarını bildirir. Bunlara dayanılarak yaşamanın haritası demek olan ahlâk inşâa olunur. Bilim de içinde olmak üzre, hayatın bütün köşe bucaklarını tayîn eden ahlâkın hiçbir unsur ile vechesini kişi, kendi dışındaki doğal dünyada bulmaz, bulamaz. Ahlâk, hakîkat âlemindendir. Bilim oysa, hakîkatin varolanlaşmış vechesini temsil eden gerçeklik dünyasına eğilir. Dini kesip atarsak, ahlâkı kaybederiz. 'Ahlâksız' hayat olamaz. Böylelikle, tabîi ki, bilim de yapılamaz. Şu durumda din ile ondan türetilen ahlâk, bilimde yer almaz. Tersine bilim, din - ahlâktadır.
Bahse konu mahalde gördüğümüz kavram karıştırmaları, yanlışlıkları ile düşünce saptırmaları, Yeniçağ ile Çağdaş medeniyete mahsus özelliklerdir. 'Allah' ın ipini' salıverip kendini insan dimağının ürünü yapılara bağlayan Batı Avrupalının bu tercihinin semeresine 1600lerden 2000e değin ezici ağırlığıyla tanık olduk. Şerrin ne olduğunu, anaörneğini bahsi geçen sürede gördük. Anılan dönemin doruğunu Yirminci yüzyıl oluşturmuştur. Cinâyete kurban giden insan sayısının müdhişliğini bir yana bırakalım. Esas, makineleşmiş cinâyetin dehşetine bakalım. Allah' a uzanan kablosunun kesilmesiyle akıl, tam bir canî kesilmiştir. Burada bahse konu kıldığımız yazı, Yirminci yüzyılda görmüş olduğumuz kuru, çıplak, hattâ çırılçıplak caniliğin reçetesini bizlere sunmaktadır. Böyle şablon olma niteliğinden dolayı onu zikretmek lüzumunu duyduk.
Ş. Teoman Duralı, Sorun Nedir. Sayfa 59-61.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder