Loading

13 Ekim 2011 Perşembe

Gerçekliğin Varlığı

KANITI OLMAYAN GERÇEKLER
John Brockman
kitabından bir bölüm
(kitabın tanıtımı için tıklayın)


Yüce zihinler kimi zaman, ellerinde henüz bir kanıt ya da iddia olmadan gerçeği tahmin edebilirler. 
(Diderot buna “esprit de divination (ilahi mizaç)” sahibi olmak derdi.) 
Sizin, kanıtlayamasanız da doğru olduğuna inandığınız şey nedir?

cevaplayan
MICHAEL SHERMER
Michael Shermer Skeptic dergisinin yayımcısı, Scientific American 'ın makale yazarı ve 
The Science of Good and Evil [İyi ile Kötünün Bilimi]'nin yazarı.


Gerçekliğin insanî ya da toplumsal yapılardan bağımsız olarak varolduğuna inanıyor, ama bunu kanıtlayamıyorum. Bir yöntem olarak bilim ve bir felsefe olarak natüralizm, bir arada, gerçekliği anlamamız için sahip olduğumuz en iyi aracı oluşturuyorlar. Bilim kümülatif olduğu, kademeli bir şekilde kendi üstüne kendini inşa ettiği için onun aracılığıyla gerçekliği çok daha iyi anlayabilmemiz mümkün. Nihai Doğruluğa ulaşıp ulaşmadığımızı hiçbir zaman bilemeyeceğimiz için, doğaya ait bilgimiz geçicilik özelliğini korumayı sürdürüyor. Bilim insanî bir faaliyet, doğa ise karmaşık ve dinamik olduğu için, hem doğayı, hem de ona dair takribî anlayışımızı en iyi tanımlayan şeyler, bulanık mantık ile fraksiyonlu olasılıklardır. 

Paranormal ya da doğaüstü diye bir şey yoktur; yalnızca normal ve doğal olan ile henüz açıklayamadığımız gizemler vardır. 

Bilimi tüm diğer insanî faaliyetlerden ayıran şey, tüm çıkarımların geçici tabiatına olan inancıdır. Bilime göre bilgi akışkan, kesinlik ise kısa sürelidir. Bilimin sınırlarının özü budur. Aynı zamanda en büyük gücü de budur. Bu kanıtlanması olanaksız nihaî önerme, fazladan üç çözümsüz türevi de üretiyor.

1. Dünya dinlerinin sunduğu türden bir Tanrı, akıllı bir tasarımcı ya da ilahî özelliği olan herhangi bir şey yok. (Gerçi bizden çok daha büyük bir akıl ve güce sahip dünya dışı bir varlık büyük olasılıkla Tanrı'dan ayırt edilemezdi.)

Dünyanın en büyük zihinlerinin ilahî bir varlığın varolup olmadığını kanıtlama veya çürütmeye dair binlerce yıllık girişiminin ardından, konuyla ilgili düşünürler arasında varılan az sayıdaki fikir birliğine bakılırsa, ortaya çıkan en mantıklı sonuç, Tanrı sorusunun asla çözülemeyeceği ve kişinin inanç, inançsızlık ya da şüpheciliğinin nihayetinde rasyonel olmayan bir temele dayalı olduğudur.

2. Evrenin nihaî gidişatı belli olsa da, bizler özgür irade sahibiyiz. 

Entelektüel düşünürler binlerce yıldır, tıpkı Tanrı sorusu gibi, gidişatı belirli bir evrende kendini özgür hissetme paradoksunu da çözüme ulaştırmakta başarısız oldular. Şu an için şöyle düşünebiliriz: Evrenin yapısı öyle karmaşık ki, etkilerin sayısı ile onların birbirleriyle etkileşiminin karmaşıklığı, insan eyleminin önceden kestirilmesini pragmatik olarak imkânsız kılıyor. Onu tam olarak kavrayabileceğimizi düşünmenin ne denli saçma olduğunu görebilmek için, evrenin etkiler ağına belli bir değer atayabiliriz. Yapılan hesaplamalara göre, evrenin uzak geleceğinde bir bilgisayarın, yaşamış olan ya da yaşamış olma ihtimali olan her insanı (yani bir insanı yaratmak için varolan tüm genetik kombinasyonları) birbirleri ve çevreleriyle aralarındaki tüm nedensel etkileşimlerle birlikte sanal bir ortamda yeniden canlandırılabilmesi için 10 üzeri 10 üzeri 123 bit (1'in yanına 10 üzeri 123 tane sıfır) belleğe sahip olması gerekiyor. Aklımızın alabileceği herhangi bir gelecekte hiçbir bilgisayarın bu düzeyde bir güce ulaşamayacağını söylemek yeterli. Aynı şekilde, hiçbir insan beyninin buna yaklaşması da mümkün değil.

Bu karmaşıklığın azameti, aslında bir etkisel sınırlılığımız olduğu halde, etki edilmemiş etkileyiciler olarak, özgürce hareket ediyormuşuz hissine kapılmamızı sağlıyor. İnsan eyleminin belirleyicisi olarak, seçimini yapacağımız hiçbir etkiler dizisi eksiksiz olamayacağı için, özgürlük hissi bu etkilere karşı habersizlikten kaynaklanıyor. Bu sınırlar dahilinde özgürmüşüz gibi davranabiliriz. Bu yaklaşımın bize kazandıracağı çok, kaybettireceği az şey var ve yaptıklarımız kişisel sorumluluğu da beraberinde getiriyor.

3. Ahlak ilahî bir emir değil, evrimci ve tarihsel güçlerin doğal bir sonucudur. 

Doğru (örneğin erdemlilik) ya da yanlış (örneğin suç) olanı yapmaya dair ahlakî duygular, insan evriminin doğal bir parçası olarak ortaya çıktılar. Doğru ya da yanlış anlayışı kültürden kültüre değişse de, doğru olanı ya da yanlış olanı yapma duygusu evrenseldir. Evrensel olgular yaygın ve güçlüdür, temelinde ise doğamız itibarı ile ahlaklı ya da ahlaksız, iyi ya da kötü, fedakâr ya da bencil, işbirlikçi ya da rekabetçi, barışçıl ya da kavgacı, erdemli ya da erdemsiz olduğumuz görüşünü barındırır. Bireyler ve gruplar, bu tür evrensel nitelikleri ifade şekilleriyle birbirlerinden ayrılsalar da, hepsi bu niteliklere sahiptir. Çoğu insan, çoğu zaman, çoğu şartlar altında iyidir; kendileri ve başkaları için doğru olanı yapar. Ama bazı insanlar, bazı zamanlarda, bazı şartlar altında kötüdür; kendileri ve başkaları için kötü olanı yaparlar.

Sonuç olarak çoğu insan için, çoğu kültürde, çoğu şartlar altında, çoğu zaman geçerli olan ahlakî prensipler geçici bir süreliğine doğrudur. Son 10.000 yıl içinde bir noktada, dinler ahlakî prensiplerin içine, devletler ise hukuk prensiplerinin içine ahlakî hükümler kodlamaya başladı. 

Özetlemek gerekirse, gerçekliğin varlığına ve bilimin onu anlamak için en iyi yöntem olduğuna; Tanrı'nın varolmadığına; evrenin gidişatının belirli olmasına rağmen bizlerin özgür olduğumuza; ahlakın insanın ve insan topluluklarının uyum sağlama ihtiyacıyla evrildiğine ve nihayetinde tüm varoluşun bilim sayesinde anlaşılabileceğine inanıyor, ama bunu kanıtlayamıyorum.

Tabii yanılıyor da olabilirim...