HİÇ DELİRMEDEN DELİ KALABİLENLERİN KİTABI
Yasemin Çongar, Taraf, 8 Ekim 2011
~
"Evren" diyor Muriel Rukeyser karanlığın hızına kapılmış mısralarından birinde, "hikâyelerden yapılmıştır, atomlardan değil."
1980’de altmış yedi yaşında ölen bu Amerikalı şairin en sevdiğim kitabı Speed of Darkness ’in (Karanlığın Hızı) kapağını, bir sığınağın kapısını kapatırcasına, sanki o kapıyı ileride yeniden açabileceğimden emin olmak isteyerek, bu tedirginliğime kendim de şaşırarak, usulca kapadım."Deliliğimiz de öyle" diye söylendim sonra içime doğru: "Deliliğimiz de, hikâyelerimizden yapılmış olsa gerek, atomlarımızdan değil."
Karşı kıyı ekim güneşinde hafiften kızarırken, bu işin tekinsizliğini bile bile şiirlere sığındıysam sebebi var. Deliliğin sıradanlığını okudum gece boyunca. Deli olmakla, delirmek arasındaki farkı düşündüm. Hiç delirmeden hep deli kalabilenlerin hikâyelerine gömülmüş bir halde, sabaha kadar sayfaların arasında dönüp durdum. İnsanın "Bu bir rüya" diye kendine hatırlatma ihtiyacı duyarak gördüğü, görürken her sahneyi yaşarmışçasına yorulduğu, gerçeğe haddinden fazla benzeyen o tuhaf rüyalardan biri gibiydi.
Hayaliyle konuşmadan, ağzı köpürmeden
Kitabı anlatmaya ortasından başlayacağım. Popüler filmlerden mülhem birkaç soruyla mesela:
"İster Guguk Kuşu ’nu (One Flew Over the Cuckoo’s Nest), ister Aklım Karıştı ’yı (Girl, Interrupted) ya da Akıl Oyunları ’nı (A Beautiful Mind) düşünün. Niye hep bunca görünür, böyle dokunulası, bu kadar işitilebilir bir şekil veriliyor deliliğe? İnsanlar hayalî refakatçilerle konuşuyorlar, ağızları köpürüyor, dehşetengiz halusinasyonlar görüyorlar, kendi kendilerine hiç durmaksızın söyleniyorlar, onlara karşı bir komplo düzenlendiğini anlatıp duruyorlar öfkeyle. Genel olarak, ya inanılmaz derecede zeki ya da inanılmaz derecede aptalmışçasına tasvir ediliyorlar, ya birer dâhi ya da birer hayvanmışçasına, sanki bunun hiç arası yokmuş gibi. Deliliğin bazen çok sarsıcı belirtilerle ortaya çıktığından şüphe yok. Ama ya, işini ve aile hayatını sükûnetle devam ettiren bir adamın durumuna ne demeli? Bir gün işine gidiyor, yapması gereken her şeyi kusursuz yapıyor, sonra sokağa çıkıyor, silahını çekiyor ve ünlü bir şahsı vuruyor. Adamın o âna kadarki davranışlarında hiçbir anormallik yok. Hatta örnek bir vatandaş bile olabilir; sorumlu, saygın, sakin. Ama adamın bu cinayete kalkışmadan önceki günlerinde deli olmadığını söyleyebilir miyiz hakikaten?"
Cevabının olumsuz olacağını, sorunun bizatihî sorulmuş olmasından bile anlıyoruz haliyle. Sorunun ve cevabın sahibi Darian Leader, Britanya’da iki gün önce piyasaya çıkan yeni kitabında, insan aklının"sessiz delilik" adını verdiği hâlini anlamaya çalışıyor. Delilikle normalliğin, birbirine denk vaziyetlermiş gibi iç içe yaşandığı, normalliğin deliliğin üzerini örttüğü; delilerin görünür, işitilir, hatta sezilir bile olmadığı bir hâl bu. Keşfettikçe, size tanıdık geldiği ölçüde irkiliyorsunuz.
O ‘iyi doktor’dan kimse şüphelenmemişti
1946 Nottingham doğumlu bir pratisyen hekim olan Harold Frederick Shipman, 31 Ocak 2000 tarihinde Britanya’da bir mahkeme jürisinin kararıyla ömür boyu hapse mahkûm edildi. Shipman, on beş kişiyi öldürmekten suçlu bulunmuştu. Savcının iddianamesini hazırlarken "numune" olarak seçtiği cinayetlerdi bunlar. Yoksa aslında çok daha fazla insan öldürmüştü Shipman; bugün artık tek başına en az 250 cinayet işlediğini ve bu sayının gerçekte daha yüksek olabileceğini biliyoruz.
Bilmediğimiz şey ise, iyi yetişmiş bir hekim, üç çocuklu bir aile babası, sadık bir eş, çevre ve şehircilik alanlarında yerel projelere aktif katılım gösteren sorumlu bir vatandaş olan, hastaları tarafından da çok sevilen Shipman’ın, nasıl olup da aynı zamanda, Britanya tarihinin en vahşi "seri katili" olabildiği… Nasıl oldu da, 1970’lerin ortasından 1998 sonbaharında gözaltına alınıncaya dek, hemen her ay ve bazı aylarda dörde beşe varan sayıda cinayet işleyen bu adam, "normal" görüntüsünü, düzenini, ilişkilerini hiç bozmadan, büyük bir sükûnet içinde hareket edebildi? Nasıl oldu da evlerinde ziyaret ettiği, güvenlerini kazandığı, bir kısmını yıllardır tanıdığı çoğu yaşlı ve hemen hepsi kendi halindeki kadın ve erkekleri vücutlarına zehir enjekte ederek öldürdükten sonra, hiçbir şey olmamış gibi davranabildi ve çok uzun süre kimsenin şüphesini üzerine çekmedi?
Leader, çok daha "zararsız" delilerin yanı sıra Shipman gibi aşırı bir örneği de kitabına konu ederken, okuruna bütün bu soruları sordurarak yazıyor. Oysa esas soru bunların hiçbiri değil. Esas soru: "Niye?" Shipman, sorgusu ve davası sırasında bu konuda hiç konuşmadığı ve mâhkumiyetinden tam dört yıl sonra, elli sekiz yaşına basmasından ise bir gün önce, hücresinde kendini astığı için ebediyyen cevapsız kalacak bir soru bu.
Leader da bu soruya mutlak bir cevap vermiyor zaten; onun amacı daha ziyade, Shipman hakkındaki 270 bin sayfalık delilleri okuyup, bu iddianame üzerinden Shipman'a "teşhis" koyan psikologların tezlerini tartışmak. Shipman'la ilgili olarak sarfedilen dinsel temalı "İçinde saf kötülük vardı" ya da "Kendine güvensizdi, müptealydı, obsesifti" türünden sözümona tıbbî çıkarsamaları reddediyor Leader. Onun yerine, "iyi doktorun" çocukluğuna, hayatında iz bırakan hâtıralarına; annesiyle, babasıyla, meslektaşlarıyla, çocuklarıyla ilişkilerine bakarak, herhangi birimizinki kadar sancılı görünen bir hayatın içinden, deliliğin nasıl doğduğunu düşünmeye davet ediyor bizi. Shipman'ın beyninin kimyasını değil, hayatının hikâyesini anlamamızı istiyor. Deliliğin kaynağını orada buluyor çünkü.
Aklının dehlizlerinden geçmeye çalışanlar
Dünyada olduğu gibi Türkiye'de de, psikiyatri meraklılarının iyi bildiği bir isim Leader. 1965 Kaliforniya doğumlu yazar, iki yaşından beri İngiltere'de yaşıyor ve Pariste gördüğü psikiyatri eğitimi sonrasında, halen hem Londra'da "Lacancı" bir pratisyen olarak psikanalistlik yapıyor hem de kurucularından olduğu Freudyen Analiz ve Araştırma Merkezi'nde ders veriyor.
Leader, Avrupa'da asıl ününü, 1995'te yayımlandığı Introducing Lacan (Lacan'ı Tanıtmak) kitabıyla, psikanalizin Sigmund Freud'dan sonraki ikinci babası sayılabilecek Jacques Lacan'ı popüler kılarak kazanmıştı. Bizde ise daha ziyade,Why Do Women Write More Letters Than They Post? (Kadınlar Neden Yazdıkları Her Mektubu Göndermezler?),Promises Lovers Make When It Gets Late (İş İşten Geçtikten Sonra Verilen Sözler) ve Stealing the Mona Lisa: What Art Stops Us from Seeing (Mona Lisa Kaçırıldı: Sanatın Bizden Gizledikleri) gibi kitapalrının Türkçe tercümeleri sayesinde tanınıyor.
Benim anlatmaya çalıştığım bu henüz pek "turfanda" kitabın ise çok daha kısa, çok daha basit bir adı var: What is Madness? (Delilik Nedir?). Zor bir konuyu zarafetli olduğu kadar ciddiyetli bir dille, içeriğini hafifletmeden deşiyor Leader; sonuçta eldeki metin, yazarın diğer kitapları kadar "kolay" okunmasa bile, kendisinin ya da bir yakınının aklının dehlizlerinden geçmeye çalışmış herkesin anlayabileceği ve üzerinde düşüneceği şeyler söylüyor.
Görünüşe ve istatistiklere aldırmayınız
Bir kere Leader, DSM 'e düşman. DSM dediğim, psikiyatrinin "kutsal kitabı". Uzun adıyla Diagnostic & Statistical Manual of Mental Disorders (Zihinsel Bozuklukların Teşhissel ve İstatistiksel Elkitabı). Leader'a göre, görünüşle fazla meşgul olan bir kitap bu. Öyle ki, insanların bir de "içsel hayatları" olduğunu neredeyse tümden görmezden geliyor. Bu kitaba başvuran hekimler, çoğunlukla mesleklerini tersten icra ederek, yani tedaviye bakarak teşhis koyuyorlar hastalarına. Diyelim ki, bir ilaç bir soruna iyi gelmiş görünüyor. Hastasında, istatistiksel olarak o sorunla özdeşleştirilmiş semptomlar gören bir hekim de hemen aynı ilaca yöneliyor. İlaç, hastaya iyi gelmiş görünürse, teşhis de konuveriyor: "Siz manik depresifsiniz!"
Leader, bu süreçte, delilerin de düşünebildiğinin gözardı edildiği kanısında. Deliler de tıpkı aklî sağlığı yerinde olanlar gibi, yaşadıkları her tecrübeyi ve bu arada kendilerine uygulanan tedaviyi ya da kullandıkları ilaçları, kendilerine göre manalandırıyorlar. Sonuçta, elektroşok tedavisinin "suçluluk duygusu çeken ve cezalandırılması gerektiğine inanan" bir hastada çok iyi sonuç verebilmesi mümkün ama o hastayla benzer semptomlar gösterse bile, semptomlarının arka planında mesela "değersizlik hissi" olan bir başkasında aynı tedavi büyük bir yıkıma yol açabiliyor.
Görünür semptomları ve onların istatistiksel çetelesini temel alarak, beyin kimyamızla oynamaya dönük ilaçlarla aklî bozuklukları iyileştirmeye çalışmanın "nafile" olduğu kadar "tehlikeli" bir yanı da var Leader'ın gözünde. Bu ilaçlar, en nihayetinde semptomlarımızı maskeleyip, hislerimizi uyuşturmaya yarıyorlar sadece; hastalığımızı, dengesizliğimizi ya da evet, kitabın tercih ettiği terimle "deliliğimizi" gidermekten ziyade, görünür olmaktan çıkarıp, "içimizde mahsur"kılmakla yetiniyorlar.
İş delirme öncesindeki deliliği anlamakta
"Delilik ve normal hayat," diyor Leader, "bir tezat oluşturmaktan ziyade birbirleriyle uyumludur." Buradan yola çıkıp, aslında "delilik" diye bir şeyin olmadığına ya da "normal" kavramının saçmalığına sair terennümlere girişmiyor ama. O sadece, delilik hâlinin günümüzde "istisnadan ziyade kural" olduğunu düşünüyor ve "delilik" ile"delirmek" arasında tedavi yöntemleri açısından da "anahtar" saydığı kritik bir ayrım yapıyor.
Mesela psikotik bir kriz sonucu hastaneye kaldırılan, yani "deliren" bir insanın tedavisine giden yol, bu krize, yani"delirmesine" neyin sebep olduğundan değil, o krizin yaşanmasına kadar geçen "sakin" yıllar boyunca, kendisini nasıl dengede tutabildiğinden geçiyor Leader'a göre. Zira biraz deşildiğinde, o sakin yılların aslında delilik yılları olduğu anlaşılabiliyor; birçok deli uzun zaman gayet sükûnetli bir görüntü altında, istikrarlı bir hayat sürebiliyor. Asıl önemli olan, bunu neyin mümkün kıldığı. Psikotik hastaların hemen hepsinin kendi psikozuna ilişkin bir mantık yürütmesi olduğunu yazıyor Leader; gerçek bir tedavi ancak o özel mantığın kavranmasıyla, yani hastanın özel hikâyelerinin bilinmesiyle başlayabiliyor.
Çoğu zaman "sessiz deliliği" mümkün kılan, yani bir hastanın soğuk sükûnetini korumasını, kriz geçirmemesini,"normal" bir hayatı sürdüremeyecek hâle gelmemesini sağlayan şey, semptomlarının ta kendisi. Yükseklikten, kapalı yerlerden ya da açık alanlardan korkan birinin fobileri, mesela, "giderilmeye muhtaç birer anomali" olmaktan ziyade, o kişiyi delirmekten alıkoyan birer mekanizma işlevi görebiliyor. Leader, bu durumda fobinin hızla tedavisinin yarardan çok zarar getirdiği kanısında.
"Bir delinin hakikatle özdeşleştirdiği hayalleri, yaratıcı benliğin kendini korumasına dönük bir semptomdur aslında; deliliği anlayıp derinine inmak için yararlı bir metindir o hayaller." Bu sözlerle, bir deliyi delirmekten koruyan şeyin pekâlâ delice "hayalleri" olabileceğini hatırlatıyor Leader. Ona göre, hastalar bazen hayatlarından bile daha çok seviyorlar semptomlarını, aldatıldıklarına inanıp acı çekmek ya da kendi kendilerini sürekli bir hüzünle cezalandırmak hoşlarına gidebiliyor bazen. Beyindeki kimyasal maddelerin miktarıyla oynayıp durmak, delileri bir süre için zapturapt altına alıyor belki ama "normalleşmeleri" için, kendilerine yepyeni açılardan ilgi duymalarını sağlayabilmek gerekiyor. Bunun için de hikâyelerini anlatabilmeleri, birilerinin de o hikâyeleri dinleyip anlaması gerek. Leader'a "Seni, beni işiten bir adama dönüştürmeliyim" diye bağıran hastası, derdini olmasa bile dermanını gayet iyi biliyor velhâsıl.
~
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder