Loading

14 Ekim 2011 Cuma

"Klasikler Neden Okunmalı?"


Bir tanım önererek başlayalım.

1) Klasikler, haklarında her zaman "Yeniden okuyorum...," denildiğini duyduğumuz, ama hiçbir zaman "şu sıra okuyorum..." denilmeyen kitaplardır. 

Bu en azından "çok okuduğu" varsayılanlar arasında böyledir; bu kural gençler için geçerli değildir; yaşları, dünyayla ve dünyanın bir parçası olarak klasiklerle olan ilişkilerini bir ilk karşılaşma kılar.

"Yeniden okumak" (relire) fiilinin önündeki tekrarlama bildiren önek (itératif préfixe), ünlü bir kitabı okumadığını kabul etmekten yüzleri kızaranları küçük bir ikiyüzlülüğe götürebilir. Onların içini rahatlatmak için şu gözlemi yapmak yeter: Bir kişi kendini yetiştirmek üzere ne kadar çok okursa okusun, yine de hep okuyamadığı yığınla temel kitap kalır geride. 

Bütün bir Heredotos'u ve Thucydides'i okudum diyen elini kaldırsın! ya Saint-Simon! Ya Cardinal de Retz! XIX. yüzyılın en büyük roman dönemleri bile okunduğundan daha fazla ünlüdür. Fransa'da, okulda Balzac okumaya başlarız ve piyasadaki yayınların çokluğuna bakarak Fransızların Balzac'ı daha ileride de okumaya devam edeceklerine inanabiliriz. Ama İtalya'da bir sondaj yapacak olursak, korkarım Balzac en son sıralarda yer alır. İtalya'daki Dickens tutkunları, karşılaştıklarında birbirlerine hemen Dickens'in roman bölümlerinden ya da kişilerinden sanki tanıdıkları insanlarmış gibi sö eden kısıtlı sayıda bir grup insandır. Birkaç yıl önce, Amerika'da ders veren ve sürekli hiç okumadığı Emile Zola hakkında sorguya çekilmekten bıkan Michel Butor, sonunda bütün bir Rougon-Macquart'ı okumuş. Sandığından çok farklı bri şey fark etmiş: Çok güzel bir denemesinde de anlattığı o olağanüstü mitolojik ve kozmogonik soyağacını.

Büyük bir kitabı olgun yaşta okumanın olağanüstü bir zevk olduğunu söylemek istiyorum: Gençken okuduğumuzda aldığımızdan çok daha farklı bir zevk (o zevkin ne altında ne de üstünde, yalnızca farklı). Gençlik her şeye olduğu gibi okumaya ya da başka bir lezzet, başka bir önem kazandırır; oysa olgun yaşta, çok daha fazla ayrıntıya hayran kalırız (ya da kalmalıyız), başka düzlemler bulur, başka anlamlar keşfederiz. 

Buradan kalkarak başka bir tanım deneyebiliriz.

2) Onları okuyan ve seven için zenginlik oluşturan kitaplara klasik denir; ancak bu zenginlik, klasiklerden zevk alabilmek için onları en uygun koşullarda ilk kez okuma mutluluğunu saklı tutanlar açısından daha az değildir. 

Dolayısıyla gençlik okumaları, sabırsızlık, dalgınlık, elindekini kullanma deneyimsizliği, yaşam deneyimsizliği yüzünden az yarar sağlar. Ancak aynı zamanda da bizim gelecekteki deneyimlerimize, bu deneyimlere modeller, karşılaştırma yapabileceğimiz öğeler, sınıflama şemaları, değer dizgeleri, güzellik örnekleri oluşturarak bir biçim vereceği için de yapıcı olabilirler; bütün bunlar, gençliğimizde okuduğumuz bir kitaptan aklımızda çok az şey, hatta hiçbir şey kalmasa bile lendi kendine iş görmeyi sürdüren şeylerdir. Bu kitabı olgun bir yaşta yeniden okuduğumuzda, kaynağını unuttuğumuz ve bizim artık iç mekanizmamızın bir parçası olmuş bütün bir değerler sistemini yeniden buluruz onda. Tohumunu atıp eser olarak kendini unutturmak: İşte edebiyat eseri bu spesifik güce sahiptir. 

Bu durumda vereceğimiz tanım şu olacaktır:

3) Klasikler, hem kendilerini unutulmaz olarak kabul ettiren, hem de kişisel ya da kolektif bilinçaltınca özümsenip, hafızanın kıvrımlarına gizlenerek çok özel bir etki yapan kitaplardır. 

İşte bu yüzden olgun yaşta, gençliğimizde okuduğumuz en önemli kitapları yeniden keşfetmek için zaman ayırmalıyız. Çünkü kitaplar değişmese bile (aslında farklı tarihsel bir perspektifin ışığında onlar da değişir), biz değişmişizdir ve o kitaplarda bulduklarımız yepyeni şeyler olacaktır. 

"Okumak" ya da "yeniden okumak" fiilini kullanmamızın bundan böyle hiçbir önemi yoktur artık. Bu nedenle şöyle de diyebiliriz:

4) Bir klasiğin yeniden okunması, ilk okuma gibi bir keşiftir.

5) Bir klasiğin ilk okunuşu aslında bir yeniden okumadır.
4. tanım aşağıdaki tanımın doğal sonucu olarak kabul edilebilir. 

6) Bir klasik söylediği şeyi hep söyleyecektir.
Oysa 5. tanım daha aydınlık bir açıklama gerektirir. Şöyle:

7) Klasikler, bize ulaştıklarında, üzerlerinde bizden önceki okumaların izlerini taşıyan ve arkalarından, içinden geçtikleri kültür ya da kültürlere (ya da yalnızca dile ve geleneklere) bıraktıkları izleri sürükleyen kitaplardır.

Bu tanım eski olduğu kadar modern klasikler için de geçerlidir. Odysseia'yı okuyorsam, Homeros'un metnini okuyorumdur, ama Ulysses'in serüvenlerinin yüzyıllardan geçerek ne anlamlar taşıdığını unutamam, bu anlamların metnin içinde mi olduğunu, yoksa art arda gelen depolanmalar, bozulmalar ya da yayılmalar mı olduğunu kendime sormadan edemem. Kafka okurken her dakika doğru yanlış kullanıldığını duyduğumuz Kafkavari sıfatının geçerliliğini kontrol etmeden ya da reddetmeden edemem. Turgenyev'in Babalar ve Oğullar'ını ya da Dostoyevski'nin Ecinniler'ini okuyorsam, bu roman kişilerinin nasıl olup da bugüne kadar hep yeniden doğduklarını düşünmeden yapamam. 

Bir klasiğin okunması, hakkında edindiğimiz imajın dışında bazı sürprizler çıkarmalıdır karşımıza. Bir de, mümkün olduğu kadar eleştirel bibliyografileri, açımlamaları, yorumları bir kenara bırakıp, doğrudan doğruya orijinal metni okumalıyız. Okul ve Üniversite, bir kitaptan söz eden bir kitabın, söz konusu kitaptan daha fazla şey söylemeyeceğini öğretmeye yaramalıdır. Oysa bunun tersine inandırmak için ellerinden geleni yapıyorlar; bu durumda değerlerin tersine çevrildiğini görüyoruz: Giriş bölümü, şatafatlı eleştiri, bibliyografi, metnin söylediğini gizleyen bir sis perdesi olarak kullanılıyor; metin de asıl metnin söylediğini gizleyen bir sis perdesi olarak kullanılıyor; metin de asıl söyleyeceği şeyi, bunu kendisinden daha iyi bilen bir aracı olmaksızın söyleyebiliyor ancak. 

Bundan şu sonucu çıkarabiliriz:

8) Klasikler, aralıksız olarak bir eleştirel söylemler bulutu yaratan ve sürekli bu buluttan kurtulan yapıtlardır.

Klasikler bize mutlaka yeni bir şey öğretmez; bazen bir klasikte her zaman bilmiş olduğumuz (ya da bildiğimizi sandığımız) bir şey keşfederiz. Bunu ilk kez bu kitabın söylediğinin (ya da özel bir biçimde değindiğinin) farkında değilizdir. Bu sürpriz de, bir nedenin, bir ilişkinin, bir bağlantının keşfinin verdiği gibi tam bir  tatmin duygusu verir. 

Buna dayanarak şöyle bir tanım yürütebiliriz:

9) Klasikler okunduklarında bir yerlerden bildiğimizi sandığımız şeyleri yepyeni, beklenmedik, şaşırtıcı kılan kitaplardır. 

Doğal olarak, klasik, bu tür bir işlev gördüğünde, yani kendisini okuyanla özel bir ilişki kurduğunda böyledir bu. Eğer bri kıvılcım çıkmazsa, yapılacak bir şey yoktur: Çünkü klasikler görev duygusuyla ya da saygı adına değil, ancak sevgiyle okunur. En azından okul dışında böyledir. Okulun rolü, belli bir sayıda klasiği iyi ya da kötü tanıtmaktır. Sonra herkes bu klasiklerin arasından (ya da onlara bakarak) kendi klasiğini seçebilir. Okul, bir seçim yapabilmemiz için gereken malzemeyi vermek durumundadır; ama sözkonusu seçimler okuldan sonra ve okul dışında yapılacaktır. 

Günün birinde bizim olacak kitaba rastlamak, rastgele yaptığımız birçok okumalardan sonra gerçekleşebilir ancak. Engin bir kültüre sahip, önemli bir sanat tarihçisi tanıyorum. Bütün okudukları arasında her zaman tercihini Bay Pickwick'ten yana yapıyordu. Öyle ki her konuda Dickens'in kitabından parçalar söylüyor, yaşama ilişkin her olayı kitabın bölümlerine bağlıyordu. Yavaş yavaş tam bir özdeşleşme ile, evren, gerçek felsefe, Bay Pickwick'in biçimini aldı çıktı. Bu noktada klasiklerin çok iddialı bir tanımına geliyoruz: 

10) Eski tılsımlar gibi, evrenle eşanlamlı tutulan kitaplara klasik denir.

Bu tanım bizi, Mallarmé'nin düşlediği eksiksiz kitap düşüncesine götürür.

Ama bir klasik aynı zamanda muhalefet, antitez ilişkisi de ortaya çıkarır. Rousseau'nun bütün yaptıkları ve düşündükleri benim için çok önemlidir, ancak öte yandan söylediklerinin aksini söylemek, eleştirmek, onunla tartışmak gibi engellenemez bir istek uyandırır. Bu doğal olarak yapı farklılığıyla açıklanabilir; ama iş bununla bitse, okumazdım, olur biterdi. Oysa Rousseau'yu benim yazarlarım arasında saymamazlık edemem. Bu durumda şöyle diyeceğim:

11) Klasiğimiz bize kayıtsız kalamaz ve bizim onun aracılığıyla, tabii aynı zamanda ona karşı çıkarak, kendimizi tanımlamamızı sağlar. 

Eskilik, üslup ya da yetkinlik ayrımı yapmaksızın "klasik" terimini kullanıyor olmamı şöyle açıklayabilirim. Bana göre bir klasiği diğerlerinden ayıran şey, eski bir kitap için olduğu kadar, eğer kültürel süreklilik içinde yerini almışsa modern bir kitap için de geçerli olabilecek bir titreşim etkisinden başka bir şey değil. 

Böylece,

12) Klasikler, diğer klasiklerden önce gelen kitaplardır; ama önce diğerlerini okumaya başlayan, sonra da söz konusu klasiği okuyan biri, onu hemen soyağacındaki yerine koyar, diyebiliriz. 

Düşüncemin bu noktasında temel bir sorunu daha fazla meseleden uzak tutamayacağım: Klasik kitaplarla, klasik olmayan bütün diğer kitapları nasıl birbirine bağlayabiliriz? Sorun doğrudan doğruya şu soruyu getiriyor beraberinde: "Kendi çağımızı daha iyi anlamamızı sağlayan kitaplar üzerinde yoğunlaşmak varken, neden klasikleri okuyalım?" Bir de şu: "Güncellik bir çığ gibi bizi ezerken, klasikleri okuyacak kadar özgür bir beyni ve zamanı nasıl bulacağız?"

Tabii günlük "okuma zamanını", özel olarak Lucrèce, Lucien, Montaigne, Erasmus, Quevedo, Marlowe, Le Discours de la Méthode, Wilhelm Meister, Coleridge, Ruskin, Proust, Valéry'ye ayıran, bu arada Murasaki ya da İzlandalı sagalara da küçük ziyaretler yapan mutlu birini hayal edebiliriz. Bu kişinin son yenidenbasımın ayrıntılı incelemesini yapmak, üniversite yarışmaları için ilan toplamak, kısa vadeli yayın çalışmaları vermek gibi işlerle ilgisi olmamalıdır. Bu mutlu kişinin diyetini, hiçbir şey bulaşmadan izleyebilmek için gazeteleri okumaktan vazgeçmesi, son çıkan bir romanı ya da en son sosyolojik anketi okumaya heveslenmemesi gerekir. Peki bu kadar bağnazlık yararlı ve doğru mudur?

Güncellik sıradan ve küçük düşürücü olabilir; ama güncellikle her zaman ileri ya da geri bakmak için içine yerleşebileceğimiz bir nokta bulunur. Klasikleri okumak için de, onları "nerede" okuduğumuzu belirlemek gerekir. Aksi halde, hem okuyucu hem de kitap bir zamansızlık bulutunun içinde kaybolur. Demek ki klasikler, makul bir dozda güncellikle nöbetleşe okunduğunda azami verim sağlar. Böyle bir doz ille de iç denge ve huzur da gerektirmez; hatta asabiyetten, yerinde duramayan bir sabırsızlıktan, tatminsizlikten kaynaklanabilir. 

Güncelliği, pencereden geçip bizi arabaların gidiş gelişlerinden, hava değişimlerinden haberdar kılan bir sokak uğultusu gibi algılamak, bir yandan da odanın içinde klasiklerin pırıl pırıl, sağlam söylemini izlemek en ideali olurdu belki. Ama klasiklerin varlığı çoğunluk için, güncelliğe ve sonuna kadar açık televizyonun sesine boğulmuş bir evin dışından gelen uzak bir yankı gibi duyulduğu için, bunu beklemek fazla oolur. 

O zaman ekleyelim: 

13) Klasikler, güncelliği fonda bir uğultu düzeyine indirmek eğiliminde olan, ancak bu uğultuyu tamamen ortadan kaldırmak iddiası taşımayan kitaplardır. 

14) Klasikler, en uzak güncelliğin bile egemen durumda olduğu yerde bir fon uğultusu gibi inatla sürüp giden kitaplardır. 

Ne var ki klasikler, artık ağır tempoya ve insani otium'un soluklanmalarına izin vermeyen yaşam ritmimizle ve bizlere uygun bir klasizmin tanımını yapmaktan yoksun kültürümüzün eklektizmiyle çelişki içindedir. 

Ynie de bunca önkoşul bir Leopardi için tam anlamıyla gerçekleşmiştir. Leopardi babasının sarayında, Eski Yunan ve Latin kültürü içinde yaşıyor ve bütün bir İtalyan edebiyatını, bütün bir Fransız edebiyatını hâlâ barındıran devâsâ kitaplıktan -romanlar ve genelde kız kardeşinin hoşlandığı yeni çıkmış yayınlar dışında (Paolina'ya "Senin Stendhal'ın" diye yazıyordu) yararlanıyordu. 

Üstelik bilime ve tarihe olan aşırı düşkünlüğünü de fazla up to date olmayan metinlerle gideriyordu Leopardi: Buffon'da kuşların yaşam biçimleri, Fontenelle'de Frédéric Ruysch'un mumyaları, Robertson'da Christophe Colomb'un yolculuğu gibi. 

Bugün artık genç Leopardi'nin aldığı türden klasik bir eğitim düşünülemez. Üstelik Kont Monaldo kitaplığı doldu taştı. Eski kitaplar ortadan kaldırıldı ve yeniler, modern kültür ve edebiyatlara uygun olarak çoğaldıkça çoğaldı. Artık hepimizin ideal klasiklerimizden oluşan kendi kitaplığımızı kurmaktan başka çaremi yok. Bu kitaplığın yarısı okuduğumuz ve bizim için önemli olan, diğer yarısı da okumayı düşündüğümüz ve bizim için önemli olacağını sandığımız kitaplardan oluşmalı diyorum. Bir raf da beklenmedik keşifler ve sürprizler için boş bırakılmalı.

İtalyan edebiyatından verdiğim tek adın Leopardi olduğunu fark ettim. Kitaplığın dolup taşmasının sonucu. Bu noktada klasiklerin, kim olduğumuzu ve nereye geldiğimizi anlamamıza yaradığını iyice belirtmek için bu metni yeniden yazmalıydım. İtalyanlarla yabancıları, yabancılarla İtalyanları karşılaştırmanın kaçınılmaz olduğu bir amaç: Bu karşılaştırma bizi de onları da vazgeçilmez kılar.

Bunun ardından, klasiklerin "bir şeye yaradıkları" için okunmaları gerektiği sanılmasın diye bu metni üçüncü kez yazmalıydım. Söylenecek tek şey, klasikleri okumanın, hiç okumamaktan daha iyi olduğudur. 

Biri çıkıp, bu kadar zahmete değmeyeceğini söylerse, ona Cioran'dan örnek veririm (Cioran bir klasik değil, en azından şimdiye kadar olmadı. İtalya'da yeni yeni çevrilen çağdaş bir düşünür):

"Zehir hazırlanırken, Sokrates bir flüt parçası öğrenmeye çalışıyormuş. 'Bu ne işine yarayacak?' diye sormuşlar. 'Ölmeden önce bu parçayı öğrenmeme,' diye yanıtlamış."
~

Italo Calvino (1923 -1985)

Çeviren: Berran Ersan
Kaynak: Modernizmin Serüveni (Hazırlayan: Enis Batur), Yapı Kredi Yayınları