Loading

13 Ekim 2011 Perşembe

Kanıtı Olmayan Gerçekler


Dünyanın önde gelen düşünürleri, somut kanıtları olmamasına rağmen hangi şeylere neden inandıklarını yazdı. 

Bilimsel teoriler, kimi zaman, cüretkâr varsayımlardan, birbirleriyle bağlantısız kanıtların dağınık parçalarından ve sezgilere dayanan eğitimli atılımlardan doğar. Parlak beyinlerin kimi güçlü inançları sadece varsayıma dayalıdır ve bu varsayım, teoriyi uygulanabilir kılmak için o parlak beyinleri teşvik etmeye yeter. Ünlü bilim yazarı ve editörü John Brockman, önde gelen bilimcilere şu soruyu sordu: Kanıtlayamazsanız bile doğru olduğuna inandığınız şey nedir? 

Bu kitap, günümüzün en seçkin beyinlerinin bu soruya verdikleri en iyi cevapları bir araya getiriyor. Düşünmeye kışkırtan ve zorlayıcı bu cevaplar, daha çok bilimcilerin haşır neşir olduğu teknik-teorik alanlarda değil, sıradan insanların kafasını yoran, gündelik hayatını sarmalayan, maneviyatını belirleyen konularda da etkileyici, zihin açıcı bakış açılarını sunuyor. 

~

Yüce zihinler kimi zaman ellerinde henüz bir kanıt ya da iddia olmadan gerçeği tahmin edebilirler. Sizin, kanıtlayamasanız da, doğru olduğuna inandığınız şey nedir?

Cevaplar, sadece bilimin teorik sorunlarını değil, aynı zamanda hayatımızın temel alanlarını da kuşatan geniş, renkli, akıl gıdıklayıcı bir yelpaze oluşturuyor.

Akıllarda beliren hayati soruların başlıcaları şunlar: Evren nereden geldi? Yaşam nereden geldi? Akıl nereden geldi? Dünya dışında yaşam ya da akıllı yaşam var mı? Zaman gerçekten var mı? Dil, bilinçliliğin bir gereği mi? Hamam böceklerinin bilinci var mı? Kuantum mekaniğinin ötesinde bir teori var mı? Kanıtlayamadığımız şeylere inanmak bize gerçekten de seçilimsel bir avantaj sağlıyor mu?

Ve tabii yeni yaklaşımlar kendini gösteriyor: Yeni bir doğa felsefesi doğuyor; fizik sistemlerini anlamanın yepyeni yolları, kim olduğumuza, insan olmanın anlamına dair temel varsayımlarımızın çoğunu sorgulayan fikirlere dair yeni düşünce sistemleri doğuyor.

İlginç bir nokta; bu parlak beyinlerin cevaplarında karamsarlıktan iz yok neredeyse; okurları şaşırtacak iyimser bir hava hakim. Kimi, insanın sanıldığı gibi çekirdeğine dek çürümediğine inanıyor. Kimileri ise insanlığın iyiye doğru gidebileceğine bile inanıyor. Kitabın geneline yansıyan apaçık his ise, merak duymaktan gelen katıksız haz.

Bilimciler, bu kitapta, kanıtlarla konuşma kuralının dışına çıkıyor. Ama bu, bilimi ihlal eden bir tutum da değil. Boş günlerini değerlendirmeye çalışan profesyonellerin eğlencelik fikirleri de değil. Birbirinden çok farklı alanlardan gelen katkılar, sağlam bir bilimsel sezginin ruhunu yansıtıyor; açık görüşlü, sınırlamalardan uzak, entelektüel açıdan oyunbaz, kuvvetli birtakım tahminler. Cevapların çoğu, çeşitli çalışma alanlarına dair bir tür geleceği öngörüyor.

109 parlak beyin, bütün bu problemleri, bilimin uzmanlık isteyen dilinden kaçınarak ele alıyor ve çeşitli disiplinler arasındaki bilgi alışverişini sıradan okurun anlayabileceği bir dille yürütüyor.

~  ~  ~

ÖNSÖZ
Şu Edge Konusu

1991′de üçüncü kültür diye bir kavram öne sürdüm. Söz konusu kültür, “çalışmaları ve bilgilendirici makaleleriyle yaşamlarımızın derin anlamlarını görünür hale getirip, kim ve ne olduğumuzu yeniden tanımlamaları açısından, geleneksel entelektüelin yerini almaya başlayan ampirik dünya bilimcileri ve düşünürleri”nden oluşuyordu. 1997′de artık internetin gelişmiş olması web’de üçüncü kültür için bir yuva hazırlanmasını mümkün kılmıştı. Bu yuva Edge (sınır) adlı siteydi (www.edge.org).

Edge üçüncü kültür fikrinin heyecanla kucaklandığı, yeni entelektüel topluluğun faaliyetlerinin sergilendiği bir alan. Entelektüeller bu alanda çalışmalarını, fikirlerini ortaya koyuyor, diğer üçüncü kültür düşünürlerinin çalışma ve fikirleri hakkında yorumlar yapıyorlar. Bunu yaparken de kendilerine meydan okunacağını gayet iyi biliyorlar. Sonuçta ortaya ateşli tartışmalar çıkıyor; “kıvrak düşünüş”ün bilginin uyuşturuculuğuna üstün geldiği, hayli gergin bir atmosferde süregiden, dijital çağın kritik konularına dair tartışmalar.

Edge'de Öne sürülen fikirler spekülatiftir ve evrimel biyoloji, genetik, bilgisayar bilimi, nörofizyoloji, psikoloji ve fiziğin varabildiği sınırları temsil ederler. Akıllarda beliren hayati soruların başlıcaları ise şunlar: Evren nereden geldi? Yaşam nereden geldi? Akıl nereden geldi? Ve nihayet üçüncü kültürden yepyeni bir doğa felsefesi doğuyor, fizik sistemlerini anlamanın yepyeni yolları, kim olduğumuza, insan olmanın anlamına dair temel varsayımlarımızın çoğunu sorgulayan düşünüşe dair yeni düşünce sistemleri doğuyor.

Edge’nın her yıl tekrarlanan geleneklerinden biri Dünya Soru Merkezi’dir. Geleneği 1971′de, bir kavramsal sanat projesi olarak başlatan kişi, 1997′de, Mısır’da vefat eden dostum ve çalışma arkadaşım sanatçı James Lee Byars idi. Byars ile tanışmam, 1969′da ilk kitabım By The Late John Brockman’ın [Müteveffa John Brockman'ın Kaleminden] yayınlanmasının hemen ardından, bana ulaşmasıyla birlikte oldu. İkimiz de sanat dünyasıyla haşır neşir insanlardık. Dile, soru zamirlerinin kullanımına ve “Stein”lara karşı ortak birliğimiz vardı; Einstein, Gertrude Stein, Wittgenstein ve Frankenstein. Byars, Edge fikrine ilham veren ve onun ilkesini özetleyen slogandan da sorumlu kişidir:

Bilginin sınırlarını (edge) zorlamak istiyorsanız en karmaşık, en ilginç zihinleri bulun, 
hepsini bir odaya toplayın ve kendilerine sordukları soruları, birbirlerine sordurun.

Byars’a göre toplumsal bilgide bir değerler kuramına ulaşabilmek için Widener Kütüphanesi’ne giderek, 6 milyon kitap okumak ahmaklıktan başka bir şey değildi. (Minimal dekore edilmiş odasında, bir kutunun içinde, aynı anda yalnızca dört adet kitap bulundurur, okudukça yerine yenisini koyardı.) Planı, dünyanın en parlak 100 zekâsını bir odaya kapatıp “kendilerine sordukları soruları birbirlerine sordurmak”tı. Ortaya çıkacak şey, varolan tüm düşüncenin bir sentezi olacaktı. Ne var ki, fikirden uygulamaya giden yol bin bir tuzakla doluydu. Byars en parlak 100 zekâyı belirleyerek her birini tek tek aradı ve kendilerine hangi soruları sorduklarını öğrenmek istedi. Sonuçta, soru sorulanların yetmişi, telefonu Byars’ın yüzüne kapattı.

1997′ye gelindiğinde internet ve e-posta sayesinde, Byars’ın büyük tasarımının ciddi anlamda hayata geçirilmesi için uygun ortam oluştu. Ve nihayet Edge doğdu, ilk katılımcıların arasında, Byars’ın 1971’de hazırladığı en parlak zekâlılar listesindeki iki isim olan Freeman Dyson ile Murray Gell-Mann vardı.

Edge’ın sekiz adet yıldönümü baskısının her birinde ben de soru zamirini kullandım ve katılımcılardan benim ya da yazıştığım kişilerden birinin gece yarısı aklına gelen bir soruya yanıt vermelerini rica ettim. 2005 Edge Sorusu’nu ortaya atan ise kuramcı psikolog Nicholas Humphrey idi.


Yüce zihinler kimi zurnan ellerinde henüz bir kanıt ya da iddia olmadan gerçeği tahmin edebilirler. 
(Diderot buna “esprit de divination (ilahi mizaç)” sahibi olmak derdi.) 
Sizin, kanıtlayamasanız da. doğru olduğuna inandığınız şey nedir?


2005 Edge Sorusu tüm dikkatleri üstüne çekti (BBC 4, soruyu “inanılmaz derecede akıl gıdıklayıcı… düşünenler dünyasının kokaini” şeklinde tanımladı). Bu kitapta derlenen yanıtlar ağırlıklı olarak bilinç, bilme, gerçeğe ve kanıta dair fikirler üstünde yoğunlaşıyor. Bir genelleme yapmam gerekirse, yanıtların, içinde yüzdüğümüz katiyet fazlalığıyla baş etme yöntemimiz üzerine yorumlardan oluştuğunu söyleyebilirim. Çağımız, araştırma kültürünün hüküm sürdüğü bir çağ. Google ile diğer arama motorları bizi doğru cevaplarla dolup taşan bir geleceğe doğru götürüyor. Dahası, bu cevaplara naif bir emin olma hissi de eşlik ediyor. Gelecekte soruların yanıtını bulacağız, peki onları soracak kadar parlak zekâlı olabilecek miyiz?

Bu kitap alternatif bir yol sunuyor. Bir konudan kesinlikle emin olmak yerine, yola bir önseziyle çıkmanın ve kavrayışı bu temel üstüne kurmanın da sakıncası olmayabilir. Bilimi topluma kazandırmanın saygın destekçilerinden İngiliz evrimci biyolog Richard Dawkins, 2005 Sorusu’nun yayınlanmasının ardından bir röportajında şöyle diyordu: “Bilimin şu haliyle her bilgiye sahip olduğunu öne sürmek doğru olmaz. Bilim önsezilerle, tahminlerle, hipotezlerle; kimi zaman şiirsel, hatta estetik düşüncelerden ilham alarak yola çıkar, ardından bunları deneysel ve gözlemsel yöntemlerle kanıtlamaya çalışır. Güzelliği de budur zaten; yaratıcı bir aşamayla başlar, ardından kanıtlama, sergileme aşamalarına geçer.

Kitapta ayrıca bilimciler ve entelektüel müttefiklerinin kendi ilgi alanlarına odaklanmakla birlikte, bireysel sahalarının ötesine de baktıklarının; daha da önemlisi bilginin sınırları hakkında yepyeni anlayışlar üzerine uzun uzadıya düşündüklerinin işaretleri de var. Onlar bilim ve teknolojimizi yalnızca birşeyler bilmeye yönelik amaçlar olarak değil, kim olduğumuz ve ne bildiğimizi nasıl biliyoruz gibi daha derin sorulara yönelmek yolunda birer araç olarak da görüyorlar.

Üçüncü kültürün erkek ve kadınlarının, zamanımızın seçkin entelektüelleri olduğuna inanıyorum. Ama bunu kanıtlayamıyorum.

John Brockman

~

Yüce zihinler kimi zaman, ellerinde henüz bir kanıt ya da iddia olmadan gerçeği tahmin edebilirler. (Diderot buna “esprit de divination (ilahi mizaç)” sahibi olmak derdi.) 
Sizin, kanıtlayamasanız da doğru olduğuna inandığınız şey nedir?

Nicholas Humphrey, Psikolog

~
kaynaklar
bir   iki   üç   dört