Olmak istemez isen bir tarîkat yobâzı,
Taklîd ile yetinme, sen tahkikten al hazzı!
Teshîr etmesin seni aslâ hurda-i tarik
Bu en kolay yoldur ki nefsini eder tahrîk.
Taklîd sarhoşluğuyla kabaran nefiscikler,
Bundan ibaret sanır tarîkatı ve tekler.
- Ganiyy-i Muhtefî -
~
Tekkeler Neden Yozlaştı?
(Bu sohbet Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre ile 2002 yılının Ekim ayında
Hoca’nın Üsküdar’daki evinde baş başa bir konuşma esnasında kaydedilmiştir)
Necmettin Şahinler Efendim sizce Cumhûriyet İdâresinin tekkelerin kapanmasına karar vermesi isabetli bir karar mıdır?
Ahmed Yüksel Özemre Târih göstermektedir ki her sosyal kurum, ve hattâ kudretli imparatorluklar bile, zamanla yozlaşarak çöküp gitmektedir. Bu genel kuralın asla istisnâsı yoktur.
N. Ş. Yanlış anlamamak için soruyorum, Efendim. Din de bu genel kuralın içinde midir?
A. Y. Ö. Çok isâbetli bir soru! Teşekkür ederim Necmettin'ciğim. Din iki türlü olur: 1) Cenâb-ı Hakk tarafından vaz ve Peygamberi tarafından tebliğ edildiği şekliyle din, ve bir de 2) insanların: A) uydurdukları, ya da B) uyguladıkları şekliyle din. Cenâb-ı Hakk tarafından vaz ve Peygamberi tarafından tebliğ edildiği şekliyle din sosyal değil ilâhî bir kurumdur, ve bu şekliyle de söz konusu tefessühün ya da yeni deyimiyle yozlaşmanın dışındadır. Ama 1) bu ilâhî kurumun beşerî uygulamaları da, 2) insanların uydurdukları dinler de hep bu genel kurala uyarlar.
N. Ş. Gene aydınlanmak bâbında birkaç örnek lûtfedebilir misiniz?
A. Y. Ö. Brahmanizm başlangıçta bir tevhîd dini iken bugünkü uygulamalarına bakılırsa çok-tanrılı bir din kisvesine bürünmüştür. Bu ne azîm bir yozlaşmadır! Katoliklik ise insanların uydurduğu bir dindir. İmân umdeleri konsillerde parmak kaldırmak sûretiyle ya da Papa'nın kendi fikrini ilân etmesiyle oluşur. Alın işte! Teslis akîdesi Kilise’nin kabûl ettiği incîllerde bile yok iken Konsil kararıyla bir nass yâni îmân umdesi olarak icbar edilmiştir. Kezâ 1950 yılında Papa XII. Pius “Hz Meryem’in de etiyle kemiğiyle göğe çekilmiş olduğunu, ve buna inanmayanların Hıristiyanlıktan çıkıp cehennemlik olacağını" yeni bir îmân umdesi olarak ilân etmiştir. Bu yeni îmân umdesi aklı başında hiçbir Hıristiyânı tatmin etmemiştir. Katolik Kilisesi bugün ancak Papalığın çok büyük paralar sarfederek ortaya koyduğu ihtişamlı törenlerle halkın ilgisini çekmeye çalışmakta ama kiliselerinin gitgide ıssızlaşmasının bir türlü önüne geçememektedir.
N. Ş. Gene tekkelere dönecek olursak...
A. Y. Ö. Evet tekkelere dönecek olursak diyebiliriz ki tekkeler Tasavvuf'un kurumsallaşmış hâlidir. Kurumsallaşmış Tasavvuf'un kaçınılmaz bir biçimde dünyevîleşip ya da yeni tâbiriyle sekülerleşip hem sosyal ve hem de psikolojik açılardan yozlaştığı daha IX. yüzyılın sonu gibi çok erken bir dönemde, kendisi de tasavvufî hayatı dolu dolu yaşayan bir ârif olan Cüneyd-i Bağdâdî’nin tekke ve zâviyelerin o zamanda bile yozlaşmakta olduğu dostlarından birine yazmış olduğu bir mektuptan anlaşılmaktadır.
N. Ş. Pekiyi Efendim; ama bu yozlaşmanın birtakım somut sebeplerinin de olması gerekmez mi? Sizce bu sebepleri teşhis etmek mümkün müdür?
A. Y. Ö. Tabiî ki bir şey durup dururken bozulmaz. Tekkeler de böyle olmuştur. Benim şahsî incelemelerime göre yavaş fakat sürekli bir şekilde sekülerleşen tekkelerin, hatırladığım kadarıyla, daha önceki bir sohbette de arîz amîk değinmiş olduğumuz gibi, bu yozlaşması:
1) Tekkelerin maddî ihtiyaçlarını karşılayacak kaynaklara yönelmeleriyle,
2) Hurda-i tarîk denen tekke ritüellerinin ve teşrifatın, yâni işin zâhirî veçhesinin, ön plâna çıkarılmasıyla,
3) Tekkelerde hurâfelere dayanan hikâyâtın önem kazanmasıyla,
4) Tekkelere istîdatlarına bakılmaksızın, yeni mürîdler celbedilmesinin önem kazanmasıyla,
5) Dünyevî güç odaklarının güdümüne girmenin bir politika olarak kabûl edilmesiyle,
6) Yaygın olmasa bile, bâzı tarikatların ve bâzı şeyhlerin, pirlerin diğerlerinin hepsinden daha üstün olduğunun iddia edilmesiyle,
7) Bâzı meşâyihe ya da pîrâna Cenâb-ı Peygamber Efendimiz’de bile bulunmayan beşer-üstü vasıflar izâfe edilmesiyle,
8) Bâzı kimselerin dîvanlarına ya da diğer eserlerine olması gerektiğinden daha fazla önem atfedilmesiyle, ve hattâ Kur’ân ile mukayese edilmesiyle,
9) Şeyhlik icâzetinin ehil olmayanlara ve hattâ seyr-i sülûk dahî görmemiş olanlara dağıtılmasıyla,
10) Dervişleri maddî ve mânevî yönlerden istismâr eden şeyhlerin ortaya çıkması ve sayılarının artmasıyla,
11) Şeyhliğin, tekkelerin ekserisinde, bir hânedanlık gibi babadan oğula geçmesini mümkün kılan bir an’anenin teessüs etmesiyle,
12) Şeyhlerin tarikat edebine uymayan tavır ve hareketleriyle ve keza mürîdleriyle lâubâlî olmalarıyla gerçekleşmiştir.
N. Ş. Tekkelerin bu dünyevîleşmelerine karşı hiçbir genel tepki vuku bulmamış mıdır?
A. Y. Ö. Olmaz olur mu? Benim tesbitime göre yalnız Türkiye'de ikisi kısmî, birisi de umûmî olmak üzere üç tepki vuku bulmuştur.
İlk kısmî tepki gene Tasavvuf mensûblarından gelmiştir. Bayrâmî Melâmîlik ile bunun tabiî uzantısı olan Hamzavî Melâmîlik (ya da İkinci Devre Melâmîliği) hem Tasavvuf erbâbının dünyevî güç odaklarıyla fazlaca içli-dışlı olmalarına ve hem de tekke teşrifatına karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır. XVII. yüzyıldan itibâren tekke hayatını terk ederek cemiyetin içine çekilen Hamzavî Melâmîler, böylelikle Şeyhülislâm’ın kontrolünden de çıkmış olmakla bu makamın hiddetinin de odağı durumuna düşmüşlerdir. Fakat aynı zamanda, Hamzavî Melâmîler tasavvufî bir hayatın cemiyetten kopmadan ve tekkelere bulaşmadan da var olabileceğinin müşahhas misâli olmuşlardır.
İkinci kısmî tepki ise iyice siyâsete bulaşmış, Yeniçeri kışkırtıcılığı yapan Bektâşîler’e ve tekkelerine karşı Sultan II. Mahmûd’un Vak’a-i Hayriye münâsebetiyle izhâr ettiği şedid tepkidir. Bu münâsebetle binlerce Bektâşî öldürülmüş ve Bektâşî tekkeleri genellikle Nakşîlere verilmiştir.
Üçüncü tepkiyi ise Türkiye Büyük Millet Meclisi 13.12.1925’de yürürlüğe giren "Tekke ve zâviyelerle türbelerin seddine ve türbedarlıklar ile birtakım unvanların men ve ilgâsına dair" 677 sayılı kânûnla izhâr etmiştir. Bu kanûnla ilgili olarak albay emeklisi bir tarikat şeyhi bana aynen: “Evlâdım, Allâh Mustafa Kemâl’den râzî olsun ki şu tekkelerin çanına ot tıkadı. Bilemezsiniz tekkelerin ne kadar yozlaşmış olduğunu!" demiştir.
N. Ş. Sizce Cumhûriyet İdâresinin tekkeleri kapatmadaki amacı neydi? Bunun pratikteki yararının ne olacağı düşünülmüştü?
A. Y. Ö. Bugün için bu kapatmanın görünürdeki sebeplerini ve perde arkasını gerçeğine uygun olarak kesinlikle bilmemiz mümkün değil. Ancak belki bâzı akla yatkın zanlarda bulunabiliriz. Kanaatimce, Atatürk ve arkadaşlarının tekkelerin kapatılması konusundaki kararlılıkları:
1) İslâmî tarikatların büyük bir bölümünün sekülerleşmiş olmalarının hâsıl ettiği sosyal ve siyâsî sıkıntıların,
2) Tarîkatların, yeni kurulmuş olan Cumhûriyet idâresinin maddî ve mânevî kontrolü altında tutulabilmesinin mümkün görülememesinin, ve
3) Tekkelerin siyâset üzerinde muhtemel birtakım baskı grupları oluşturabilmeleri potansiyelinin uyandırdığı şüphe ve endîşelerin tabiî sonucudur.
N. Ş. 677 sayılı kânunun doğurmuş olduğu sonuçları da irdeler misiniz, Efendim?
A. Y. Ö. Bu kânûn tekkeleri kapatmıştır ama kânûnun metninde tasavvufu da ilgâ ettiğine dair bir hüküm yoktur. Bu kânûn tarikat hayatının folklorik veçhelerine ve ritüellerine son vermiş ve fakat tarikatların, günün moda tâbiriyle “içselleşmesine" bir yasak koymamış, Türklerin islâmî tasavvuf idealine olan samimî ilgisini formel olarak dahî ortadan kaldırmamıştır.
Halk, artık kendisini herkesten ve özellikle de resmî makâmlardan gizleyen gerçek kâmilleri gene arayıp bulmuş; gene onların sohbetine dâhil olmuş, mürebbi’liklerin teslim olmuştur. 677 sayılı kânûnun uygulaması da zâten kısa zamanda iyice yozlaşmıştır. Bu yozlaşmanın başında pek çok kimsenin bu kânûn bahâne edilerek haksız olarak polis tâkibâtına uğramış, mahkemelerde ve hapishânelerde süründürülmüş olması gelir. Böylece bu kânûn maalesef her zaman adâletle uygulanmış değildir. Kânûnun metninden haberi olmayan pek çok câhil, bir düşünce hareketini karalamak istedikleri zaman o hareketi "tarikat” diye nitelendirmekten ve idârî makâmları kışkırtmaktan geri kalmamışlardır. Meselâ tarikatla hiçbir ilgisi olmayan "Nurculuk" diye isimlendirdikleri ve Âlem’e Cenâb-ı Hakk’ın âsârını ve ef'alini vurgulayarak bakan bir tefekkür akımını tarîkat ve yobazlık diye damgalamışlar ve pek çok samimî müslümanın işkence görmesine de sebep olmuşlardır.
N. Ş. Efendim; bıraktığımız yere gene dönmek kaydıyla burada bir sual sormama izin verir misiniz? Esas i’tibâriyle “Nurculuk” denilen akımın içeriği nedir? Lütfen kısaca açıklar mısınız?
A. Y. Ö. “Nurculuk", aslında, gençliğinde Nakşiyye’den etkilenmiş çilekeş bir zât olan, ama hiç kimseye şeyhlik taslamamış, kimseyi de tarikat müridi olarak kabûl etmemiş olan Said Nursî’nin te’lif etmiş olduğu Nûr Risâleleri'nde sergilemiş olduğu “âlem görüşü”nü benimsemeye çalışan ve kendilerine Nûr Talebeleri adını veren kimselerin tavrıdır.
Bu bir tarikat değil, tarîkat-dışı bir tavırdır. Çünkü: 1) Said Nursî bir tarikat şeyhi değildir, 2) Nur Talebeleri’nin tekkeleri yoktur, 3) Nur Talebeleri’nin hurda-i tarîki yâni ritüelleri de yoktur, 4) Nur Talebeleri’nin Hz Peygamber’e dayanan bir tarikat şeceresi de yoktur; Nurculuğun başlangıcı Hz. Peygamber ile değil Said Nursî iledir; 5) Nur Talebeleri’nin fiktif bile olsa özel bir kıyâfetleri, tâcları ve (sancak, post, tâber, tuğ, keşkül, makam, taht, âsitâne vesâire kabilinden) tarikatlara mahsûs diğer levâzımları da yoktur. “Nurcular” denilen zümre şer’î sorumluluklarını yerine getirmeğe çalışan, bu âlemde Cenâb-ı Hakk’ın ef’al ve sıfatlarının tecellîlerini müşâhede edip de ibret almayı amaçlayan kimselerden oluşmaktadır. Ve bu vasıflardan ayrılmadıkları, nefislerine mağlûb olmadıkları, kendi düşünce ve yaşayış tarzlarını başkalarına icbâr etmeye kalkışmadıkları sürece hörmete ve itimâda lâyık kimselerdir.
Tabiî her cemaatte olması mukadder olduğu gibi bu cemaatte de aşırılıklara kaçanlar yok değildir.
Bu memleketin cehâlet ve suizandan çok çekmiş olduğunu teşhis ve tesbit etmiş olan Said Nursî’nin en fazla önem atfettiği sosyal ideali ve vasiyeti: 1) cehâletin ortadan kaldırılması, ve 2) farklı etnik kökenli halkların anlayış ve muhabbet içinde millî cemiyet hayatına entegre olup huzur içinde yaşamaları için eğitim ve öğrenime olağanüstü önem verilmesiydi. Onun bu vasiyetini yüklenerek müslümanların ellerindeki âtıl paranın eğitim kurumlarına yöneltilmesine vesile olan Fethullâh Gülen de aynı şekilde ağır suizanlara mâruz kalmış ve tarikatçılıkla suçlanmıştır.
N. Ş. Efendim; biz gene esas konumuza dönelim!
A. Y. Ö. Evet ama nerede kalmıştık?
N. Ş. 677 sayılı kânûnun yozlaşmasından söz etmekteydik.
A. Y. Ö. Hâ evet. Bu kânûna uygun olarak ya da bu kânûn bahâne edilerek konulmuş olan yasaklar da zamanla:
1) Kendilerine yaygın kamu desteği arayan, lâiklik yanlısı olduklarını beyân eden hattâ bu konuda TBMM'inde yemin bile etmiş olan popülist siyâsîlerin:
a. ehl-i tarîki sık ve alenî ziyâretleriyle,
b. onlara kânûnun yasak ettiği unvanlarla hitap etmeleriyle,
c. ellerini öpmeleriyle ve
d. himmet ve desteklerini dilenmeleriyle ve hattâ
e. özel kıyâfetli ve sarıklı bu zevâta ziyâfet vermeleriyle;
2) “Kültür mîrâsımız” kalkanı ardına saklanarak, bâzı tarikatların âdab ve erkânının folklorik yanlarını ortaya koyan semâ, semah, cem âyini, zikir ve burhanların yalnızca “gösteri” adı altında umûmî mekânlarda değil bizzât tekkelerde, cemevlerinde geniş halk kitlelerine sunulmasına göz yumulmasıyla kendiliğinden delinmiştir; dahası,
3) Mevlevî Dedeleri ile Alevî Babaları 30 Teşrinievvel 1925 târihli 677 sayılı kânûnun yasakladığı unvanları ve 3 Kânûnuevvel 1934 târihli ve 2596 sayılı "Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kânûn”un yasakladığı kıyâfetleri ve tâclarıyla televizyonlarda alenen arz-ı endâm etmektedirler ve gene 677 sayılı kânûnun yasak ettiği unvanlarla kendilerine alenen hitâb edilmekte bir sakınca görülmemektedir.
N. Ş. Bu yasakların başka kötü yanları da var mı?
A. Y. Ö. Nerede bir yasak ya da yasal bir boşluk varsa, muhakkak bunlardan yararlanan zümreler de ortaya çıkar. Nitekim, sözünü ettiğimiz yasakların çok kötü bir yanı da, artık üzerlerinde eskisi gibi bir Meşîhat Makamı kontrolü kalmamış olduğundan, esefle belirtmek gerekir ki, pek çok şarlatanın kendilerini gizlice şeyh diye ilân ederek mürîdlerini hem maddî ve hem de mânevî yönden istismâr etmelerine uygun bir zemin hazırlamış olmasıdır.
N. Ş. Anlaşıldığı kadarıyla 677 sayılı kânûn Tasavvuf'un sekülerleşmiş tezâhürleri olan tekkeleri ve ünvanları ilgâ etmiş ama tarîkatların temelindeki Tasavvuf'a bir yasak koymamıştır (kânûn metni için yazının sonuna bakınız£).
A. Y. Ö. Evet. 677 sayılı kânûnun yasaklarına riâyet edildiği müddetçe ehl-i tarîk ve mutasavvıf olmak Türkiye'de yasak değildir. Nitekim gerek TBMM’inde, gerek üniversitelerimizde, gerek bürokraside, gerekse askeriyede bugün dahî mensûb olduğu mânevî yolun yâni tarîkin kendisine bahşettiği “âlem görüşü" sâyesinde işinde daha bilinçli, daha âdil ve daha merhametli nice kimse bulunmaktadır. Bunlar, Hamzavî Melâmî olmasalar bile, cemiyetin içinde erimiş Hakk kulları ve erleri olarak hiç kimseyi rahatsız etmeksizin Millet’in refâhına, bütünlüğüne, adâletine ve huzuruna karınca kararınca katkıda bulunan sırlı ve muhterem kimselerdir. Bunlar “Derin Devlet” değildir. Bunların birbirleriyle organik bir bağıntısı dahî yoktur. Bunlar kendilerinde teessüs etmiş olan rahmânî âlem görüşüne uygun olarak görevlerini gerçek ihlâs ile fîsebîlillâh ve yalnızca Allâh rızâsı için yapan ve kimseden maddî ve mânevî bir karşılık beklemeyen bir zümredir.
Uygulamasız Tasavvuf'a gelince, bu yalnızca bir felsefedir. Felsefe olarak kaldıkça söz ve dâvâ yüklüdür; bundan ötürü de kendini mutasavvıf sayanlar arasında münâkaşa ve dâvâ eksik olmaz. Önemli olan kâl (yâni söz) değil hâl edinmektir. Yâni işi saf teoriden insanın âleme rahmânî bir bakışla bakmasını sağlayan bir “hayat tarzı”na, rahmânî bir edeb’e dönüştürmektir. İşte zor olan da budur. Tarîkatların esas gâyesi de, yozlaştırılmadığı sürece, bundan başka bir şey değildir.
N. Ş. Bâzı çevrelerin tarikatları bu kadar kötü addetmesinin sebebi nedir, Efendim?
A. Y. Ö. Devletin bekâsının, ancak, her şeyin tek elden kontrol altında tutulabilmesiyle sağlanabileceği fikri çok eskidir; ve bunu İslâm Âlemi’ne sokan da Emevî Saltanatı'dır. Bunu sağlamak için baskı ve yaptırım unsuru olarak yasaklar ve öcüler vaz edilmektedir. Çarpıtılmış “Tarîkat kavramı” da böyle bir öcü olarak kullanılmaktadır. Bu klâsik devlet görüşünde: 1) halk devlet için vardır; 2) halkın maddî ve mânevi talepleri ve huzuru değil, devlete hâkim zümrelerin talepleri ve huzuru ön plânda gelir; 3) önemli olan bu zümrelerin huzurunun bozulmaması ve taleplerinin dâimâ icrâ edilebilmesidir. Bu amaca yönelik olarak kânûnların şekli de muhtevâsı da o kadar önemli değildir. Önemli olan bu zümrelerin bunları keyfemâyeşâ yorumlamaları ve bu yorumların kânûnların üstünde bir yaptırıma sahip duruma getirilmesidir. Cemiyetin bu baskıcı bakış açılarını tâdil edip de doğal insan haklarına uygun bir şekilde olgunlaştırması zor bir süreçtir. Ama bunu, kısmen de olsa, başarmış milletler de vardır. Günün birinde bu gerçekleştiğinde dünyâ daha huzurlu olacaktır.
N. Ş. Tam burada insanın aklına, ister istemez, “Tasavvufî hayatın fikrî zemini nedir?” diye bir soru takılıyor, Efendim.
A. Y. Ö. Evet; “Tasavvufî hayatın fikrî zemini nedir?” diye sorulacak olursa buna her mutasavvıfın kendi fehâmetine ve kendisinde tecellî eden mânevî zevke ve neş’eye göre verebileceği bir cevabı vardır. Buna rağmen, İslâm'da Şerîat'a dayanmayan bir tasavvufun bâtıl olduğu husûsunda bir icmâ olduğunu söyleyebiliriz. Bu çerçeve içinde yaşanan Tasavvuf, ibâhacılık için bahâne edilemeyecek kadar yüksek bir edebdir.
Mutasavvıfların îtikadları arasında bir karşılaştırma yapmanın, hakikî bir fayda temin etmekten çok, fuzûlî bir cidâle yol açtığı bir vâkıadır. Kâl'den (sözden) hâl'e geçememiş kimselerin, yâni hâl ehli değil de kâl ehli olanların, katıldıkları tasavvufî (denilen) sohbet toplantıları da bu yüzden verimsiz, sıkıcı, münâkaşa ve nifâka yol açıcı olabilmektedir. Bunun sebebi ise bu kabil toplantılara katılanlardan Tasavvuf yoluna sülûk etmiş olanların kendilerini, işin başından beri kâmil saymasalar bile, mutasavvıf addetmelerinden ileri gelmektedir. Hâlbuki insanın bu yolda mânen ne kadar ilerlerse o kadar sükûtî olduğu ve münâkaşa ve cidâlden de o kadar kaçındığı bir vâkıadır.
Teorik olarak İslâmî Tasavvuf'un insana en azında Şerîat’ı özel bir hâl olarak kabûl eden, bir Âlem Telâkkîsi bahşetmiş olması beklenmektedir. Bu görüş “Şehâdet Âlemi" ya da “Zâhir” denilen fizikî âlemi de, "Bâtın Âlemi” denilen fizik-ötesi âlemi de kucaklaması gereken, avâmın idrâk ettiğinden çok daha zengin olan ve bu yönüyle de insanı zenginleştiren yâni kemâlini arttıran bir âlem telâkkîsidir.
N. Ş. Şehâdet Âlemi ile Bâtın Âlemi’nin bağıntısı nasıl bir bağıntıdır? Bu her iki âleme de vâkıf olan bir kimsenin nitelikleri nasıldır?
A. Y. Ö. Yerinde bir soru, Necmettin’ciğim. Şehâdet Âlemi aslında Bâtın Âlemi’nin tafsîlen bir yansıması, bir tecellîsi gibidir. Her iki âlemi kucaklayan vâsî bir görüşe sahip olan bir kimsenin Zâhir’in şe’niyetini yâni realitesini aşmış, bunu kucaklayan bir üst Hakîkat’a erişmiş olduğundan söz edilir. Fakat Bâtın’a da nazar edebilen bir kimsenin, Zâhir'e karşı tutumunda da klişeleşmiş îtikad açısından civârını rahatsız etmemesi ve avâm içinde nifâka sebep olmaması için dâimâ temkin ve teenni ile hareket etmesi şarttır. Bu konuda en emîn örnek ise Hz. Muhammed’dir.
N. Ş. Tasavvufî bir hayat tarzı için en emîn misâlin Hz. Muhammed olduğunu söylediğinize göre Tasavvuf'un teorik vechesinden gâlibâ pratik veçhesine geçiyoruz, Efendim.
A. Y. Ö. Evet Tasavvuf'un bir hayat tarzı olma imkânı da vardır. Mutasavvıfın, ahlâk olarak, Hz. Muhammed’in ahlâkını yansıtabilen bir Mürşid-i Kâmil’in (ya da Mürebb,'-i Kâmil’in) ahlâkını kendisine örnek ve rehber olarak alması lâzımdır. Ayrıca bu “dünyevî idrâkden İlâhî idrâke giden yolda” (seyr-i sülûk’ta) artık sâlik diye anılan kimsenin önündeki iki büyük engeli: 1) nefis engelini, ve 2) vehim engelini ortadan kaldırabilmesini sağlayan bir yol-yordamın da uygulanması gerekir. İşte bu yol-yordam tarîkatların esas meşgalesidir. Tarîkatların amacı, yozlaşmadıkları ve yol kesen eşkiyânın eline düşmedikleri sürece, mensûblarını nebevî bir ahlâk sahibi kılmaktan ibârettir. Bu yüce amaçtan haberi olmayan gâfil ve câhiller ise tarîkatları sâdece kötüleyip dururlar.
N. Ş. Efendim; biraz önce “İslâmî Tasavvuf” dediniz. Tasavvuf yalnızca İslâm’a has bir olgu değil midir?
A. Y. Ö. Tasavvuf yalnızca İslâm’a has bir olgu değildir, Necmettin’ciğim. İslâm Tasavvufu’nunkine benzer bir âlem telâkkisi târih boyunca Çin’de de, Hind’de de, Mısır’da da, Yunan’da da, Almanya’da da, İsveç’de de, Fransa’da da, İtalya'da da ve ilh... farklı yerlerde de farklı zamanlarda, farklı kılıklarda ve farklı terminolojilerle zuhur etmiştir. Bu farklı zuhurların birbirlerine bir sebep-sonuç ilişkisi içinde bağımlı oldukları iddia edilmişse de bunun imkânsızlığı pek çok ayrıntılı incelemelerle ortaya konulmuştur. İslâmî Tasavvuf'un temelinde ise Kur’ân’ın bulunduğunu Louis Massignon# güzel bir şekilde müdafaa ve ispat etmiştir. Bu konudaki en kapsamlı incelemelerden biri de Lao-Tzû ve Çuang-Tzû'dan neşet eden Taoculuk doktrininin âlem telâkkisi ile Muhyiddin İbn Arabî'nin âlem telâkkisinin derinliğine mukayesesini yapan Prof. Dr. Toshihiko İzutsu tarafından gerçekleştirilmiştir##.
N. Ş. Efendim, Muhyiddin İbn Arabî’nin âlem telâkkisini kısaca özetler misiniz? Bir de Prof. Izutsu’nun bu karşılaştırmasından ortaya ne gibi bir sonuç çıkmıştır?
A. Y. Ö. Necmettin’ciğim; Prof. İzutsu’nun İbn Arabî’nin Fusûs başlıklı eseri hakkındaki incelemesi Batı Felsefesi kalıplarına uygun olarak hazırlanmış semantik bir inceleme ve yorumdur. Prof. İzutsu bu incelemeyi yaparken Abdürrezzâk Kâşânî’nin ve Sofyalı Bâlî Efendi'nin yorumlarından da istifâde etmiştir. Türkçe tercümesinin ilk baskısı 400 sayfa kadar tutan bu inceleme, çetin bir entellektüel cehd ve gayretle ve ancak birkaç kere okunup üzerinde tefekkür edildikten sonra anlaşılabilmektedir. Ama hemen şunu da ilâve edeyim ki avamın âleme bakış açısının yerine çok kâmil bir âlem telâkkisi ikâme eden böyle bir cehd ve gayretin semeresi büyük bir inşirâha vesile olmaktadır. Ancak bu çetin eserin yansıttığı âlem telâkkisinin özetini yapmak hem çok zordur ve hem de bu eseri hazmetmemiş olanlara da pek bir şey ifâde etmeyebilir. Ama ben Prof. İzutsu’nun eserinin İbn Arabî’nin Fusûs'undaki Anahtar-Kavramlar başlığı altında tercüme etmiş olduğum ilk cildinin arka kapağına koyduğum özeti sana okumakla iktifâ edeceğim:
"İbn Arabî’nin âlem telâkkisi: 1) Âlem-i Gayb’da Zât’ıyla mestûr olan Hakk’ı Âlem-i Şehâdet’te en mükemmel tecellîgâhı olan İnsân-ı Kâmil’e birleştiren ve ontolojik bir Nuzûl (İniş) ile ontolojik bir Mi’râc’a (Yükseliş’e) mesned olan bir tecellîler eksenini, ve 2) bu eksen etrâfında seyelân eden İlâhî Rahmet’in her ân bir halk-ı cedîd (yeniden yaratılış) ile âlemlere yansımasının idrâklere sunulan İlâhî Senaryo'sunu tafsîlen kucaklayan bir görüştür. İlâhî Hikmet’e vâsıl olmak ise işte bu İlâhî Senaryo’yu keşfetmekten, fehmetmekten ve şuurlu bir biçimde yaşamaktan ibârettir.
N. Ş. Evet Efendim; samimiyetle itirâf etmek gerekir ki bu özet bile kolay hazmedilir bir nesne değil!
A. Y. Ö. O kadar da iz’âm etmek doğru değil. Nice kimseler aynı hisle işe başladılar da sonunda İbn Arabî’nin bütün âlem telâkkisini bir güzel hazmettiler. Şimdi unutmadan gelelim, İbn Arabî’nin âlem telâkisiyle Taoculuk’taki âlem telâkkisinin Prof. İzutsu tarafından yapılan mukayesesine! Prof. İzutsu bir yandan İbn Arabî’nin Fusûs’unda sergilemiş olduğu Vahdet-i Vücûd doktrinine dayalı âlem telâkkisinin anahtar-kavramlarını, diğer yandan da Lao Tzû’nun Tao Tê Çing ve Çuang-Tzû’nun da Kitap başlıklı eserlerinde sergilenmiş olan âlem telâkkisinin anahtar-kavramlarını semantik ilmi** açısından derinliğine bir incelemeye tâbi’ tutarak araştırmış; ve her iki âlem telâkkisindeki anahtar-kavramların delâlet ettikleri anlamların âdetâ bire-bir örtüşmekte olduklarını ortaya koymuştur. Bunun sonucu olarak erişilen sonuç şaşırtıcıdır. Gerek İbn Arabî’nin gerekse Lao-Tzû ve Çuang-Tzû’nun âleme bakış açıları Vahdet-i Vücûd idrâkinin temelde aynı, terminolojide farklı iki versiyonu gibidir.
İbn Arabî’nin anladığı şekliyle Zât, Amâ’, Adem, Kenz-i Mahfî, Gayb Âlemi, Hakk, Kader, Rabb, Vahdet, Kesret, Rahmân’ın Nefesi, Rahmet, Nefs, Rûh, İnsân-ı Kâmil gibi anahtar-kavramların Taoculuk’ta yalnızca ontolojik eşdeğerleri bulunmakla kalmamakta, fakat aynı zamanda bu kavramlar İbn Arabî’de nasıl bir yapı oluşturuyor ve birbirleriyle nasıl ontolojik ilişkiler içinde bulunuyorlarsa bunların Taoculuk’taki eşdeğerleri de kendi aralarında yapıyı ve bu ilişkileri aynen muhâfaza etmektedirler.
Çin’de MÖ IV-III. yüzyıllarda doğmuş olan, Çince konuşan iki zâtın 9.500 km uzakta, Mürsiye/İspanya’da kendilerinden 15-16. yüzyıl sonra XII. yüzyılda doğmuş, Arapça konuşan bir başka zâtı etkilemiş olmaları ihtimâli, bir maymunun bilgisayar klâvyesinin tuşlarına rastgele basarak Mevlânâ’nın Mesnevî'sini hatâsız yazması ihtimâlinden de küçüktür.
N. Ş. Efendim; günümüzde Tasavvuf Anabilimdalı’nın bulunduğu İlâhiyat Fakülteleri’nin diğer anabilimdallarındaki öğretim üyelerinin bile Tasavvuf'a karşı adetâ bir husûmet beslediklerine şâhit olmaktayız. Bu garâbet neden ileri geliyor?
A. Y. Ö. Necmettin’ciğim; bu tesbitin maalesef doğrudur. Kısaca ifâde etmek gerekirse Tasavvuf ve tasavvufî idrâk: 1) fehâmet, 2) idrâk, 3) temyiz, 4) ilim, 5) iz’ân, 6) edeb, ve 7) irfân gerektiren bir vâkıadır. Konunun mâhiyetinin zorunlu kıldığı o şâhâne âhenk içinde bu hasletlere sâhip olmayanların Tasavvuf'u anlaması da, sevmesi de, evrensel vechesini fehm ve idrâk etmesi de tabiîdir ki muhâldir.
Bugün Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da İslâm ile şereflenen entellektüellerin, genellikle, Fıkıh ve Kelâm yoluyla değil de hep Tasavvuf yoluyla İslâm’a girmekte oldukları bir vâkıadır. Bunun sebebi, Tasavvuf’un, Mızraklı İlmihâl'ın ezber gerektiren soğuk normatif vechesine karşılık, Peygamber ve Allah sevgisini ön plânda tutmasıdır. Bu sevgi bir kere teessüs etti miydi Kur’ân’da, Âl-i İmrân sûresinin 132. âyetindeki: “Allah’a ve Resûl’e itaat edin ki merhamet edilenlerden olasınız!” emri ve müjdesi uyarınca Şerîat’ın normatif vechesi de kendiliğinden muhabbetle uygulanmaya başlamaktadır.
N. Ş. Efendim, bu sohbetiniz için minnetlerimi arz ediyorum.
A. Y. Ö. Estağfurullah, Necmettin’ciğim. Allah hayırlısıyla tekrârını nasîb etsin!
~
Kâmil Mürşidlerin Mîrâsı
Ahmed Yüksel Özemre
Sufî Kitap, 1. baskı, Şubat 2008. 352 sf. sf 177-195 Altıncı Bölüm
~
Ahmed Yüksel Özemre'nin
makaleleri, röportajları, videoları ve diğer kaynakları ile resmî internet sitesi
~
Notlar
£ Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Men ve İlgâsına Dair KanûnKanûn Numarası: 677
Kabûl Târihi: 30/11/1925
Yayımlandığı R. Gazete: Târih: 13/12/1925 Sayı: 243
Yayımlandığı Düstur: Tertip: 3 Cilt: 7 Sayfa 113
Madde 1 - Türkiye Cumhûriyeti dâhilinde gerek vakıf suretiyle gerek mülk olarak şeyhinin taht-ı tasarrufunda gerek suver-i âharla tesis edilmiş bulunan bilumum tekkeler ve zâviyeler sâhiplerinin diğer şekilde hakk-ı temellük ve tasarrufları bâkıy kalmak üzere kâmilen seddedilmiştir. Bunlardan usûl-i mevzuası dairesinde filhâl câmi veyâ mescit olarak istimâl edilenler ibkâ edilir.
Alelumûm tarîkatlerle şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halîfelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gayıptan haber vermek ve murada kavuşturmak maksadiyle nüshacılık gibi unvan ve sıfatların istimaliyle bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifâ ve kisve iktisası memnûdur. Türkiye Cumhûriyeti dâhilinde salâtine ait veyâ bir tarîka veyahut cerr-i menfaate müstenit olanlarla bilumum sair türbeler mesdut ve türbedarlıklar mülgadır. Seddedilmiş olan tekke veyâ zâviyeleri veyâ türbeleri açanlar veyahut bunları yeniden ihdâs edenler veyâ ayin-i tarikat icrâsına mahsûs olarak velev muvakkaten olsa bile yer verenler ve yukarıdaki unvanları taşıyanlar veyâ bunlara mahsus hidemâtı îfa veyâ kıyâfet iktisa eyleyen kimseler üç aydan eksik olmamak üzere hapis ve elli liradan aşağı olmamak üzere cezâ-i nakdî ile cezalandırılır.
(Ek: 10/6/1949 - 5438/1 md.) Şeyhlik, Babalık ve Halîfelik gibi mensupları arasında baş mevkiinde bulunanlar altı aydan az olmamak üzere hapis ve 500 liradan aşağı olmamak üzere ağır para cezasından başka bir yıldan aşağı olmamak üzere sürgün cezası ile cezalandırılırlar££ .
(Ek: 1/3/1950 - 5566/1 md; Değişik: 7/2/1990 - 3612/5 md.) Türbelerden Türk Büyüklerine ait olanlarla büyük sanat değeri bulunanlar Kültür Bakanlığı’nca umuma açılabilir. Bunlara bakım için gerekli memur ve hizmetliler tâyin edilir.
Madde 2 - İşbu kanûn neşri târihinden muteberdir.
Madde 3 - İşbu kanûnun icrâsına İcrâ Vekilleri Heyeti memurdur. [metne dönüş ↩]
££ 13/7/1965 tarih ve 647 sayılı Cezâların İnfâzı Hakkında Kanûnun geçici 2 inci maddesiyle sürgün cezâsı kaldırılmıştır. [metne dönüş ↩]
# Prof. Dr. Louis Massignon (1883-1962) fransız şarkiyatçısı. Uzun yıllar Collège de France’daki ve Sorbonne Üniversitesi’ne bağlı École Pratique des Hautes Études'deki (İleri Araştırmalar Amelî Okulu’ndaki) kürsülerinde İslâm Mistisizmi ve İslâm Sosyolojisi hakkında dersler vermiştir. Dünyâ’da Hallac-ı Mansûr hakkındaki en kapsamlı araştırmayı yapmıştır. (N. Ş.’in notu) [metne dönüş ↩]
## Bk.: 1) Toshihiko Izutsu, İbn Arabî'nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, (çeviren: Ahmed Yüksel Özemre), 3. baskı, Kaknüs Yayınları, Üsküdar 2003; 2) Toshihiko İzutsu Taoculuk’taki Anahtar-Kavramlar (çeviren: Ahmed Yüksel Özemre), 2. Baskı, Kaknüs Yayınları, Üsküdar 2003. [metne dönüş ↩]
** Semantik ilmi: Kelimelerin lûgat mânâsına değil de hangi bağlamda kullanılmakta olduklarını araştıran ilim dalı. [metne dönüş ↩]
~
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder