Ahlâk Kavramları
Son yıllarda ülkemizde de dünyada da 'ahlâk'tan daha sık söz edilir oldu.
Bizde "ahlâkın bozulması''ndan, "ahlâka aykırı yayınlardan", "yüce ahlâk"tan, "millî ahlâk"tan söz edilir, ilk ve ortaöğretimin programlarında önce "Ahlâk" dersi, sonra da "Din Kültürü ve Ahlâk" dersi konmuştur. Dünyada ise "yeni bir ahlâk ihtiyacı"ndan, "meslek ahlâkı"ndan, "kalkınmada ahlâksal sorunlardan, "lâik ahlâk"tan v.b. söz edilmektedir. Ahlâka ilişkin bazı felsefe görüşlerinde "açık ve kapalı ahlâk" (Bergson) ifadesiyle karşılaştığımız gibi; bazı üniversite Felsefe Bölümleri programında "Ahlâk Felsefesi" adlı bir dersle de karşılaşmaktayız. Geçenlerde İngiltere'de ilk sayısı yayımlanan "Ekonomi ve Ahlâk" adlı bir dergi geldi bana.
Acaba nedir "ahlâk"? Ben bugün burada a) 'ahlâk' terimiyle nelerin dile getirilmek istendiğini ortaya koymaya; dolayısıyla 'ahlâk'ı kavramsal olarak açıklığa kavuşturmaya ve b) 'ahlâk'ın kavramsal olarak açıklığa kavuşturulmasından eğitim ve öğretmenlik mesleği için çıkan sonuçlardan bir-ikisine işaret etmeğe çalışacağım.
~
Önce 'ahlâk' sözcüğünün, karşımıza çıktığı çeşitli bağlamlardaki anlamına bakalım:
"Ahlâk bozuldu” diyenler (bizde), bundan hırsızlığın artması, rüşvet alıp-vermenin artması gibi olguları kastettikleri gibi; büyüklerin karşısında ayak ayak üstüne atarak oturan, büyükleri önünde sigara içen gençlerin sayısının arttığını da kastetmektedirler. 'Ahlâka aykırı yayınlardan'dan söz edenlerin, genellikle, cinsel konularla ilgili yayınları; 'lâik ahlâk'tan söz edenlerin, dinsel inançlardan kaynaklanmayan davranış kurallarını; 'millî ahlâk'tan söz edenlerin, bir millette, kişilerarası ilişkilerdeki geçerli –olan, olduğu farzedilen, olması istenen– geleneksel-göreneksel davranışları ve bireysel özellikleri kastettikleri görülüyor. 'Kapalı ve açık ahlâk'tan söz ederken Bergson, bazı "toplum"larda geçerli olan, kişilerarası ilişkilerdeki davranışları belirleyen gelenek-görenek sistemlerinin, değişmeye kapalı olma özelliğini gösterdiğini; bazılarında ise değişmeye açık olma özelliğini gösterdiğini dile getirmek istiyor; yani iki tip ahlâktan söz ediyor. 'Meslek ahlâkı' bağlamındaki 'ahlâk'tan kastedilene gelince: burada 'ahlâk', belirli bir meslekte –özellikle doğrudan doğruya insanla ilgili bir meslekte: doktorlukta, hemşirelikte, öğretmenlikte - ama gazetecilikte ve ticarette de– uyulması gereken davranış kuralları anlamına geliyor (örneğin, doktorlukta hastanın sırlarını başkalarına söylememe gibi). Bu kurallara da, dünyanın neresinde olursa olsun (yani belirli bir çevreye bağlı olmaksızın) bu mesleği yapan herkesin uyması isteniyor.
Bütün bu bağlamlarda 'ahlâk'tan söz edilirken dile getirilmek istenen, hep, insanlararası ilişkilerde kişilerin uymaları beklenen –talep edilen– davranışlardır. Yapılması-yapılmaması gereken (izin verilen-verilmeyen; teşvik edilen-yasaklanan) davranışlardır; başka bir deyişle, belirli bir grupta ya da genel olarak iyi sayılan-kötü sayılan davranışlardır. Böylece 'ahlâk': kişilerarası ilişkilerde davranışlara ilişkin geçerli (bir grupta, belirli bir zamanda ya da genel olarak geçerli olan, olması istenen) çeşitli değer yargıları sistemleri olarak karşımıza çıkıyor. Bu genel değer yargıları ise, kişilerin belirli koşullarda başka insanlarla ilişkilerinde yaptıklarının –sizin, benim eylemlerimizin– ; her biri tek-eşsiz ve karmaşık bir bütün olan eylemlerimizin değeri konusunda yargıda bulunmak için kullanılıyor.
Şimdi, buraya kadar sözünü ettiğim anlamda ahlâk olgusuna biraz mesafe alarak baktığımızda I) a) çeşitli gruplarda geçerli olan değer yargılarının –ahlâkın– değişik olduğunu; aynı grupta da zaman içinde bu değer yargılarının değiştiğini görüyoruz; hatta yasaklanan davranışların zaman içinde teşvik edilen davranışlar olabildiğini ve b) aynı tek eylemin –birimizin bir eyleminin– farklı ahlâklar açısından hem iyi hem de kötü olarak nitelendirildiğini görüyoruz. Ayrıca II) sözünü ettiğim davranış kuralları arasında (örneğin, bir meslek ahlâkını oluşturanlarda) ve değer yargıları arasında bazılarının (söz gelişi "yalan söylemek kötüdür", "sözünde durmak iyidir" yargılarında olduğu gibi) gruptan gruba değişiklik ve zaman içinde bir değişme göstermediğini görüyoruz. Sözünde durmak her zaman-her yerde iyi, sözünde durmamak ise her zaman-her yerde kötü sayılıyor.
Başka bir deyişle ahlâk denen olgu, yaşamda çeşitli ahlâklar olarak karşımıza çıkıyor; ama bu çeşitli ahlâklar, bir kısmı değişik ve değişken olan davranış kuralları ve değer yargıları, bir kısmı ise pek değişiklik göstermeyen davranış kuralları ve değer yargılarından oluşuyor. Kişilerden de her iki türden kurallara uymaları bekleniyor; her iki türden değer yargıları ise kişilerin eylemlerini değerlendirmek için ölçüt olarak kullanılıyor.
~
Şimdi, gelin, bu iki tür değer yargılarına ve davranış kurallarına biraz daha yakından bakalım.
Gruptan gruba değişiklik gösteren değer yargılarının –"büyüklerin karşısında ayak ayak üstüne atmak ayıptır", "hanımların kolsuz elbise giymesi kötüdür" gibi yargıların– göreceliğini, dolayısıyla kişi eylemlerini ve kişileri değerlendirmede ölçüt olamayacağını görmenin bizler için –burada bulunanlar için– zor olmadığını sanıyorum. Özellikle farklı ahlâkların iç içe, yan yana bulunduğu çevrelerde –sözgelişi kültür değişimi geçirmekte olan ülkelerde–; ya da dünyanın çeşitli bölgelerinde dolaştıysak, bunun farkında olmamak –yani bu tür değer yargılarının değerlendirme ölçütü olarak, değer bilgisine (kişilerin ve eylemlerinin değerinin bilgisine) götürmediğinin farkında olmamak– olanaksız görünüyor.
Ama diğer türden değer yargıları –"yalan söylemek kötüdür", "sözünde durmak iyidir" gibi değişiklik ve değişkenlik göstermeyen yargılar– söz konusu olduğunda, durum nasıldır acaba? Bunlar değerlendirme ölçütü olarak kullanılabilecek nitelikte yargılar mı?
Bu tür değer yargılarına, bu soru açısından baktığımızda nasıl bir sorunla karşılaştığımızı; dolayısıyla bunların da kişilerarası ilişkilerde değerlendirme ölçütleri olarak ne kadar işe yaradıklarını –hatta bazen nasıl değer harcamaya bile götürebileceklerini– göstermek istiyorum.
"Yalan söylemek kötüdür" genel değer yargısına bakalım. İnsanların çoğunun bol bol, bazılarının da pervasızca yalan söylemelerine karşılık, "yalan söylemenin kötü olduğu" yargısının –değer yargısı olarak– her yerde geçerli bir yargı olduğu söylenebilir.
Şimdi belirli bir kişinin bir "yalanına" bakalım. Bazılarınız Victor Hugo'nun Sefiller 'ini okumuştur. Romanı özetlemeyeceğim burada; ancak romanda geçen bir olayı anlatacağım: Victor Hugo'nun bu romanının başkahramanı Jean Valjean'ın, anlatacağım olay geçtiği zamana kadar yaşamı, bir "sefil"in yaşamı ya da sefil bir yaşamdır: yoksuldur, işsizdir, hırsızlık yapar; nedenleri bir yana, çeşitli suçlar işler. Böyle bir yaşamı olan Jean Valjean, hapisten yeni çıktığı bir sırada, soğuk bir gece, perişan bir durumda, geldiği kentin rahibinin kapısını çalar; yatacak yeri olmadığını söyler; rahipten o gece evinde kalmasına izin vermesini ister. Rahip soru sormadan onu evine alır... Ama sabaha doğru Jean Valjean, rahip daha uyanmadan önce, onun gümüş takımını çalar ve evden kaçar. Yolda bir polis yakalar onu. Ve Jean Valjean'la rahibe gidip, bu kişiyi onun gümüşleriyle yakaladığını söyleyince, rahip, "ona bu gümüşleri [vermediği halde, Jean Valjean onları çaldığı halde] ben verdim" der; yani rahip yalan söyler.
Rahibin bu yalanı, Jean Valjean'ın yaşamında, romanda, bir dönüm noktası oluşturacak; zamanla kendisi sefilleri koruyan bir insan –kentin belediye başkanı– olacak; ve dürüstlüğü bir sınama geçirdiğinde, her şeyi göze alarak geçmişteki yaşamına ilişkin doğruyu söyleyecek.
Bu olayda rahip yalan söylemiştir! Rahibin bu yalanı “kötü" müdür?
Bir örnek daha vereyim, "sözünde durmak iyidir" değer yargısına ilişkin: Jean Anouilh'un Becket ya da Tanrı'nın Onuru adlı bir oyunu vardır. Belki bazılarınız okumuştur bu oyunu. İngiltere Kralı IV. Henry'nin mühürdarıdır Becket (daha sonra Canterbury Başpiskoposu olacaktır), Kral'ın gözünde hiçbir zayıf yanı olmayan bir kişidir. Kral'ın insan olarak kendisinden daha güçlü gördüğü –bu açıdan kıskandığı– tek kişidir dünyada. Becket'i, kendi kendisinin gözünde zayıf düşürecek bir durumun ortaya çıkmasını, adeta kollar Kral.
Becket Saksonyalıdır; Kral'la Saksonya'da –ülkenin fakir ve bakımsız bir bölgesinde– yaptıkları bir gezide, Kral'ın göz diktiği on beş yaşındaki Saksonyalı bir kızı, Kral'dan kurtarmak için, onu Kral'dan ister. Kral bunu bir fırsat bilir: "benim neyim varsa senin, senin neyin varsa benim; sen benden ne istersen veririm, sen de bana" der. Bu konuda söz verirler orada birbirlerine. Kral'ın art niyetinin farkında değildir Becket. Çünkü Kral, arkadan, Becket'i kendi gözünde zayıf gösterecek bir şey yapmasını istemek niyetiyle söz verdiriyor ona.
Becket'in sevdiği ve onu seven bir insan vardır. Bir savaşta esir aldıkları bir prenses: Gwendoline. Bir süre sonra Kral, Becket'in verdiği sözü ona anımsatarak ondan Gwendoline'i ister. Becket sözünde durur. Kral'ın yanına varır varmaz intihar edecek olan Gwendoline'i Kral'a verir.
Becket sözünde durmuştur. Becket'in bu sözünde durması "iyi" midir?
Bu soruları burada soru olarak bırakacağım. Ancak şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Sefiller'deki rahibin yaptığına ve Becket'in bu yaptığına ilişkin bu soruları sormam, burada sizlere bir güçlüğe –bir probleme– yalnızca işaret etmek içindi. Çünkü, kişi eylemlerine yalnızca genel değer yargıları açısından bakıldığı zaman, yani değer ölçüsü olarak "yalan söylemek kötüdür", "sözünde durmak iyidir" yargıları kullanıldığı zaman, böyle bir güçlükle –bir problemle– yüz yüze geliriz. Bunlar, bir eylemin değerinin bilgisine ulaşma yolu bilinmediği zaman, yani bir eylemi değerlendirmenin başka bir olanağı bilinmediği zaman sorulabilecek sorulardır. Bir eylemi doğru değerlendirmenin ne olduğunu biliyorsak, böyle bir soruyu –yani "rahibin bu yalanı söylemesi kötü müdür?" ya da "Becket'in bu sözünde durması iyi midir?" sorusunu– sormak gereksiz olur.
~
Şimdi 'ahlâk'ın bu anlamıyla ilgili olarak buraya kadar söylediklerimi şemalaştırayım. Kanımca, ahlâk kavramına yalnızca buraya kadar sözünü ettiğim anlamda 'ahlâk' terimiyle ifade edilenleri kapsatmak daha uygun olur.
Şimdi bu anlamda 'ahlâk'ın içinde bu kapsananlara baktığımızda –Bilgi Felsefesi, Değer Felsefesi ve Etik1 açısından baktığımızda– bu değer ölçülerinin kendi aralarında çok önemli farklar gösterdiğini görürüz.
Türü ve içeriği ne olursa olsun, hepsi, "mutlak", kayıtsız-şartsız geçerli olmak istemiyle karşımıza çıkan değer yargıları ile davranış ilke ve kuralları arasında ilk olarak şu önemli farkı görüyoruz:
Çeşitli ahlâkları oluşturan bu değer ölçütlerinden değer yargıları, insanlararası ilişkilerde kişi eylemlerini ve kişileri doğru değerlendirebilmeyi –bu eylemlerin-kişilerin değerinin bilgisini edinebilmeyi– sağlayamıyor; ancak bir tür ezbere değerlendirmelere (:değer biçmelere2) götürebiliyor. Kişiler hakkında ezbere izlenimler edinmeye, dolayısıyla değişik ve değişken olan izlenimlere götürüyor.
Bir örneğe bakalım, Becket'in yaptığına: görünüşe göre sözünde durmak, onurunu korumak, ama aslında hiçbir zayıf yanı olmadığını Kral'a göstermek için Gwendoline'i Kral'a vermesini, önce iki farklı değer yargısı açısından değerlendirelim, yani eyleme değer biçelim; sonra da Anouilh'un olduğunu söyleyebileceğimiz değerlendirmeye de dayanarak, "yapılması gereken"e ilişkin çıkan üç sonuca bakalım:
İlk değer yargısı "sözünde durmak iyidir" yargısı olsun: "sözünde durmak" iyi ise, sözünde durmak gerek; öyleyse Becket iyi yapmıştır, gerekeni yapmıştır. İkincisi de "at, silâh, avrat verilmez" kuralı olsun: verilmemesi gerektiğine göre, vermek kötüdür; öyleyse Becket kötü yapmıştır, gerekeni yapmamıştır.
Bir de "Becket'in bu eyleminin değeri nedir?" sorusunu yanıtlamaya çalışırsak, denebilir ki, "Becket Gwendoline'i vermekle Kral'ın gözünde güçlü kişi imgesini korumuştur, ama Gwendoline'e mal muamelesi yapmıştır, sevgiyi harcamıştır, koruduğu bir değer de olmamıştır", öyleyse, Becket sözünde durmakla gerekeni mi yapmıştır?
Bunlar, aynı eylemin ikisi aynı türden, ama birbirine ters düşen üç farklı değerlendirmesidir. İlk ikisi Becket'in eyleminin değeri –o koşullarda diğer yapabilecekleri bakımından özelliği– hakkında bilgi sağlamıyor. Sadece bu yaptığını değerlendirenlerin benimsemiş oldukları değer yargılarını öğreniyoruz bu değerlendirmelerden.
Başka bir deyişle değer yargıları ölçü kullanılarak yapılan değerlendirmelerde, yapıldığı iddia edilen şey ile aslında yapılan uymuyor birbirine; dolayısıyla değer ölçüsü olarak bir işe yaramadığı gibi, yaşamda birçok haksızlığa, çatışmaya da neden oluyor.
Buna karşılık, kişilerin eylemlerini (değerlendirmelerini değil, eylemlerini) değer ölçüleri olarak belirleyen ilkeler ve kuralların –çeşitlerine göre farklı sınırlar içinde ve bilgisel bakımdan özelliklerinin bilincinde olmamız koşuluyla– insanlararası ilişkilerde bizler –her birimiz– eylemde bulunurken, bazen –: doğru değerlendirme yapma olanağından yoksun olduğumuz, ama yine de bir şey yapmak zorunda kaldığımız zaman– değer harcamayı önleyebildiğini (muhakkak, her durumda önlediğini değil, çok defa önleyebildiğini) görüyoruz.
Çünkü: böyle ilkelere ve kurallara baktığımızda, bunların bir gerekliliği –yapmaya-yapmamaya ilişkin bir gereği– dile getirdiklerini; bu gereklere ilişkin düşüncelerin ise farklı kaynaklardan türetildiğini görüyoruz.
Gereklilik düşünceleri olarak "büyüklerin elini öpmek gerekir", "kapıdan önce hanımları geçirmek gerekir", "yardımlaşmak gerekir", "ırk ayırımı yapmamak gerekir", "işkence yapmamak gerekir" gibi davranış kurallarına veya ilkelerine bakarsak; ve dile getirdikleri "gerek"in nereden türetildiğini açığa çıkarmaya çalışırsak –yani bu istemlere ilişkin "neden... yapmak gerekir?" sorusunu yanıtlamaya girişirsek– ; bunların dile getirdikleri "gerek''in belirli tarihsel koşullarda iki farklı kaynaktan –biri deney, diğeri de insanın değerinin bilgisi olmak üzere iki ayrı kaynaktan– ve farklı yollardan –farklı çeşitten akıl yürütmelerle; indüksiyon ve reductio ad absurdum ile– türetildiği görülüyor.
Kaynağı deney olan bu kurallardan bir kısmı, farklı çevrelerdeki doğal-toplumsal koşulların özelliğinden ve farklı kültürlerden kaynaklanan davranış kurallarıdır. Geçerli kılındıkları grupta pratik bir işlevi olan, koşullara göreli kurallardır – insanlararası ilişkiler için düzen kurucu kurallar. Değer korumaya yöneliktirler; ama bazen değer harcayıcı da olabiliyor.
Bunlar, koşullar değiştiğinde, işlevlerini ya da anlamlarını yitiren kurallardır – yani dile getirdikleri "gerek" temelsiz kalır. Çeşitli gruplarda (kültürlerde) kuşaktan kuşağa aktarılan birçok geleneksel-göreneksel davranışlar böyledir. Ninemizin elini öperiz, onu görmeye gittiğimizde; öpmezsek, çoğumuzun ninesi yadırgar. Ama seksen yaşındaki bir Amerikalı ninenin elini öpersek, o da öpmemizi yadırgar. Neden öpüyoruz ninemizin elini? Yani saygımız neden böyle bir davranışla gösteriliyor? Zamanla böyle kuralların nereden kaynaklandığı unutulduğu halde –yani böyle davranmanın temellendirilebilecek bir gereği olmadığı halde–, daha önce geçerli kılınmış oldukları grupta devam ettirilmeye çalışılır. Bunlar, değişmiş koşullarda değer harcanmasına neden olmadıkları sürece –kişi haklarına, insan onuruna zarar vermedikleri sürece– sürdürülmelerinde bir sakınca da görünmüyor. Ne var ki, zaman içinde, değişmiş toplumsal koşullardan yeni kurallar –yeni gerekler– doğal olarak türetiliyor; bu yeni kurallar da bazen eskisiyle çatışabiliyor. Ve yaşamda kişiler için sıkıntılar –gereksiz sıkıntılar– yaratabiliyor. Böyle sıkıntı yaratan kuralları ya da değer harcayan kuralları devam ettirmeye çalışanların, bu kuralların dile getirdikleri gereğin kaynağının farkında olmadıkları anlaşılıyor.
Kaynağı deney olan kurallardan bir kısmının da, indüksiyon sonucu ortaya konduklarını görüyoruz: "Savurgan olmamak gerekir", "işine saatinde gitmek gerekir", "bir insan için iyi derken, bir marj bırakmak gerekir" gibi ya da ahlâksal olmayan, ama bir davranış kuralı olan "kırmızı ışıkta geçmemek gerekir" gibi davranış kuralları, indüktif çıkarımlardır. Bunlar, tek tek davranışların etkilerinin değerlendirilmesinden yapılan çıkarımlardır: bu etkilerin, böyle davranmış kişiler için –ve başkaları için– çoğu zaman sağladıkları yarar (sık sık sağlamış oldukları yarar) veya çoğu zaman verdikleri (sık sık vermiş oldukları) zarar bakımından değerlendirilmesinden yapılan çıkarımlardır. Böyle kurallar aslında şunu bildiriyor bize ancak: eğer bir insan şöyle şöyle davranırsa, kendi yararını-çıkarını (ve başkasının yararını) koruması olasılığı artar. Başka bir deyişle: belirli bir durumda bir insan doğru bir değerlendirme yapamıyorsa ve bu durumda yarar-çıkar olarak görüleni korumak istiyorsa, şöyle şöyle davranmakla bu yararı koruması daha olasıdır. Ama kişinin, doğru değerlendirmesini yapamadığı bir belirli durumda, bu kurala uygun hareket etmekle kendine ve başkasına zarar vermesi olasılığı kalkmıyor. Söz gelişi: yeşil ışıkta geçen bir sürücü de kaza yapabilir; işine zamanında yetişmek için bir insan, bir yaralının yanından geçip gidebilir, onun ölmesine neden olabilir.
Kaynakları insanın değerinin bilgisi olan gereklilik önermelerine gelince, ki bunlara daha çok ilke diyoruz: bunların bir kısmı, insanın değerinin bilgisinden doğrudan doğruya yapılan çıkarımlardır: "insanlara, insan olarak, eşit muamele yapmak gerekir", "sözünde durmak gerekir" gibi; bir kısmı da dolaylı olarak – bu değeri harcayan tarihsel koşullar aracılığıyla: örneğin "ırk ayrımı yapmamak gerek", "işkence yapmamak gerek" diyoruz; ama "insanları hayvanlara atmamak gerekir" demiyoruz bugün (Eski Roma'da olan bitenleri anımsatırım).
Bu tür çıkarımların, şematik olarak, şöyle yapıldığı söylenebilir: insanın değeri buysa (: insanın, tür olarak yapısal olanakları bunlarsa3); demek ki, hiçbir insan (: insan türüne ait hiçbir varlık) bu değere zarar verecek (: bu olanakların gerçekleşebilmesini engelleyecek) bir şey yapmamalı: söz gelişi insanları kandırmamalı, insanlara işkence yapmamalı.
Böyle ilkelerin bize bildirdiği, şöyle bir şeydir: bir insan (siz-ben) başka insanlarla ilişkilerinde o ilkenin talep ettiği şekilde davranırsa, insanın yapısal olanaklarının gerçekleşebilmesini engellememe olasılığı artar. (Şüphesiz bu, kendisine öyle davranılan kişi, böyle bir insan olanağını muhakkak gerçekleştirir demek değildir; ama kimin hangi insan olanağını gerçekleştireceği, gerçekleştirmeden önce belli mi ki!) Başka bir deyişle, bu tür ilkeler şöyle diyor bize: belirli bir durumda bir insan, doğru bir değerlendirme yapamıyorsa ve elinden geldiği kadar insanın değerine zarar vermemek istiyorsa; ilgili ilkenin dile getirdiği gibi davranırsa, bu değere zarar vermemesi daha olasıdır. (Ama, daha önce gördüğümüz gibi, bu ilkeler adına da zarar verilebilir. Becket'le olduğu gibi.)
Bu son ilkeler, Türkçede 'ahlâk' terimine yüklenen ikinci anlama da geliyor; "yüce ahlâk" bağlamındaki 'ahlâk'ın anlamına. Batı dillerinde buna 'moral' değil, 'moralité' deniyor çok defa. Belki de bu tür ilkelere 'ahlâk ilkeleri' değil de, ahlâklılık ilkeleri –ya da etik ilkeler– dememiz daha uygun olur. Ahlâk kavramı içinde ise, yukarıda özelliğini göstermeye çalıştığım deney kaynaklı kuralları ve yerden yere ve zaman içinde değişiklik gösteren değer yargılarını kapsatmak daha uygun görünüyor. Bunları birbirinden ayırmak, yaşamda daha açık düşünmemizi sağlayabilir gibi geliyor bana; yani: insanın değerinin bilgisinden doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak türetilen eylem ilkelerini –bir defa ortaya koyduktan sonra ilke olarak her zaman için geçerli olan, ama her tek durum için geçerli olabilecek bir istem-getirmeyen ilkeleri– ahlâk kavramının dışında tutmak; kendiyle hesaplaşarak yaşamak isteyen insanların düşünmesine bir açıklık getirilebilir sanırım.
Bu son söylediklerimi ilk şemaya eklersem, şema şöyle bir biçim alır:
Buraya kadar söylediklerim, olgulara bakarak söylenmiş bilgilerdir. Şimdi de, felsefenin insanlararası ilişkileri ve sorunları konu edinen dalına Etiğe4 bakarsak –tarihine ve bugününe bakarsak–; ahlâklılık ilkeleri adı altında karşımıza çıkan ilkelerin, iki tür ilkeler olduğunu görüyoruz. Yani ahlâklılık ilkelerinden söz edenler, ahlâklılık ilkeleri kavramı altında, yalnızca biraz önce sözünü ettiğim, insanın değerinin bilgisinden kaynaklanan eylem ilkelerini kapsatmıyor; istemeyi belirlemeye yönelik ilkeleri de –ana amaçlarımızın belirlenmesine ilişkin istemleri dile getiren ilkeleri de– kapsıyor.
Bir çeşit üst (meta) ilkeler olan ve belirli bir insanla ilişkimizde belirli bir durumda kendi istediklerimizi değerlendirmek için bir ölçü getiren bu ilkeler, içeriksizdirler: yani bize "şöyle ya da böyle davran" (örneğin "yalan söyleme") demezler; belirli bir durumda ve her durumda neyi istememiz gerektiğini söylerler. Başka bir deyişle, bu ilkeler, insanlarla ilişkilerimizde eylemde bulunurken, neyi isteyerek –nasıl, ne tarzda– eylemde bulunmamız gerektiğini söylüyor; bu istediğimizin –bu ana amacımızın–, o belirli koşullarda neyi yaparsak gerçekleşebileceğini söylemiyor. Bu sonuncusunu her defasında bulmak bize (kişiye) kalıyor.
Bu ilkelere örnek vermek için, artık yaşama değil, felsefeye başvurmam gerekiyor.
Bu isteme ilkelerinin belli başlı bir örneğini –yani belirli bir durumda somut istediğimizi değerlendirebilme ölçüsü sağlayan bu üst ilkenin bir örneğini– Kant'ta buluyoruz, 18. yüzyılda.
Kant, "kesin buyruk" ("kategorik impératif") adını verdiği ve kayıtsız-şartsız buyurulabilecek tek buyruk olduğunu söylediği bu ilkeyi şöyle dile getiriyor: "Ancak, aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin bir maksime göre eylemde bulun"5 yani "senin istemeni o durumda belirleyen ilke bu nitelikte olsun" diyor Kant. Aynı kitabın daha sonraki sayfalarında ise bunu şöyle açıyor: "her defasında insanlığa, kendi kişinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de, sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde eylemde bulun"6. Bunlarla Kant, "insanlarla ilişkilerinde bu şekilde eylemde bulunmayı iste" diyor bize; belirli bir durumda bu şekilde eylemde bulunmak istediğimiz zaman, somut olarak neyi yapmamız gerektiğini söylemiyor. Bu söylenemez de. Bunu bulmak bize kalıyor. Bu isteme ilkeleriyle Kant, bize, kendi somut istediklerimizi değerlendirebilmek üzere, kendimiz için kullanabileceğimiz bir ahlâklılık (ya da değerlilik) ölçüsü sağlıyor.
Bu ilkeler, bu şekilde dile getirildiklerinde, bir bilgiyi –doğru ya da yanlış olan bilgiyi– dile getirmiyor; bir düşünceyi dile getiriyor: insanın yapısal olanaklarının bilgisinden türetilmiş bir düşünceyi.
~
Ne var ki, insanın yapısal olanaklarının bilgisinden türetilen bu tür isteme ilkelerinin, yine insanın yapısal olanaklarının değerinin bilgisinden türetilen eylem ilkelerinden çok önemli bir farkı –bilgisel bakımdan bir farkı– vardır:
Bir isteme ve eylemde bulunma tarzının bilgisini de, yani kişilerin insanlararası ilişkilerde bir etik olanağının da bilgisini bize sağlıyor bu ilkeler: dile getirildikleri şekilde (söz gelişi Kant'ın ilkesinin talep ettiği şekilde) istenirse, kişilerde insanın değerini (onurunu) koruyacak şekilde de eylemde bulunulabilir, diyor bize.
Bu olanağı biliyorsak, bunu gerçekleştirmek (insanlarla ilişkilerimizde bu şekilde eylemde bulunmak) bize –kişilere– kalıyor.
Ama bu olanağın olması ve bazı kişilerce gerçekleştirilmesi, insanın diğer canlılardan farkını oluşturan ana özelliklerinden birini meydana getiriyor.
Bu, insanın, değerli eylemde bulunma olanağının bilgisidir.
Size bir örnek vereyim: Camus'nün L'état de Siège'deki iki kişiyi – Diego ile Casado'nun Veba sırasında yaptıklarını:
Diego, Kadiz adlı bir kentte stajyer bir doktordur. Bu genç doktor, yalanı budalalık sayan, kişiyi onurun ayakta tuttuğuna inanan, "mutlu olmanın, kentlerin ve köylerin barış içinde olmasını gerektirdiğini" düşünen bir kişi... Diego, Kadiz Kenti Yargıcı Casado'nun –kendini kentin ahlâkının baş koruyucusu sayan Casado'nun– kızını, Victoria'yı, seviyor. Victoria'yı babasından ister; Casado da, nedense, Victoria'yı ona vermeyi kabul eder. İşte bu nişandan birkaç gün sonra, Kadiz Kentini Veba bastırır ve Kenti Vali'den –kendisine, ailesine ve yüksek yöneticilere dokunmamaya karşılık– teslim alır. Kadiz'in dışarıya götüren beş kapısı kapatılır. Hiç kimse artık Vebadan kaçamaz. Vebanın elinde, sıkı yönetim altında, kendi kaderiyle baş başadır Kadiz. Bu durumla yüz yüze gelen Diego, hastalara gece gündüz koşarken, Vebadan korktuğunun farkına varır, ne yapacağını bilmez. Bu korkuyu yaşadığı sırada Vebaya yakalanan Diego, bir ara, Casado'nun evine sığınmayı dener. Herkes gibi Vebadan korkan Casado, Vebadan kaçmak için evine kapanmıştır, eve hiç kimsenin girmesine izin vermemektedir: Diego'yu kovmak ister; karısına, kızlarına yakışıksız sözler söyler; ama bu arada onun evine de "vebalı" işareti konur. İşte bu panik içinde Diego, adım adım bir bilince ulaşır: attığı ilk adım, korkusunu "haykırmak"tır; ikinci adım, ona ihtiyacı olanlarla, Vebaya yakalanmış Kadizlilerle, aynı alınyazısını paylaştığını görmektir. Kaçmaya giriştiğinde de, Veba orada olduğu sürece hiç kimsenin kaçamayacağını anlaması, ona bu bilince doğru bir adım daha attırır: yaşayabilmek için tek çare, Vebaya karşı savaş açmaktır. Bu gerekliliğin bilinci, Diego'yu, kendi gücünün bilincine vardırır: Vebaya karşı savaşmak zorundadır; öyleyse, Vebaya karşı savaşabilir.
İşte Diego böyle bir olanağın bilincine varmıştır, kendi kendine, Kadiz'deki bu Veba sırasında. Ve bu olanağın bilinciyle o durumda yaptıkları, Kadiz'in sonunda Vebadan kurtulmasını sağlamıştır Camus’ye göre.
Yargıcın davranış şekliyle ise Kadiz kurtulamayacağı gibi, yargıcın kendisi de –evine kapansa bile– kurtulamaz, diyor bize Camus.
~
İşte bu oyunda gördüğümüz türden –Diego'nun yaptığıyla bir örneği verilen– bu tür olanakların gerçekleştirilebilmesi bilgiye dayanıyor: birçok çeşitten bilgiye.
Bunu gerçekleştirebilmenin nesnel koşullarının bilgisi, bizi aynı zamanda Türkçede 'Ahlâk'ın üçüncü anlamına da götürüyor: 'Etik' anlamına.
Etik, felsefenin bir dalıdır. İnsanlararası ilişkilerde eylemin ne olduğunu –bir eylemin ne gibi öğelerden oluştuğunu ve ne gibi belirleyicileri olduğunu– inceliyor. Başka bir deyişle Etik, felsefenin insanlararası ilişkilerde değer sorunlarını inceleyen bir dalıdır – bu konuda bilgi ortaya koyan bir dalı.
Etiğin sağladığı bilgiler, insanca yaşayabilmenin önşartı –tek başına yeterli olmayan, ama onsuz olunamayacak bir önşartı– olarak görünüyor.
İnsanlarla ilişkilerimizde eylemde bulunurken ne yapıyoruz? Bu soruyu yanıtlayabilmek için eylem dediğimiz etkinliği çözümlememiz gerekiyor.
Eylem nedir? Nasıl oluşuyor? Her biri karmaşık bir bütün olan her eylem ne gibi öğelerden oluşuyor? Ve her öğesinin oluşumunda ne gibi imkânlar vardır? Bu soruları bütün bir kitapla yanıtladım: Etik 'le. İsterseniz bakabilirsiniz ona.
~
Bu bilgilerden, kişi olarak yaşamımız için çıkabilecek sonuçları çıkarmayı sizlere bırakıyorum.
Bu konuda, eğitim için ve öğretmenlik için çıkabilecek sonuçlardan ikisine işaret etmeye çalışacağım yalnızca – bu öğretmenlik, ister kimya öğretmenliği, ister felsefe öğretmenliği, isterse de edebiyat ya da biyoloji öğretmenliği olsun: yâni eğitmenlik-öğretmenlik için.
Bu söylediklerimden eğitimle ilgili çıkan bir sonuç, günümüzde –ülkemizde de– oldukça yaygın bir eğitim anlayışıyla ya da bir eğitim tanımıyla hesaplaşmak gerektiğidir. Eğitim, bugün, çok yerde "istenilen davranışları kazandırmak" şeklinde tanımlanıyor; şoförlük eğitimi, pilotluk eğitimi ile kişi eğitimi aynıymış gibi. Ancak kim saptıyor bu "istenilen davranışları"?
Genellikle kazandırılmak istenen "davranışlar", bir kuşağın "iyidir-kötüdür" dedikleri davranışlar oluyor. Ama birkaç ahlâkın iç içe bulunduğu toplumlarda, herkes, kendi ahlâkının iyilerini-kötülerini öğretmeye kalkışıyor. Bu "iyi"ler ve "kötü"ler de –olgulara bakarsak– sık sık çatışan iyiler ve kötüler olduğundan, toplumsal yaşamdaki çatışmalar, eğitime de yansıyor.
Sanırım, şoför-pilot vb. eğitimi değil de, genel anlamda eğitimden –insan eğitiminden– "istenilen davranışları kazandırma"yı değil, 'kişilerin insanlaşmasına yardımcı olmayı' (bir başkasının yardımcı olabileceği kadarıyla yardımcı olmayı) anlamak daha uygun görünüyor.
Bu ise, a) "insan olma"nın ne demek olduğunun kafamızda açıklık kazanmış olmasını ve b) insanlaşmanın genel ve özel yolu –değişken olan özel yolu– üzerinde kafa yormayı gerektiriyor.
İnsan olmanın bilgisi: insanın ne gibi yapısal olanaklara sahip olduğunun ve bu olanakların her birinin değerinin –yani diğer benzer olanaklara göre yaşam için özelliğinin– bilgisidir; örneğin Diego ile Casado'nun gerçekleştirdikleri olanakların değerinin farkının bilgisi.
İşte eğitim a) böyle olanakların değerinin farkını gösterebilir ve b) belirli bir durumda değer koruyacak olanağın nasıl bulunabileceğini gösterebilir: yani doğru değerlendirmenin –bir eylemi, bir durumu, bir olayı, bir ilkeyi, bir kuralı vb. doğru değerlendirmenin– nasıl yapılabileceğini gösterebilir. Her durumda, önceden belirlenemeyecek olan yapılması gerekenin –eğer doğru ya da değerli eylemde bulunmak istiyorsak o belirli durumda yapılması gerekenin– nasıl bulunabileceğini gösterebilir. Bu kadarını yapabilir eğitim. Ondan ötesi kişinin kendisine kalıyor.
Öğretmenin işi –öğretmenlik–, çeşitli alanlarda kendisi doğru değerlendirme yapabilecek duruma gelmiş ve bunun gereklerini yerine getirerek yaşayan bir insanın, başka insanlara bunun nasıl yapılabileceğini –bunun yolunu– göstermesidir, denebilir.
Öğretmenlik, öğrencilere ilişkin her şeyi, öğrencilerin insanlaşmasına katkıda bulunması veya bunu engellemesi açısından değerlendirme ve buna göre eylemde bulunma mesleği gibi görünüyor: ister felsefe, ister tıp, ister hukuk öğretmenliği olsun bu öğretmenlik.
İnsanlaşmış kişilerin, başka kişilerin insanlaşmasına yardımcı olma mesleği gibi görünüyor öğretmenliğin kendisi: öğretmen olma bilinci, fizik okuturken, felsefe okuturken, hukuk okuturken, makine dersi verirken, bunu yapmış olmanın bilinci gibi görünüyor.
~
Notlar
1. Türkçede 'Etik' de –yani Felsefenin bir dalı olan, bir felsefî bilgi dalı olan 'Etik' de– kimi zaman 'Ahlâk', kimi zaman da 'Ahlâk Felsefesi’yle karşılanıyor! [metne dönüş ↩]2. Bu terim için bak.: İoanna Kuçuradi, İnsan ve Değerleri, Yankı Yayınları, İstanbul, 1971, s. 42-45. [metne dönüş ↩]
3. Örneğin, verem ya da kuduz vd. mikroplarını almış bir insanı iyileştiren bilgiler ortaya koymuş insanlar olmuşsa. [metne dönüş ↩]
4. Ki buna da Türkçede 'Ahlâk' ya da 'Ahlâk Felsefesi’ deniyor, ama denmemesi daha uygun olur. [metne dönüş ↩]
5. Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi/Grundlegung zur Metaphysik der Sitten, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1982, s. 38. [metne dönüş ↩]
6. Ibid*, s. 46. [* Ibid, Latince ibidem'in kısaltmasıdır ve "aynı yerde, aynı eserde" demektir. Türkçede a.g.e. (adı geçen eser), a.y. (yazara ait son zikredilen yer), a.e.(aynı eser,yer) şeklinde dipnot göstermede kullanılır. (wiki)] [metne dönüş ↩]
~
İoanna Kuçuradi, Uludağ Konuşmaları - Özgürlük & Ahlâk & Kültür Kavramları
Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 1988, 55 sf. Ahlâk bölümü; sf 20-36.
~
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder