NE BİLİYORUZ?
Sanal gerçeklikler ve değerli otoriteler
Ne biliyorsunuz? Aslında birçok şey biliyorsunuz. Bahse girerim benim gibi siz de kendi adınızla anne ve babanızın adlarını biliyorsunuz. Büyük bir olasılıkla şu anda uzanıp uzanmadığınızı, hangi ülkede olduğunuzu, şimdiki ABD başkanının kim olduğunu ve bunun gibi daha birçok şey biliyorsunuz.
Bir muzun nasıl dilimlendiğini, tadının nasıl olduğunu ve nerede sabah orada akşam yaşamıyorsanız -ki bu durumda da kafanızın dumanlı olmasının ne olduğunu biliyorsunuz- dün gece nerede olduğunuzu biliyorsunuz. Neleri yapıp neleri yapamayacağınız hakkında da bir sürü şey biliyorsunuz. Ayrıca bir şeyleri nasıl yapacağınızı da biliyorsunuz: Çay demlemeyi, kahve yapmayı biliyorsunuz. Neleri bilmediğiniz hakkında da birçok şey biliyorsunuz. Birçok dili konuşmayı bilmediğinizi biliyorsunuz ve muhtemelen bir nükleer denizaltının nasıl kullanıldığını bilmediğinizi biliyorsunuz. Bilmediğiniz bazı şeyleri nasıl öğrenebileceğinizi de biliyorsunuz. Dolabın içinde ne olduğunu bilmiyorsanız onu açıp bakabiliyorsunuz. Birinin e-posta adresini bilmiyorsanız bir arama motoruna yazıp bulabiliyor, ya da birisine sorabiliyorsunuz. Bu basit şeyler yaşamımızda ve ne yapmamız gerektiğine dair tüm hesaplamalarımızda verili, sabit olan şeylerdir.
Şüpheci
Bütün bunları düşününce bilgi iddialarını topyekûn reddedecek kadar kuşkuyla karşılayan hayalî bir kişiliğe, yani şüpheciye gösterilen büyük felsefî ilgi insana biraz şaşırtıcı geliyor. Çoğu kişi felsefeye René Descartes'ın Meditasyonlar adlı kitabını okuyarak başlar. Bu kitapta Descartes bütün duyu deneylerinin ve düşüncelerinin onu aldatmaya çalışan bir "maline genie" [kötü bir cin - ç.n.] tarafından oluşturulduğu sanal bir gerçeklik içinde yaşıyor olabileceği düşüncesiyle uğraşır. Benzer düşünce deneylerine Matrix gibi popüler filmlerde de rastlanır. Sanal gerçeklik artık iyice yaygınlık kazanmıştır. Peki, böyle bir gerçeklik içinde yaşamadığımı nasıl kanıtlayabilirim? Kavanozda bir beyin olabilirim ve bütün duyu deneylerimi çılgın bir bilim insanı üretiyor olduğu halde ben bunları gerçek sanabilirim. Sonuçta her şey bir rüyadan ibaret olabilir. Öyleyse belki de ben soruyu Descartes'ın sadece kendi düşüncelerini ele alarak birinci tekil şahıs zamiriyle sorduğu tekbenci, "Ben ne biliyorum?" sorusu yerine birinci çoğul şahıs zamiriyle "Biz ne biliyoruz?" diye sorduğumda işin biraz kolayına kaçtım.
Ama bu yalnız şüphecinin düşüncelerinin bile raf ömrü kısadır. Özel odamızdan dışarı çıkar çıkmaz bu düşünceler buharlaşıverir. Sokakta bize bir yeri bilip bilmediğimizi soran insanlarla karşılaşırız. Ama hiç kimse bir sokakta olup olmadığımızı bilip bilmediğimizi sormaz. Bütün bunlara rağmen şüpheci düşünceler filozofların ilgisini çekmeye devam ediyor. Bu düşünceleri alt etmek, sanal bir gerçeklik içinde yaşamadığımı kanıtlayabilmek hoş olurdu. O halde bu meydan okumaya karşı çıkmanın kabul edilebilir bir felsefî ihtiras olduğu söylenebilir. Ama ben bir an için bu soruları yok sayacağım; kökten şüpheciliği daha sonraya bırakıp daha genel, daha kamusal bir soru üzerine odaklanacağım.
Gündelik Bilgi ve Potemkin Köyleri
Bu kamusal soru acil olarak cevaplanması gereken politik ve ekonomik sorunları gündeme getirir. Mesela insanlar ekonominin ya da psikanalizin bilim olup olmadığını sorduklarında ilgilendikleri asıl mesele ekonomik tahminlerin ya da psikanalitik kişilik yorumlarının sağlam bir temele dayanıp dayanmadığıdır: Bunlar ekonominin ya da psikolojilerin nasıl çalıştığına dair bilgiye mi dayanıyorlar? Yoksa sadece teorinin ürettiği kuruntular mı? Bunlar hoş sorular değildir. Kimlerin yüksek ücret alacağını, insanların yönelmesi gereken alanları belirleyen bu sorulardır. Ama epistemolojinin -bilginin yapısı, kapsamı ve sınırlarına dair bir öykünün- ışığı olmadan bu sorularla baş etmek mümkün değildir.
Son zamanlarda mahkemeler "yaratılışçı bilim"in bilim olup olmadığını, onun teorilerinin okullarda okutulmaya değer olup olmadığını belirlemeye çalışıyorlar. Bu da evrimsel tarih ve ortodoks biyoloji alanında bilgiye benzer bir şey olup olmadığının ortaya çıkarılmasını gerektiren bir iştir.
Bilginin ne anlama geldiğine dair ilk açıklamayı sunma onuru Platon'a aittir. Platon'a göre bir kişinin bir şeyi bilmesi üç koşula bağlıdır. Birinci koşul kişinin o şeyin doğru olduğuna inanmasıdır. İkinci koşul o şeyin doğru olmasıdır. Üçüncü koşul da kişinin ona inancını gerekçelendirmesidir.
Bu üçüncü koşul niçin gereklidir? Bir şeyin doğru olduğuna inanıyorsanız ve bu şey gerçekten de doğruysa, neden onu biliyor sayılmıyorsunuz? Platon'un cevabı şudur: Bilgi iddianızın isabetli olması tamamen şans eseri olabilir. Ama bu cevap daha incelikli soruları da beraberinde getirir. Öncelikle bir şeyin doğru olduğunu tamamen rastlantıyla veya şansla bilebilirsiniz: Şansınıza doğru zamanda doğru yerde olabilirsiniz. Diğer yandan doğru olan bir şeye olan inancınızı gerekçelendirebilirsiniz, ama bu gerekçelendirme sadece rastlantı veya şans eseri olabilir.
Yol kenarında bir ahır gördüğünüzü ve onun bir ahır olduğuna inandığınızı varsayın. Ne zaman bir ahıra baktığınızı genellikle söyleyebildiğinize göre, bu inancınız "gerekçelendirilmiş bir inançtır." Ama heyhat! Siz farkında değilsiniz ama aslında bir Hollywood stüdyosunda kurulmuş bir "Potemkin köyünün" içinden geçiyorsunuz. Ahır sandığınız şeyler sadece ön cepheleri olan sahte ahırlar (Grigori Potemkin ele geçirdiği Kırım'ı denetlemeye gelen Çariçe Katerina'dan ülkenin sefaletini saklamak için "dekoratif köyler" yaptırmıştı.) Ama şans bu ya, nadir gerçek ahırlardan birine bakıyorsunuz. Bu durumda inancınız "gerekçelendirilmiş doğru bir inanç" olmasına rağmen bir ahıra baktığınızı aslında bilmiyorsunuz. Bu son türden örnekleri felsefenin gündemine taşıyan Edmund Gettier adında bir filozoftur. Amerikalı felsefeci Gettier 1963'te yayınladığı "Gerekçelendirilmiş Doğru İnanç Bilgi Midir?" adlı makalesinde verdiği örneklerle güvenilirlik, gerekçelendirme ve inancınızın olgulara doğru şekilde uyup uymadığı sorusu arasındaki ilişki hakkındaki sonu gelmez tartışmaların fitilini ateşlemiştir. Bütün kariyerini "Gettier sorunu" olarak bilinen bu tuz madeninde geçirenler olmuştur.
Ortalığı biraz temizleyelim. Bunun en iyi yolu öncelikle bir bilgi mefhumu oluşturmaktaki gayemiz üzerine düşünmektir. Çok karışık olmayan bir durumu ele alalım. Diyelim ki Taş Devri'ndeyiz. Kaplanın nerede olduğundan emin olmak ne güzel olurdu, değil mi? Farz edelim ki kabileden bir kişi, Ugh, onun nerede olduğunu söylüyor. Ugh'un bu sözlerinin yeterince inandırıcı olduğundan emin olmak istiyoruz. Bu da Ugh'un "güvenilir" olduğunu bize göstermesi demek. Ugh sadece bir tahminden öte bir şeyler söylüyor olmalı. Platon'un bilgi tarifinde yakaladığı önemli nokta budur. Ugh sağlam bir "malumat verici" olmasını sağlayan bir şeyler yapmış olmalı. Belki biz de bunların neler olduğu hakkında bir fikre sahip olmalıyız. Çevreye bakmış, kaplanın konumunu belirten izleri görmüş veya duymuş olmalıdır. Bu izler de kaplan Ugh'un sandığı yerde olmamış olsaydı, olmayacak olan şeyler olmalıdır. Ugh tarafından bilgilendirilen bizlerin beklediği budur. Buna karşılık Ugh da gördüğü ve yaptığı şeylerin yanı sıra bu şeylerin kaplanın bulunduğu yere dair sağlam belirtiler olduğunun farkında olmalıdır.
Bilgiyi Derecelendirme
Bilgi verende biz ne arıyoruz? Sözlerini kabul etmemizi sağlayacak bazı özelliklere sahip olmasını. Bana göre bu özelliklerin ne olduğu konusunda çok da titiz değiliz. Nihayetinde bizi esas ilgilendiren kaplanın nerede olduğu, yoksa Ugh'un bunu nasıl bildiği değil. Kehanette bulunuyor olabilir, bazı şeyler kendisine malum oluyor olabilir, ya da kaplanın kokusunu almış, sesini duymuş, kuyruğunu görmüş olabilir. Söylediklerinin doğru çıkma ihtimali yüksekse bütün bunlardan kime ne? Elbette, gerçek dünyada biz son seçeneği tercih ederiz. Ama insanlar bazı durumlarda bazı şeyleri nasıl bildiklerini söyleyemeden de bilirler. Yüzleri tanıma konusunda çoğumuz bu durumdayız, mesela. Ve ilke olarak bir kâhin de güvenilir olabilir, tıpkı olayların nasıl gelişeceğini bize söyleyen bazı insanlara güvenmemiz gibi.
Ugh kaplanın yerini söylediğinde buna karşı çıkabiliriz: Onun nerede olduğunu nasıl biliyor? Bu soru önemlidir, zira seçimlerimiz ve hayatımız onun bildiğini iddia ettiklerini gerçekten bilip bilmediğine bağlı olabilir. Eğer ikna edici olmayan kaçamak cevaplar veriyorsa, kaplanın yerinden emin olamayız. Bilgi verici adayımızın işini hakkıyla yapıp yapmadığını bilmemiz gerekir. Daha çok küçük yaşlarda öğreniriz şu tatsız hakikati: Her konuda herkese güvenilmez; bazı insanlara ise hemen hiç güvenilmez. İyiyi kötüden ayıracak beceri ve hünere sahip olmamız gerekir. Birinin kaplanın nerede olduğunu bildiğine hükmetmek aslında neye güvenilmesi gerektiği konusunda bir hükümdür.
Pratikte bu meydan okumalar son derece özgüldür. Belirli bir bağlam içinde belirli bir iddiada bulunan birine inanılıp inanılmayacağıyla ilgilidir. Bu meydan okumalarda gündeme gelen (sıklıkla yaptığımız gibi kendi konumumuzu sorguluyorsak kendi delillerimizle, yoksa) bilgi verenin delilleriyle bazı ihtimallerin gerçekten elenip elenmediği sorusudur. Günlük yaşamda birçok ihtimal pek de dert etmediğimiz "zayıf" ihtimallerdir. Görsel sanrılar mümkündür, ama caddede üstüme doğru gelen bir otobüs görüntüsü bana bunun bir sanrı olabileceği ihtimalini düşünme fırsatı bırakmaz. Zayıf ihtimaller ihmal edilebilir. Gerçek bir ihtimal ise bilgi iddialarını geçersiz kılabilir. Eğer Ugh'un delili (diyelim ki, eski dışkılar) kaplanın onun söylediği yerden başka bir yerde olabileceği gibi gerçek bir ihtimali dışta bırakmıyorsa (kaplanlar dolaşırlar), o zaman Ugh'u dinlememek gerekir; o bildiğini iddia ettiğini bilmiyordur.
Deneyim ve Gerekçelendirme
Descartes gibi bir filozof zayıf ihtimalleri gerçek ihtimaller olarak kabul etme hatasına mı düşmüştür? Gerçekten yaptığı bu olsa da ben onun hatalı olduğunu düşünmüyorum, zira bir ihtimalin ilgili bir ihtimal olup olmadığı bağlama göre değişir. Teorik amaçlar söz konusu olduğunda dikkate alacağımız (bu kitapta da bulunan zamanda geriye gitme, tanıksız sahneler, doğa yasalarının ihlali, zaman yolculuğu gibi) birçok ihtimali pratik amaçlar açısından ihmal edebiliriz. Teorik kaygılar genellikle bilgimizin üzerine şüphe düşürmez, ama duyusal bilgilerimizin, bilgi işlem araçlarımızın, belleklerimizin ve diğer bilişsel kapasitelerimizin sandığımız yeterlilikte bilgi sağlayıp sağlamadığı konusunda kafamızın karışmasına neden olurlar.
Deneysel dünyaya dair bilgimiz duyusal deneyimlerimizin güven içinde tikel bir önermeye dönüştürülmesiyle başlar. Aslında bunu çok kolayca yaparız. Kırmızı bir ahır gördüğümde hiç şüphe duymadan anında onun gerçekten öyle olduğu yargısına ulaşırım. Ama burada bir adım vardır; bunu pek de iyi olmadığımız konularda açıkça görebiliriz. Galibarda bir ahır gördüğümde, hangi renk tonunun galibarda olduğundan tam olarak emin olmadığımdan ahırın hangi renk olduğunu bilmeyebilirim. Bir piyano sesi duyduğumda, kulağım kötüyse onun notasını söyleyemem. Belki de süreç tamamıyla nedensel bir süreçtir: Bazı görüntüler benim güvenilir ve doğru yargılarda bulunmama neden olabilir. Oysa bir notayı duymam onun hangi nota olduğu konusunda benim güvenli bir yargıda bulunmama neden olmazken, sizin olabilir.
Kimi filozoflar burada nedensel bir süreç olduğuna karşı çıkarlar. Onlara göre deneyim ve yargı arasındaki ilişki gerekçelendirme ilişkisidir. Başımı bir yere çarpmam ayda olduğuma inanmama neden olabilir, ama bu inancı gerekçelendiremem. Ve sonuçta, deneyimlerimiz çoğunlukla gerekçelendirmenin son durağıdır. "Onu gördüm" diyerek hem soyguncunun Jesse James olduğuna niçin inandığımı açıklarım hem de "onun" Jesse James olduğu iddiamı gerekçelendiririm. Ama bana göre burada daha titiz olmamız gerekiyor "Onu duydum" demek, eğer kulağım kötüyse, benim notanın do notası olduğuna dair iddiamı gerekçelendiremez. Bu ancak eğitimli bir kulağa sahipsem, ya da başka bir deyişle, deneyimi sağlayan doğru uyarım süreci beni yargılarına güvenilebilecek biri durumuna taşıyorsa iddiamın bir anlamı olur. Ünlü birini gördüğüme olan inancım ancak söz konusu ünlüyü tanıma konusunda iyiysem gerekçelendirilmiş demektir ve bu kimlik geçit töreninde olduğu gibi bağımsız bir şekilde test edilebilir. Voltmetre gibi bir aletin voltajın yükselmesi ve düşmesiyle nedensel olarak değişen sonuçlar veren güvenilir bir alet olduğuna inanmak için nedenlerim varsa, onun gösterdiklerine güvenebilirim. Benzer şekilde ancak ehil bir alet olduktan sonra, yani deneyimlerimi güvenilir bir biçimde yorumlamayı öğrendikten sonra bir şeyi görerek ya da duyarak bildiğimi söylemem "Nasıl bildin?" sorusunu gerektirmez.
Deneyimin kendisinin bizim için önceden yorumlanıp yorumlanmadığı, biçimlendirilip biçimlendirilmediği ilginç bir sorudur. Çoğu filozofa göre, bu mümkündür. Deneyimin deneyimi koşullandırdığı açıktır: Kulak çevresindeki seslere aşinaysa, bunları yeni ve anlamsız olan seslerden farklı algılar. Bu durum diğer duyu organları için de geçerlidir. Ama bilgi teorisi açısından, yorumun deneyimin zihne gelmesinden önce bilinçsizce, ya da daha sonra bilinçli olarak yapılmasının pek önemi yoktur. İki durumda da mesele bunların güvenilir süreçler olup olmamalarıdır.
Hatalar ve Aksaklıklar
Normalde oldukça güvenilir olsam da işin içine başka zihinsel süreçler girdiğinde çok daha az güvenilir olabilirim. İnsanlar duygularına kapıldıklarında, yanıltıcı ipuçlarının peşine takıldıklarında, olağandışı koşullarda, dikkatleri dağıldığında veya dışsal baskı altında daha az güvenilir olurlar. İnançlar bulaşıcıdır ve görgü şahitleri, ne kadar emin olsalar da, gördükleri şeyi başkalarının onlara gördüklerini söyledikleri şeyin ışığında yorumlayabilirler. Bazen kendimizi olduğumuzdan daha güvenilir sayma eğiliminde oluruz. Bazen duyu deneyimizin doğrudan yorumlarına bile güvenmeyiz. Sihirbazın kulağından yumurta çıkardığını gözlerimizle görsek de buna inanmayız. Dünyanın genel yapısı hakkındaki bilgimizi gözlerimizle gördüğümüzün karşısına koyabiliriz. Deneyim inançlarımızın alışılmış temelidir ama bazen yerini daha uzun bir deneyim akışının işlenmesini sağlayacak genel bilgiye bırakmak durumunda kalır.
Epistemolojinin ayaklarımızı deneyime sağlamca bastığımız hissini vermesinden sonra elimizde bir de daha büyük genellemeler, teoriler, açıklamalar yapmamızı, öndeyilerde bulunmamızı sağlayacak yetkin ve doğruluk dağıtıcı bir sistem olsaydı ne hoş olurdu. Nihayetinde dünyayı tek bir anda tek bir çerçeveyle kataloglamıyoruz. Hayatlarımızı kontrol etmemizi, tepkilerimizi ve planlarımızı düzenlememizi sağlayan genellemeler yapıyor, öngörülerde bulunuyoruz. Ne yazık ki filozoflar yöntem konusunda son derece önemsiz birkaç klişe dışında pek bir şey ortaya koyamamışlardır. Ne sonuçlara çok çabuk atlamalıyız ne de bir şeyin apaçık ortada olan en iyi açıklamasını tanımada çok yavaş olmalıyız. Teste ve deneye başvurmalıyız ama testlerin ve deneylerin yorumlarını da yeni delillerin ışığı altında yeniden gözden geçirmeliyiz. Ne kadar hırslı olursak yanılma şansımız da o kadar büyük olur: Cüretkâr genellemeler yaptığımızda dikkatimizi alışılmış ve aşina olanla sınırlı tuttuğumuzda yaptığımızdan daha fazla yanlış yaparız. Sağlam ve akla dayalı yargılarda bulunmak için çok az kural vardır. İşte bu yüzden bir bilgisayarı sınırları belli bir çevreyi aşan koşullara uyabilecek şekilde programlamak çok zordur (bkz. Makineler Düşünebilir mi?)
Bu konudaki durumumuzu gösteren en etkili örneklerden biri Karl Popper'ın görüşleridir. Popper "cesur tahminlerin çetin bir sınamadan geçirildiği" bilimsel yöntemi diğerlerinden ayırmaya çalışır. Bu görüşe göre bilimsel teoriler "rakip teorileri" eleyen bir tür Darwinci süreç sonunda hayatta kalanlardır. Popper aslında tatmin edici bir sınama teorisi sunmaz. Kimi zaman bir sınamanın bir teoriyi reddetmesi sorununu bir "uylaşım meselesi" olarak görür. Bu, görüşünün bir başka yönünün sonucudur. Bir teori tamamıyla gerekçelendirilemez, yalnızca daha sıkı sınanmak üzere geçici olarak elde tutulur. Bu yaklaşımın iki temel sorunu vardır. Birincisi, eğer durum buysa, uygun bir sınama yaptığımızdan hiçbir zaman emin olamayız. Bir teoriyi yanlışlamakta kullandığımız sınayıcı teori de yeterince gerekçelendirilmemiş olarak kalır, zira sınamanın kendisi de teori yüklüdür. (Bu ileri bilimlerde çok daha açık bir şekilde görülür. Son derece gelişmiş aletlerle yürütülen sınamalar bu aletlerin çalışmalarına dair son derece gelişmiş teorileri varsayar.)
Bir diğer temel sorun da şudur. Eğer Popper'ın Darwinci sürecinde "hayatta kalma" teorilere yönelik güvenimizi artırmıyorsa, o zaman onlara güvenerek yolumuza devam edemeyiz. GPS'imin bana bulunduğum yeri söyleyebileceğinin yanlışlanmamış bir cesur tahmin olduğu kabul edilebilir. Ama o güvenebileceğim bir cesur tahmin değilse, bu ona para harcamam için bir neden sağlamaz. Ugh'un kaplanı ormanda gördüğünü söylemesi sadece yanlışlanmamış cesur bir tahminden ibaret olsaydı, bizim mağara adamları yollarını değiştirme zahmetine katlanmazlardı. Uçağımın kalkışıyla ilgili haberin yalnızca cesur bir tahmin olmasını istemem. İstediğim en azından belli oranda bir kesinliktir. Bu nedenle aradığımız, olacak olanla uyumlu olacağına güveneceğimiz beyanlardır. Bu hem bilgi hem doğruluk için altın standarttır.
Bu aynı zamanda ekonomi gibi konuların bilim olup olmadığı konusuna da ışık tutabilir. Ekonomi alanında ne olacağına yönelik birçok cesur, sınanabilir tahminlerde bulunulur. Ama bu (eğer Delfi kâhini gibi kaçamak cevaplar verilmiyorsa) kehanetler için de geçerlidir. Burada sorun onların çoğunun yanlış olması ve bizde güven uyandıramamasıdır.
Bütün bunların ışığında topyekûn şüphecilikle nasıl baş edebiliriz? Ben rüyamda yalnız olabilir miyim? Hayır. Bu yalnızca uzak bir ihtimaldir. Bir ihtimal olsa bile hayatlarımızın büyük kısmında ihmal edilebilen bir ihtimaldir. Onu tamamen saf dışı edemiyorsam bunun nedeni onun bana onu saf dışı etmeye başlamak için tutunabileceğim bir yer bulmama izin vermemesidir. Şüphecilerin soruları da şu hileli sorulardandır. Bu sorular akla uygun görünürler, ama aslında içlerinde "cevaplandırılamaz" olduklarına dair bir tohum saklarlar. Ne zaman şüphelerini boşa çıkaracak nedenler sunmaya kalkışsak, karşımızdaki şüpheci sorusunu patlatır: "Nasıl biliyorsun?". Ve bunun sonu gelmez. Bu topa hiç girmezsek birçok şeyi saf dışı edebiliriz: Ayağımın altındaki sağlam zemin rüya görmüyor olduğumu, başka insanların söyledikleri ve yaptıkları bu rüyada yalnız olmadığımı gösterir.
~
Felsefe
Birbirimizi Anlayabilir miyiz? ve Diğer Büyük Sorular
Simon Blackburn. Versus Kitap, 2012. Sf 42-52..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder