Loading

26 Eylül 2014 Cuma

Uzay ve Dinler

Din, Bir Son Söz Değil

Şu anda yeryüzünün çevresinde dönmekte olan uzay üssü gelecekteki diğer yüzen şehirlerden ilkidir. Üçüncü binyılda insanlık yıldızlara el attı. Hatta İngiliz astrofizikçi Stephen Hawking şöyle diyor: "İnsan ırkı ancak yıldızlara ulaştıktan ve orada yerleşilebilir dünyalar bulduktan sonra güvende olabilir." Bir zamanlar dünyanın sakinleri olanlar Mars’ta yaşayacak. İlerdeki torunlarım belki de daha uzaklara seyahat edecekler. Ve uzaydaki yolculuk insan dinini de yanına alacak: Hindular, Yahudiler, Taocular, Budistler, Müslümanlar ve Hıristiyanlar. Teknisyenlerimiz ve astrofizikçilerimiz yıldızların meydan okumalarını anladı, peki ama dinlerimiz uzaya uygun mu?

Geçen binyılın sonlarına doğru İsrail'deki Ben Gurion Üniversitesi'nde bilim adamlarıyla çeşitli dinlerin temsilcileri bir araya geldi ve dinlerin uzaya uygunluğunu tartıştılar. Toplantının sonunda yayınlanan bildiride şöyle deniyor: "Dinî liderler eğlenmiş görünüyordu." Modern astronominin ortaya koyduğu evren görüntüsünün dinleri için ne tür sorunlar çıkaracağını pek kavramamış görünüyorlar. Musa, Muhammed uzayda - bu bir şaka mıydı? Ben eğlenmiyorum, gülmüyorum da. Örneğin Mars'tan bakıldığında Mekke hangi yöndedir? Uzay şehrinde Yahudilerin yaptığı gibi et ve süt nasıl ayrılacak? İsa'nın dünyanın günahları için kendini feda etmiş olduğunu Hıristiyanlar yeryüzünde kabul ediyorlar, peki mesajlarını yaymak için Andromeda'ya da gidecekler mi? Ya da kutsal Ganj Nehri olmadan Hindular nerede yıkanacaklar? Elektronik dünyada Sept yasaklarına nasıl uyulacak? Uzak yıldızlarda yaşayacak olan gelecek nesillerimiz din derslerinde neler öğrenecek? Onlara Kudüs’teki mabedin batı duvarı, Muhammed'in Medine'deki kutsal mezarı anlatılacak mı?

Dinlere uzaydaki hayalî bir noktadan baktığımızda, sanki teologların hâlâ dünyanın olası bütün dünyaların merkezinde olduğu sanısı içinde yaşadıkları görülüyor. Oysa beş yüzyıl kadar önce Kopernik bunun böyle olmadığını söylemişti. Ve Kopernik‘ten bu yana evrene bakışımız önemli boyutlarda gelişti. Başka güneş sistemlerinde birçok yeni gezegen keşfedildi. Onlar dünyadan çok uzaklarda ana bir yıldızın çevresinde dönüyor. Bizim Güneş Sistemimiz tek değil. Muhtemelen uzaklarda yaşam potansiyeli olan gezegenler var. Ya da en azından bunlarda gelecek milyar yıllar içinde bir yaşamın doğması olası. Kısacası kozmik ölçekte yeni başlamış olan bir sürecin parçasıyız ve sonunun henüz nasıl olacağı hakkında hiçbir bilgimiz yok.

Yıldız Savaşları filmlerinin hayranları için, uzay uygarlıkları artık bilimkurgu değil. Yeni fantezi dinlerinin kahramanı olan Jedi onların kalplerinde şimdiden yerini aldı bile. Luke Skywalker ve Obi Wan Kenobi onlara kucağında İsa olan Meryem resimlerinin Hıristiyanlara yakınlığı kadar yakın.

Elektronik Jedi dini uzay zamanında bizim resmî din kurumlarımızın birkaç ışık yılı önünde.

Resmî dinler astronominin yeni bulgularına uyanamadı. Onlar "dünya" dinleri değil artık, sadece yerel meseleler. Daha fazla değil. Sadece insan denen yaratığa göre ayarlanmış, beşerî merkezci, coğrafya merkezci, üstelik de erkek egemen. Einstein'ın bulguları dünya dinlerinden hangisinde ifadesini buluyor? Yahudilerde mi? Müslümanlarda ya da Hıristiyanlarda mı?

İbrahim'in dünya ve bölge yönelimli dinlerinin uzaya uygunluk konusunda gerçekten de ciddi problemleri var. Müslümanların Mars dağları arasında namazlarını virtüel bir Mekke'ye dönerek kılmak zorunda kaldıklarını hatırlayalım. Budistlerde durum farklıdır. Budist rahipler durmadan astronomik döngüler ve uzaklıklarla ilgili hesaplamalar yapıyorlar, zaten çoktandır sonsuz sayıda evren içinde hareket etmekteydiler. Manastır dini olarak belki Budizm uzay uyumlu değildir. Ama kim biliyor? Neden günün birinde yıldızlar arasında süzülen manastırlar olmasın? En azından Japonların Amida Budizmi'nin astronomik boyutlarla bir sorunu yok. Ama Zen Budizm öyle değil: Galaksilerden birinde Buda'ya rastlarsan hemen öldür! Çünkü Buda gerçekliğin bir parçası değil, onun kendisidir. Her şey Buda doğadır: Bütün galaksileriyle, bütün canlılarıyla evrenin tamamı. Belki çok uzaklarda yaşayan başka canlılar var ve henüz susuyorlar.

Lao Tse'nin Tao Te King’ini de torunlarım uzay yolculuklarında okuyabilecekler: "İnsan dünyayı takip eder, dünya gökyüzünü, gökyüzü Tao doğayı." Ying ve Yang’ı. "Oraya bakıyorum ve hiçlik görüyorum, onu gizli olan diye adlandırıyorum. Dinliyorum ve hiçliği işitiyorum, onu suskun olan diye adlandırıyorum. Ona dokunuyorum, ama tutamıyorum, onu mevcut olmayan diye adlandırıyorum. Ama onlar bir sorunun içinde akıyorlar: Neden evren varolma çabasına girmiş? Yani dünya neden var ve neden sadece bir hiçlik değil. Tao sanatına göre ruhsal deneyim, mistik bir iç varoluş, geleceğin daha makul bir din biçimi olmaz mı?

O halde, geleceğe uyum sağlamak istiyorlarsa yeryüzü dinleri lokal vatanseverliklerini revize etmelidir, özellikle de Batı dinleri. Ama onların da önemli bir şeyi düşüncelerine katmaları gerekir: Gelişim ve evrim perspektifini, bu Doğu dinlerinin yabancı olduğu bir şeydir. İslamiyet'te, Yahudilik'te ve Hıristiyanlık'ta hedefe yönelik bir düşünce vardır. Üçü de bir hedefin gerçekleştiği bir gelişime inanmaktadır. Onlar için tarihin, kurtuluş tarihine götüren ve hedefini kozmik tamamlanmada bulan bir başlangıcı vardır. Bir önceki yüzyılın Fransız teolog ve bilim adamlarından Teilhard de Chardin bütün kozmik evreni bir kurtuluş tarihi olarak görüyor. Yaratılışın tamamlandığı “Omega Noktası”na ulaşmaya çalışan bir süreç olarak. Teilhard Musa'nın ve kavminin çölde Yahova'nın ateş sütununu takip ettiklerini hatırlatıyor. Tanrı'yı da böyle kozmik sürecin içinde sızan bir çekim gücü olarak görüyor. Tanrı’nın etkisiyle madde ilk patlamadan bu yana evreni giderek daha karmaşık olarak şekillendiriyor, ta ki günün birinde kendi başına örgütlenmeye başlayıncaya kadar: Kozmos tarihi bir öğrenme süreci olarak; içinde şimdiye dek kör olan evrimin gözlerini açmaya ve diğer oluşum süreçlerini kendisinin belirlemeye başladığı bir öğrenme süreci olarak. Her şey bu sürecin içindedir, en küçük zerrecikten şarkı söyleyen balinalara kadar, insan bilinci dahil her şey. Her şeyi aşıyor, Tanrı’nın geleceğinin çekimi içinde ileri atılıyor, onun içinde tamamlanmak için.

Tanrı, o büyük çekici, bu gelişimde yardımcı bir rol oynuyor. Augustinus'un sözleriyle söylersek: "Qui fecit te sine te, non te salvabit sine te." Seni sen olmadan yaratan seni sen olmadan tamamlamayacak!" Teilhard de Chardin bu düşünceyi sonuna kadar götürüyor: Bu kozmik evrimde eşit ve bağımsız menfaatler önceden verilmiştir. Doğa insanın erginleşmesine karşı kendi erginleşmesiyle gelmektedir.

Teilhard'ın teolojisi bu noktada bir din eleştirisine dönüşüyor, insanın üzerinde duran en yüksek varlık olarak, eski telkin edici Tanrı imajını reddediyor. Bunun yerine Teilhard dinsel deneyimi öneriyor, içinde sevgi yetisinin kendi meydan okumasını gördüğü ve kendini aşabileceği bir dinsel deneyimi. "Yukarı yerine onu oluşturmak için ileriye çeken," diyor Ernst Bloch. Sevgi kendi eşitine yöneliyor. “Şişip genişlemiyor," diye ifade ediyor Pavlus. Bağımsızlık ve eşitlik onun içinde mevcuttur, gerçek sevgi, tahtta oturan Tanrı imajının telkin etmeye çalıştığı gibi hükümdar ya da kul olmayı kaldıramaz.

Peki ama Teilhard de Chardin’in sözünü ettiği Tanrı'ya seslenmek mümkün mü? Duygumuz için, ibadetimiz için? Şükran ve övgü ve insan hayatını zorlaştıran her şey için? Elbette, diye cevap veriyor Teilhard. Gerçi Tanrı kişi olan bir varlık değildir, ama kişiden kişiye geçebilir, bizim dışımızda varolmaktadır, bütün şeylerin nihai ufku olarak: Ancak bu şekilde o kişisel olarak seslenilebilir olur. - Ve birdenbire her şey bana çok basit görünüyor. Üstelik kedimizin rüyalarında da geziniyorum ve Kitti zorlanmadan benle anlaşıyor!

Bu kitapta birçok defa ifadelerine başvurduğum filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel'den alıntılarla bitirmek istiyorum. "Farklı dinler tek ve aynı şeyin farklı görünümleridir" diyor din felsefesi derslerinden birinde. Âdem’den söz eder, evrende kendine uygun bir eş, bir yer, bir uyum isteyen Âdem’den. Hegel’de bu şöyle ifade edilir: Dinin itici gücüdoğal bir varlık olarak, benim varlığım diye de bildiğim şeye uymayan benden duyduğum acıdır."

Psikolog Sigmund Freud dini “okyanus duygusu" olarak betimliyor ve Hegel de aynı imgeyi kullanıyor: “Deniz bize bilinmeyenin, sınırsız olanın ve sonsuz olanın tahayyülünü verir, ve insan kendini bu sonsuzluk içinde hissederek, sınırlı olandan çıkma, onu aşma cesareti bulur." Çünkü, “safî, katıksız fizikçi olanlar sadece hayvanlardır, çünkü düşünmezler, buna karşın düşünen bir varlık olarak insan doğuştan metafizikçidir." Belki Hegel hayvanlara haksızlık ediyor, ama bunun dışında ona hak veriyorum: "Dine karşı kayıtsızlık, bu sığ ruhların sonucudur." Dinde insan kendinin mümkün olan en geniş mesafede üstüne çıkar ve dışarıdaki evrene kendi özlemini anlatır, "bu bedenin harabeleri ve parlayan güneş üstünden, bin kere bin dünya vücudunun üstünden ve bu kadar kere çok Güneş Sistemi’nin üstünden geçerek kendine ulaşmak için." Peki Tanrı nerede kaldı? Gizemci bir Yahudi tarikatı üyesi, bir Hasid cevap veriyor: "Tanrı onun girmesine izin verdiğimiz yerdedir." Ben onu dostane bir Nirvana diye de adlandırabilirim.

~

Dünya Dinleri kitabından, Arnulf Zitelmann. İnkılâp Kitabevi, 2003 basım. Sf 221-225.

~


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder