Loading

31 Temmuz 2012 Salı

Kabâhat

Bahsi geçen dünyagörüşünün vecîz ifadesini şu gazete makalesinde görebiliriz:

"Bütün dinler, netice itibariyle ideolojidir. İdeoloji, insan yapısı fikirleri, tanrısal kanunlar, yani doğal bilim haline dönüştürme disiplinidir. Dinler, zaman, mekân ve konu eksenlerinde, insanın aklına gelebilecek her sorunun cevabını bildiklerini iddia eder. Dinler, maddenin ilk yaratılış anından, canlının son yok oluş gününe kadar, kısaca ezelden ebede, her yerde ve evrenin tümünde, olan veya olmayan her şeyin nedenini fizikten iktisada kadar açıklamaya kendini mecbur hisseder. Çünkü dayandıklarını iddia ettikleri bilginin kaynağı tanrıdır. Tanrı da her şeyi bildiğine göre, dinlerin açıklayamayacağı bir şey olamaz diyerek işe başlarlar.

...

Tek bir bütün olan evrenin iki katmanı vardır. Birincisi 'cansızlar', ikincisi 'canlılar dünyasıdır. Daha doğrusu canlılar, cansızlar evreninin bir altkümesidir.

Çünkü canlılar, cansız maddelerden yapılmıştır. Bu sebeple, cansızlar evreninin kanunları, canlılar kümesini de kapsar; ama canlılar kümesinin kanunları, cansızlar evrenini kapsamaz.

Dinlerin ortaya çıkış sebebi, insanın toplumsal canlı olmasıdır. İnsanlar, cemiyet teşkil ederek yaşamanın, kendileri için iktisadi olduğunu, yani bireye daha fazla fayda sağladığını deneyerek öğrenmiştir. Bu nedenle 'cemiyet' halinde yaşama düzenine geçilmiştir. İktisadi olduğu için, toplu halde yaşamaya başlayan insanın ikinci önemli gözlemi, bu yaşama biçiminde, fert ile cemiyet arasında bir çatışmanın olduğunu idrak etmesidir. Fertler, 'sonlu ömür süreleri' içinde en fazla faydayı tüketmek amacıyla davranmaya eğilimlidir. Buna mukabil, üyesi oldukları toplumların 'sonsuz ömür süreleri' esas alınarak yapılan milli gelir maksimizasyon modelleri, bireyin 'bencil' davranışının değiştirilmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Fert ile cemiyet arasındaki ömür süresi farkından doğan bu temel çelişkiyi çözmek dinlere düşmüştür. Meselenin matematik çözümü, birey ile toplumun (parça ile bütün) ömür sürelerinin sonsuz, yani 'eşit' olduğunu kabul etmektir. Bunun için, bu dünyada öldükten sonra (ahirette) hesap gününe kadar yaşamaya devam edileceğine inanmak imanın şartıdır.

İslâm, halen bu iki ana meseleyi çözebilmiş değildir. Birincisi, cansızlar evreninin kanunlarından kaynaklanan bilimin, canlılar kümesini de kapsadığını kabule yanaşmamaktadır. Diğer bir deyişle, hukuk ile iktisat alanının düzenlenmesinde, bilimsel verileri değil, elindeki metinlerin (şeriatın) esas olmasında direnmektedir. Bu, İslam'ı yeni sorunlar karşısında aletsiz bırakmaktadır. İkincisi, ahirette cennete girmek için, toplumsal kurallara uymayı değil, dinsel şekillere göre hareket etmeyi vazetmektedir.

Meselâ, trafik kurallarına uymamak, sahte rapor almak - vermek, kaçak inşaat yapmak veya vergi kaçırmak 'günah' değildir. Dolayısıyla bu suçları işlemek, kişiye cennet kapılarını kapamamaktadır. Buna karşılık, kadının saçının telinin gözükmesi günahtır. Bu da İslâmın, milli gelir artışına engel olan kuraldışı bencil davranışları caydırmayı önemsemediği anlamına gelmektedir. Sonuçlar ortadadır.

Son söz: Bilim, din kapısından sığmaz; din, bilim kapısından sığar."

Kitap boyu birkaç kez tekrarlandığı üzre, inanç gerekli deliller tarafından gerektiği kadar yoklanıp kanıtlandığı takdirde bilgileşir. Tersine, delillerce desteklenmeksizin defalarca yoklanıp kanıtlanmamış inançların, bilgiymiş, üstelik de bilimsel bilgiymişçesine pazarlanıp satılması büyük kabahattir. Bilgi sahteciliği cinsinden olan bu kabahate Aristoteles, "safsatacılık" demiştir. Tarihte safsatacılığın eşsiz ustaları Yeniçağ Batı Avrupa ile Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetlerinde serpilip onlara omuz vermiş ideolojiler olup bunların da başında sermâyecilik gelir. Sermâyeciliğin bilgi sahteciliği, yahut başka türlü söylersek, safsatacılığı, ikiye ayrılır: Ticârette reklamcılık, eğitim-öğretim ile siyasette propaganda.

Zikrolunan gazete köşe yazısı, propagandaya örnektir. Çağdaş medeniyetin baş pâyândâlarından positivciliği arşıâlâya yüceltmek ve onun fikirce karşıtı dini yerin dibine batırmak maksadıyla işlenmiş bilgi hatâları ve çarpıtmalarıyla dolu bir metin. Her ideoloji yahut ideolojiye omuz veren dünyagörüşü gibi, positivcilik mutlak itâat taleb eder. Oysa felsefî zihniyetin türevi, takipçisi ve halefi bilim anlayışı şüphe-eleştiri esâsından hareket edip onun çerçevesinde iş görür. Bilimin bahsi geçen meşrebi deneysel-positiv biçiminde anılır. Şu durumda ideolojik tavır ile bilim tutumu, yanî ideolojik tavır alış olan positivcilik ile bilimselliğin ifâdesi positivlik birbirlerine taban tabana zıttırlar.

Felsefe-bilime karşıt olduğu gibi, ideoloji, Müslümanlığa da muhaliftir. Müslümanlık, felsefe-bilim gibi şüphe-eleştiri esâsından hareket etmeyip tersine kesinkes buyruk anlamındaki imândan kalkar. Ne var ki, imânın içeriği, bilginin kurucu unsurları olmayıp ahlâka vücut verecek malzemedir. Ahlâk, kendim ve beni çepeçevreleyen dünya hakkında bir şey bildirmez. Bundan dolayı doğrulanıp yanlışlanma çeşidinden sorunu yoktur. Ahlâk, kıyas ile doğrulanma - yanlışlanmadan masûn tek başına, tıkız bir varlıktır.

Dini, başta az önce bildirilmiş olan gerekçelerin ışığında, felsefe-bilimle karıştırmak, metodolojik ile epistemolojik yanlışlığa yol açar. Hatâda ısrar ise, kişiyi taassuba sevkeder. Hatâda körü körüne ısrardan doğan taassup, din yakasında görülebileceği gibi, dine karşı olanlarda da pekâlâ başgösterebilir. Bahse konu makale, işte, ikinci tür taassuba açık ve güzel bir örnektir. Bir kere, genel epistemolojik alan karıştırmasını bir yana bırakalım. Yazıda geçen ve bu arada dine, bâhusus Müslümanlığa muhalif Positivcilerde sık rastgelinen bilgi, dolayısıyla da yargı yanlışlıklarına göz atalım.

Evvelemîrde, Müslümanlığın, trafik suçuna, vergi kaçakçılığına, yolsuzluğa v.s. göz yumduğu, buna karşılık, meselâ kadının, 'saçının telini göstermesi'nin günâh saydığını öne sürmek, olacak iş değil. İlk sayılanlar, kul hakkını yemek demektir. Kur'ân, kul hakkını yemenin büyük günahlardan sayıldığını bıkıp usanmadan tekrarlar durur. Kadının 'saçını örtmesi'yse, ibâdet mesâbesindendir. İbâdetin ifâsı yahut eksik yerine getirilmesi kişisel kabâhattir; kul hakkını yemekle ilgisi yoktur. Kişisel kabâhatlar, Allah - kul münâsebetinin mahremindedir. Demek ki Allah ile kabâhatı işleyenin dışında üçüncü bir mercie kapalıdırlar. Hâlbuki, topluma karşı işlenen suçlar, alenîdir, kamuya açıktırlar. Haddizâtında bu söylediklerimiz, basit bir hakîkatin dile getirilmesinden başka bir şey değildir. Malûmu ilâm ediyoruz sâdece. Geçmişte ve günümüzde birtakım Müslüman toplumlar, anlatmaya çalıştığımız esâslara aykırı yaşayıp davranıyorlarsa, suç kimdedir? İslâmın bizzât kendinin mi yoksa, tıpkı hasımları gibi, dinlerini doğru düzgün anlayıp anlamlandıramamış inananların mı?

Doğaya eğilen araştırmalarla uzvî irtibât kuracak donanıma sahîb olmamakla birlikte, bilimlerin sunduğu verilere şöyle bir göz atarak bunlardan evrensel doğrular türetme sevdâsına kapılanlar, süreklice irikıyım yanlışlıklara düşmekten alıkonamazlar. İşte çok göz alıcı bir örnek: Canlının, canlı-olmayanla ortak bir öğeler dizisini paylaşması, birincinin, ikinciden türemiş olduğunun kanıtı değildir. Tutunuz ki, türemiş olsun (bu henüz bir varsayımdan ileri geçmez); yine de olayın yahut sürecin nasıl cereyân ettiğinden yahut etmiş olabileceğinden habersisiz. Böylesine büyük bir fizik metafizik (fiziğin metafiziği) sorunu bir yana bırakalım. Canlıların en basit yapılanışına örnek kılınan hücreyi ele alalım. 1937 Münih doğumlu ve kimya dalında 1988 Nobel ödülüne lâyık görülmüş Alman bilimadamı Robert Huber' e göre, bir hücrenin nelerden meydana geldiğini bilmemize rağmen, nasıl oluştuğunu bilmediğimizi bildiriyor. Bunu neye benzetebiliriz? Huber' e bakılırsa, şuna: "Bugün, harflerin dizilişinden bir proteinin yapısı ile gördüğü görevi anlamaya başlıyoruz. Bununla birlikte, hedefimizin çok uzağındayız. Tek tek ele alındıklarında, parçalar, bizlere bir şey bildirmez. Arabanın bütününü oluştururken onların ne anlama geldiklerini anlamak lazım."

Din, bilgi sağlama yahut sunma mercii olmayıp ondan bilgilenilmez dedik. Nitekim, Kur'ân, ansiklopedi değildir. Din ve onu insanlara tebliğle yükümlü mukaddes metin, bir buyruklar dizisidir. Bireysel ile toplumsal yaşamanın hangi hatlardan geçilerek yürütülmesi gerektiğine ilişkin insana nirengi noktalarını bildirir. Bunlara dayanılarak yaşamanın haritası demek olan ahlâk inşâa olunur. Bilim de içinde olmak üzre, hayatın bütün köşe bucaklarını tayîn eden ahlâkın hiçbir unsur ile vechesini kişi, kendi dışındaki doğal dünyada bulmaz, bulamaz. Ahlâk, hakîkat âlemindendir. Bilim oysa, hakîkatin varolanlaşmış vechesini temsil eden gerçeklik dünyasına eğilir. Dini kesip atarsak, ahlâkı kaybederiz. 'Ahlâksız' hayat olamaz. Böylelikle, tabîi ki, bilim de yapılamaz. Şu durumda din ile ondan türetilen ahlâk, bilimde yer almaz. Tersine bilim, din - ahlâktadır.

Bahse konu mahalde gördüğümüz kavram karıştırmaları, yanlışlıkları ile düşünce saptırmaları, Yeniçağ ile Çağdaş medeniyete mahsus özelliklerdir. 'Allah' ın ipini' salıverip kendini insan dimağının ürünü yapılara bağlayan Batı Avrupalının bu tercihinin semeresine 1600lerden 2000e değin ezici ağırlığıyla tanık olduk. Şerrin ne olduğunu, anaörneğini bahsi geçen sürede gördük. Anılan dönemin doruğunu Yirminci yüzyıl oluşturmuştur. Cinâyete kurban giden insan sayısının müdhişliğini bir yana bırakalım. Esas, makineleşmiş cinâyetin dehşetine bakalım. Allah' a uzanan kablosunun kesilmesiyle akıl, tam bir canî kesilmiştir. Burada bahse konu kıldığımız yazı, Yirminci yüzyılda görmüş olduğumuz kuru, çıplak, hattâ çırılçıplak caniliğin reçetesini bizlere sunmaktadır. Böyle şablon olma niteliğinden dolayı onu zikretmek lüzumunu duyduk.


Ş. Teoman Duralı, Sorun Nedir. Sayfa 59-61.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Kazanılmış Olup Olmadığı

Terapistlere, onların belirli niteliklere sahip oldukları inancıyla gideriz; sevecenlik, anlayış, duyarlılık, sıcak yakınlık, doğruluk ve bütünlük. Fakat, herhangi bir kimsenin bu yeteneklere sahip olduğuna neden inanmak zorundayız? Bu yetenekler kazanılabilir mi? 

Freud, kazanılabileceğini düşünmüş ve psikoterapistlerin çoğunluğu tarafından kabul görmüştür. Fakat, bu eğilimler nasıl kazanılır? Bunlar, sınıfta, bir "eğitim programı" sırasında mı kazanılır? Hatta, az da olsa bu yetenekler öğretilebilir mi? Örneğin, dinlemek yeteneğini kazanabilir miyiz? Bu yeteneklerin kazanılabileceğini varsaysak bile, kazanılmış olup olmadığına kim karar verecek? Müstakbel hasta, terapistin gerçekten de bu niteliklere sahip olduğunu nasıl anlayacak?

Jeffrey Masson'un Psikiyatrinin Zorbalığı kitabının arka kapağından..



Jeffrey Masson hakkında: wikipedia

"I'd written a whole series of books about psychiatry, and nobody bought them. Nobody liked them. Nobody. 
Psychiatrists hated them, and they were much too abstruse for the general public. 
It was very hard to make a living, and I thought, 'As long as I'm not making a living, 
I may as well write about something I really love: animals.'"

17 Temmuz 2012 Salı

Öncesi ve Üstü

"Öyleyse narsisizmin bir kaynağı, büyüme ve evrimin gerçekleşmemesidir. Özellikle egosantrikten etnosantrike olan zorlu büyümede, farkındalığın bu geçişi reddeden nitelikleri, toplumun kural ve rollerine ayak uydurmakta zorlanarak egosantrik alemlerde 'sıkışıp' kalabilir. Elbette bu kural ve rollerin bazıları değersiz olabilir: eleştiri ve redde ihtiyaç duyuyor olabilirler. Ancak toplumun normlarını inceleyen, yansıtan ve eleştiren bu gelenek üstü tavır sadece geleneksel evrelerden geçerek sağlanabilir, çünkü bu evrede kazanılan yetkiler gelenek üstü bilinç için gerekli önkoşullardır. Diğer bir deyişle, geleneksel evreleri geçmeyi başaramayan bir insan, toplumun gelenek üstü eleştirisini değil, gelenek öncesi isyanını yansıtacaktır. 'Kimse bana ne yapacağımı söyleyemez!'"

"Eleştirmenler, Boomerların adı kötüye çıkmış isyankar bir kuşak olduğunda hemfikir. Bu isyanın bir bölümü, hiç şüphesiz, toplumun adaletsiz, haksız ya da ahlaksız niteliklerini iyileştirme niyeti taşıyan gelenek üstü bireylerden geldi. Ama şu da gerçek ki -ve bunun için inanılmaz kanıtlarımız var- o isyankar tavrın çok büyük bir çoğunluğu, geleneksel gerçekliklere erişmekte zorlanan gelenek öncesi dürtülerden kaynaklandı. Altmışlı yılların standart haykırışları -'Sisteme karşı savaş!' ve 'Otoriteyi sorgula!' gibi- gelenek üstünden geldiği gibi gelenek öncesinden de gelebilir ve araştırma sonuçları, bunun ağırlıklı olarak gelenek öncesinden geldiğini gösteriyor."

"Emniyet kemerini tak," dedi Kim.

"Klasik bir çalışma, altmışlı yılların sonlarında Berkeley öğrencilerinin protestosudur. Özellikle Vietnam savaşını protesto ediyorlardı. Öğrenciler, tek bir ağızdan, ahlaklı bir seviyede tepki verdiklerini iddia ettiler. Ama ahlakî gelişimleriyle ilgili testlere tabi tutulduklarında, büyük çoğunluğu gelenek üstü değil, gelenek öncesi seviyelerde puan aldı. (Birkaç tane de geleneksel/konformist tip vardı, çünkü adları üzerinde, onlar çok isyankar değildir). Elbette, protestocuların azınlığının gelenek üstü ve kozmosantrik ahlakları takdire şayandır, inançları dolayısıyla değil, onlara, son derece gelişmiş ahlakî mantıkları aracılığıyla gelmiş olduğundan dolayı. Ama yine hiç şüphesiz, protestocuların çoğunluğundaki gelenek öncesi egosantrizm de aynı şekilde göz önünde bulundurulmalıdır."

O ana kadar sessizce dinleyen seyirciler aniden hareketlendiler, mırıldanıp gürültü çıkarmaya başladılar ve bazıları oturdukları yerde kıpırdandı.

"Böyle bir araştırmanın en büyüleyici yanı, genelde 'öncesi' ve 'üstü' (ya da 'sonrası') durumlarında görülen bir şeydir; X-öncesi ve X-üstü sonuçta X-karşıtı olduğundan, genelde karıştırılırlar. Örneğin, gelenek öncesi ve gelenek üstü, her ikisi de gelenek karşıtıdır, yani geleneksel kural ve normların dışında kalırlar ve bu yüzden genelde karıştırılırlar, hatta eş tutulurlar. Böyle durumlarda, 'öncesi' ve 'üstü' (pre ve post) aynı söz bilimini ve aynı ideolojiyi kullanır, ama aslında inanılmaz bir büyüme ve gelişim uçurumuyla ayrılmışlardır. Berkeley protestolarında, genel olarak öğrencilerin tamamı, evrensel ahlak ilkeleri doğrultusunda hareket ettiklerini iddia ettiler. Örneğin, 'Vietnam'daki savaş evrensel insan haklarını ihlal etmektedir, dolayısıyla ahlaklı bir birey olarak, bu savaşta yer almayı reddediyorum.' Ancak testler su götürmez bir şekilde öğrencilerin yüzde 20'sinin altında bir azınlığın gelenek üstü ahlakî ilkelerle hareket ettiğini gösterdi; öğrencilerin büyük çoğunluğu gelenek öncesi egosantrik içgüdülerle hareket ediyordu: 'Kimse bana ne yapacağımı söyleyemez! O yüzden savaşınızı alıp bir tarafınıza sokun!'"

Alkışlar koptu, haykırışlar, sevinç çığlıkları, yuhalamalar, hepsi aynı anda yükseldi.

"Anlaşılan o ki bu vakada -ve bunu Boomerlarda sık sık görüyoruz- aslında çok daha düşük seviyedeki dürtüleri desteklemeleri için yüksek ahlakî idealler kullanıldı. Bu kurnazlığa izin veren, diğer bir deyişle, gelenek öncesi narsisizmin, abartılı bir şekilde gelenek üstü idealizm olduğu iddia edilen şeyin koridorlarını işgal etmesine izin veren gelişimin 'öncesi' ve 'üstü' arasındaki bu karmaşaya öncesi/üstü yanılgısı adı verilir ve Boomer idealizminin en azından bir kısmının bu ışık altında değerlendirilmesi ya da yeniden yorumlanması gerekir. O dönemde herkesin fark ettiği gibi, askere alımın sona ermesiyle ulusal savaş protestoları da hararetini yitirdi... Çok ahlaklı, değil mi?"

O anda seyircilerin bir kısmı ayaklanırken, diğerleri de tezahüratlar yaparak üstünlük yarışına katıldı. Babam Vietnam Savaşı protestolarının, Boomer ahlakının zirve noktası olduğunu söylemişti ve şimdi Fuentes bunun genelde Boomerlardaki ahlak eksikliğinin bir işareti olduğunu söylüyordu. Bir grup öfkeli insanın salonu terk edeceklermiş (ya da sahneye atlayacaklarmış) gibi yerlerinden fırlamalarına şaşmamalıydı. Soğukkanlılığını koruyan Fuentes kararlı bir şekilde gülümsedi ve devam etti. Bana sanki insanları kasıtlı olarak kışkırtmaya çalışıyormuş gibi geldi.

"Bu önemli bir noktadır, çünkü bizi, bir gaye ne kadar üstün, idealist ya da özgecil görünürse görünsün -ekolojiden kültürel çeşitliliğe, spiritüellikten dünya barışına- o gaye için yoğun destek vermenin, o gayenin neden önemli olduğunu belirlemeye yeterli olmadığını hatırlatır. Sayısız toplumsal eleştirmen, Boomerlar 'uyum, sevgi, karşılıklı saygı ve çokkültürlülük' çağrıları yapıyorlarsa, bu insanların o idealist yönde ilerlediklerini gösterdiğini farz ediyor. Ancak gördüğümüz gibi, pek çok vakada Boomerlar kendi içsel gelişimlerini destekleyecek bir yönde ilerlememekle kalmadılar, aynı zamanda kendi egosantrik tavırlarını saklamak için idealist bir perspektife sarıldılar. Buradaki hipokrasi tek kelimeyle muazzamdır!"

Seyircilerden itirazlar yükseldi. Bazıları mutlu bir şekilde alkışlarken bir grup da ayağa kalkıp "faşist", "küstah kaltak", "seçkinci karı" gibi hakaretlerde bulundular.

Fuentes gürültünün, sesini duyurabileceği seviyeye kadar azalmasını bekledi. "Elbette bütün Boomerların bu yönde hareket ettiklerini söylemiyorum, ancak genellikle gelenek öncesi teşviklerle işgal edilen tuhaf bir gelenek üstü anlayış karışımı, bizim boomeritis adını verdiğimiz tuhaf bir harman meydana getirmiştir."


Ken Wilber, Boomeritis. Butik Yayıncılık. Sayfa 81-84.

~

ilgili olabilecek birkaç köşe yazısı

Güzel Sözlere Düşkünlük - Haşmet Babaoğlu

İyi de, söyleyin bana, güzel eylem nerede?
Vallahi ya ben körüm ya da bu güzel sözlerin eyleme dökülmüş hali yok denecek kadar az! Umarım benim körlüğümdür!
Bir garip manzara aslında!


Nur Hanım diyor ki, "öğrenciler, eğer Atatürk yaşasaydı dünyanın çok daha güzel bir yer olacağı görüşündeler"...
Fakat Nur Hanım'ın bir lafı da dikkatimi çekti, tuhafıma gitti. Demiş ki, "öte yandan öğrencilerin Atatürk'ü tanımadan sevdikleri de anket sonuçlarıyla gözler önüne serilmektedir!"

~

ve tüm yürüyüşler...

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Başkasının Zihni

Bugün, diğerlerinin zihinleri sorunu üzerine konuşacağız. Ve bahsedeceğim konu felsefeden bildik bir konu değil, yani ‘Diğer insanların zihinleri olduğunu nasıl bilebiliriz?’. Yani, belki bir zihniniz var, ve herkes sadece inandırıcı birer robot. Bu felsefede bir sorundur. Ancak bugün için, dinleyicilerin bir zihni olduğunu farz edeceğim ve bu konuyu daha fazla dert etmeyeceğim.

İkinci bir sorun, belki bize ebeveynler, öğretmenler ve eşler, ve yazarlar olarak daha tanıdık gelecek. Bu da, ‘Bir başkasının ne istediğini ve neye inandığını bilmek neden bu kadar zor?’ ya da belki, daha da alakalı, ‘Neden başkasının istediğini ya da inandığını değiştirmek bu kadar zor?’

Bence bunu en iyi yazarlar ortaya koyuyor. Phillip Roth’un söylediği gibi ‘Ve yine diğer insanlar dediğimiz bu korkunç mühim işle ilgili ne yapmalıyız? Hepimiz gayet kötü donanımlıyız, diğerinin içinden geçenleri ve görünmez amaçlarını tasavvur etmekte.' Yani bir öğretmen ya da bir eş olarak, bu, elbette, her gün karşılaştığım bir sorun. Ancak bir bilim insanı olarak, diğer zihinler konusuyla farklı bir şekilde ilgileniyorum ve bugün sizinle paylaşacağım konu bu. Ve bu, ‘Diğer zihinleri bilmek ne kadar kolaydır?’ sorunu.

Bir örnekle başlayalım, bir yabancının anlık görüntüsü, bu kadının ya da bu adamın ne düşündüğünü tahmin etmek için neredeyse hiç bilgiye ihtiyacınız yok. Diğer bir deyişle, sorunun özü, diğer zihinleri düşünmek için kullandığımız makine, beynimiz, parçalardan, beyin hücrelerinden oluşur, tıpkı tüm diğer hayvanlarla, maymunlarla, ve fare ile, ve hatta deniz tavşanlarıyla paylaştığımız gibi. Ve ancak , bunları özel bir ağ örgüsüne koyarsanız, elde edeceğiniz Romeo ve Juliet’i yazma kapasitesidir. Ya da, Alan Greenspan’ın dediği gibi, ‘Söylediğimi düşündüğün şeyi anladığını sandığını biliyorum, ama duyduğunu sandığın şeyin benim demek istediğim olmadığını fark ettiğinden emin değilim.’ (Gülüşmeler)

Yani benim bilişsel sinirbilim alanındaki işim, her biri bir elimde olmak üzere bu fikirleri üstlenmek. Ve bu basit üniteleri, basit mesajları uzay ve zamanda, bir iletişim ağında nasıl bir araya getireceğinizi anlamaya çalışmak ve bu inanılmaz zihinler hakkında düşünme kapasitesini anlamak. Bununla ilgili üç şeyden bahsedeceğim bugün. Açıkçası tüm bu proje muazzam. Ve size diğer insanların düşünceleri hakkında düşünmek için kullanılan özel beyin alanının keşfi ile ilgili atılan ilk birkaç adımdan bahsedeceğim. Bu zor işin nasıl yapılacağını öğrenirken bu sistemin yavaş çalışması hakkında bazı gözlemler. Ve son olarak, insanlar arasındaki bazı farklılıkları, diğerlerini nasıl yargıladığımızı, beyin sistemindeki farklılıklarla açıklanabileceğini göstermek.

İlk olarak, size söylemek istediğim ilk şey, insan beyninde, beyinlerinizde, bir alan var, işi diğer insanların ne düşündüğünü düşünmek. Bu onun bir resmi. Sağ temporo-pariyetal kavşak (Right Temporo-Parietal Junction - RTPJ) deniyor. Sağ kulağınızın üzerinde ve arkasında. Ve bu size gösterdiğim resimlere bakarken, ya da Romeo ve Juliet’i okurken, ya da Alan Greenspan’i anlamaya çalışırken kullandığınız beyin alanı. Ve bu alanı diğer mantık sorunlarını çözerken kullanmazsınız. Yani bu beyin alanına RTPJ denir. Ve bu resim, tipik yetişkin insan dediğimiz bir grupta ortalama etkinleştirmeyi gösteriyor. MIT lisans öğrencileri bunlar. (Gülüşmeler)

Bu beyin sistemi ile ilgili söylemek istediğim ikinci şey, biz yetişkin insanlar diğer zihinleri anlamada gerçekten iyi olmamıza rağmen, her zaman böyle olmadığımız. Çocukların sisteme girmeleri oldukça uzun zaman alır. Bu uzun ve genişletilmiş süreçle ilgili biraz daha fazla şey paylaşacağım. Size göstereceğim ilk şey, üç ila beş yaşları arasındaki bir değişiklik; çocuklar başkasının kendilerininkinden farklı inançlara sahip olabileceğini anlamayı öğrendiklerinde. Yanlış inanış görevi adını verdiğimiz standart türde bir bilmece ile karşılaşan beş yaş çocuğunu göstereceğim size.

Video: Bu ilk korsan. Adı Ivan. Korsanların gerçekte ne sevdiğini bilir misin? Korsanlar gerçekten peynirli sandviç severler.
Çocuk: Peynir mi? Peynire bayılırım!
R.S.: Evet. Böylece Ivan peynirli sandviçi alıyor. Ve ‘Hmmmm. Nefis, peynirli sandviçe bayılırım’ diyor. Ve Ivan, sandviçini bir korsan sandığının üzerine koyuyor. Ve Ivan diyor ki, ‘Biliyor musun? Yemeğimle içecek bir şey alacağım.’ Böylece Ivan içecek bir şey almaya gidiyor. Ve Ivan uzaktayken rüzgar esiyor, ve sandviçi yere düşürüyor. Ve sonra diğer korsan geliyor. Bu korsanın adı Joshua. Ve Joshua da peynirli sandviçi gerçekten çok seviyor. Joshua da peynirli sandviç alıyor ve ‘Hmmm... Nefis, peynirli sandviçe bayılırım’ diyor. Ve peynirli sandviçini bir korsan sandığının üzerine koyuyor.
Çocuk: O zaman bu onun.
R.S.: Bu Joshua’nınki. Doğru.
Çocuk: Ve sonra onunki yere düştü.
R.S.: Kesinlikle doğru.
Çocuk: O zaman hangisi kendisinin bilemeyecek.
R.S.: Oh. O zaman Joshua içecek almaya gidiyor. Ivan geri geliyor ve ‘Peynirli sandviçimi istiyorum’ diyor. O zaman sence Ivan hangisini alacak?
Çocuk: Bence şunu alacak.
R.S.: Öyle mi, sence bunu mu alacak? Pekala. Bakalım. Oh evet, haklısın. Bunu aldı.

Yani bu beş yaşında bir çocuk, diğer insanların yanlış düşüncelere sahip olabileceğini ve hareketlerinin sonuçlarının ne olacağını anlayabiliyor. Şimdi aynı bilmeceyi cevaplayan üç yaşındaki bir çocuğu göstereceğim.

Video: R.S.: Ve Ivan ‘Peynirli sandviçimi istiyorum’ diyor. Hangi sandviçi alacak? Sence bunu mu alacak? Bakalım ne olacak. Bakalım ne yapacak. İşte Ivan geliyor. Ve ‘Peynirli sandviçimi istiyorum’ diyor. Ve bunu alıyor. Hmm. Neden bunu aldı?
Çocuk: Onunki yerdeydi.

R.S.: Yani üç yaşındaki iki farklı şey yapıyor. İlk olarak Ivan’ın kendi sandviçini alacağını tahmin ediyor. Ve ikinci olarak, Ivan’ın kendisininkini bıraktığı yerdeki sandviçi aldığını görünce, bunu alıyor çünkü kendi sandviçi diyeceğimiz yerde, üç yaşındaki başka bir açıklama getiriyor. Kendi sandviçini istemediği için almıyor, çünkü artık kirli, yerde. Yani diğer sandviçi bu yüzden alıyor. Şimdi elbette, gelişme beş yaşında sona ermiyor. Ve bu başka insanların düşüncelerini düşünme sürecinin devamlılığını bahsi yükselterek ve çocuklara şimdi sorarak, hareket tahmini için değil, ancak ahlaki bir değerlendirme için görebiliriz. Öncelikle size üç yaşındakini tekrar göstereceğim. 

Video: R.S.: Yani Ivan Joshua’nın sandviçini alarak kötü ve terbiyesiz mi oluyor?
Çocuk: Evet.
R.S.: Ivan’ın başı Joshua’nın sandviçini aldığı için belaya girmeli mi?
Çocuk: Evet.

R.S.: Belki de Ivan’ın Joshua’nın sandviçini aldığı için kötü olduğunu düşünmesi şaşırtıcı değil. Çünkü Ivan’ın Joshua’nın sandviçini alma nedenini kendi kirli sandviçini yemek istememe sanıyor. Şimdi size beş yaşındakini göstereceğim. Beş yaşındakinin Ivan'ın neden Joshua'nın sandviçini neden aldığını gayet iyi anladığını hatırlayın.

Video: R.S.: Ivan Joshua’nın sandviçini aldığı için kötü ve terbiyesiz mi?
Çocuk: Hımm, evet.
R.S.: Yani, yedi yaşına kadar daha çok yetişkin tepkisine benzeyen bir tepkiyle karşılaşmayız.
Video: R.S.: Ivan Joshua’nın sandviçini aldığı için başı belaya girmeli mi?
Çocuk: Hayır, çünkü rüzgarın başı belaya girmeli.

R.S. : Sandviçleri yer değiştirmesinden dolayı rüzgarın başı belada olmalı diyor. (Gülüşmeler)

Ve şimdi laboratuvarda yapmaya başladığımız, çocukları beyin tarayıcısından geçirmek ve diğer insanların ne düşündüğüne dair bu yeteneği geliştirirken beyinlerinde neler olduğunu sormaktı. İlk olarak, çocuklarda aynı beyin alanının, RTPJ’nin diğer insanlar hakkında düşünürken kullanıldığını görüyoruz. Ancak tam olarak yetişkin beyni gibi değil.

Yani yetişkinlerde, söylediğim gibi, bu beyin bölgesi neredeyse tamamıyla özelleşmiş durumda. Diğer insanların ne düşündüğünü düşünmek dışında neredeyse hiçbir şey yapmıyor. Çocuklarda, beş yaşından sekiz yaşına kadar, size az önce gösterdiğim yaş aralığında bu daha az. Ve aslında sekiz ila on bir yaş aralığına bakacak olursak, erken ergenliğe geçtiğinde, hala yetişkinlere benzer bir beyin bölgesine sahip değiller. Ve bu nedenle gördüğümüz, çocuklukta ve hatta ergenliğe kadar, hem bilişsel sistem, hem de diğer zihinler hakkında düşünme yetisi, hem de bunu destekleyen beyin sistemi, yavaşça gelişmeye devam ediyor.

Ancak elbette, muhtemelen fark ettiğiniz gibi, yetişkinlikte dahi, insanlar diğer zihinleri düşünmede ne kadar iyi olduklarına, ne kadar sıklıkla ve ne kadar etkili bunu yaptıklarına göre farklılık gösterirler. Bizim bilmek istediğimiz, yetişkinler arasındaki diğer insanların düşüncelerini düşünme konusundaki farklılık bu beyin bölgeleri arasındaki farklılıkla açıklanabilir mi? Böylece ilk yaptığımız şey yetişkinlere, çocuklara verdiğimiz korsan probleminin bir versiyonunu vermek oldu. Ve şimdi size bunu göstereceğim.

Grace ve arkadaşı bir kimya fabrikası turundalar ve bir kahve arası veriyorlar. Ve Grace'in arkadaşı kahvesi için şeker istiyor. Grace kahve yapmaya gidiyor ve kahvenin yanında içinde beyaz bir toz, yani şeker olan bir kavanoz buluyor. Ancak toz 'Ölümcül zehir' diye etiketlenmiş. Grace, bu tozun ölümcül bir zehir olduğunu düşünüyor. Ve onu arkadaşının kahvesine koyuyor. Arkadaşı kahveyi içiyor ve birşey olmuyor.

Kaç insan Grace'in kahve içine bu tozu koymasının ahlaki olarak hoş görülebilir olduğunu düşünür? Pekala. Güzel. (Gülüşmeler) İnsanlara Grace'in, başarısız zarar verme denemesi dediğimiz bu durumda ne kadar suçlu olduğunu sorduk.

Ve bunu başka bir durumla, gerçek dünyada herşeyin aynı olduğu durumla karşılaştırabiliriz. Toz hala şeker, ancak Grace'in aklındaki düşünce farklı. Şimdi bu tozun şeker olduğunu düşünüyor. Ve belki de şarşırtıcı olmayan bir şekilde, eğer Grace tozun şeker olduğunu düşünür ve kahveye koyarsa, insanlar onun bir suçu olmadığını söyleyecektir. Dİğer taraftan eğer tozun, şeker olmasına rağmen, zehir olduğunu düşünürse, o zaman insanlar suçlu olduğunu söyleyecektir, gerçek dünyada sonuçta aynı şey olmasına rağmen.

Ve aslında bu başarısız zarar verme girişimi durumunda, kaza diyeceğimiz diğer durumdan daha da suçlu olduğunu söyleyeceklerdir. Grace'in tozun şeker olduğunu düşündüğü durumda, çünkü 'şeker' olarak etiketlenmişti ve kahve makinesinin yanındaydı, ancak aslında toz zehirdi. Yani toz zehir olmasına rağmen, arkadaşı kahveyi içti ve öldü, insanlar Grace'in bu durumda daha az suçlu olduğunu söyleyecektir, zehir olduğunu düşündüğü diğer durumdan farklı olarak masumca tozun şeker olduğunu düşündüğü ve hiçbir zarar gelmediği için.

Ancak insanlar Grace'in kaza durumunda tam olarak ne kadar suçlanması gerektiği konusunda hemfikir değiller. Bazıları daha fazla suçlanması gerektiğini düşünürken, bazıları daha az. Ve ben size bu yargıya varan insanların beyinlerine baktığımızda ne olduğunu göstereceğim. Size gösterdiğim, soldan sağa doğru, beyin bölgesinde ne kadar aktivite olduğu. Ve yukarıdan aşağıya, insanların Grace'i ne kadar suçladığı.

Ve gördüğünüz, solda, çok az hareket olan bu beyin bölgesinde, insanlar onun masum olduğu inancına daha az dikkat ediyorlar ve kazadan dolayı daha suçlu olduğunu söylüyorlar. Diğer yandan, sağda, çok hareketin olduğu yerde, insanlar suçsuz olduğuna dair inanca daha fazla dikkat ediyor, kazaya neden olmaktan dolayı daha az suçlanması gerek diyor.

Yani bu iyi, ancak tabii tercihimiz bir yol bulup bu beyin bölgesindeki fonksiyona karışmak ve insanların ahlaki yargılarını değiştirebilir miyiz, bunu görmek. Ve böyle bir aletimiz var. Adı da Trans-Kraniyal Manyetik Stimülasyon, ya da TMS. Bu, birisinin beyninin içine, beyinlerinin küçük bir bölgesine sinyaller göndermemize izin veren, ve bu bölgedeki nöronların fonksiyonunu kısa bir süre için bozan bir alet.

Size bunun bir örneğini sunacağım. İlk olarak size, bunu manyetik bir sinyal olduğunu göstermek için, makine üzerine bir çeyreklik koyduğunuzda ne olduğunu göstereceğim. Klik sesini duyduğunuzda makineyi çalıştırıyoruz. Şimdi aynı sinyali beynime uygulayacağım, beynimin elimi kontrol eden kısmına. Bu bir fiziksel güç değil, sadece manyetik bir sinyal. 

Video: Kadın: Hazır mısın?
Rebecca Saxe: Evet.

Peki, bu, beynime manyetik bir sinyal göndererek, elimde istem dışı bir kasılmaya neden oldu. Ve şimdi RTPJ'ye uygulanmış olan aynı sinyali kullanabiliriz, ve insanların ahlaki yargılarını değiştirebilir miyiz diye sorabiliriz. Bunlar size daha önce gösterdiğim yargılar, insanların normal ahlaki yargıları. Ve sonra TMS'yi RTPJ'ye uygulayabiliriz, ve insanların yargılarının nasıl değiştiğini sorabiliriz. Ve ilk olarak, insanlar genelde bu görevi hala ayrıntısıyla yapabilirler.

Yani durumla ilgili yargıları, her şey iyiyken aynı kalıyor. Onun suçu olmadığını söylüyorlar. Ancak başarısız bir zarar verme girişimi durumunda Grace'in zehir olduğunu düşündüğünde, ancak gerçekte şeker olduğunda, insanlar şimdi, tamamdır, kahvesine tozu koymaktan dolayı daha az suçludur diyecektir.

Ve kaza durumunda, şeker olduğunu düşündüğünde, ancak gerçekte zehir olduğunda ve ölüme neden olduğunda, insanlar, şimdi tamam değil, daha fazla suçludur diyecektir. Yani bugün size söylediğim şu; aslında insanlar diğer insanların düşüncelerini düşünmek konusunda özellikle iyi donanımlıdır.

Diğer insanların ne düşündüğünü düşünmemizi sağlayan özel bir beyin sistemimiz var. Bu sistemin gelişmesi uzun sürer, çocukluktan erken ergenliğe yavaşça gelişmesi zaman alır. Ve hatta yetişkinlikte, beyin bölgesindeki farklılıklar, diğer insanlar hakkında ne düşündüğümüz ve yargılarımız konusunda yetişkinler arasındaki farkı açıklayabilir.

Ancak son sözü yine yazarlara vermek istiyorum. Ve Philip Roth'a kapanışı yapması için, "Gerçek şu ki, zaten yaşamanın insanları doğru anlamakla bir alakası yoktur. Onları yanlış anlamak, yaşamak budur. Onları yanlış ve yanlış ve yanlış anlamak, ve sonra dikkatli bir gözden geçirmeyle tekrar yanlış anlamak." Teşekkürler. (Alkışlar)

Chris Anderson: İnsanların ahlaki yargılarını değiştirmek için manyetik sinyallerin kullanılmasından bahsetmeye başladığında bu korkutucu gibi geliyor. (Gülüşmeler) Bana lütfen Pentagon'dan, mesela, telefonlar almadığını söyle.
Rebecca Saxe: Almıyorum. Yani, arıyorlar, ama ben cevap vermiyorum. (Gülüşmeler)
C.A.: Arıyorlar mı? O zaman, gerçekten, gerçekten, bazı geceler bu iş nereye gittiğini merak ederek gözlerin açık yatmalısın. Demek istediğim, harika bir insan olduğun belli. Ama birisi bu bilgiyi alabilir ve gelecekte belki işkence hücresi değil ama, buradaki insanları endişelendirecek şeyler yapabilir.
R.S.: Evet, bizim endişemiz bu. O yüzden, TMS ile ilgili bir kaç şey söyleyeceğim. Birincisi, bilginiz olmadan TMSlenemezsiniz. Yani bu gizlice kullanılabilecek bir teknoloji değil. Aslında bu küçük değişiklikleri yapmak oldukça zor. Size gösterdiğim değişiklikler bana çok etkileyici geliyor bize beynin fonksiyonu hakkında gösterdiklerinden dolayı. Ancak bunlar bizim aslında yaptığımız ahlaki yargılar karşısında küçükler. Ve bizim değiştirdiğimiz, insanların ne yapacaklarına karar verirken, harekete geçme kararı verirken kullandıkları ahlaki yargılar değil. Diğer insanların hareketlerini değerlendirme yeteneğini değiştiriyoruz. Yani ben yaptığımı bir ceza duruşmasında davalı üzerinde çalışmak gibi değil, juri üzerinde çalışmak gibi görüyorum.

C.A.: Sizin çalışmanız, eğitimde tavsiyelere yol açacak, belki daha adil ahlaki yargılarda bulunabilecek bir nesil yetiştirebilecek mi?
R.S.: Bu idealist ümitlerden bir tanesi. Buradaki tüm araştırma programı, insan beyninin farklı alanları üzerinde çalışma konusu, tamamen yeni. Yakın zamana kadar beyin hakkında bildiklerimiz herhangi bir hayvan beyninin de yapabildikleri şeylerdi. Böylece hayvan modellerinde çalışabilirdik. Beyinlerin nasıl gördüğünü, ve bedeni nasıl kontrol ettiklerini, nasıl duyup nasıl hissettiğini biliyorduk. Beyinlerin insana özgü şeyleri nasıl yaptığını anlama projesinin tümü, dil öğrenme, ve soyut kavramlar, ve diğer insanların düşünceleri hakkında düşünme, bunlar yepyeni. Ve henüz bilmediğimiz, anlamanın sonuçları ne olacak bilmiyoruz.

C.A.: Son bir sorum var. Birçok insanın kafasını karıştıran, bilincin zor sorunsalı denen şey var. Bir beynin çalıştığını neden anladığınız düşüncesi, belki. Ama neden herkes bir şey hissetmek zorunda? Neden bizim çalışmamız için şeyleri hisseden varlıklara ihtiyaç duymamız gerekiyor? Parlak, genç bir sinirbilimcisiniz. Yani, acaba hiç şans var mıdır, kariyerinizin herhangi bir noktasında herhangi biri, siz ya da birisi, imkansız görünen bir sorunun anlaşılmasında bir paradigma kaymasıyla ortaya çıkacak?

R.S.: Umarım gelirler. Ve bence muhtemelen gelemeyecekler. Neden? Boşuna bilincin zor sorunsalı denmiyor. (Gülüşmeler)
C.A.: Bu harika bir cevap. Rebecca Saxe, çok teşekkürler. Bu şahaneydi. (Alkışlar)



TED videoları, "Rebecca Saxe: Beyin Nasıl Ahlakî Kararlar Verir?"

~

EZ: Pekiyi, bir sonraki safha?

Ken Wilber: Dördüncü seviye olan, kural/rol aklı, tipik olarak 7 ila 11 yaş arasında etkindir; bu, bilinçlilikteki bazı derin değişimlere işaret eder. Eğer üçüncü seviyedeki -preoperasyonel düşünüş- bir çocuğu karşınıza alıp, bir tarafı yeşile ve diğer tarafı kırmızıya boyanmış bir topu gösterip, daha sonra yeşil taraf kendinize, kırmızı taraf çocuğa gelecek şekilde topu tutup, çocuğa sizin hangi renge bakmakta olduğunuzu sorarsanız, çocuk "kırmızı" diye cevap verecektir. Başka bir deyişle çocuk, sizin görüşünüzü yakalayamamakta, "öteki" rolüne bürünememektedir. Konsantre operasyonel düşünüş ortaya çıktığında ise çocuk, sizin bu sorunuza "yeşil" diye cevap verecektir. Yani "öteki" rolüne bürünebilecektir. Ayrıca, bu safhada çocuk, sınıf ayrımı, çarpma, hiyerarşizasyon gibi kural belirlenimli operasyonlara muvaffak olmaya başlayabilir.