Loading

19 Şubat 2012 Pazar

Akl-ı Cüzî

Ey hoş arkadaş! Âşık, halis ve sâf şarabı, kendisinden bulur, 
onunla gıdalanırsa bu makamda artık akıl kaybolur, (bu sırra akıl ermez).

Akl-ı cüzî sırra sahip gibi görünürse de hakikatte aşkı inkâr eder.
Zekidir bilir; fakat yok olmamıştır. Melek bile yok olmadıkça şeytandır.

Akl-ı cüzî sözde ve işte bizim dostumuzdur. 
Ama hâl bahsine gelirsen orada bir hiçten, bir yoktan ibarettir.



~

Mesnevî I. Cilt, ~1980. beyit

5 Şubat 2012 Pazar

Kanıt

Kanıttan anladığınız kaya gibi sert bir kesinlik ise, o zaman kendi kendimize kanıtlayabileceğimiz tek şey, kendi varlığımızın ötesinde hemen hiçbir şey olmadığıdır; başkalarına ise kanıtlayabileceğimiz hiçbir şey yoktur. 

...

Söylediğimiz şeyi başkaları, bir bilimci, düşünür (veya mesleğimiz her ne ise o) olarak bize duydukları güvene göre kabul veya reddedebilirler. Bu konudaki kararları ise genelde tanınırlığımıza ve daha önceki çalışmalarımıza dayalı olacaktır.

Keith Devlin

Özgün Metin



"Araştırmacıların belgelerin ve metinlerin mümkün olabildiğince orijinallerini görmeleri ve kullanmaları gerekir. Belgeler, birçok kez değişik metinlerde orijinalinden farklı şekilde yer alabilir. Metinler, kısaltılmış ya da değiştirilmiş olabilir. Bu, muhakkak kötü niyetle yapılmamış da olabilir. Gerçi bu da olmayacak bir ihtimal değildir."

...

"Araştırmacılar, ilk elden malzemeye rağbet etmeli ve olabildiğince özgün metinleri kullanmalıdırlar. Kitaptan kitaba, metinden metine aktarmalar kolaydır, fakat bazen yanıltıcı olabilir. Hele metin analizine soyunan araştırmacıların, özgün olmayan metinlerin değerlendirilmesine ayırdıkları zamana yazık olacaktır!"

...

"Dolayısıyla, ilk yapılması gereken, anıların sahih olup olmadığını, gerçekten de yazarı tarafından kaleme alınmış olup olmadığını saptamaktır. Sahte anıları dikkatle ayıklamak sanıldığından daha zor olabilir. Sahteliğini keşfetmek de ayrı bir dikkat ve uzmanlık ister."
...

"Fakat sade yazı üzerine kurulan anılar, sorunlu olmayı sürdürebilirler. Artık her şey, onu yayına hazırlayanların ferasetine kalmıştır. Her zaman iyi sonuçlar da alınmayabilir. Bu, yayına hazırlayanların niyetinden bağımsızdır. Özensizlik, imkânsızlık, dikkatsizlik, yanlış anlamalar, kolaycılık, siparişi yerine getirme kaygısı, matbaa aşamasındaki yanlışlıklar, denetim yoksunluğu, mürettip hataları, nihayet basım kaygıları, bütün bunlar, yayına hazırlayanların niyetlerinden bağımsız faktörlerdir ve her zaman gündemin ayrılmaz bir parçasını oluştururlar. Nihayet, elbette metni hazırlayanların öznel niyetleri her zaman özlenen düzeyde olmayabilir. Bütün bunlar metnin kaderini belirler."

...
Cemil Koçak'ın Geçmiş Ayrıntıda Gizlidir
kitabının ilk bölümünden..

Kaynak Kritiği



"Tarihçi için kaynaklar tehlikeli birer kuyudur. Çünkü içine hapsolmak gibi bir tehlikeyi içerirler. Kaynağın/kuyunun dibine inip oradan çıkamamak gibi bir riski her zaman beraberinde getirirler. Bu tehlikelerden sakınmak mümkündür, ama nasıl? Elbette kaynak kritiği denilen yöntem sayesinde... Kaynaklar, bize yol gösterebileceği, ipucu sağlayabileceği gibi, eğer onlara gereken eleştirel gözle bakmayı ihmal edersek bizi yanlış tarafa da yönlendirebilirler. Kaynağın bilgisini bir diğeri ile karşılaştırmak, kaynağın bilgisini kendisi ile karşılaştırmak, bilginin iç tutarlılığını gözetmek, onu mevcut bilgi ve literatürün yanı sıra arşivle/belgelerle, günlük gazeteler ya da dergilerle ve başkaca kaynaklarla karşılaştırmak, bu bilgiyi mantık süzgecinden geçirmek, işte bütün bunlar, kaynak kritiği dediğimiz bitip tükenmek bilmeyen bir sürecin parçalarıdır."

...

"Kaynaklar, paradigmamızı, yani konuya yaklaşımımızı, konuya bakış açımızı tayin eder ya da değiştirir. Her ikisi de mümkündür. Hangisinin başına geleceğine ise araştırmacının kendisi karar verir. Yanlı kaynaklar, zaten yansız olanı var mıdır ki, paradigmamızı daraltır, karartır ve bizi kör edebilir. Körlükten kastım, olanı göremez hale gelmektir. Paradigma körlüğü, bizim bakış açımızı daraltmakla kalmaz, başka paradigmaları seçebilmemizi ve olguları görmemizi de engeller. Tarihçi için bu bir felakettir."

...

"Kaynaklar, aksine, tarihçinin varsayımını onaylayabilirler, ama tekzip de edebilirler. Varsayımı reddedilen araştırmacının başarısız olduğu söylenemez. Başarı, varsayımın ne pahasına olursa olsun onaylanması ile eşdeğer değildir. Varsayımını test eden ve onaylanmadığını gören araştırmacı için yollar açıktır. Ya onay buluncaya kadar gayretini esirgemez ya da varsayımını gözden geçirmeye karar verir. Varsayımı mı yanlıştır, yoksa doğru olmakla birlikte, onu doğrulayacak kaynaklardan mı yoksundur, dolayısıyla ava devam etmeli midir, yoksa çabası ümitsiz midir? Araştırmacı, araştırma sürecinde, bu soruları hep kafasında taşımalıdır. Kesin karar vermek için erken davranmak hatalı olabilir.

Paradigmamız ne olursa olsun, bilimsel yöntemden ayrılmadığımız sürece, varsayımlarımızı değiştirmeye hazır olmalıyız, inançlarımızla değil, bilimsel yöntemin doğuracağı sonuçlar ile yazmalıyız. Bu mümkün müdür? Güç olduğunun farkındayım. Fakat diğer yandan, araştırmamızın sonucunda varsayımımızın yanlış çıktığını belirtmek de, bilimsel bir araştırmanın sonuçlarından biri olarak kabul edilmelidir. Muhakkak varsayımımızı doğrula(t)mak için çaba harcamak ve sadece bunu yapmak, bilimsel çabanın kötüye kullanılması anlamına gelir. Varsayımımızı doğrula(t)mak için, onu yanlışlayan ya da yanlışlayabilecek olgulara sırtımızı dönmek doğru değildir. Bilimsel yöntem olarak da doğru değildir, etik olarak da..."

...

"Sadece yazılanları değil, fakat yazılmamış olanları da bu gözle incelemek gerekir. Yazılmamış, atlanmış, geçiştirilmiş, görmezden gelinmiş, üzerinde susulmuş olanı da görmek için, tarihçi olmaya ihtiyaç vardır. Yazılı bir doküman ancak dönemin genel şartları içinde analiz edilirse anlamlı olur. Belgeler kendiliğinden konuşmazlar, herkese de konuşmazlar, onları ancak konuşturabilirsiniz. Bunun için gereken formasyona sahip olmak gerekir. Dönemin girdisini çıktısını bilen bir uzman açısından her yazılı doküman kıymetlidir. Dokümanın nasıl konuşacağı, onu konuşturan tarihçinin formasyonuna, bilgisine ve soracağı sorulara bağlıdır. Sorular değiştikçe, yanıtlar da değişmeye başlar. Soru sormadan dokümanların yanıt vereceğini düşünmek ve sanmak, amatörlerin cahilliğidir. Hiçbir belge, kendisine anlamlı sorular sorulmadan konuşamaz. Belgenin dili, bizzat onu okuyan, analiz eden ve değerlendirendir. Belgeler dilsiz varlıklardır. Onların dilinden anlayan bir tarihçiye ihtiyaç duyarlar."

...

"Belgeler, bir anlamda bizim kölelerimizdir. Onları istediğimiz gibi kullanırız."

...

"Araştırmacıların belgelerin ve metinlerin mümkün olabildiğince orijinallerini görmeleri ve kullanmaları gerekir. Belgeler, birçok kez değişik metinlerde orijinalinden farklı şekilde yer alabilir. Metinler, kısaltılmış ya da değiştirilmiş olabilir. Bu, muhakkak kötü niyetle yapılmamış da olabilir. Gerçi bu da olmayacak bir ihtimal değildir."

...

"Araştırmacılar, ilk elden malzemeye rağbet etmeli ve olabildiğince özgün metinleri kullanmalıdırlar. Kitaptan kitaba, metinden metine aktarmalar kolaydır, fakat bazen yanıltıcı olabilir. Hele metin analizine soyunan araştırmacıların, özgün olmayan metinlerin değerlendirilmesine ayırdıkları zamana yazık olacaktır!"

...

"Dolayısıyla, ilk yapılması gereken, anıların sahih olup olmadığını, gerçekten de yazarı tarafından kaleme alınmış olup olmadığını saptamaktır. Sahte anıları dikkatle ayıklamak sanıldığından daha zor olabilir. Sahteliğini keşfetmek de ayrı bir dikkat ve uzmanlık ister."
...

"Fakat sade yazı üzerine kurulan anılar, sorunlu olmayı sürdürebilirler. Artık her şey, onu yayına hazırlayanların ferasetine kalmıştır. Her zaman iyi sonuçlar da alınmayabilir. Bu, yayına hazırlayanların niyetinden bağımsızdır. Özensizlik, imkânsızlık, dikkatsizlik, yanlış anlamalar, kolaycılık, siparişi yerine getirme kaygısı, matbaa aşamasındaki yanlışlıklar, denetim yoksunluğu, mürettip hataları, nihayet basım kaygıları, bütün bunlar, yayına hazırlayanların niyetlerinden bağımsız faktörlerdir ve her zaman gündemin ayrılmaz bir parçasını oluştururlar. Nihayet, elbette metni hazırlayanların öznel niyetleri her zaman özlenen düzeyde olmayabilir. Bütün bunlar metnin kaderini belirler."

...

"Anılarda sadece yazılanlar değil, ama bazen hiç yazılmayanlar da önemlidir. Yazılanlar kadar ve hatta bazen ondan da önemli olan atlanmış kısımlardır. Yanıtlar kadar yanıtlanmamış kısımlardır. Flu bırakılmış olanlardır. Bu bakımdan okuyucu dikkatli olmalıdır. Yazarın bildiğinden emin olduğumuz olaylar, eğer anılarda önemi ölçüsünde yeteri kadar yer almıyorsa, bunun üzerinde durulmalıdır. Şöyle bir dokunulup geçiştirilmiş, ama yazarın bizzat içinde olduğu, yaşadığı önemli olayları hatırlamalıyız. Yazar, uzaktan tanık olduklarını uzun uzun anlatıyor, fakat içinde yer aldığını unutmuş görünüyorsa,araştırmacı bu unutkanlığı unutmamalıdır. Metinlerde yer alan unutkanlıklar, gerçektende hafızanın bir küçük oyunu olarak kabul edilebilir. Fakat bunlar, genellikle unutulmak ya da unutturulmak istenenlerdir. Bir tarihçi için bu türden boşluklar uyarıcı olmalıdır. Bazen yazılmamış olan, yazılmış olandan daha anlamlı olabilir. Niçin hiç yazılmadığı sorusu tam da bu sırada sorulmalıdır. Yanıtını metinde bulamayız. O, artık tarihçinin analiz gücüne ve değerlendirmesine, ferasetine kalmıştır. Tarihçi bir açıklamada bulunmak zorunda da değildir, fakat boşluğu tespit etmek onun görevidir."

...

"Unutulmuş sorular, yanıtları da imkânsız hale getirir. Yanıt, soruda saklıdır. Soru, yanıttan önce gelir."

... ...

Cemil Koçak'ın Geçmiş Ayrıntıda Gizlidir
kitabının ilk bölümünden seçilmiş 
kimi paragraf ve cümleler..

3 Şubat 2012 Cuma

Matematiksel Kanıt

KANITI OLMAYAN GERÇEKLER
John Brockman
kitabından bir bölüm
(kitabın tanıtımı için tıklayın)


Yüce zihinler kimi zaman, ellerinde henüz bir kanıt ya da iddia olmadan gerçeği tahmin edebilirler. 
(Diderot buna “esprit de divination (ilahi mizaç)” sahibi olmak derdi.) 
Sizin, kanıtlayamasanız da doğru olduğuna inandığınız şey nedir?

cevaplayan
KEITH DEVLIN
Matematikçi Keith Devlin, Stanford Üniversitesi'ne bağlı Dil ve Bilişim Çalışmaları Merkezi'nde yönetici, Matematik Bölümü'nde ise danışman profesör. Mevcut araştırmaları zekâ analizi için bilişim/muhakeme sistemlerinin tasarımı üstüne odaklanıyor. Yazdığı çok sayıda kitap arasında The Math Instinct: Why You're a Mathematical Genius (along with Lobsters, Cats and Dogs) [Matematiksel İçgüdü: Neden Matematik Dehasısınız (Istakozlar, Kediler ve Köpeklerin Yanısıra)] sayılabilir.

~

Edge Sorusu'nu yanıtlamadan önce kanıt derken neyi kastettiğimizi açıklığa kavuşturmalıyız. (Matematikçiler konuşulacak konuyu tam olarak tanımlamaktan hoşlanır. Fizikçi ve mühendis meslektaşlarımızı kimi zaman çileden çıkaran, burnu havada bir huyumuzdur bu.) Örneğin, Descartes'ın izinden giderek varolduğumu kendime kanıtlayabilirim, ama bunu başka hiç kimseye kanıtlayamam. Beni gayet iyi tanıyanların bile hayallerinin bir ürünü olmam ihtimali, uzak da olsa her zaman için mevcut. Kanıttan anladığınız kaya gibi sert bir kesinlik ise, o zaman kendi kendimize kanıtlayabileceğimiz tek şey, kendi varlığımızın ötesinde hemen hiçbir şey olmadığıdır; başkalarına ise kanıtlayabileceğimiz hiçbir şey yoktur. 

Matematiksel kanıt, genelde, varolan kanıtların içinde en kesin kanıt olarak kabul edilir. Öklid'in ünlü geometri metni Elementler'i yazdığı zamanlarda bu, ideal anlamda tamamen doğruydu. Ama Öklid'in geometrik teoremlerine ait kanıtların çoğunun doğru olmadığı sonradan ortaya çıktı. Matematikçiler bu teoremlere yüzyıllar boyunca inanıp, öğrencilerine aktardıktan sonra, 19. yüzyılın sonlarında, David Hilbert çoğunu düzeltti. Yani on satırlık bir geometrik kanıt söz konusu olduğunda dahi doğruyu yanlıştan ayırmak zor olabiliyor. 

Son 50 yıl içinde ortaya konan yüzlerce sayfalık, inanılmaz derecede karmaşık akıl yürütmeyle dolu kimi kanıtlarda kesinliği sağlamak ise çok daha zor. Ben dahil çoğu matematikçi, Fermat'ın son teoremini 1994'te Andrew Wiles'ın kanıtladığına inanıyoruz. Peki gerçekten kanıtladı mı? Ben kanıtladığına inanıyorum, çünkü matematiğin bu dalının uzmanları bana inandıklarını söylüyorlar. 

2002'nin sonlarında Rus Matematikçi Grigori Perelman internette, yüz yıllık ünlü bir topolojik problem olan Poincaré varsayımının kanıtına dair bir döküm olduğunu iddia ettiği bilgiyi yayınladı. Bu argümanı üç yıl inceleyen matematikçiler hâlâ doğru olup olmadığından emin değiller. ("Büyük olasılıkla" doğru olduğunu düşünüyorlar.)

Veya Thomas Hales'i ele alalım. Hales halen Johannes Kepler'in 360 yıllık varsayımının kanıtı olarak 1998'de öne sürdüğü fikrin, matematik camiasınca kabul edilip edilmediğine dair haber bekliyor. Kepler'in varsayımına göre, eşit ebattaki küreleri (örneğin sorunun ortaya çıkmasına neden olan bir gemide yığılı gülleleri) istiflemenin en verimli yolu, manavların portakalları tezgâha dizdikleri gibi piramit şeklinde sıralamaktır. Hales'in (bir kısmı bilgisayarla gerçekleştirilen) kanıtı beş yıl boyunca incelendikten sonra, 2003 baharında bir panelde, dünyanın dört bir yanından gelen uzmanlar, kanıtta giderilemez bir hata bulamadıkları halde, doğruluğundan hâlâ emin olamadıklarını ilan ettiler. 

Kanıt kavramı matematikte dahi böyle sallantıdayken, Edge Sorusu'nu yanıtlamak oldukça hassas bir işe dönüşüyor. Yapılacak en iyi şey, inandığımız ama kendimizi ikna edecek şekilde kanıtlayamadığımız bir şey düşünmek olabilir. Söylediğimiz şeyi başkaları, bir bilimci, düşünür (veya mesleğimiz her ne ise o) olarak bize duydukları güvene göre kabul veya reddedebilirler. Bu konudaki kararları ise genelde tanınırlığımıza ve daha önceki çalışmalarımıza dayalı olacaktır. Eski matematikçilerin, Goedel'in eksiklik teoremi dayanağı bile artık el altında değil (ki aslında bu teorem ilk bakışta Edge Sorusu'na karşılık, artimetiğin içsel çelişkilerden muaf olduğu şeklindeki inancımı beyan etmemi sağlayabilirdi). Goedel'in teoremi, aritmetik gibi aksiyomatik temelli bir teorinin çelişki barındırmadığının, teorinin kendisi içinde kanıtlanamayacağını gösteriyordu. Ama bu, o teoriyi daha geniş, daha zengin bir teorinin içinde kanıtlayamayacağınız anlamına gelmiyor. Aslında, standart aksiyomatik kümeler teorisiyle aritmetiğin çelişki içermediği kanıtlanabilir. Ve ben şahsen bu kanıtı kabul ediyorum. Yaşamakta olan matematikçi bir insan olarak, bana göre aritmetiğin tutarlılığı, beni tam anlamıyla ikna etmeye yetecek şekilde kanıtlandı. 

Edge Sorusu'nu yanıtlamak için kanıta sağduyuyla yaklaşmak gerekir; bu örnekteki kanıt zeki, mesleki anlamda şüpheci, eğitimli bir uzmanı kendi alanında ikna etmeye yetecek bir argüman anlamına geliyor. Bu gözle bakınca, başta ünlü Riemann hipotezi olmak üzere, doğruluğuna inandığım, ama kanıtlayamadığım birçok matematik probleminden söz edebilirim. Ama sanırım matematikçi perspektifimden yararlanarak, kanıt kavramının barındırdığı belirsizlikleri vurgularsam daha faydalı olabilirim ve (kanıtlayamasam da) inanıyorum ki oldum.

1 Şubat 2012 Çarşamba

Tarihçinin Metodolojisi

Aşağıdaki yazı Cemil Koçak'ın "Geçmiş Ayrıntıda Saklıdır" kitabından alınmıştır (sf 9-40). 
Kitaba bakış atmak için tıklayın
(Vurgular buradaki paylaşımda eklenmiştir, orijinal metinde yoktur.)



~


Kaynaklar Üzerine


Tarih ve Toplum dergisinin ünlü "kitabiyat" bölümünü kim unutabilir? Orada pek çok yazım yayınlanmıştı. Bunların pek çoğu, o zamanlar artık neredeyse tamamen unutulmuş, literatürde pek rastlanmayan, ama kanımca değerli bilgiler içeren"eskimiş" hatıratları, günlükleri ve kitapları yeniden hatırlatmaya çalışan, bu arada içerikleri hakkında bilgiler de veren yazılardı. Bu kısa, ama tarz itibariyle daha çok Gotthard Jaeschke'nin uzun yıllar önce yaptığına benzer yazılar, bir kaynak kritiği olarak da görülmeli ve hatırlanmalıdır. Kaynakların değerini, önemini ve anlamını ortaya koymaya çalışan bu yazılar, tarihçiler açısından çok önemli bir metot sorunu olan kaynak eleştirisi bahsinde yer alır.

Tarihçi için kaynaklar tehlikeli birer kuyudur. Çünkü içine hapsolmak gibi bir tehlikeyi içerirler. Kaynağın/kuyunun dibine inip oradan çıkamamak gibi bir riski her zaman beraberinde getirirler. Bu tehlikelerden sakınmak mümkündür, ama nasıl? Elbette kaynak kritiği denilen yöntem sayesinde... Kaynaklar, bize yol gösterebileceği, ipucu sağlayabileceği gibi, eğer onlara gereken eleştirel gözle bakmayı ihmal edersek bizi yanlış tarafa da yönlendirebilirler. Kaynağın bilgisini bir diğeri ile karşılaştırmak, kaynağın bilgisini kendisi ile karşılaştırmak, bilginin iç tutarlılığını gözetmek, onu mevcut bilgi ve literatürün yanı sıra arşivle/belgelerle, günlük gazeteler ya da dergilerle ve başkaca kaynaklarla karşılaştırmak, bu bilgiyi mantık süzgecinden geçirmek, işte bütün bunlar, kaynak kritiği dediğimiz bitip tükenmek bilmeyen bir sürecin parçalarıdır.

Yakın tarihimizle ilgili daha çok sayıda kaynağa ihtiyacımız var. Hatta daha açık bir tabirle bu kaynaklara muhtacız. Bir kısmı kütüphanelerin ıssız köşelerinde bizi bekliyorlar. Bazıları, dolap diplerinde, çekmecelerin arkalarında, tavan aralarında ulaşılmayı bekliyorlar. Bazılarına artık hiç ulaşma imkânımız kalmamış olabilir. Ankara'da Millî Kütüphane'nin 1980'li yıllarda eski katalog sisteminde yer bulmuş 1950 öncesi yayınlanmış kitaplar kartlarında epey zaman geçirmiş ve kendimce ilginç olabileceğini düşündüklerimi "kitabiyat" köşesinde yayınlamak için çaba harcamıştım. Bu yazılar yeniden hayat bulurken, bugün dahi onların hatırlanmasına ve hatırlatılmasına ihtiyaç olduğu kanısındayım.

Eskimiş, solmuş, unutulmuş, köşede kalmış, zamanında dahi gözden kaçmış, bugün ise hatırlanması bile mümkün olmayan, dahası yayınlandığı sırada önemli bulunmuşsa da artık terk edilmiş, bazıları tanınmamış, bazıları zor hatırlanabilir kitaplar, günlükler, gazete tefrikası olup orada kalmış, dergi koleksiyonlarında saklanmış anılar, kısaca kaybolmuş seslerin yeniden duyulabilmesi, tarihçinin ve araştırmacının himmetine kalmıştır.

Araştırmacıların yeni yeni kaynaklar bulmak bakımından heyecan verici avcılık dönemleri hiç sona ermemelidir. Türkiye'de bir araştırmacının zamanının çoğunu bu avcılık dönemi alır. Kütüphaneler, yeni bilgisayar neslinin jargonu ile ifade edersek, genellikle hiç de kullanıcı dostu değildirler. Sizden ne aradığınızı bilmenizi isterler. Oysa, bir araştırmacı, bazen ne aradığını bilmeyebilir, hatta neyi nerede ve nasıl arayacağına ilişkin hiçbir fikri de olmayabilir. Yani, bazen olmaz. Olsa, zaten araştırmacı olmaz(dı). Bir şeylerin bir yerlerde olduğunu hisseder.Mantıken olmalıdır. Sonra, ne aradığını bazen tam olarak bil(e)meden avcılığa başlar. Av süreci, hem heyecanlıdır hem de meşakkatli... En zoru, nerede ne arayacağını bilememenin getirdiği ifade zorluğudur. O meseleye ait bilmediğimiz, pek bilinmeyen, yeni, ama aslında epey eski kaynakları aramak, bu meramı anlatmak hiç de kolay değildir. Aradığınız, yazarı belli, ismi belli bir kitap değildir sonuçta. Öyle olsa idi, yeni bir kaynak bulmak imkânsız olurdu.Sadece yeni, el değmemiş bir kaynağın sizi çağırdığını hisseder ya da işitirsinizAksi gibi, bu sese sizden başkası pek kulak vermediği gibi, bu türden bir sesin var olduğuna inanmakta da zorluk çekerler. Yardım almanız nerede ise imkânsızdır. Bu aşamada yapılabilecek tek şey, benim bir zamanlar Millî Kütüphane'de yaptığım gibi, eski kataloglardaki kartları tek tek çevirmektir. Ayakta saatlerce, günlerce sürecek bir iştir bu... Size el sallayan bir kartı, istek kâğıdına yazmak ve sonra da onun size ulaşmasını beklemek... Denizdeki balık misali, elinize geçen, çok kez sizin beklediğiniz tatta, kıvamda ve boyutta bir balık değildir. Bu durumda onu yeniden denize bırakmaktan başka çare yoktur. Diğerini beklemek için yola koyulursunuz. Zorlu geçen zaman eğer size sabırlı olmayı öğret(e)memişse avcılıktan vazgeçmenizi öneririm. Sonra bir anda beklediğiniz, umduğunuz şeyi, hatta hiç ummadığınızı elinizin altında bulursunuz. Artık yeni bir kaynağınız var demektir. Birisi ya da birileri, size yılların ötesinden yeniden seslenme imkânı bulmuştur artık... Size düşen onu dikkatle ve özenle dinlemektir. Dert ortağı olmanıza mâni olamam, ama yine de eleştirel okumadan geri durmamanız gerekir. Hukukun aksine, "Aksi kanıtlanana dek hiç kimse masum değildir" ilkesini hiç unutmayınız! Bizim işimizde bu ilke işinize daha çok yarayacaktır.

Bazen de işiniz görünürde daha kolaydır. Bildiğiniz bir kaynağın peşine düşersiniz. Şansınız varsa, onu bir meslektaşınızda ya da bir sahafta bulabilirsiniz. Kütüphaneler, en sona bıraktığınız mekânlardır. Zorunlu olmadıkça uğramak istemeyebilirsiniz. Fakat bunun da nihayet bir sonu vardır. Kütüphaneler, hatta internet çağında dahi, bir gün muhakkak aşındırmanız gereken yolun üzerinde yer alırlar. Ne kadar kaçmaya çalışırsanız çalışınız, unutmayın, kütüphanesiz de asla olmaz!

~


Kaynaklar ve Paradigma


Kaynaklarparadigmamızı, yani konuya yaklaşımımızı, konuya bakış açımızı tayin eder ya da değiştirir. Her ikisi de mümkündür. Hangisinin başına geleceğine ise araştırmacının kendisi karar verir. Yanlı kaynaklar, zaten yansız olanı var mıdır ki, paradigmamızı daraltır, karartır ve bizi kör edebilir. Körlükten kastım, olanı göremez hale gelmektir. Paradigma körlüğü, bizim bakış açımızı daraltmakla kalmaz, başka paradigmaları seçebilmemizi ve olguları görmemizi de engeller. Tarihçi için bu bir felakettir. Esir alınmış, zihni işgale uğramış demektir. Yeniden düşünme süreci iflah olmaz bir şekilde mefluçtur.

Yeni kaynaklar, paradigmamızı sarsabilir, hatta yıkabilir. Paradigma değişikliklerini tetikleyebilir. Bu bakımdan önemlidir. Ya da pek marjinal kalmış bir paradigmanın canlanmasına ya da hayat bulmasına yol açabilir. Ama sadece avcılık yeterli midir? Elbette, hayır... Kaynak okuma, değerlendirme ve kritik etme sürecini başarı ile tamamlamadan, bir sonuç almak yanıltıcıdır. Bu bakımdan, yeniden başa dönmek ve süreci tamamlamak gerekir. Bu sürecin ayrıntılarından da aşağıda yeniden söz edeceğim.

Fakat bazen yeni kaynaklar da sadece eski bilgilerimizi doğrulamaktan öteye geçmez. Bu, onların değerini ya da önemini azaltmaz; aksine, mevcut paradigmanın yeniden test edilmesine ve bir kez daha onaylanmasına neden oldukları için değerlidirler. Sonuçta, kaynağın değeri, onun mutlaka yeni bir paradigmaya can vermesi ile ilgili değildir. Tarihçi, bir paradigmayı onaylamak ya da reddetmek gibi, daha baştan sıkış(tırıl)mış, darlaş(tırıl)mış bir araştırma alanının içinde sıkışıp kalmak tehlikesini göze almamalıdır.