Loading

30 Haziran 2011 Perşembe

Uzun Vade


Her zaman sizi kısa vadeli başarısızlıklar karşısında şaşkınlıktan kurtarabilecek uzun vadeli hedefleriniz olmalıdır.
Charles C. Noble

Mutlu olmak istiyorsan bir amaca bağlan. İnsanlara ya da eşyalara değil.
Albert Einstein

Az ye, az söyle, az incit.
Nizamî

~

Voltaire
Fransız düşünürü Voltaire (1694-1778), neredeyse bütün hayatı boyunca  ya hastaydı ya hastalık hastası. 41 yaşında bir arkadaşına yazdığı mektupta 'gene' hastalandığından   şikâyet etti ve 'Birkaç yıllık ömrüm kaldı' dedi. Voltaire, bu mektubu bitirdikten 43 yıl sonra öldü. Her gün bir şeyin kanser yaptığı veya kansere iyi geldiğinin açıklandığı bir dünyada yaşıyoruz. Sıska, sıkı ve sağlıklı yaşamak neredeyse din haline geldi. Voltaire, kolesterol, trigliserit, AIDS ve kuş gribinin bilinmediği çağların adamıdır. Bir şeyleri doğru yapmış olmalıydı ki, insanların genellikle kırkına gelmeden öldüğü on sekizinci yüzyılda, 84 yaşına kadar yaşadı ve bir daha kalkmamak üzere yatağa düşünceye kadar aktif bir hayat sürdü.

Voltaire'in uzun ömrünün sırrı ne olabilir? 
Uzun yıllar düşünür için sekreter ve uşak karışımı bir kişi olan Sebastien Longchamps, Voltaire'in hep 'İnsanın sağlığı tamamen kendi ellerindedir' dediğini yazdı. 'Bunun üç temel ayağı var derdi: ayıklık, her şeyde ölçülü olmak ve hafif egzersiz yapmak. Kaza dışında, insanın başına gelen bütün hastalıklarda bizi sağlıklı halimize iade etmeye uğraşan doğaya yardımcı olmak yeter. İnsan aşağı yukarı her zaman diyetinde sıkı olmalı, uygun ve sürekli sıvı almalı ve hep basit şeyler yemelidir. Yanında bulunduğum süre içinde onu hep bunları yapar gördüm.' 

Uzun ömrün sırrı
Bunlar büyük bir sır değil aslında. Her şeyde ölçülü olmak aklı başında her insanın uyguladığı bir prensiptir. Bence Voltaire'in uzun ömrünün sırrı vücudunda değil kişiliğindedir. Voltaire uzun yaşadı, çünkü mutluydu. Öğrenmeye meraklıydı ve müthiş zengin olmasına rağmen, bir dakikasını boşa harcamadı. Ölmeye vakti yoktu. Binlerce mektup, yüzlerce sahne oyunu, kitap, makale yazdı. Saray yavrusu evinde her zaman misafir vardı. 'Ben Avrupa'nın hancıbaşısıyım' dedirtecek kadar. Adaletsizliğe hiç tahammülü yoktu. İlkel Fransız yargısının hışmına uğramış insanları kurtarmak için, tek başına, tarihe geçmiş kampanyalar yürüttü. İnsanların hakları olmayan bir dönemde insan hakları için mücadele etti. Kiliseyle ve bağnaz rahiplerle yaşam boyu dalga geçti. Ölüm döşeğinde papazlar onu pişmanlık getirmeye, şeytanı lanetlemeye davet ettiklerinde 'Şimdi yeni bir düşman kazanmanın zamanı değil' dedi. 

Bence, Voltaire'in en büyük özelliği yaşamdan zevk almasıydı. 'O kadar mutluyum ki utanıyorum' diye itiraf etti bir arkadaşına. 'Ben neredeysem dünya cenneti oradadır' dedi. Son bir şey daha var, onu unutmayayım; hiç evlenmedi.

Ayna

Gelişimimiz için bir aynaya ihtiyacımız vardır.
Arthur Schopenhauer

İyi bir dostu olanın aynaya ihtiyacı yoktur.
Mevlana

Değişim

Yalnız beden değil, ruh da değişir. 
Tabiat, huy, inanışlar, arzular, zevkler, dertler, kaygılar; bunların hiç biri aynı kalmaz; 
biri ölürken, bir yenisi doğar...
Eflâtun

Hedef

Gerçekten yararlı bir prosedürün hedefi insanlığın bütününden küçük olmamalıdır.
Jacob L. Moreno

Rol

Ratatouille filminden bir sahne:

Her şey roldür & Hiçbir şey rol değildir...

Sindirmek

Koyunlar ne kadar yem yemiş olduklarını çobanlarına gidip göstermezler. 
Ama yedikleri yemi iyice sindirdikten sonra süt ve yün yaparlar. 
Sen de insanlara özlü düşünceler sayıp dökme. 
İyice sindirmişsen bunları davranışlarınla göster... 
Epiktetos

Maslow'dan cümleler


Human beings seem to be far more autonomous and self-governed than modern psychological theory allows for. 
Motivation and Personality (1954), p. 123

The study of crippled, stunted, immature, and unhealthy specimens can yield only a cripple psychology and a cripple philosophy. The study of self-actualizing people must be the basis for a more universal science of psychology. 
 Motivation and Personality (1954), p. 234

Education is learning to grow, learning what to grow toward, learning what is good and bad, learning what is desirable and undesirable, learning what to choose and what not to choose. 
 The Farther Reaches of Human Nature (1971)

What is necessary to change a person is to change his awareness of himself. 
 As quoted in Life In the Open Sea (1972) by William M. Stephens, p. 21

If you plan on being anything less than you are capable of being, you will probably be unhappy all the days of your life. 
 As quoted in Perfecting Private Practice (2004) by Joan Neehall-Davidson, p. 95

You will either step forward into growth, or you will step backward into safety. 
 As quoted in How the Best Leaders Lead: Proven Secrets to Getting the Most Out of Yourself and Others (2010) by Brian Tracy, p. 35

A musician must make music, an artist must paint, a poet must write, if he is to be ultimately at peace with himself. What a man can be, he must be. This need we may call self-actualization. This term, first coined by Kurt Goldstein, is being used in this paper in a much more specific and limited fashion. It refers to the desire for self-fulfillment, namely, to the tendency for him to become actualized in what he is potentially. This tendency might be phrased as the desire to become more and more what one is, to become everything that one is capable of becoming. 
 Motivation and Personality (1954), p. 103

Ye kürküm, ye!

Nasrettin Hoca'yı kibar konaklardan biri bir Ramazan akşamı yemeğe davet eder. Hoca sırtındaki gündelik elbisesi ile bu davete gider. Kimse ona aldırış edip sofraya buyur etmez. Bunun üzerine hemen Hoca evine dönerek bayramlık elbiselerini giyerek davet evine varır. Görkemli kürküyle Hoca'nın geldiğini gören konak halkı onu törenle tâ kapıdan karşılarlar, buyur ederler. Sofrada en seçkin yere oturturlar. Evvela Hoca'nın yemeğe el uzatmasını beklerler. Hoca kürkünün ucunu tutarak yemek sahanına doğru uzatır:
- Ye kürküm, ye!
der. Sofrada yer alan seçkin topluluk Hoca'ya dönerek:
- Hoca efendi, ne yapıyorsun?
dediklerinde Hoca, sofradakilere ilk gelişinde gördüğü muamele ile, kürkünü giyip davete geldikten sonra gördüğü muameleyi anlatır ve sofrada hazır bulunanlara dönerek:
- Mademki ikram kürkedir, yemeğe de evvela o buyursun. Ye kürküm, ye! der.


Boşluk

Bir tekerlek yapmak için otuz çubuk alırız:
Ama arabanın dayanağı ortadaki boşluktadır.
Bir çamur topağından çanak yaparız:
Ama çanağa iş gördüren ortasındaki boşluktur.

Oda için kapılar, pencereler yaparız:
Ama odayı yaşanır yapan boş yerlerdir.
Böylece varoluş işe yarıyorsa,
Onu işe yaratan boş oluşudur.
Lao Tzu, Tao The Ching 

Varlık elde etmek için yokluk gerek. 
Mimar ev yapmak için boş arsa arar. Marangoz ahşap işi yapmak için ham tahta arar. Saka su satmak için susuz ev arar. Yokluğa dikkat et, onda çok hikmetler var.
Mevlânâ, Mesnevî

29 Haziran 2011 Çarşamba

Amor fati

amor fati!
love your fate!
kaderini sev!

Ayna

”Dağlarda koşan atlar bize özgürlüğü hatırlatır meselâ. Beyaz güvercin barışı. Tavşan yavrusu masumiyeti… Gerçekte vahşi atların kendilerini özgür hissettiklerini söyleyebilir miyiz? Rengi beyaz bile olsa erkek güvercinler dişileri için kavga etmez mi? “Masum” bir tavşan yavrusunu parçalayarak yutan “vahşi” kurt en az o tavşan kadar masum değil mi gerçekte? Tabiatları gereği hareket eden hayvanlar gerçekten suçlu olamayacaklarına göre bize bizden bir şeyler yansıtıyorlar aslında ayna gibi. İnanmıyorsanız cansız varlıklara bakın: “Yüce” dağlar, “çılgın” akarsular, “öfkeli” deniz… Dağlar, denizler ve balıklar kendilerini “güzel” bulacak kriterlere sahip değiller.  Bu güzelliği tasavvur edecek hayal gücü ve işleyecek sanatkârlık ise ne tavşanlarda ne de kuşlarda var.”

Aklı aşan şeyler

Bana bazı şeylerin aklımızı aştığını söyleseler de, bu, saçmalıklara inanmama yol açmaz. 
Hiç şüphem yok ki aklımızı aşan şeyler var; 
ama aklımıza aykırı olan herşeyi ve ona zıt düşen ne varsa, cesurca reddediyorum.
Denis Diderot



Atla el arabasının içine!

Yıllar önce Büyük Zumbrati, Niagara Şelalesi üzerine gerilmiş ipteki yürüyüşünü henüz tamamlamıştı. Şartlar zordu, fırtınalı bir gündü. Zumbrati karşı tarafta, ona hayranlık ve iyi dileklerini bildirmek üzere bekleyen kalabalığın yanına ulaşmaktan çok memnundu. Orada bir el arabası tutan bir adam bekliyordu.
"Bu harikaydı" dedi adam, "Siz bir ustasınız." 
Büyük Zumbrati teşekkür etti ve havanın işini çok zorlaştırdığını söyledi. 
"Saçma" dedi adam. "Bahse girerim, bu el arabasını iterek geri yürüyebilirsiniz."
Zumbrati itiraz etti. "Sanmıyorum, şartlar çok kötü."
Ancak adam pes etmiyor, bunu yapması için ısrar ediyordu. Zumbrati öfkelenmişti.
"Bunu gerçekten yapabileceğime inanıyorsun, öyle mi?" diye adama sordu.
"Evet."
"Emin misin?"
"Evet."
"Tamam, o halde atla el arabasının içine.."

Din, Sanat ve Bilim

Tüm dinler, sanatlar ve bilimler aynı ağacın birer dallarıdır.
Din olmadan bilim topaldır; bilim olmadan din kördür.

***
All religions, arts and sciences are branches of the same tree.
Science without religion is lame, religion without science is blind.
***
In my view, it is the most important function of art and science to awaken this religious feeling 
and keep it alive in those who are receptive to it.

Albert Einstein

İnsanı doğa iyileştirir

‎İnsanı doğa iyileştirir, tıp doğanın hizmetkârıdır.
Hipokrat


Bilinçlilik Tayfı - Gelişim Aşamaları


Bilinçlilik Tayfı ve Barındırdığı Dünya Görüşleri


Edith Zundel: Son bir soru daha. Bilinçlilik tayfının her seviyesinin, kendi içinde bir dünya görüşü barındırdığını söylediniz. Ne demek istediğinizi kısaca açıklayabilir misiniz?

Ken Wilber: Temel fikir şu: Eğer siz, sadece belirli bir seviyenin kognitif yapılarına sahip olsaydınız, dünya nasıl bir yer olurdu? Sırasıyla, bu dokuz seviyeye ait dünya görüşleri şöyle adlandırılmıştır; arkaik, büyüsel, mitik-rasyonel, varoluşsal, ruhsal, gizli ve nedensel. Şimdi bunlara kısaca değineceğim.

Eğer sadece birinci seviyedeki yapılara sahip olsaydınız, dünya ayrışmamış bir yer olarak gözükürdü; bir çeşit mistik ortaklaşma, global birleşim ve adülaite dünyasıyla karşı karşıya kalırdınız.

İkinci seviyenin ortaya çıkması ve imgelerin erken dönem sembollerle birlikte yetkinleşmeye başlaması ile birlikte, kişi dünyadan ayrılmaya başlar ama hâlâ, yarı-bileşik durumda dünyaya bağlıdır ve bundan ötürü, büyüsel bir algılayışla, sadece düşünerek ya da bir şeyleri isteyerek dünyayı etkileyebileceğini sanır. Voodoo, bu duruma iyi bir örnektir. Eğer sana dair bir imge oluşturup bu imgeye bir iğne batırırsam, bunun seni gerçek anlamda yaralayacağına inanırım. Bu inanış, imge ve imgenin nesnesinin birbirinden ayrıştırılmamış olması üzeredir. Bu dünya görüşüne “büyüsel” adı verilir.

Üçüncü seviyede ise, öz ve öteki birbirinden tamamen ayrılır ve böylece büyüsel inançların yerini, mitik inançlar alır. Artık, büyüsel inanışta olduğu gibi etrafımdaki dünyayı yönetemiyorumdur ama eğer Tanrı’yı nasıl memnun edebileceğimi bilirsem, Tanrı bunu, benim yerime yapabilir. Eğer kişisel isteklerimin yerine gelmesini istiyorsam, Tanrı’ya yönelmeli ve O’na ibadet etmeliyim ve eğer bunu yaparsam Tanrı benim yanımda olur ve doğanın kendi kanunları üzere olan gidişatı mucizeler aracılığıyla değiştirir. Bu, mitik dünya görüşüdür.

Konsantre operasyonlara ya da ritüellere dair kapasitesiyle birlikte dördüncü seviye ortaya çıkınca ben, ibadetlerimin her zaman karşılık bulmadığını fark ederim; daha sonra da, mitik bir şekilde devreye girip bana yardımcı olabilecek tanrıları memnun etmek için, doğayı manipüle etmeye çalışırım. İbadetlerime, Tanrı’nın inayetine nail olabilmek için dikkatlice tasarlanmış ritüeller eklerim. Tarihsel olarak, bu safhada ortaya çıkan temel ritüel, insan kurban etmektir. Campbell’in de belirttiği gibi, dünya üzerindeki her uygarlık, gelişimin bu safhasında, bu aynı ritüel tarafından kuşatılmıştı. Bu korkunç olduğu kadar, bunun ardında yatan düşünüş biçimi de, basit bir mitten çok daha karmaşık ve çok daha girifttir. İşte bu yüzden buna mitik-rasyonel adı verilir.

Formel-operasyonel düşüncenin, yani, beşinci seviyenin ortaya çıkmasıyla birlikte, benim egoik kaprislerime hizmet eden kişisel Tanrı inancımın muhtemelen doğru olmadığını fark ederim; buna dair güvenilir bir kanıt yoktur ve bu bana güvenebileceğim bir süreklilik sunamamaktadır. Eğer doğadan bir şey istiyorsam -örneğin, yiyecek- ibadeti, ritüelleri, insan kurban etme ritüelini bir kenara bırakıp, doğrudan doğanın kendisine yönelirim. Varsayımsal tümdengelime ait -yani, bilimsel- uslamlama ile doğrudan, ihtiyacım olan şeyin ardına düşerim. Bu büyük bir ilerlemedir ama bunun da kötü yönleri vardır. Dünya, materyal parçalardan oluşan, anlamsız, değersiz bir koleksiyon gibi gözükmeye başlar. Bu, rasyonel dünya görüşüdür; buna genellikle bilimsel materyalizm denir.

Vizyon-mantık yani, altıncı seviye ortaya çıkınca, cennette ve dünyada benim rasyonel felsefeye dayanan tezahürümün ötesine geçen, çok daha fazla şey olduğunu görürüm. Bedenin bütünlenmesiyle birlikte dünya, eğer Berman’ın deyimini kullanacak olursak, “yeniden büyülenir”. Bu, hümanistik-varoluşsal dünya görüşüdür.

Yedinci seviye, yani ruhsal seviye ortaya çıktığında, cennette ve yeryüzünde “gerçekten” benim tezahürümün ötesine geçen birçok şey olduğunu fark etmeye başlarım. yüzeysel görüngünün ardında yatan Kutsallığı hissetmeye başlarım ve Kutsallıkla ilişkiye geçerim -mitik bir inanç olarak değil ama içsel bir deneyim olarak. Bu genel anlamda, “ruhsal” dünya görüşüdür.

Gizli seviyede ise, Kutsal’a dair doğrudan bir bilgiye sahip olurum ve onunla kurulan bir birliğe ulaşırım. ama Tanrı ve ruhun birbirinden ayrı iki ontolojik mevcudiyet bulduğu bilinci taşımaya devam ederim. Bu “gizli” dünya görüşüdür -bir ruh ve bir de transpersonel Tanrı vardır ama bu ikisi gizli bir şekilde birbirinden ayrılmıştır.

Nedensel seviyede ise, bu ayrılık ortadan kalkar ve kişi, Ulu Kimliğin ayırdına varır. Bu, nedensel dünya görüşüdür; ‘tat twam asi’nin dünya görüşü, sen Bu’sundur. Her şeyle uyum içerisinde olup, kendi özelinde bir şey olmayan düalite ötesi, saltık Tin.

EZ: Şimdi, kitaplarınızda neden, dini geçersiz kılmaya dair birçok girişimde bulunmuş olan modern rasyonalite yükselişinin, aslında kendi içinde tinsel bir hareket olduğuna dair düşüncenizi koruduğunuzu anlayabiliyorum.

KW: Evet, öyle gözüküyor ki din sosyolojisi uzmanları arasında, bu iddiayı sürdüren tek kişi benim. Kanımca, bu akademisyenler, tüm bilinçlilik tayfına dair ayrıntılı bir harita çıkarmış değiller. Bu durumda, bu kişiler doğal olarak, modern rasyonalite yükselişini ve bilimi lanetliyorlar, çünkü modern rasyonalite, mitik ve büyüsel dünya görüşlerini aşıp, onları temellerinden söküyor. Bundan ötürü, birçok akademisyen, bilimin genel anlamda tinselliği, bütün dinleri öldürdüğünü düşünüyorlar, çünkü onlar mistik dini çok iyi anlayabilmiş değiller ve bu yüzden, “gerçek” dinin hüküm sürdüğünü düşündükleri eski mitik günlerin, bilim öncesi, rasyonalite öncesi günlerin hasretini çekiyorlar. Ama mistizm transrasyoneldir ve bu yüzden, bizim kolektif geçmişimizde değil, kolektif geleceğimizde gizlidir. Aurobindo ve Teilhard de Chardin’in de fark ettiği gibi, mistizm geriye doğru değil, ileriye doğru giden evrimsel bir şeydir. Ve bence, bilim bizi çocukluk ve yetişkinlik dönemindeki, tine dair kavrayışlarımızdan ve prerasyonel kavrayışlardan kurtarır ve böylece, gelişimin üst safhalarına ait transrasyonel içgörü ve mistik ya da tefekkürî gelişimin transpersonel safhaları için bir zemin hazırlamış olur. Bilim bizi, büyüsel ve mitik olandan, ruhsal ve gizli olana zemin hazırlamak için kurtarır. Bu anlamda bilim (ve rasyonalite) gerçek tinsel olgunluğa giden yolda atılmış, çok ilerletici ve çok gerekli bir adımdır.

Ve bu, birçok büyük fizikçinin neden mistizme yöneldiğini açıklayan bir şeydir. Bu, doğal bir evliliktir. Dışsal dünya bilimi, içsel dünya bilimi ile birleşmiştir. Bu, Doğu ve Batı’nın gerçek anlamda buluşmasıdır.

EZ: Bu bitirmek için çok iyi bir nokta.


Kaynak: Ken Wilber, "Merhamet ve Metanet", sf 238-241.
Edith Zundel'in Ken Wilber ile yaptığı "Psikoterapi ve Tinsellik" konulu röportajın son kısmı

Hastalıkta ve Sağlıkta Özgürlük ve Kader


Aşağıdaki yazı bu kitaptan alınmıştır.
Özgürlük ve Kader, Rollo May
Çevirmen: Ali Babaoğlu
sf 269-285
~

Hastalıkta ve Sağlıkta Özgürlük ve Kader

Zincirlerimin tamamı ve ben dost olduk,
Uzun bir sohbet vesile olduğunca,
Bizi olduğumuz gibi yapmaya: - hatta ben
Özgürlüğümü yeniden kazandım bir ahla.
George Gordon, Lord Byron, "Chillon Mahkûmu"

Ama hastalık hakkında; onun savaşa ve aşka garip benzerliği­ni, uzlaşmalarını, hilelerini, aşırı taleplerini, neşe ve marazdan üremiş bu garip ve emsalsiz alaşımı algılamadıkça hiçbir şey an­lamamıştık.
Marguerite Yourcenar, Hadrian'ın Anıları


Çoğu kimse, hastalıklarının hemen tümüyle kaderin komuta­sı altında olduğunu düşünür. Bir rahatsızlık en fazla "kötü şans" olarak, hastalık da "kaçınılmaz talih" olarak kabul edilir. Tam da kendi dilimiz bu eğilimi ifade eder. Süreç en fazlasından yerçe­kimi kadar şansa bağlı olsa da "hasta" düşeriz. Bir kazaymış gibi mikrop "kaparız." Kanserin "kurbanlarıyız." Hastalanmak yerine "hasta oluruz" ve "iyileştirilmek" için doktora gideriz. Ve bütün yapabileceğimiz, doktor bizi tedavi ederken "sabırlı" olmaktır. Bütün bu kelime ve cümleler edilgendir. Bir talihin komutası al­tında olduğumuzu ve buna karşı hiçbir şey yapamayacağımızı kabul ederiz. İyi hasta uysal ve işbirlikçi, kendisini hekimin elle­rine bırakan biri olarak kabul edilir. Bilinçli kendiliklerimiz dı­şarıda ve kaderleri gökten bile daha büyük olan güçlerce yöneti­lirken köleler gibi durmaktadır.

Hastalığa karşı eğilimler bize Büyük Engizitör'ün şu ifadesini anımsatır: "İnsan, kötü kaderli yaratığın doğuştan getirdiği öz­gürlük armağanını hemen verebileceği birini bulmaktan daha büyük bir anksiyete ile azap çekmemiştir." Bu eğilim ne yazık ki yanlış yönelişli hekimler tarafından, rollerini daha kolay oynaya­bilecekleri hayaliyle daha da öteye götürülmüştür. Psikoterapide bile bu olur. Aşağıdakiler, depresyon yakınmasıyla kliniğe gelen bir hastayla doktor arasında geçen konuşmanın kelime kelime tutanağındandır:

HASTA: Sorunlarım için ne yapayım?
DOKTOR: Derdinizin kaynağını soruşturmayın. Bunu biz doktorlara bırakın. Biz sizi krizin içinden yöneteceğiz... Patolo­jik süreç her neyse... Biz sizi tedavi edeceğiz.
  
Bu eğilimin, hastalık için olmaktan çok ona karşı işlediğini düşünüyorum. Benim inanışım Profesör Eli Ginzberg tarafından ifade edilmiştir. ''Vatandaş kendi iyiliği için sorumluluğu kabul etmedikçe sağlık sisteminde hiçbir gelişme etkili olamaz." Dr. René Dubos da aynı şekilde konuşur: "İyileşme hastanın kendi hastalığa direnç mekanizmalarının mobilize edilmesine dayanır." Dubos tekrar tekrar "vis medicatrix naturae"yi doğanın iyileş­tirici gücünü vurgulamaktadır. Yani bizim tam özgürlüğümüzü yağmalamak şöyle dursun, kader kendini doğa yoluyla, ancak onu kullanabilecek özgürlüğümüz olduğu zaman bizim tarafı­mızdan kullanılabilecek yapıcı bir güçle kendini ifade eder.


I. Batı Tıbbı ve Büyük Devrim

Bunu ortaya getiren sayısız ampirik çalışmadan birini, Journal of the American Medical Association'da yayınlanan ve günlük ba­sında "Hoş Hastalar Çabuk Ölürler" başlığıyla yer alan makaleyi buraya almak istiyorum. Bu, iki grup kadının terminal dönem­deki göğüs kanseriyle nasıl başa çıkmaya çalıştıklarını anlatan bir çalışmaydı: Sonuç, "Karşı koyan savaşçı kadınlar, güvenen, ken­di halinden memnun kadınlardan daha uzun hayatta kalmışlar­dır" olmuştu. En uzun yaşamda kalanlar bir grup olarak daha ça­buk teslim olanlara göre daha anksiyeteli, depresif, saldırgan ve kendi hastalıklarına karşı yabancı olanlardı. "Karşı koyan" ka­dınların umutsuz kurban olmak yerine savaşan bir tutum takındıkları görünüyordu. "Onlar savaşarak yeniliyorlar!" diye yazı­yordu çalışmayı yapan psikolog Dr. Derogatis. "Daha uzun ya­şamda kalan kadınlarda hastalıklarına ilişkin çatışmalarını, kor­kularını ve öfkelerini dışa yansıtan mekanizmalar vardı. Hekim­lere daha fazla ihtiyaç gösteriyor, tedaviden daha az tatmin olu­yor ve daha az uyumlu olarak değerlendiriliyorlardı. Buna karşı­lık daha çabuk ölen öbür kadınlar daha az anksiyeteliydiler, doktorlanna karşı daha pozitiftiler ve kendini değerlendirmeleri da­ha hoşnut olarak değerlendirilmişlerdi. Bence onlar hastalıkla sa­vaşma sorumluluğunu terk etmişlerdi".

Şimdi göğüs kanseri gerçekten kaderin bir darbesi olarak gö­rünür. Gene de özgürlüklerini ele alan ve hastalıkları için sorum­luluk yüklenen, böylece onunla savaşan kadınların daha iyi bir yaşama şansı var. Sorumluluk üzerinde duruşumun Est'inki {22} ile karıştırılmasını istemiyorum. "Yaşantılarınızın tek kaynağı sizsi­niz ve bu yüzden yaşadığınız her şey için tam sorumlusunuz." Est eğitiminin mesajıdır. Doğmamış bebek annesinin kötü bes­lenmesinden olan beyin kusurunun nedeni midir? Bize olan her şeyden sorumlu tutulmamız, kader anlayışımız olmadığında hangi saçmalıklara kadar gideceğimizi gösterir. Özgürlüğümüz ve bu nedenle de sorumluluk duygumuz ancak kaderimizi tanır ve ona angaje olursak var olur.

Norman Cousins'in kitabı Bir Hastalığın Anatomisi, kendisi­nin hayati bir sağlık sorunuyla karşılaşmasını parlak bir şekilde tarif etmektedir. Cousins Rusya'dayken yaşadığı nadir bir kolajen doku hastalığından tedavi edilemeyecek kadar hasta olarak kabul edilmişti. Dikkate değer bir yaşam iradesiyle kendisine şu soruyu sordu: "Eğer negatif duygular vücutta negatif kimyasal değişiklikler yapıyorlarsa, pozitif duygular da pozitif kimyasal değişiklikler yapmazlar mı? Sevgi, umut, sadakat, kahkaha, gü­ven ve yaşama istencinin terapötik değeri olması mümkün mü?" Uzmanlar kendisine mahkûm olduğunu bildirirken o, sorunu kendi ele alışını ve sağlık istencini seferber etti. İçinde yaşanamaz olan hastaneden çıkıp içinde yaşanabilir bir otele geçti ve kendi hekimine danışarak yeni bir rejime başladı. Çok büyük miktar­larda C vitamini ve aynı şekilde sağlık verici kahkaha içeren bir program uyguladı. Öyküsü, bir bireyin kendi zalim ve kötü ka­derini karşılamak için kendi sınırlı özgürlüğünü nasıl ileri sür­düğünün belgesidir. Bir arkadaşı korkunç bir şekilde yılgın olup olmadığını sorduğunda Cousins, "Özellikle başlangıçta, dokto­rumun benim vücudumu karbüratörün temizlenmesi ya da ben­zin pompasının bağlanması gibi tamir isteyen bir otomobil mo­toru şeklinde ele almasını umduğum sırada" diye yanıtlamıştı.

Yeniden sağlıklı bir insan olduğunda Cousins, hastalığının te­davi edilemez olduğunu bildiren uzmanlardan biriyle buluştu ve iyileşmesinin, "Bazı uzmanların bir insan varlığında bir yıkım haberi vermek için yeterince bilgi sahibi olmadıklarına karar ver­diğim zaman" başladığını söyledi. "Ve başkalarına ne söyledikle­rine dikkat etmelerini umduğumu, çünkü sözlerine inanılabileceğini ve bunun da sonun başlangıcı olacağını söyledim."

Birisi bireyin kendi sağlığı için sorumluluk alması gerektiğini tartışırsa dinleyicilerin eğilimi bu tartışmayı modem tıbba bir saldın gibi yorumlamaktır. Amerikan Mesleki Terapi Derneği'nin bir kongresinde yaptığım "Kişisel özgürlük ve Bakım" ko­nulu konuşmam bir gazetede "Tedavi Eden Hekimler Hastanın Özgürlüğünü, Sorumluluğunu Çalıyorlar" başlığı ile yayınlandı. Bu, eğer bir şeyse, benim konuşmamın tam tersiydi. Ben tıbba bu şekilde saldırmıyordum. Kimse modern tıbbın tıp teknolojisi ve ilaçlardaki muazzam gelişmesine hayran olmaktan kendisini ala­maz. Holistik tıbbı savunmakta olan arkadaşlarım arasında be­nim işim tıp mesleğini düşman olarak görmeye karşı uyarmaktır. Norman Cousins, "Ruhsal faktörlerin pratik olanlardan daha az hayati olmadığı bir harekette, düşmandan söz etmek iyi oturmu­yor" diyor.

Dahası, ne yazılmış bir ilacı almayı, kişi "özgürlüğünü" koru­mak istediği için almamak, ne de gerektiği zaman doktora gitme­yi reddetmek iyi bir şeydir. Çağdaş dünyadan, kendi göbeğimizdeki meselelerle meşgul olmak için bir münzevi gibi geri çekile­nleyiz. Dahası böyle ayaklanmalar çok fazla Luddite'lerin, en­düstri devriminde kendi varlıkları için bir tehdit olarak görüp de kol demirleri ve kazmalarla silahlanıp makinelere saldıran 18'inci yüzyıl işçilerinin havasını verir. Bu isyan, isyan edenlerin ken­dilerine haklılık duygusu vermenin ötesinde işe yaramaz. Her­hangi bir hastalıkta kişinin kendine karşı sorumluluğu, buluna­bilen en iyi tıbbi öneriyi almaktır.

Ama modern tıbbın gelişimi, bu gelişim, insanların tıp mes­leğine zorla yükledikleri ve tıp mesleğinin de çok kolay kabul et­tiği mistikleştirme ve otoriterliği arttırdığından bizim vurgula­mamızı daha gerekli kılmaktadır. Büyük bir metropolde yaşıyor­sam, gereksindiğimde hangi uzmana gitmem gerektiğini bulmak için kendi doktoruma telefon ederim. Sağlık mesleğinde klasik olarak merkezde yer alan "fiziksel muayene" kavramı, şimdi da­ha çok tekniğe havale etmek şekline dönüşmüştür.

Rahibin rolünü kabul etmekle, 16'ncı yüzyılda Paracelsus'dan beri halkın eğilimi hekimde yaşam ve ölüm üzerinde gücü olan Tann'yı görmektir. Ama halkın bilincinde hekimler Tanrı yapı­lınca, halkın bilinçdışı düzeyinde de şeytan yapılırlar. Son yirmi yılda hekim hatası davalanndaki hızlı artış, halkın "şeytan" yüze­ye çıkmış gibi hissettiği düş kırıklığı ve öfkeyi gösterir.

Şimdiki hekimime taşikardi sorunu için bir akupunkturcu ile çalışmakta olduğumu söyleyince, "Batı tıbbı büyük bir devrimin eşiğinde" diye işaret etti. Bunu teknikte yeni buluşlar anlamında söylemiyordu. Daha çok tıbbın felsefi ve etik temelinde devrim­sel bir değişimi, doktorların iş gördüğü kültürel içerikte bir de­ğişimi kastediyordu. Bu devrim en dramatik olarak Doğu içgörüsünün Batı'nın tıbbi tedavisine saldırmasında görülmektedir.


2. Akupunktur ve Batı Tıbbındaki Doğu Etkisi

Bu devrimin tek bir yönünü, Batı kardiyolojisi doktoru iken sonradan akupunkturcu olan Dr. Harold Bailen örneğinde aku­punkturu ele alalım. Onun akupunktura geçmesi, gittikçe artan Batı tıp modelinin en iyi ihtimalle eksik, en kötü ihtimalle doğ­rudan doğruya yanlış olduğu kanaati nedeniyle olmuştu. Düş­man, hastalığın kendisi değildir. Daha çok yanlış yaşam tarzıdır. Hastalığa yönelişli olan Batı tıbbı, hastaların doktora geliş nede­ni olan semptomu bloke edip ayırırken arkasında bin yıllık gele­neğiyle Doğu tıbbı, "Semptom bize ne anlatmaya çalışıyor?" diye sorar.

Semptom, acısıyla, ağrısıyla ve öbür rahatsızlıklanyla, bir şe­yin kusurlu olduğunu anlatan sağ beyin dilidir. Dr. Bailen sık sık hastalarına, "Bedeninizin size bu dille konuşabilmesi ne kadar harika değil mi?" diye anlatır. Büyük ölçüde dil, mantık ve akıl­cılığın çıkıp geldiği sol beynin aksine sağ beyin yarısı fanteziler­le, düşlerle, içe doğuşla ve semptomlarla iletişimini kurar. Semp­tom bir kırmızı uyarı ışığıdır. Sağ beyin diline saf rasyonel bir sol beyin bakış açısından girilemez. Dr. Bailen, "Akupunktur sağ ve sol beyinler arasında ileüşimi arttırır" diyor. Bu bilgileri, yüksel­miş bir bilinçlilik durumundaki gibi sentezler.

Akupunkturun amacı, iğneler kullanmak suretiyle vücudun enerji devrelerini vücudun kendini iyileştirmesi için uyarmaktır. Meridyen denilen bu devreler, vücudun sinirsel yollarıyla eşan­lamlı değildir. Bugünlerde en çok kabul edilen kuram, akupunk­turun vücuttaki morfine benzer bir hormonal madde olan endorfini aktive ettiğidir. Akupunkturcu olmayan Dr. René Dubos bunu çok iyi tarif ediyor:

'Akupunktur omurilik hücrelerine bir şekilde giriş sağlayarak ve böylece ağrı algılamasında afyona benzer bir etki ortaya çıka­rarak pitüiter endorfin salgılanmasını tetiklcyebilır. Diğer hor­monların durumunda olduğu gibi, zihinsel yönelişlerin endorfin salgılanmasını ve hastanın hastalığı algılamasını etkileyebildiğini farz etmek fazla ileri gitmek olmaz.'

Dubos buradan giderek, endorfinin sadece ağrı mekanizma­sını etkilemediğini, ağrıya duygusal tepkiyi de, dolayısıyla yakın­mayı da durdurduğunu söylüyor. Bir dolu dişçi tarafından ağrı karşıtı etkisi için kullanılması bundandır. Akupunktur kişinin sadece "hasta" olarak tedavi edilmemesini, bedeni ve bilincinin, yani bütün kendiliğinin, tedavinin entegre bir parçası olduğunu gerektirir. O basitçe bir hastaya yapılmayacaktır, hastanın her noktada özgürlüğünü ve sorumluluğunu gerektirir. Dr. Bailen, eğer hasla bu mesajı açık seçik alırsa bir "seçim noktası" ile kar­şı karşıya kaldığını anlatmaktadır. Bu, kendi kendine bir soru sormak biçimini alabilir: "Allahım bundan kurtulmak istiyor muyum?" Bazen hastalar, çoğunlukla artritliler, daha iyi olur, içgörü kazanır ve "değişiklik yapmaktansa ağrıyı taşımak daha iyi" karanyla tedaviyi durdururlar. Alışkanlıklarıyla o kadar katılaş­mışlar, o kadar bağımlı olmuşlar ve bakılmak gibi ikincil kazanç­ları vardır ki, seçtikleri yaşamlarını değiştirmek yerine tedaviden çıkmayı seçerler. Bu, bilinçli ve sorumlu bir seçimdir. Kişi artık "kurban" rolünde değildir.
Bu benim yargıma göre psikoterapinin amacına çok benze­mekledir. Psikoterapinin amacı, danışan kişileri konvansiyonel bağlamda "tedavi" etmek değil, ne yaptıklarının farkında olmala­rını ve kurban rolünden çıkmalarını sağlamaktır. Amacı, rahatsız olan olan kişinin, mümkün olduğu sürece kendi yaşam tarzını seçmede özgür olacağı ve kaçınılmaz oldukça yaşamdaki durumunu kabulleneceği bir aşamaya gelmesine yardımcı olmaktır.

Bu "seçim noktası"nı anlatmak için kendi deneyimimi payla­şacağım. Tedavi için Dr. Bailen'e gittiğim sorun ya da semptom dört yaşımdan beri sahip olduğum taşikardi idi. Gençken beni fazla engellememiş olsa da son yıllarda bayılmalara hatta daha tehlikeli semptomlara neden olacak hale gelmişti. Bana kalp atı­şını kontrol eden ilaçlardan biri olan Inderal verilmişti. Başladı­ğımda günde her biri 10 mg olan altı Inderal alıyordum. Bu ger­çekten kalp atışlarımı kontrol etti ama bedeli beynimi kapatmak oldu. Kendimi bir zombi gibi hissediyordum.

Aşağıdakiler akupunkturum sırasında tuttuğum notlardan­dır.

Geçtiğimiz Pazartesi, akupunktur tedavisinden sonra kendi­mi çok iyi hissettim ve keyfim Salı sabahı da mükemmel olmayı sürdürdü. Inderal'i birkaç aylık tedavi sonrasında günde bire dü­şürmüştüm. O zaman Inderal'i tümden kesmeye karar verdim. Ama öğlen, taşikardiyi tümüyle geçirebilme olasılığıyla kendimi iyi hissederken derin ve inatçı bir yalnızlık duygusu belirdi. Ofi­simde bunun ne olabileceğini anlamaya çalışarak ileri geri yürü­yordum. Yalnız olmam için hiçbir özel neden yoktu. Ama dille­rini bilmediğim bir yabancı ülkedeymişim, kaybolduğum ve kimseyle iletişim kuramadığım bir dünyadaymışım duygusunu almayı sürdürdüm. Aynı zamanda kendimi kaybettiğim, sadece yarım bir kimliğim olduğu gibi garip bir duygu da vardı.

Öğleden sonranın ortasında bu yalnızlığın, taşikardinin tam olarak iyileşebileceği ve ondan kurtulacağım fantezisinden geldi­ğini fark ettim. Evet! Kimliğimi geçmişte oluşturan önemli bir parça gidecekti. Bu imaj ile, bu kendilik mitosuyla büyümüştüm; ben bu özel rahatsızlığı, yani taşikardisi olan adamdım. Bu rahat­sızlık sanki benim dostumdu, çok fazla stres altında bulundu­ğum ve aktif dünyadan bir parça çekilmeye ihtiyaç duyduğum zaman hep bana sadık kalmıştı. Chillon mahkûmu gibi tam da zincirlerimle arkadaş olmuştum.

O gece düşümde öldüğümü gördüm. Dostlarım bir araya top­lanmışlardı ve ben bir daire etrafında onlara hoşça kal diyerek yürüyordum. Rüyamda ağlıyordum ve bu dünyaya hoşça kal de­diğimi hissediyordum.

Ertesi gece bir beyin ameliyatı olduğumu ve cerrahların kesi­lecek olan kafatasıma girebilmeleri için o taraftaki saçlarımın ke­silmiş olduğunu gördüm. Baş cerrah uzun boylu, zayıf bir adam­dı. (Dr. Bailen uzun boylu ve zayıftır.) Ameliyat salonundan dı­şarı kaçtım.

Ertesi sabah, yani Çarşamba uyanınca taşikardim bütün gü­cüyle dönmüştü, kalbim dakikada 150 atıyordu. Taşikardi bü­tün sabah bana sıkıntı vermeye devam etti.

O öğleden sonra Dr. Bailen'in ofisine gittiğimde memnun­dum, çünkü düşlerin ve davranışların çok açık, tiz bir çığlığı var­dı; bu rahatsızlığı bırakmaya henüz hazır değildim. Yalnızlık ve ilk düş, taşikardi semptomumu bırakmanın ölüme eşit olacağını ve kendimi bildiğimden beri, dört yaşından beri sahip olduğum kimliği teslim etmek olacağını söylüyordu. İkinci düş taşikardiden aynlmak bakımından daha da belirgin bir çığlıktı; "Daha de­ğil!" diye bağırıyordu. Dr. Bailen, esaslı bir değişiklik yapmadan daha bir aya ihtiyacım olduğu yorumumu gülerek onayladı.

Hastalığa tutunmak ya da kişinin hastalık karşısında özgürlük ve sorumluluğunu karşılaması tarihte ve edebiyatta çok iyi bili­nir. Jean-Jacques Rousseau insanların, "özgürlüklerini güvenceledikleri düşüncesiyle zincirlerine doğru koştuklarına" işaret eder. Bağımsızlık Bildirgesi'nde bile atalarımız bu gerçeği görmüşlerdir:

"Bütün deneyimler göstermiştir ki insanoğlu, günahları boyu aşmadıkça, alışmış olduğu biçimleri kaldırarak kendisini düzelt-mektense, yakınmaya daha yatkındır."

Thomas Mann, öykülerinden birinde kendimizin ya da diğer­lerinin hastalıklarından kendimize nasıl bir yaşam tarzı yaptığı­mızı gösterir. "Tobias Mindernickel"de aşırı bağımsız, yalnızlığı seven ve efendisine karşı da fazla dostça olmayan bir köpeği res­meder. Bir kazada köpek iki ön bacağını kırar. Adam onu kendi yanındaki bir yatağa alır ve hastalığı boyunca ona bakar. Sonun­da köpek iyileşip alıştığı gibi çevrede koşabilir hale gelince, ada­mın artık bakılacak hayvanı da, hayvanın dostluğu da, kendisi­ne bağımlılığı da yoktur. Kendi başınadır. O anki izolasyonuna dayanamaz, bir çekiç alır ve köpeğin dört bacağını da yeniden kırar.

Öyküden çıkartılacak olan ders, evliliklerin, dostlukların, çe­şitli türden bağımlılıkların temelde birinin tarafında bakılma ih­tiyacı diğerinin tarafında ise bakma ihtiyacı ile birbirine tutun­duğu dünyamızda pek çok ilişkiye uyarlanabilir. Sağlıklı yanda yaşadığımız şey, değiştiremediğimiz soğuk ve yalnız kaderlerimi­zi kucaklaştırıp birbirimizi rahatlattığımız yoldaşlıktır. Sağlıksız yanda ise, dünyada hastalıktan yakınan ve özgürlük olasılığı ye­niden açıldığında bile bağımlılıklarını terk etmekten nefret eden kimselerin koyduğu kendini sınırlamalar vardır.


3. Hastalık ve Sağlık Arasındaki Denge

Bir kültürde hastalığın ve sağlığın işlevini anlamamız gerekir. Harold Bailen'in ortaya koyduğu gibi, hastalığın kendisi en bü­yük düşman değildir. Bu gerçekte, benim tüberkülozumun bana yaptığı gibi, kişiyi yaşamının muhasebesini çıkarmaya ve çalışma ve oyun düzeninde reform yapmaya zorlayan gizli bir şükran olabilir. Buraya, Anksiyetenin Anlamı'nda {23} yazdığım iki parag­rafı almak istiyorum:

'Bir hastalığı olmak, bir çatışma durumunu çözmenin bir yo­ludur. Hastalık kişinin dünyasını, azaltılmış sorumluluklar ve iş­lerle kişinin başa çıkmak için daha iyi bir şansının olacağı şekil­de küçültmektir. Buna karşılık sağlık, organizmayı kapasitesini gerçekleştirmede özgürleştirmektir.

İnsanlar hastalığı, eski kuşakların şeytanı kullandıkları gibi, nefret edilen yaşantıları, onlar için sorumluluğu almaktan kaçın­mak için yansıtacakları bir nesne olarak kullanırlar. Ama suçlu­luk duygusundan geçici bir kurtuluşun ötesinde bu aldanış işe yaramaz. Sağlık ve hastalık, yaşam boyunca kendimizi dünyamı­za uygun ve dünyamızı da kendimize uygun hale getirmek için sürekli yaşadığımız sürecin bir bölümü ve parçasıdır.'

Ağrı, en büyük düşman değildir. Norman Cousins'in yazdığı gibi, "Amerikalılar muhtemelen yeryüzünde en fazla ağrı-bilinci olan insanlardır. Yıllarca bize basında, radyoda, televizyonda, gündelik konuşmalarda davullarla söylendi ki, en küçük bir ağ­rı, şeytanın ta kendisiymiş gibi derhal ortadan kaldırılmalıdır." Sonra da bize cüzzamın, yakalanan kimse ağrı duygusunu yitirdi­ği ve enfekte olan yerlerinin nasıl ve ne zaman bakılacağını söyleyecek bir işaret olmadığı için böyle lanetli bir hastalık olduğu­nu anlatarak devam ediyor. Bizler bu ülkede sancıyı ve acıyı dur­durmak için korkunç miktarda trankilizan kullanıyoruz.

Ağrı ve zevk arasındaki karşılıklı oyun ve birinin öbürüne bağlı oluşu Eflatun tarafından da görülmüştü:

'İnsanların zevk diye adlandırdığı bu şey ne kadar garip görü­nüyor! Ve o ne kadar kendi zıddı ile, ağrıyla garip şekilde ilinti­li! ikisi hiçbir zaman bir kimsede beraber bulunmaz ve gene de birini arar ve bulursan her zaman öbürünü de almaya mecbur­sun, sanki ikisi de bir ve aynı başa yapışmışlar gibi... Biri nere­de bulunursa, öbürü de arkasından gelir. Benim durumumda da öyle; bacaklanmda pranganın sonucu olarak ağn olduğundan beri zevkin de onu takip edeceği görünüyor.'

Ağrı yaşama duygu kalıcıdır. Ağrıdan kaçarken canlılığımızı, hakiki hissediş yetimizi, hatta aşkı yitiriyoruz. Ağrının kendi ba­şına iyi bir şey olduğunu söylemiyorum. Diyorum ki, ağrı ve ağ­rıdan kurtulma paradoksal şekilde birlikte gider. Onlar Heraklit'in yayı ve kirişidir. Ağrı olmadan biz bir zombiler milleti olu­ruz. Bazı eleştirmenler bu duruma zaten ulaştığımıza inanıyorlar.

Tıbbi teknolojinin hastalıkları birbiri ardına süpürdüğü, tü­berküloz ve çocuk felci gibi orijinal ölümcül musibetlerin son örnekler olduğu, bize gerekenin yalnızca beklemek ve tıp bütün hastalıkları alt edinceye kadar yaşamayı ummak olduğu şeklinde yaygın bir aldanış vardır. Ama bu aldanış, hastalık ve sağlığın bir insan toplumundaki işlevlerine ilişkin ciddi bir yanlış anlamaya dayanır. Dr. Robert Rynearson Journal of Clinical Psychiatry'de, "Hekimler teknolojinin bir gün hastalığı ortadan kaldıracağı fik­rine karşı direnmelidir" diye yazıyor. "İnsanlar kendilerini tehdit altında ve çaresiz hissettikleri sürece hastalığın sağladığı sığınağı arayacaklardır. Tanınmış bilim insanı ve hümanist Jacob Bronowski bizi önceden uyardı: Mutlak bilgi ve güç arzusuna karşı kendimizi tedavi etmeliyiz. Düğmelere basma düzeni ile insan hareketi arasındaki mesafeyi kapatmak zorundayız. İnsanlara dokunmalıyız."

Sadece hekimler değil sıradan insanlar da bu ilüzyona diren­melidir; insanlar tıbbi teknolojinin kendilerini kesin olarak kur­taracağını sanmakta, kendi sağlıkları için sorumluluk almamayı güçlü şekilde rasyonalize etmektedirler. Çünkü insanların ya­şamları, kaderleri böyle olduğu için sağlık ve hastalık arasında çok hassas bir dengededir ve bu denge de en önemli olan şeydir. Kuşku yoktur ki, biz ırk olarak gittikçe daha sağlıklı oluyoruz. Ama hastalık olasılıklarının da buna oranla aynı zamanda yük­seldiğini söylersem yanlış anlaşılır mıyım? Gerçekten doktorlara başvurma elli yıl öncesinden çok daha fazla. Aslında olan şey, hastalık çeşitlerinin, dışarıdan insana saldıran enfeksiyon hasta­lıklarından, anksiyete ve stresle çok yakından ilgili olan kalp krizleri, hipertansiyon ve inmeler gibi iç hastalıklarına kaymasıdır. Bu son söylediklerim günümüzün en büyük katilleridir.

Hastalık ve sağlık her birimizde birbiriyle tamamen denge içindedir ve alabildiğimiz kadar sorumluluk almak bize bu den­ge bozulduğu zaman onu yeniden oluşturma olanağı verir. O ka­dar büyük insanımızın yaşamları boyunca hastalıkla mücadele etmeleri kazara olan bir şey değildir. Tüberkülozu olan önemli yaratıcı insan sayısının büyüklüğüne dikkat ederek birkaç yıl ön­ce bir hekim, tüberküloz basilinin kana, deha oluşturan bir se­rum verdiğini savunan Tüberküloz ve Deha başlıklı bir kitap yaz­mıştı. Bu açıklama bana saçma görünüyor. Dahinin yaşam tarzı­nın, yoğun çalışma, başarılamayan şevk, beyindeki ateş gibi özelliklerle denge üzerinde fazla zorlanma yaptığı ve bu yüzden bireyin bir süre kendine doğru çekilmesi için hasta olduğu, da­ha makul bir fikirdir.

Sağlık ve hastalık arasındaki mücadele yaratıcılığın kaynağı­nın bir kısmıdır. İngiliz doktor George Pickering çeşitli veriler toplamış ve Yaratıcı Hastalık adlı, alt başlığı ise Charles Darwin, Florence Nightingale, Mary Baker Eddy, Sigmund Freud, Marcel Proust ve Elisabeth Barrett Browning'in Yaşamları ve Zihinlerindeki Hastalık olan bir kitapta bunlara yer vermişti. Bu insanların her birinin ciddi hastalıkları olduğunu ve bunu yapıcı olarak karşıladıklarını anlatıyordu. Pickering, çok ağrılı oldukları za­man onu yatağa düşüren, ve yatakta komite toplantılarına katıl­mak, hasta görmek ya da ziyaretçileri oyalamak gibi şeyleri ya­pamadığı kendi osteroartritik kalçalarından "bir müttefik" olarak söz ediyor. "Bunlar yaratıcı çalışma için ideal koşullardır, fuzuli işgallerden, yaşamın sıradan korolarından azade."

Dr. O. Carl Simonton, kendisini tedavide meditasyon kullan­ma sorumluluğunu üstlenen bir hasta şeklinde ele alarak, kanser tedavisinde öncülük etmiştir. Kanserli şahsa bir savaşın devam ettiğinin farkında olmasını ve günde iki kez onar dakika, akyu­varların kanser hücrelerini öldürüşü üzerine meditasyon yapma­yı öğretiyor. Bu insanların meditasyondaki fantezilerinin çizdiği tabloya bakarsak, farelerin ve kaplanların savaşını, akyuvarların askerler olduğu savaş resimlerini görürüz. Bir hep ya da hiç mü­cadelesi sürmektedir ve kişinin bilinci mücadelenin baş katılımcısıdır. "Hasta" olmanın eski yolları ve hastalığın sorumluluğunu doktora devretmek artık geçerli değildir.

Sağlıklı olma sanatı, Hadrian'ın kendi hastalığıyla karşılaşma­sından hareketle tanımlanmıştır;

'Daha iyiydim, ama bedenimle bir yol aramak, kendi dilekle­rimi ona empoze etmek ya da onun iradesine bırakmak amacıy­la, dünyamı düzenlemek ve genişletmek, kim olduğumu inşa et­mek ve yaşamımı süslemek adına eskisinden çok daha fazla be­ceri kullanıyordum.'


22. Ing. Erhard Seminars Training, Erhard Eğitim Seminerleri. 1971 yılında Scientologist Werner Erhard (Gerçek adı John Paul Rosenberg) tarafından oluşturulan, herkesin aslında kusursuz olduğu ve tanrısal bir kudretle kendi gerçekliğini yarattığı teorisine da­yanır. Est kelimesi ise Latince'de oimak eylemine karşılık gelir.

23. Yazarın daha önceki kitaplarından biri; henüz Türkçe'de basılmadı.